FATMA DOĞAN
ŞİFA IRMAĞI ve GÖZYAŞI TAŞI
Yıllar yılların peşini bir hıza kovalamaya başlamadan önce, günlerin şimdiki gibi sular gibi akıp gitmediği, güneşin keyfince güneşlendiği, ayın ellerini ensesine koyup sırtüstü yatarak sessiz, sakin, gürültüsüz gecelerde, yıldızları seyre daldığı geçmiş günlerde, dünyanın her yeri yemyeşil ulu ulu ormanlarla kaplı, denizlerin dibindeki çakıl taşları görünecek kadar berrak, gökyüzü ise masmavi ve bembeyaz bulutlara döşek imiş. Bazı yerlerde bulutlar, yalçın dağların tepesinde birer taç gibi dururlarmış. İnsanlar ,buraları görseler devler ülkesi zannederlermiş. Ağaçlar gökyüzüne dek dimdik uzanır, dağlara tırmanılmaya kalkılsa bir ömür yetmezmiş. Bu ülkede garip garip büyük, hayvanlar yaşarmış. Kuşların kanatları neredeyse ufku kaplar, kaplumbağalar bir adım atsa, insanı varacağı yere götürecek sanılırmış. Bu ülkede ki tüm hayvanlar, toprağından mıdır suyundan mıdır nedir devasa boyutlularmış. Burası dünyanın bir köşesinde unutulmuş kimsenin bilmediği, görmediği, duymadığı bir saklı cennetmiş sanki.
Bu ülkeden çıkan bir ırmağın suları iki ülkeye daha uğrar bereketli sularıyla vadileri kıvrıla kıvrıla besleyip geçer, tüm bu topraklara can suyu olurmuş. Bu ırmağın ulaştığı çok uzak diyarlarda başka bir ülke tüm olanlardan habersiz, kendi hallerinde yaşayan insanlar varmış. Bu ülkede neredeyse insanlar hiç hasta olmazlar sadece ecelleri gelince ölürlermiş. Hastalık nedir hiç bilmezlermiş. Ancak hastalık nedir bilmedikleri ve görmedikleri için onlara bu çok normal gelirmiş. Bunun sebebi ise ülkelerinden çıkan su, içtikleri şifa ormanının suyu olduğundan habersiz yaşar giderlermiş. Şifa ırmağı ise aslında bu ülkeye devler ormanından dolanıp gelirmiş. Oradaki büyük ormanlardan tertemiz denizlerden berrak, gökyüzünden beslenir. Kilometrelerce yol kat edip şifa ülkesine ulaşırmış. Şifa ülkesindekiler kendilerine Allah’ın verdiği bu nimetten habersiz sağlıcakla yaşar giderlermiş.
Bir de dünyanın öbür ucunda şifa ırmağının ulaştığı son noktada yarımada ülkesinde çok küçük cüce şeklinde insanlar yaşarmış, bu ülkeye ırmak en son ulaştığı için ırmakta şifa suyu daha az kaldığından buradaki insanlar hem kısa boylu. Olurlar hem de hastalanırlarmış. Ancak içlerinden bilge ninelerve bilge dedeler, birçok hastalığa hazırladıkları doğal bitkisel karışımlar ile tedavi ederlermiş. Günler günleri kovalamış. Gökte bir güneş gülmüş, bir ay gülmüş, baharlar yaza, yazlar sonbahara dönmüş. Ancak cüceler ülkesine sonbahardan sonra tek bir yağmur damlası dahi düşmemiş bir umutla kışı beklemişler. Ancak kış mevsime gelip dayanmasına rağmen heybesinde ne kar, ne de yağmur getirmemiş, ancak kup kuru bir soğukla çıkagelmiş. Cüceler ülkesini üzüntü ve umutsuzluk sarmış. Anca , kara kara düşünüyorlarmış. Giderek şifa ırmağının suyu da kuruyormuş. Ülkenin ileri gelenleri birbirlerine, eğer yaza kadar hiç yağmur yağmazsa bu sene, su kıtlığı çekeriz demişler. Onlar böyle kıtlığı düşünürken birden ülkede garip bir hastalık peyda olmaya başlamış, hiçbir türlü anlam vermiyorlarmış. Giderek kiminin eli, kiminin ayağı, kiminin burnu büyümeye başlamış. Hem çok korkmuşlar hem de ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Bazılarının giderek boyu bile uzamaya başlamış.
Onlar kendileriyle uğraşa dursunlar, diğer ülkede yaşayan normal boyutlu insanlarda da garip haller belirlemeye başlamış. Hiç hasta olmayan ülkedeki insanlar öksürmeye, karınları ağrımaya başlamış. Durum dev hayvanlar ülkesinde de farklı değilmiş. Orada da dev cüsseli kuşların bir kanatları küçülmeye, uçanlar uçamamaya, koşanlar yürümeye, yürüyenler de yerinden kıpırdayamaz hale gelmeye başlamışlar. Devler ülkesindeki hayvanlar, insanlar ülkesindeki insanlar ve cüceler ülkesindeki cücelerin bilge ve güngörmüş olanları hemen bir meclis oluşturmuşlar. Her biri kendi ülkelerinde ki problem ve sıkıntının kaynağın dair çıkan sonuç, hepsinin ortak kullandıkları tek şeyin içtikleri su olduğuna ve olsa olsa bu bunun sebebinin suyla ilgili olduğuna karar vermişler. Her bir ülkedekiler gidip suyun gözesini araştırmaya ve suyun neden azaldığını anlamaya karar vermişler. Vermişler vermesine ancak kim gidecekmiş, içlerinden cesur biri çıkacak mıymış acaba? Çünkü, her ülkede büyüklerden dinledikleri bir masal varmış. O suyun başında, Dev bir canavar suyun başına oturur oraya geleni gideni yutar, kimsede bir daha ondan haber alamaz derlermiş. Ancak hiç kimse o yaratığı görmemiş, kimi kulakları uzun, kimi burnu kocaman, kimi ağzı tüm bizim ülkemizi yutacak kadar büyük dermiş, ama kimse gidip de onu canlı canlı görmemiş. İnsanlar ve cüceler ülkesinde olanlar ,olsa olsa o büyüklerimizin anlatageldiği canavar bu suyu içti bitirdi demişler. Anlaşılan o ki, gidilip ırmağın kaynağının kontrol edilmesi gerekiyormuş. Hiç kimse gitmeye gönüllü olmayınca, hem insanlar ülkesinde, hem de cüceler ülkesinde zorlu yolculuğa dayanabilecek güçlü, kuvvetli ve akıllı olanlar arasında adaletsizlik olmasın diye kura çekmişler. Cüceler ülkesinde kura o ülkenin en küçük yiğidi olan, Erminik’e çıkmış. Erminik, küçük cüssesine rağmen çok kıvrak bir zekaya ve iş bitirici bir karaktere sahipmiş. Ancak onun tek başına yalnız gitmesine gönlü razı olmayan abisi Serbüyük’ te ortaya atılmış. Biz kardeşimle gider, suyun başında ne olup bitiyor anlarız demiş. Tüm cüceler ülkesi bu iki yiğit kardeşi görev için göndermişler.
Yola koyulan iki cüce kardeş bu zorlu yolculukta nelerle karşılaşacaklarını hiç bilmiyorlarmış. Tek dayanakları birbirleriymiş. Bir de hayvanların dilinden anlamayı biliyorlarmış az çok. Hemen birbirlerine dönüp biz bir plan yapmalıyız, bu ülkelere nasıl gideceğiz? Aylarca yıllarca yürüsek, varamayız. At bulsak ata binemeyiz. Kaplumbağaya binsek bizden yavaş gider diyerek hem konuşup hem düşünürlerken birden az ilerde, gagalarını lak lak vura vura ağlayan sesler çıkartan leylekleri görmüşler. Hemen yanlarına doğru ne oldu ley leylek kardeşler neden ağlar durursunuz? Sormayın bu sene yavrularımıza bir hastalık geldi, uçamadılar, kış geldi ama biz yavrularımız hasta diye sonbaharda göçemedik. İki cüce kardeş, ülkelerinde hep çok hastalık olduğundan kendi kendilerini tedavi etmeyi öğrenmişlerdi. Bakmışlar ki yavrular gerçekten çok zayıflamışlar hiç güçleri, ferleri yok üşüyorlar, titriyorlar. Ana ve baba leyleğe Hemen bir ateş yakmamız lazım demişler. Erminik ve Serbüyük kardeşler hemen bir ateş yakıp yavru leylekleri ateşin başında ısıtmışlar. Yavruların annesi ve babası da yavrularına göz kulak olan var diyerek rahatça uçmuşlar onlara yiyecek bulmaya gitmişler. Gelirken ağızlarında yavruları için hem yiyecek getirmişler hem de biri yeşil, biri kırmızı iki çok güzel pırıl pırıl parlayan birer taş getirmişler.
_ Erminik ve Serbüyük! Siz bize çok yardım ettiniz. Bizim size verecek bir şeyimiz yok ancak size bu taşları verebiliriz. Bu taşları biz çook uzak göçüp gittiğimiz, Nil diyarından getiriyoruz yuvalarımıza koyuyoruz, sevdiklerimize veriyoruz onlar parladıkça iyilikte güneş gibi parlasın istiyoruz siz bize iyilik yaptınız, bu taşlarla bizi hatırlayın inşallah bu taşlar hep iyilik yapanların eline geçsin demişler.
İki kardeş, kendilerine verilen taşları ,teşekkür edip alıp ceplerine koymuşlar. Sıcak tutulan yavrular ısındıkça kanlarına kan, canlarına can gelmiş gözlerinin ferleri parlamış anne babalarının getirdiklerini de yiyince bir güzel uymuşlar. Uyuya uyuya üç günde büyüyüp serpilmişler.
Onların iyileştiğini gören iki cüce kardeş leyleklerden Izin isteyip düşmüşler yollara. Yola çıkmışlar ama bir günde, bir arpa boyu yol gidememişler. Onların bu hallerini gören anne ve baba leylek yuvalarından onları seyretmektelermiş birbirlerine bakıp;
_ Bu böyle olmayacak, bunlar böyle ne az ,ne uz , ne de dere tepe düz giderler, anca yuvarlanıp giderler soğukta da donar ölürler demişler. Onlar bize en zor anımızda yardım ettiler bizde onlara etmeliyiz demişler. Yavrularının önüne yiyecek bırakıp onları yuvadan ayrılmayın diye tembihledikten sonra hemen uçup onların yanına varmışlar.
_ Ey Erminik ve Serbüyük! biz zaten bu ülkelere kadar uçuyoruz. Sırtımıza binin biz sizi bir çırpıda gideceğiniz yere götürürüz. Zaten ufacık tefeciksiniz demişler.
Dedikleri gibi birkaç saat içinde onları kanatlarına bindirip uçup, güvenli bir şekilde şifa ırmağının bulunduğu insanlar ülkesine bırakmışlar. O zamana kadar hiç insanlar ülkesine gitmemiş olan cüceler, bu ülkede ki normal insanları görür görmez, devler ülkesine geldik zannetmiş. Irmağın kenarında toplanan insanlar kendilerince bir meclis kurmuşlar ve şifa suyunu neden kendilerini hasta ettiğini tartışıp duruyorlarmış. İki cüce kardeş, onların bu halini görünce, birbirlerine
_ Demek ki bizim başımıza gelenin sebebi bu dev insanlar değilmiş baksana, onlar da kendilerince. Bu sorunlarına çözüm arıyorlar demiş. Serbüyük küçük kardeşi Erminik’e biraz onları gözlemleyelim bakalım neye karar verecekler demiş.
Oradaki çalıların arkasına gizlenmişler .Tepelerinde ise onlara anne leylek ve baba leylek göz kulak olup, tur atıp duruyormuş. Aynı cüceler ülkesindeki gibi insanlar ülkesinde de içlerinde bu sorunu çözmesi için kura çekmeye karar vermişler.
Onlarda ise kura, atının üzerine atlayınca heybetinden dağların sarsıldığı bir Yiğit adama çıkmış. Uluğbey adlı bu yiğit adam, ülkesindeki insanların saygı duyduğu çok akıllı ve güçlü bir avcıymış. Bu avcı oradaki meclise
_ Ağalar, beyler! ben tez vakitte yola düşeyim. Kutup yıldızı rehberim, ay kandilim, yıldızlar da yarenim olsun hepinizden helallik diler, dualarınızı beklerim demiş.
Yiğitler yiğidi Ulubey, soğuğa dayanabilsin diye ona en sıcak tutan kürkleri giydirmişler, kalpakları takmışlar, çizmeleri giydirmişler. Heybesine azığını, matarasına suyunu doldurmuşlar. Herkes hayır dualar edip sırtını sıvazlamış.◦ İki cüce kardeş merakla ve heyecanla olanları seyrediyormuş .Onların orada neden böyle gelenekler yokmuş, hiçbir anlam verememişler. Kendilerini cıs cıbıl ne dua ederek, nede uğurlayarak yolcu etmişler. Bu adeti ülkelerine geri döndüklerinde öğretelim bizde yapalım demişler. Erminik ve Serbüyük kardeşler yiğit Ulubeyi takip edelim o şifa suyunun gözesine gidecek, peşine düşelim demişler ancak ona nasıl yetişeceklerini bilememişler, leyleklerden de yardım istemeyiz, yavruları var demişler. O sırada Ulubey atının üzerindeyken bir ıslık öttürmüş. Kocaman kanatlarıyla süzülerek kapkara bir kartal gelip elinin üzerine konmuş. Ulubey kartalın başını okşayıp tekrar gökyüzüne salmış. Kartal keskin bakışları ile leyleklere doğru bakmış. İki cüce kardeş birbirlerine endişeyle bakarak eyvah şimdi bizi de fark edecek deyip saklanmaya çalışmışlar. Eğer kartal onları görse bir lokmada yutarmış. Onlar tam da böyle düşünürken kartal da leyleklerle beraber, başlarının üzerinde daireler çizmeye başlamış, leylekler sanki laklak diyerek bir şeyler anlatıyor. Kartal ise Babacan kanatları ile sanki leylek ana babayı selamlıyormuş. korkudan yaprak gibi titreyen Erminik ve Serbüyük’ün hallerini gören leylekler hemen onların yanına gelmiş.
_ Korkmayın, korkmayın! kaldırın başınızı, durumunuzu ve yaptığınız iyiliği kara kartala anlattık. Şimdi o sizi alıp Ulubeye görünmeden onun atının terkisindeki heybeye bırakacak. Orası sizin için hem sıcak ve güvenli olur hem de orada yiyeceğiniz erzak ve su var. Ulubey’in gittiği şifa ırmağının gözesine siz de gitmiş olursunuz. Leylekler lak lak diyerek yine kartalı yanlarına çağırmışlar. Cüce kardeşlerin yanına gelen kartal öyle heybetli duruyormuş ki onların korktuğunu anlayınca,
_ Benden korkmayın hava güzel olsaydı sizi ben götürürdüm. Ancak ben çok yüksekten uçarım ve hava kış, siz soğuğa dayanamazsınız? Benimle gidemezsiniz. O yüzden Ulubey’in heybesinde gitmeniz daha uygun olur demiş.
Kartalın kanatlarına tutunan Erminik ve Serbüyük,bir çırpıda atın terkisindeki heybeye varıp atlamışlar bile Ulubey kartal’a yine ıslıkla seslenip;
_ Ey kara kartalım! Haydi sen göklerden, bana rehberlik yap, yönümü göster, kutup yıldızım, pusulam ol demiş. Bu emrİ alan kara kartal süzülerek gökyüzünde uçmuş iki kardeş heybede, Ulubey ise atıyla başlamışlar yalçın dağları, karlı tepeleri,kurak ovaları aşmışlar, az gitmişler uz gitmişler,dere tepe düz gitmişler. Daha da gideceklermiş ancak, hava kararmaya, karınları ise guruldamaya başlamış, havada gecenin ayazından nasibini almak üzereymiş.
_ Ulubey hemen geceyi geçireceğim bir yer bulmalıyım demiş içinden. Kartal ona keskin gözleriyle gördüğü bir mağaranın olduğu yeri işaret etmiş mağaranın üzerinde habire tur atıp durarak olduğu yeri bulmasını sağlamış. Hava o kadar soğukmuş ki iki cüce kardeş birbirlerine sarılsalar da bir türlü ısınamıyorlarmış. Ulubey’in yaktığı ateş, mağaranın içini hem aydınlatmış hem de sıcacık yapmış. Üzerine de sıcacık bir çorba ısıtmış,bir kokmuş,bir kokmuş ki ki! sormayın gitsin bizim cüce kardeşlerin çorbanın kokusundan karınları guruldadıkça guruldamış, guruldadıkça guruldamış az daha Ulubey duyacak diye elleriyle karınlarına bastırıyorlarmış. Gerçi karınlarının gurultusu kendilerine volkanik patlama gibi gelse de Ulubey duysa, sinek vızıltısı sanırmış .Üşümenin ve sıcak bir yemek yiyememelerinden dolayı ikisinin de burunları akmaya başlamış. Yanan ateş ve yorgunlukta iyice uykularını getirmiş. Ulubey atının üzerine astığı sazı almış Ulubeyin yaktığı ateş giderek köze, elindeki sazı ile çaldığı türkü ise yanık bir söze dönmüş. Başlamış içli içli yanık yanık hem çalıp hem söylemeye.
Bir derde düştü ki ovam illeri.
Bir yudum şifa için aştım yolları.
Ey Nazlı yârin Gonca gülleri.
Ben yaban ellerde iken açayım deme?
Çıktım, meçhul bir yola atıma binip.
Dağı taşı, Düz edip,hendekler aşıp
Hayalini yaren edip ,sazımı çalıp
Ey Nazlı yârin , dudu dilleri.
Ben yaban ellerde iken türkü söyleme?
Ulubey çalıp söyleye dursun bizim cüce kardeşlere bu türkü masal gibi gelmiş mışıl mışıl uyumuşlar. Peşlerine de Ulubey uyumuş sabaha doğru ,Ateş köze, köz küle dönmüş, bir rüzgar esmiş külü savurmuş. Sabahın ayazı bizim yolcuların burunlarından girmiş, kulaklarından çıkmış. Bizim cüce kardeşler, kendilerini tutamamışlar başlamışlar habire hapşurmaya. Ulubey uykusundan sıçramış. Bu ses nereden geliyor diye. Bir de bakmış ki. Atının heybesinde, iki ürkmüş ve mahcup cüce korkularından ve soğuktan titriyor.
-Siz de kimsiniz nesiniz, necisiniz demiş Ulubey?
Erminik ve Serbüyük kendini tanıtıp isimlerini söyledikten sonra;
- Bizim ülkemizde öyle bir bela hasıl oldu ki, ülkemize gelen şifa ırmağının suyunu içenin kiminin eli, kiminin ayağı, kiminin kulağı büyüyor. Biz de şifa ırmağına bir haller mi oldu diye onun doğduğu kaynağına bakmaya gidiyoruz. Bizi buraya kadar biraz leylekler taşıdı. Biraz da senin kartalın süzülerek gelip bizi aldı ve atlarının terkisindeki heybeye bıraktı. Ulubey olanı biteni öğrenince ;
_ Eğer kartalım sizi getirdiyse, vardır bir bildiği ben de sizler gibi aynı sebepten yola çıktım. Demek siz ikiniz bu zorlu yolculuğu göze alacak kadar cesur ve yiğitsiniz. O halde bu derdimizi elbirliği ile çözelim Allah büyüktür. Bir bela ve sıkıntı verdiyse muhakkak dermanını da vermiştir. Ya bismillah der onun adı ve yardımıyla güneşte biraz havayı ısıtınca yola çıkarız demiş. Ama siz hastasınız ne olacak? Demiş. Cüce kardeşler, Ermenek ve ser büyük.
_ Biz ülkemizde çok hastalık olurdu. Biz kendimizi tedavi etmeyi biliriz. Yoldan ormandan ıhlamur ada çayı, kekik toplar, onlarla kendimize ilaç ve çay yaparız demişler. Ulubey durun biraz deyip hemen bir ateş yakmış kalan çorbayı ateşe koymuş.
_ Bu çorba benim anamın tarhana çorbası, bunu içenin hiçbir şeyi kalmaz çarçabuk iyileşir demiş. Zaten akılları çorbada kalan cüce kardeşler afiyetle çorbayı içmişler. İçtikçe içleri ısınmış, ısındıkça yüzleri gülmüş, hemen iyileşmişler. Güneş, hava ne kadar soğuk olsa da, gül yüzüyle mağaranın içine kadar doğmuş hepsinin yüzleri 40 yıllık dostmuşcasına birbirlerine sıcacık ve aydınlık bakıyormuş. Ulubey cüce kardeşleri tekrar heybesine koymuş, haydi bismillah deyip. Dualarla yola çıkalım, Rabbimiz görelim neyler neylerse güzel eyler demiş, Ulubey bir hamlede atının üzerine bini vermiş, gerçekten adı gibi ulu ve heybetliymiş, aynı zamanda da bir o kadar merhametli. Güneş önde, Onlar arkada doğudan batıya doğru gitmişler gitmişler, yollardan ıhlamurlar, ada çayları ,kekikler daha başka bir sürü şifalı bitkiler toplamışlar. Hepsini Ulubey’e de öğretmişler. Yol boyu gidene kadar Ulubey neredeyse bir şifacı olup çıkmış günler günleri kovalamış. Kartal başlarının üstünde uçarak bu yiğitlere rehberlik ediyormuş. Birdenbire önlerine çok büyük, aşılmaz sıradağlar şeklinde, kayalık ulu bir dağ çıkmış. Burası sanki diğer ülkenin sınırıymış, şifa ırmağının gözesi dağın ardında olabilirmiş. Kara kartal Yalçın tepelerin üzerinde bir o yana bir bu yana uçup durmuş. Dağın o tarafında bu yana nasıl kolayca geçilir? Araştırmaya başlamış ancak kafası iyiden iyiye karışmış. Ulubey ve cüce kardeşler ne yürüyerek ne atla bu yalçın tepeleri aşamazlarmış. Dağların o yanıyla bu yana birbirinden öyle farklıymış ki ,şifa ırmağının gözesinin olduğu tarafın iklimi yumuşacık her yer yemyeşil ve çiçeklerle dolu ve iri iri devasa hayvanlarla dolu iken, Kendilerinin olduğu bu tarafta kuru bir soğuk ve kuraklık varmış. Kartal ne yapıp ne edip Ulubey ve cüce kardeşleri geçirmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünürken karşı tarafta bir sürü devasa hayvanın bir deve ve yavrusunu kovaladığını görmüş. Deve ve yavrusu hızla kayalık dağa doğru koşuyorlar ardında da tozu dumana katan yüz devasa boyutlu hayvanlar koşuyormuş .Deve ile yavrusu biranda kayalığın önünde kaybolmuş. Kartal olana bitene bir anlam verememiş. Devasa hayvanlar da sağlarına sollarına bakarak deve ile yavrusunu aramışlar, umudu kesince de oradan ayrılmışlar. Kartal dağın bu yanı Ulubey ve cüce kardeşler için tehlikeli görünüyor. Şifa ırmağının gözesini ararken dikkatli olmalıyız demiş. Oralarda nereden geçilebilir diye bakarken ulu bir ağacın kovuğundan kayanın içine doğru giren deve ile yavrusunu görmüş. Aynen Kuran’da Salih aleyhisselamın devesi kıssasında geçen olay gibi. Bu deve ve yavrusu da kayanın içine girip kaybolmuş. Kara kartal bunda mutlaka bir hayır vardır diyerek peşlerine düşmüş. Deve ve yavrusu kayalıkların arasından sadece onların girebileceği kadar bir yarıktan girmişler ve öbür taraftan çıkmışlar. Kara kartal çok sevinmiş. Hemen uçarak Ulubey in eline konmuş ve başlamış, onlara rehberlik etmeye aynen o deve yavrusunun geçtiği yere getirmiş Ulubeyi. Burası sanki hiç kimsenin bilmediği gizli bir geçit gibiymiş. Biraz tedirgin olsalar da bu gizli yarıktan girmişler burası zaten en fazla bir devenin ya da atın geçebileceği genişlikteymiş. O yüzden o devasa büyüklükteki hayvanlar buraya giremiyormuş. Yarık ilerledikçe genişlemiş, genişlemiş, burası sanki dağın içine saklanmış cennetten bir köşe gibiymiş, renkli renkli kuşların cıvıldadığı, kelebeklerin rahatça uçtuğu ve ortasında kocaman göle benzeyen bir su kaynağı varmış. Öyle ki ortası fokur fokur zemzem misali durmadan akmaktaymış, içinde kuğular ördekler, rengarenk balıklar yüzüyormuş. deve ve yavrusu gelip buradaki sudan su içip, geldikleri gibi gitmişler. Kahramanlarımız da peşlerinden nereye gidiyor diye takip etmişler. Ancak yol birden ikiye ayrılmış deveyle yavrusunu nereden gittiğini bir türlü anlayamamışlar. Çünkü her yer bi anda kararıvermiş. Oldukları yerde kalakalmışlar. Ne yapacağız diye düşünürken Ulubey cücelerin ceplerinde bir şeylerin parladığını görmüş. Ulubey;
_ O parlayan şeyler nedir? Diye sormuş. Erminik ve Serbüyük ellerini ceplerine atıp bakmışlar ki bunlar kendilerine leyleklerin teşekkür için verdikleri biri yeşil, diğeri kırmızı taşlarmış. Taşları ceplerinden çıkarır çıkarmaz, yolun birini yeşil zümrüt taş yemyeşil aydınlatmış, diğer yolu ise kıpkırmızı yakut taş pırıl pırıl aydınlatmış. Hepsi beraber düşünmüşler. Ne yapalım?diye. Önce kırmızı taşın aydınlattığı tarafa doğru ilerlemeye karar vermişler. Yol gittikçe kıpkırmızı aydınlanıyor ve her adımlarında ayaklarının altında bir merdiven beliriyormuş. Aşağıya doğru indikçe inmişler. İne ine bir düzlüğe varmışlar. Burada yine bir göl gibi bir su birikintisinin içinde küçük değirmen gibi dönen bir çark ve onu çeviren deveyi görmüşler. Deve gözlerinde yaşlar, ağlaya ağlaya bu çarkı çeviriyormuş. Ulubey Erminik ve Serbüyük devenin bu kadar güzel bir ortamda neden ağladığını merak etmişler.
-Ey deve neden ağlar durursun, neden üzgünsün? Demişler. deve onlara dönüp
- Ben şifa ırmağının gözesinin bekçisiydim. Yavrum ile beraber şifa ırmağının gözesinde bulunan göz yaşı kristallerini gözlüyorduk. Bu su gözesini bizden başka bilen kimse yoktu ancak yolunu kaybetmiş annesi hasta olan ve bu yüzden çok üzgün yavru bir karga karanlıkta buraya kadar gelmiş. Yavrum ile benim mutlu bir şekilde gülerken gözyaşlarımızın parlak zümrüt taşlara dönüştüğünü görünce bu taşların bizi mutlu ettiğini düşünüp sudaki kristal taşları alıp annesini mutlu etmek için götürüyormuş. Bizde bunu bugün farkettik. Peşine düştük ve nereye gittiğini öğrenmeye çalıştık. Ancak bulamadık. Yavrumda o karganın peşinden bugün dışarıdaki tehlikelerden habersiz merakına yenilip kendisi için çok tehlikeli olan devler ormanına benden habersiz gitmiş. Ben de onun peşinden koştum ancak o sırada ne olduysa olmuş, yavru karga taşları devler ormanına düşürmüş. Taşları ararken devler ormanındaki konuşmaları duymuş. Dokuz çok büyük devasa hayvan kendi aralarında devenin yavrusunu öldürür yersek anne deve üzülüp daha çok ağlar daha çok gözyaşı taşı oluşur ve bizler o taşların olduğu sudan içip daha da irileşir ve devler ormanında en çok bizim sözümüz geçer demişler. Bunu duyan yavru karga koşarak ve ağlayarak benim yanıma geldi yaptıklarını ve olan biteni anlattı.
_Anne deve, koş yavrunu kurtar onu öldürecekler. Dokuz canavar ve arkadaşları anlaşıp yavrunun peşine düştü dedi. Ben de koşarak gidip yavrumu buldum.Ancak arkamızdan bizi kovaladılar ve buraya saklandık. Suyumuzu içtik ve beraber bu gözeye geliyorduk ki her yer birden karardı. yavrumu bulamadım, onlar bu kayanın içine giremez, ama çok üzgünüm.Benim hemen kaybolan kristal taşların yenisini yapmam lazım. Önceden bir çok zümrüt ve yakut kristallerimiz olurdu. Onları bize göç eden leylekler çok uzaklardan nil diyarından getirirler geçerken dağın bu yarığından içeri atarlardı ancak bu sene onlar da gelemediler. Ve o taşlar sadece o taşların ne olduğunu bilenlerin akıttığı, hem sevinç hem de üzüntü gözyaşlarının kristalleşmesi ile oluşur. Kırmızı yakut kristal üzüntü gözyaşları ile ,yeşil zümrüt kristal ise sevinç gözyaşının bu gözeye düşüp sürekli çarkın döndürülmesiyle oluşur. O yüzden ben de tekrar ağlayarak gözyaşlarımdan kristal taşlar oluşturmaya çalışıyorum. Bu gözyaşlarından kristallerinin sırrını bir tek ben Ve, benim yavrum biliyoruz. Bunun için beni ağlatmaya. Beni ağlatmak için yavrumu öldürmeye çalışıyorlar. Ben de onu kimse bulamasın diye bu yerde saklıyorum. Ancak karanlıkta birbirimizi kaybettik. Devenin anlattıklarına üzülen Ulubey ve cüce kardeşler ellerindeki taşları anne deveye göstermişler. Onların gözyaşı taşları olduğunu anlayan deve o kadar sevinmiş ki. Mutluluktan ağlamaya başlamış ve mutluluk gözyaşları bir anda yemyeşil zümrüt taşlara dönüşmüş ve önündeki şifa ırmağının gözesine düşmüş. Ne olur bana yavrumu bulmam için yardım edin demiş. Ellerindeki yeşil taşlı kristal. Işıkla diğer yola devam etmişler. Orada da annesinden ayrıldığı için üzülen yavru devenin döktüğü gözyaşları yakut kristallerle dönüşmüş halde bulmuşlar. Annesinin geldiğini gören yavru deve, bu kez de mutluluktan ağlamaya başlamış ve önünde gözyaşları zümrüt kristallere dönüşmüş. Annesi iyileşen Yavru kargada götürdüğü taşları birer birer geri getirmiş.Artık bir anda bir sürü gözyaşı kristali olmuş.Şifa ırmağının suyu eski haline dönmüş, Hep beraber Allah’a şükür etmişler. Ancak Ulubey anne deveye demiş ki bu dokuz canavar size tekrar musallat olur benim onların çaresine bakmam lazım. Düşünmüşler taşınmışlar zeki olan Erminik ve Serbüyük;
_Ey Ulubey! sen çok yiğit bir avcısın sen onları öyle bir yerlerinden vur ki bir daha deve ve yavrusunun peşine düşemesinler. Bunun için hepsini gözlerinden vur böylece göremezler göremezlerse fazla hareket edemezler kimseye zararları olmaz demişler. Yavru karga kartala, kartal da Ulubeye Dokuz canavarı göstermiş. O da hepsini okuyla gözlerinden vurmuş. Hepsi yandım anam diye bağrışıp kaçmışlar. Kahramanlarımız bu zorlu yolculukta, görevlerini başarıyla tamamlamışlar. Artık kimse devenin yavrusunu öldürmeye kalkmayacak yakut ve zümrüt gözyaşı taşlarıyla beslenen şifa Irmağı kaynağından yine şifa ve bereket dağıtmaya devam edecekmiş. Hepsi orada birkaç gün o güzel büyülü ülkede vakit geçirmişler. Devler ülkesi cüce ve insan dostlarını onların yaşadıkları ülkelerden haberdar olmuşlar. Bir problem olduğu zamanlarda hepsi işbirliği içinde yardımlaşarak, soruna çözüm bulmaya çalışacaklarına dair anlaşmışlar anne deve gözyaşı kristallerinden, hem Ulubey Ve ülkesine hem de cüce kardeşlere ve ülkesine vermiş, eğer şifa suyunuza bir değişiklik azalma olursa bu kristalleri ırmağın sizin ülkenizdeki en güvenli yerlerine koyun. Kötü kimselerin eline geçmesin. Elinizdeki bu hazineleri çaldırmayın deyip tembihlemiş. Tüm kahramanlarımız ise masal mutlu sonla bittiği için daha da mutlu olmuşlar. Leylekler gagalarından göçerken bazen taşıdıkları taşları düşürürlermiş bir kırmızı yakut cüceler ülkesine bir yeşil zümrüt Ulubey in ülkesine bir de turkuaz renkli Taş da bizim ülkemize düşmüş. Bu taş da bizim ülkemizin ırmaklarının derelerine, denizlerine düşüp bereketlendirmiş ve şifa katmış. Masal da burda bitmiş.
(FATMA DOĞAN 23 ARALIK 2024/TURHAL)
Kayıt Tarihi : 7.2.2025 08:31:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!