Ben uzaklardayken Türkçeyi sokaklarda rahatça dolaşamayan, korunmaya muhtaç mahcup kızkardeşi özler gibi hasretle ararım. Bu şefkatli sevgide yaşadığım coğrafyaya dair aidiyet hissinin etkisi kaçınılmaz elbette ama onlar bende pek güçlü değil. Hangi dilde olursa olsun, hayatı yeniden yorumlamak, dünyanın ince kabuğuna çentik atmak için zihin heybelerinde taşıdıkları kelimelerle oynayanları, onlarla sevişenleri severim aslında. Manayı sesle genişletebilen, duygularla düşünceleri ahenkle bütünleştiren ‘söz kuyumcularının’ mucizesine inanıyorum. Onların dille kurduğu mahrem ilişki yazıya dair inancımı güçlendiriyor. O kutsiyete teslim olmak sözcüklerin sihriyle ibadet eden müminler gibi hissettiriyor bana kendimi. Sanki mümkünmüş gibi dili kirleten bütün fenalıkları, günahları yeryüzünden kazıyabilmek istiyorum.
Dil zamanla yıpranan, eriyip gittiği için çok iyi hatırlanamayan buğulu bir rüyaya benziyor. Dalgın bir şairin defterinde, sokaktan geçen satıcın yanık sesinde, kâbus gören bir ihtiyarın anlaşılmaz sayıklamalarında, şehvetli kadınların kesik solukları arasına sıkışan basit sözcüklerde, çocukların sevinç çığlıklarında, hararetli bir tartışmanın içinden yükselen uğultuda, yazıyı silah gibi taşıyanların karmaşık zihninde... Milyonlarca kez kullanılmaktan aşınan, yıpranan dilin hayatımızdaki hakiki yeri ne? O bizim kavga ederken, yazarken, sevişirken, ağlarken, konuşurken, sığındığımız, kendimizi içinde rahat hissettiğimiz huzurlu bir oda mı? Geleneği temsil eden sesin gücü mü? Zihin akışımızı tekrar tekrar yorumlarken Tanrı’nın kelamı gibi kendini efsaneleştirerek dönüştürebilen, insandan bağımsız yaşamını sürdürebilen bir varlık mı? Galiba hepsi...
Kürtçe eğitim yasak, peki Türkçe kalacak mı?
Anadilde eğitim hakkı, hâlâ bu yüzyılda savaşa neden olabilecek şekilde tartışılabildiği için geçmişin içinden geleceğe bakmaya çalışıyorum. Kültürler silinip giderken ya da taammüden öldürülürken diller de yok oluyor haliyle. Anadolu’da ve Avrupa’da asırlarca konuşulup sonra ölen yetmiş beş dilin varlığından bahsediliyor. Artık dilbilimle ilgilenen kimse için haber değeri taşımayan bir başka tesbit, Türkçenin de pek çok dil gibi çok da uzak olmayan bir tarihte öleceği maalesef. Doğrusu bu gerçekle yüzleşmeye henüz hazır değilim, sanırım onu seven hiç kimse için de kabullenmesi kolay bir gerçek değil. Benim için dil, sadece düşüncelerin ifadesi değil çünkü. Bazen kelimeleri yontarak sıra dışı heykeller yapabilenlerin dünyayı şekillendirme sanatı. Bazen bir hikâyede birbirine hiç benzemeyen sesleri, anlamları, işaretleri yan yana ahenkle dizerek yumuşak melodiler mırıldanabilme sezgisi. Bazen de bildiğimiz renklerin tonlarıyla oynayarak dünyayı her daim bakmaktan haz duyacağımız benzersiz bir tabloya dönüştürme tutkusu...
Dili devletin değil, sanatçının ve halkın oluşturduğunu söyleyen Tanpınar, Türkçe yaşadığı sürece onunla varolacak dil ustalarından biri kuşkusuz. Ondan rastgele seçtiğiniz sıradan cümleler bile dilde sesin gücünü hatırlatır, dili şefkatle okşamanın ne olduğunu düşündürür. Kıyıya usulca vuran munis dalgalar misali fışırdayan sözcüklerinin uyumlu salınışını hissedersiniz. Yahya Kemal’in kanatlanan mısralarından biriyle karşılaştığınızda rahvan koşan atın uysal tıkırtılarını işitirsiniz. Ece Ayhan’ın bitirim delikanlılar gibi sertleşebilen ‘küstah’ bir dizesine çarparsanız, kelimelerden tüten acımsı kokuyu duyarsınız. Dil, sestir, renktir, kokudur, inançtır, geçmiştir, gelecektir ve bütün bunları buluşturan derin bir mana kuyusudur aynı zamanda...
Ve dil insana benzer. Seveni, konuşanı, ihtimam göstereni, hatırlayanı kalmamışsa ölür. Eğer insan herhangi bir sebeple anadilinden uzaklaştırılıyorsa onu besleyen yazılı ve sözlü kültürle birlikte kendisi de yok olur. Dille ilgili mitolojik hikâyelerden birisi, dillerin çoğalmasının insana verilen bir ceza olduğunu, tek dilli ideal bir dünyanın insanlığa barış getireceğini söylüyormuş. Bu yüzyılın dil bilimcileri içinse durum tartışılamayacak kadar net: Dünyadaki tek dilli büyük ülkelerin hepsi iç savaş yaşamış. İşin trajikomik yanı da genellikle bu ülkelerde yaşayanların, zamanı geldiğinde herkesin kullanacağı dilin kendi dilleri olacağını varsaymaları. Malum, biz saçma yasaklarıyla epey meşhur bir toplumuz. Kürtçe eğitimi yasaklayıp bir insanı anadilinden mahrum etme kibriyle halkları birbirine düşman eden şovenler, acaba Türkçenin de çok da uzak olmayan bir gelecekte yok olabileceğini, ilerde dünya nüfusunun sadece birkaç dili konuşacağının farkında mı acaba? Ortalama seksen yıl yaşadığını bilen insanın en büyük zaaflarından birisi de bu aymazlık bence. Hayatı takvim yapraklarının sığ koşullarına hapsetme yanılgısı.
‘Ekim, Saat Sekiz’
Bu sınırlı zamanı insanlığa, geleceğe bıraktıklarıyla esnetebilenlere sanatçı deniyor galiba. Hayat-sanat ilişkisini sorgulayan pek çok kuram var. Doğrusu ben hayatın da, sanatın da büsbütün saf olabileceğini düşünmüyorum. Ancak edinilen tecrübelerle, kilidi açabilen doğru anahtar gibi iç içe geçtiklerinde anlamlı bir bütün oluşturabileceklerini inanıyorum. Ne hayatı küstahça reddedip sanatı putlaştıran bir anlayışı, ne de sanatın gerçekliğin yanılsaması ya da uzantısı olduğu iddiasını benimsiyorum.
Tecrübelerini incelikle sanata dönüştürebilmiş Rumen hikâyeci ve romancı Norman Manea’yı bu samimi yaklaşımı yüzünden okuduğum ilk hikâyesiyle sevmiştim. Beş yaşındayken ailesiyle birlikte Romanya’daki Transnistria toplama kamplarına gönderilen Manea, kısa hikâyelerinden oluşan Ekim, Saat Sekiz isimli kitabında orada yaşayanların iç seslerini, umutlarını, acının rengini dilin edebiyattaki gücünü yadsımayan bir yazar bilinciyle aktarıyordu: “Eğer onları taşıyan trenler buraya ulaşabilmiş olsaydı, hayatta kalan bir avuç kişi yüksek, tozlu yardan girintili çıkıntılı kıyıya inerdi. Akışkan mor ufku, baharın ipeksi ürpertisini saatlerce izlemeye zorlansalar daha iyi olurdu. Aynı manzara önünde günlerce, haftalarca, tüm bir yıl boyunca, oldukları yere mıhlanmış gibi. Bu amaçsızlık, sorunsuzluk duygusunu yaşamış olsalardı, böylesine açgözlü bir biçimde zamanın peşine düşmez, tatlı sözcükler ve renkli boncuklarla gözü kamaşan çocuklar gibi sokakların ateşli kargaşasına atlamazlardı. Anın hüznü içinde belki bazıları yalnızlığın mutluluğunu hissedebilirlerdi.”
Göçebe dilin sesi...
Türkçeye çevrilen ikinci kitabı Holigan’ın Dönüşü’nde ise Çavuşesku döneminde ülkesini terk etmek zorunda kalan yazar, Nazileri, soykırımı, tehciri belgesel roman denebilecek bir türde gerçeklik duygusunu hırpalamadan anlatmış.
O her ne kadar doğumdan evvelki hayatlarımızı şekillendiren kadere inanıyor gibi görünse de, ‘yaratıcının’ bağışladığı özellikleri ustaca çoğaltan ve nihayetinde kendisini anlatmak istediği hikâyeye dönüştürebilen bir yazar. Anadilinden uzak kalışını, iki kez sürgünden döndüğü ülkesinde hissettiklerini, savaşın ve göçün geri planındaki kültürel dönüşümleri, üslubun içeriği de belirlediğini unutmadan yazmış. Sadece kendi travmatik hikâyesini değil, Doğu Avrupa sosyalizminin kurşuni renklerini, totaliter rejimlerin hayatı içten çürüten katılığını da bir ressamın ışık kırılmalarını tuvaline yansıtan titizliğiyle tasvir ediyor. Üstelik de böylesine katı ve can yakıcı bir gerçekliğin resmini çizerken dilinin onun yazarlığını özel kılan sesini de duyabiliyorsunuz. Bir gece hastane odasında tanık olduğu, hayatı boyunca sürgünde taşıdığı ‘göçebe dilin’ sesini tarif ediyor: “Gün boyunca yaşlı kadın yalnızca Rumence konuşuyor, ama gündüze ait gerçeklikler gerçekdışı geceyi aşındırmıyor... Önce su sözcüğüne benzer bir fısıltı, gırtlaktan gelen kısa sinyaller, ardından telaşlı, gizli bir itiraf, yalnızca müritlerin kulağına hitap eden sır dolu sözcükler, sızlanmalar ve sitemler, lirik, sevecen nakaratlar. Acının bir çeşit hipnoz içinde, göçebe bir dilde serbest bırakılışı bu; kâh marazi, kâh inatçı, kâh sevecen ve bağışlayıcı bir mesajı sonsuzluktan kopup getiren, barbar, bağnaz bir ses bilgisinin garip sesleriyle çoğalan, sürgündeki eski bir kâhinin sesi, karanlığı elektriklendiren bir ses. Kulağa, bir Alman ya da Hollanda lehçesinin yaşla ve tutkulu konuşmayla olgunlaşmış bir karışımı gibi geliyor... Bu monolog, göçebelerin Odysseus’uyla, sevginin önceliğiyle, Tanrı’nın çağrısıyla, bugünün korkularıyla mı ilgili? ”
Manea, 1986’da sosyalist Romanya’yı terk etmesinin simge yüklü bir simetriye yol açtığını söylüyor. Kendi ifadesiyle, bir diktatörün ve onun ideolojisi yüzünden beş yaşındayken başlayan sürgünü, selefinin karşıtı olduğu söylenen bir başka diktatör ve ideolojisi yüzünden elli yaşında yaşadığı sürgünle birleşince çember tamamlanmış. Hâlâ Amerika’da edebiyat profesörü olarak çalışan çok ödüllü yazarın edebiyatın gücüyle yeniden kurguladığı hayatını okurken ucu açık kalan ve anlatılamayan gizli çemberler yüzünden kaybettiğimiz fırsatları düşünüyordum. O yaşadığı sürece koşulların neden olduğu dil engelini, sürgünün acısını yine dilin mucizesine inanarak aşabilmiş.
Dil insan gibi kırılgandır. Onu seven, koruyan kimse olmadığında ölebilir ama onu yazarak, konuşarak, yaşanan kültürün önemli bir parçası haline getirerek geleceğe taşıyanları unutmaz, yazarlarına vefa borcunu bir gün mutlaka öder.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:19:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!