5
Bulbar Paralizi
Etimolog Şur Çarup gözlerini açtığında oda tümden boştu. Ortalarda onlardan da, kendilerinden de tek kimse yoktu.
Genç kadın yorgunluktan az-çok sıyrılmış ve uykusunu az-çok almış olduğunu fark etmekteydi. Ne yazk ki; bu kez, uykusuzluk ve yorgunluğunun yerini belirgin bir açlık ve susuzluk almıştı. Renginin bir hayli solmuş ve dudaklarının bir hayli kurumuş olabileceğini düşünerek duvardaki aynanın önüne doğru yürüdü. Bilmeden gerçekleştirdiği bu davranış genç astronotun öteden beri süregelen şaşkınlıklarına bir yenisini daha ekledi: Önünde durup bakındığı aynada kendisini görememekteydi ve şaşkınlığı sözcüklerle anlatılamayacak ölçüde büyüktü. Görüntüde, odanın buna yansıyabilen her şeyi mevcut olduğu halde, kendisi yoktu. Genç kadın önce sağa, sonra sola çekilerek aynayı yeniden yeniden gözden geçirdi fakat orada, odayla ilgili görüntülerden başka tek bir değişikliğe rastlayamadı. Çabaları boşunaydı ve başvurduğu yollardan hiçbiri kendisini aynada görebilmesine elvermemekteydi.
Derin bir aşkınlık ve umutsuzluk içine düşmüş bulunan etimolog aynaya karşı direnmedi. Gözleri, aynadan görünmekte olan saksıdaki çiçeklere ilişmişti. Geceleyin bu çiçeklerin renklerini ve canlılıklarını yitirmiş durumda bulunduklarını gözleriyle görmüştü. Oysa şimdi aynı çiçekler, bahçelerden, dağlardan ve kırlardan daha yeni toplanmışı andırmaktaydı.
Oda kapısının açılışı gen kadını daldığı düşüncelerden çekip aldı. Bir süreden beri tanımakta olduğu.ocuklardan biri içeriye girmişti. Saksıdaki çiçekleri yerlerinden, gerisin geri yürüyen bu çocuk aldı ve gerisin geri yürüyerek bu çocuk odadan dışarı çıkardı. Aynı anda duvarda Doktor Emmol Lek belirginleşip odaya girdi:
- Nasılsın Çarup?
Genç kadın omuzlarını kaldırarak gülümsemeye çalıştıysa da, bunun zoraki bir gülümseme olduğunu kendisi de fark etti:
- İyiyim doktor, iyiyim.
Doktor Lek, Etimoloğun ta gözlerinin içine bakmaktaydı:
- Hiç çabalama; yutturamazsın. Ben doktorum, sıradan bir astronot değilim. Yüzündeki sarılık dudaklarının söylediklerini kesinlikle yalanlıyor.
Etimolog gözlerini kaçırmaya çalıştı:
- Doğrusunu istersen; iyi olmakla iyi olmamak arasında artık belirgin bir fark göremiyorum.
- İyi olmakla iyi olmamak arasında her zaman bir fark vardır.
- Uzun ve rahat bir yaşam söz konusu olursa; belki. Ama sonu yakın ve belli bir yaşamda bunlar arasında fark olamaz.
- Olur. İnsanların amacı sadece yaşamak değildir. Yaşamak, amaca ulaşmanın koşullarından ancak bir tanesidir.
- Peki ya ama? O nedir?
- Amaç idealdir. Yapman gereken şeylerdir. Üstünde varlığını sürdürdüğün dünyaya kendinden bir şeyler bırakmaktır.
- Başımıza gelenlerden sonra, dünyaya kendimizden bir şeyler bırakabileceğimize inanıyor musun doktor?
- Elbette inanıyorum. Buna her zaman ve herkes için olanak vardır. Önemli olan, yaşantının kısalığı veya uzunluğu değildir. Dünyaya bırakabileceğin şeylerin niceliği veya niteliğidir.
- Bizim için artık bir dünya var olmadığı halde mi?
- Bizim bir dünyamız var. Varlığımızı herhangi bir mekân düzlemiyle zaman boyutunda sürdürdüğümüzü yadsıyamazsın. Görmesek, sezmesek, algılamasak bile; yürüdüğümüz zaman ayağımızı bastığımız, uzandığımız zaman sırtımızı verdiğimiz bir mekân düzlemimiz ve zaman boyutumuz mevcut. Bizim dünyamız budur.
Genç kadın sinirlerine yenilerek sesini yükseltmek zorunda kaldı:
- Neden anlamazlıktan geliyorsun doktor? Böyle bir dünyanın var olmasının herhangi bir anlamı yok. Böyle bir mekân düzlemiyle zaman boyutunun hiçbir önemi yok. Bu dünyada sadece biz varız. Biz; topu topu beş kişi. Beş zavallı astronot. Bizim dışımızda tek bir kimsenin bile söz konusu değil. Her yanından, her köşesinden bizim olmayan bir dünyanın göründüğü bu garip dünyada sadece biz varız ve bizim de evimiz-barkımız, kimimiz-kimsemiz mevcut değil. Senin var dediğin bu dünyaya bizden önce kimsecikler gelmediği gibi, bizden sonra da kimsecikler gelmeyecek. Öyleyse; kimler için kendimizden bir şeyler bırakacağız bu dünyaya?
Doktor Emmol Lek gülümsedi:
- Gerçek durumunu kesinlikle bilemediğimiz bir dünya için böyle konuşabileceğimizi sanmıyorum.
Şur Çarup tam bir bocalama içindeydi:
- Yoksa, bu garip dünyaya bizden başkalarının da gelebileceğine mi inanıyorsun doktor?
Doktor Lek soran bakışlarla baktı:
- Olamaz mı? Unutma ki; ilk yaratıldığında, önceki dünyamız da üstünde canlıların yaşamasına elverişli görünmüyordu. Her bir yan, kükreyen volkanlarla, fokur fokur kaynayan ergimiş maden denizleriyle doluydu ve kürenin yüzü kızgın lav selleriyle yıkanmaktaydı. Eşi-benzeri görülmemiş depremler dünyanın kabuğunu yırtarken, dağlar ve kayalıklar incecik kâğıtlar gibi yırtılıp duruyordu. Fakat sonunda, bu cehennemde, halkalarından olduğumuz görkemli canlılar zinciri ortaya çıktı.
- Fakat yaratılıştan ancak milyonlarca yıl sonra.
- Böyle bir süreç, sadece bizim gibi kısa yaşamlı varlıklar için uzundur. Doğa için bu, tıpkı bir kibrit çakışı kadar kısadır.
Genç kadın susmuştu ve sadece Doktor Emmol Lek’ in yüzüne bakmaktaydı. Astronot, derin bir sevgiyle ellerini onun omuzlarına koydu:
- Çarup. Dedi. Ben senin kendini bırakmanı asla istemiyorum. Gerçekte, senin buna hakkın da yok. Bir insan ve özellikle bir astronot olarak, ölünceye dek kendinden bekleneni yapmak zorundasın.
Etimolog Şur Çarup zorlukla gülümsedi:
- Elimden gelirse böyle yapmaya çalışacağım doktor.
- İşte şimdi oldu. Anlaştığımıza gerçekten sevindim.
Duvar halılarından birinin üzerinde yoğun bir çizgi kaynaşması oldu ve halının çizgileri silinip giderken güçlenen tüm çizgileriyle birlikte Teğmen Vag Lom odaya girdi. Genç adam oldukça şaşkın ve şaşkın olduğu ölçüde de sevinçliydi:
- Selam astronotlar… Dedi. Evlerle dolu bir köyde yürüyüş yapmanın bu denli kolay olabileceğini aklım, hayalim almazdı. Bomboş bir kırda yürümek ne denli kolaysa; evlerle dolu olan bu köyde yürüyebilmek de o denli kolay. Yol, iz aramaya gerek bile görmüyorsun. Evlerin, duvarların, dikenli demir tellerin üzerinden vurup vurup geçiyorsun.
Doktor Emmol Lek:
- Vag… Diye seslendi. Bizimkiler neredeler?
Teğmen Vag Lom elini salladı:
- İnceleme yapıyorlar. Kaptan sağı-solu gözden geçiriyor. Rem, karşılaştığımız olayları kayıtlara geçirmeye çalışıyor. Kaptan, bu kayıtların bizim dünyamıza bizden sonra gelmesi olasılığı bulunan insanlara bırakılacağını söyleyip duruyor ve bu da benim çok hoşuma gidiyor. Zira bizden sonra gelebilecek kuşaklara dünyalarının başlangıcına ilişkin bilgiler ve belgeler bırakabilmek eşi-benzeri görülmemiş bir şey.
Doktor Lek mırıldandı:
- Haklısın Vag. Çok güzel bir şey. Üstelik bu bilgi ve belgelerin iki ayrı dünyaya ilişkin bulunması güzelden de güzel şey.
Teğmen Vag sevinçle haykırdı:
- Evet, iki ayrı dünya. Tersine dönen ve ne zaman başladığı bilinen bir dünyayla başlangıcı konusunda kesin bilgiler bulunmayan ve düzüne dönmekte olan bir dünya. Doktor, biliyor musun? Biz Adem Baba’ mızla Havva Ana’ mızdan çok farklıyız. Onlar bize bir tek çöp bile bırakamadı. Bizse bizden sonrakilere umabileceklerinden çok daha fazlasını bırakmaktayız. Bunun onörü sadece bizim doktor. Sadece beşimizin.
Genç dil bilgini onayladı:
- Evet, sadece beşimizin.
Teğmen Vag Lom kahkahalarla güldü:
- Bizim bir tek Adem Baba’ mızla bir tek Havva Ana’ mız vardı ama torunlarımızın bir Havva Ana’ sıyla tam dört tane Adem Baba’ sı olacak.
Astronotlar aynı anda gülüştüler.
Doktor Lek sağ eliyle yol gösterdi:
- Yürüyün gidelim, bir eski dünyanın ilk yeni insanları…
Üç astronot, karşılarında duran ve üstünde halı bulunan duvarlardan birine doğru ilerlediler. Etimolog Şur Çarup, gerçekte bu duvarın var olmadığını ve kendi düzlemlerinde böyle bir duvar bulunmadığını çok iyi bildiği halde, salt yürüyüp geçebilmek amacıyla bir duvarın üstüne üstüne gidebilmeyi hala daha benimseyememekteydi. Bu görülmemiş bir şeydi ve gerçek olduğuna inanabilmek zordu. Zira insan her an, üstüne yürüdüğü duvara çarpacakmış gibi oluyordu. Genç kadının kavrayabildiği tek şey; kendi dünyalarına özel mantığın bu dünyanın olaylarını çözmeye yeterli olmadığıydı. Bu nedenle de var olmayanın var gibi görünmesindeki çelişikliğe bir türlü alışamamaktaydı. Bir bakıma, duvar tam önünde duruyor ve ona gerçekten varmış gibi görünüyordu. Bir başka deyişle söylemek gerekirse; her bakışında duvarı görüyor ve arkasını göremiyordu. Fakat eliyle dokunmak, onu tutmak, onu aşıp geçmek istediğinde; duvarın var olmadığı kesinlikle ortaya çıkıyor, en azından bunun öylece kabullenilmesi gerekiyordu. Bu koşullar altında da, onun bir yüzünden obir yüzüne geçebilmek, ince bir tül perdeden geçmekten bile kolay oluyordu.
Teğmen Vag Lom bunu olduğundan da eğlenceli buluyor ve kendine problem yapmaya da istekli görünmüyordu.
Astronotlar herhangi bir yerine değmeden, dokunmadan duvarı geçip odadan ayrıldılar.
Duvarın öte yanında evin başka bir odası yer almaktaydı. Bu yeni odada, duvar diplerine yerleştirilmiş iki divan, divanların üstünde renkli ve yumuşak minderler, duvarlara dayalı beyaz kılıflı yastıklar vardı. Oda tek pencereliydi ve perdesi açık duran bu pencerenin iç bölümüne, içerisinde buruşuk çiçekler bulunan toprak saksılar yerleştirilmişti. Divanlardan birinin yanlarında iki dolap göze çarpmaktaydı ve bunlardan birinin çekmesi açık unutulmuştu. Duvarlarda halı yoktu ve bunlardan birine, çerçevesi sarı yaldızlı bir ayna asılmıştı. Geceleyin obir odada gördükleri köylü kadın, şimdi bu odadaki aynanın karşısındaydı ve elindeki bir tarakla sürekli olarak saçlarını bozmaya, dağıtmaya çalışmaktaydı.
Şur Çarup bulunduğu yerde duralayarak:
- Doktor… Dedi. Artık bizim olmayan şu eski dünyada aynaya bakmak fırsatınız oldu mu hiç?
Doktor Emmol Lek başını salladı:
- Hayır olmadı. Nereden aklına geldi şimdi bu?
- Ben bir odada aynaya baktım ve kendimi göremedim.
Astronotlar aynı anda haykırdılar:
- Aynada kendini göremedin mi?
- Göremedim. Gösterdiğim tüm çabalar boşa gitti.
Doktor Lek homurdandı:
- İnanayım mı inanmayayım mı bilemiyorum. Ama ben, aynaya bakan birinin orada kendini görmesi gerektiğinin bilincindeyim.
- Denemek ister misin doktor?
- Elbette isterim ama biraz bekleyelim de, çekilsin şu kadıncağız aynanın önünden.
- Çekilmesine gerek bile yok doktor. Bunu artık biliyoruz.
- Anlayamadım, nasıl biliyorsun?
Şur Çarup gülümsedi:
- Aynalara 180 derecelik bir açının her noktasından bakma olanağı vardır. Kadın aynanın önünde olsa da, olmasa da sen bu aynaya bakabilirsin. Ben de zaten bakmanı istiyorum. Zira bu deneyden yararlanacağının farkındayım.
Genç kadı yürüdü ve aynayla köylü kadının arasına girdi. Doktor Emmol Lek’ le Teğmen Vag Lom bunun kendileri için hiç de zararlı bir davranış olmadığını bildikleri halde,ürpermekten kendilerini alamadılar. Köylü kadın, onların kendisiyle ayna arasına girdiklerinin farkına bile varamamıştı ve bu yüzden de, tüm rahatlığıyla saçlarını bozup dağıtma işlevini sürdürüp durmaktaydı.
Etimolog Şur Çarup gülümseyerek seslendi:
- Her ikinizin de gördüğü üzere; ortada kadın için garip olan ve onun aynada kendini görmesini engelleyen hiçbir şey yok. Zira biz, bu kadına göre zaten mevcut değiliz, bunu da kesinlikle bilmekteyiz. Bir bakıma, kadın bizi değil, doğrudan aynayı görüyor. Bu durum, geniş bir pencere camından dışarıyı gören bir kimsenin tam önündeki camı göremeyişini andırmaktadır. Nitekim bu ayna bu kadın için, ben aralarına girmeden önce nasılsa, şu anda da aynen öyledir. Ben ise aynanın tam karşısında durduğum halde, işte, yine kendimi görememekteyim.
Teğmen Vag Lom saklayamadığı bir beğeniyle haykırdı:
- İşte bu çok güzel… Çok ilginç… Gerçekten göremiyorum aynada kendimi…
Doktor Lek gerçek bir beğeni içinde homurdandı:
- Gerçekten ilginç. Kadın arkamızda kaldığı halde, onu aynada eksiksiz görmekteyiz. Aynayla onun arasında olmamız veya olmamamız tek anlam taşımıyor. O ise, önünde durduğumuz halde bizi göremiyor ve doğrudan aynayı görüyor. Ve biz, üçümüz, bu aynada yer almıyoruz. Bir bakıma sanki biz biz değiliz ve sanki biz bu anda bu kadının ta kendisiyiz. Zira böyle bir konumda, ancak o kendisini bu türlü görebilir.
Etimolog sordu:
- İyi ama bizim varlığımız hiç mi yok doktor?
- Görünüşe bakarsan öyle. Varlığımız yok.
- Peki ama nasıl olabilir bu?
Doktor Lek mırıldandı:
- Bunu az-çok ortaya çıkarabildik sayılır. Bizim yaşama hızımız bu dünyayla bu varlıklara oranla son derece yüksek bir hızdır. Bu nedenle yaşama ve var olma hızları bizimkine oranla son derece düşük olan varlıkların bizi görebilmesine, sezebilmesine, sesimizi duyabilmesine, bize değip dokunabilmesine ve kokumuzu alabilmesine olanak yoktur.
- Fakat bu kere karşımızda bulunanın canlı bir varlık olmadığını, basit ve cansız bir ayna olduğunu da unutmamalısın. Bunun hareket hızı sıfır. Zira bu ayna, durağan bir cisimden başka bir şey değil.
Doktor Emmol Lek bu savı eliyle engelledi:
- Öyle de olsa, onun hareket hızının sıfır olduğunu öne süremezsin. Çünkü şu tersine dönen dünyadaki her cisim gibi bu aynanın da, biri genel, obiri özel olmak üzere iki ayrı hareketi var. Esasen evrende hareketsiz cisim yoktur. Mermerde, demirde, çelikte bile hareket mevcuttur. Zira her cisim atomlardan ve moleküllerden yapılmıştır. Bu atomlar sürekli hareket halindedirler. Nitekim atomları oluşturan elektronlar, protonlar, nötronlar ve mezonlar kendilerine göre çok büyük bir hızla hareket etmektedirler. Ancak, cisimlerdeki bu hareket kendi çerçevesini aşamadığından, bunlardan bazılarının bize hareketsizmiş gibi görünmeleri doğaldır.
Doktor Lek öksürerek gırtlağını temizledikten sonra sözlerini sürdürdü:
- Ayna, şu tersine dönmekte olan dünyanın bir elemanıdır ve onun koşulları altında varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle ve az önce de söylediğim üzere; bir genel, bir de özel hareketi vardır. Genel hareketi, tersine dönen dünyadaki cisimlerin hareketlerinden farklı değildir ve bu hareket kendi dünyasının hareketinden ibarettir. Özel hareketi ise; sözünü ettiğimiz kendi çerçevesi içerisinde kalan atomik harekettir. Bu yüzden, bu ayna durağan değildir. Tersine dönen şu dünyayla şu dünyadaki varlıklar bizi göremediklerine göre, aynı dünyanın bir öğesi durumunda bulunan bu aynadan bizi görebilmesini bekleyemeyiz. Göremediği bir şeyi göstermemesi bu bakımdan elbette ki normaldir. Zira kadını görüyor ve ve ona kendisini gösteriyor ve işte bizi göremiyor ve bize de kendimizi gösteremiyor.
Doktor Emmol Lek, gözlerini arkadaşlarının yüzlerinde gezdirerek sözlerinin etkisini araştırdıktan sonra konuşmasını sürdürdü:
- Hızla boy arasında enteresan bir ilişki vardır. Hız sonsuza yaklaştıkça boy sıfır olur. Yani hiçbir gözlemci, gözlerinin önünde sonsuz bir hızla devinen hiçbir cismi göremez. Aynanın buradaki durumu da böyledir. Açıkladığım nedenlerle; bu ayna değil bizi, önünden en yavaş adımlarla geçebilecek bizim dünyamıza ait en uzun bir deve katarını bile göremez.
Teğmen Vag Lom belirgin bir şekilde dudaklarını yaladı:
- Senin yerinde Rem olsaydı, o da durumu ancak bu kadar güzel açıklayabilirdi doktor.
- Teşekkürler Vag.
- Teşekkür bizim borcumuz.
Astronotlar kadını aynasıyla baş başa bırakarak aynalı duvarın üstünden geçip gözden kayboldular.
Önü mavi renkli tahta parmaklıklarla çevrili bir bahçeye çıkmışlardı. Çevre baştanbaşa ağaçlarla örtülüydü. Doğanın buradaki görkemli görünüşü üç astronotu büyülemeye yetmişti. İnanamayan bakışlarla ve son derece büyük bir beğeniyle çevrelerine bakınıp bakınıp durmaya başlamışlardı. Ağaçların hiçbirinde yaprak yoktu ve geç kalmış birkaç tomurcuk neredeyse eriyip kaybolmak üzereydiler. Birkaç saat önce görmüş oldukları yeşilliklerin yerlerinde yeller esiyordu ve doğa göz alabildiğine karlarla örtülmüştü. Yapraktan soyunmuş ağaçların dalları arasından tepelerdeki, yamaçlardaki ve çukurlardaki evler göze çarpmaktaydı. İlerideki topraklar yavaş yavaş ıslanıyor ve derinliklerden yukarı saldırdığı anlaşılan tanecikler çevreyi kar içinde bırakıyordu.Astronotların şaşkın bakışları altında ve birkaç dakikalık bir zaman içinde karla kapanmayan tek bir yer bile kalmamıştı.
İliklerine kadar ürpermekte olan Etimolog Şur Çarup kendini alamayarak haykırdı:
- Heeey… Bu da ne demek oluyor şimdi?
Teğmen Vag Lom, şaşkınlığını üstünden atamayacak ve bu soruyu yanıtlayamayacak durumdaydı. Kaşlarını kaldırmış olan Doktor Emmol Lek, şaşkın bakışlarla karla örtülen toprağa bakıyordu. Bu kereki homurtusu eski homurdanmalarına pek de benzememekteydi:
- Bırakın düşüneyim… Düşümde görsem böyle bir şeye inanamazdım… Daha bir gün önce ilkbaharda değil miydik biz? Elbette ki ilkbahardaydık ve giderek de kışa dönmemiz gerekirdi… Bundan doğal ne olabilir?
Şur Çarup anlamamış gözlerle Doktor Lek’ in gözlerine bakıp durmaktaydı:
- Yani bu şimdi doğal mı doktor?
- Hiç kuşkun olmasın.
- Peki ama niçin?
- Bunu sorman bile gereksiz. Zira mevsimler; ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olarak birbirini izler. Komuta kapsülüyle yere indiğimizde biz kendimizi yaz mevsiminde sanmıştık. Çünkü bize göre böyle olması gerekirdi. Oysa mevsim yaz değil, ilkbahardı. İlkbahardan yaza geçmesi gerekenler biziz, onlar değil. Onlar ilkbahardan kışa geçmek zorundalar ve işte kışa da geçmişler.
Genç kadın onayladı:
- Böyle olması gerek. Düşünmeliydim bunu.
Teğmen Vag Lom kendini toparlamıştı:
- Evet, ilkbaharını bitirmiş kışa gidiyor şu tersine dönen dünyamız.
Etimolog mırıldandı:
- Ve kışın arkasından artık ilkbahar değil, sonbahar gelecek.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- Onun arkasından da yaz.
Teğmen gülümsedi:
- Yazdan sonra ilkbahar… Ne kadar ilginç bir şey…
Dilbilgini tükenmeyen bir şaşkınlıkla çevresine bakınıp durmaktaydı. Teğmen Vag Lom ise kabına sığmayan bir zevk içindeydi:
- Doktor, mevsim kış ama hava hiç de soğuk değil.
Doktor Lek zorlukla gülümsedi:
- Havanın soğuk mu yoksa sıcak mı olduğunu şu kendi dünyalarında yaşayanlara sormalısın Vag. Bizim bu yeni mekan düzlemiyle zaman boyutumuzda mevsimlerimizin mevcut olup olmadığını haliyle bilemiyorum. Ama eğer mevsimlerimiz varsa; şu andaki mevsimin kış olması gerekmeyecek gibi geliyor bana.
Etimolog Şur Çarup başını çevirdi:
- Kış mevsiminde bulunmadan kışı görebilmek çok güzel bir şey.
Teğmen Vag Lom derin bir sevinçle söylendi:
- Bu, bir yaz günü oturup herhangi bir podyumdaki kışı izlemekten çok farklı. Zira podyumdaki üç veya bir ekrandaki iki boyutlu olaylara karışabilme olanağı yok. Burada ise var. Önün, arkan, sağın, solun her yanın kar içinde. Onların üstünde yürüdüğünü sanıyorsun. Hatta bundan az-çok eminsin. Fakat ne ayakların ıslanıyor, ne bedenin üşüyor, ne de botların kar yığınlarının içine gömülüyor.
Çırılçıplak ağaçların birinden tersine uçarak yere inen bir karga, gagasındaki bir yiyecek parçasını bembeyaz karların üstüne bıraktı ve hiç de karga sesini andırmayan bir sesle haykırarak fırlayıp yeniden bir dala kondu. Bahçenin boyalı parmaklılarının önünde beliren bir ördek konvoyu karlara bata çıka gerisin geri geçti ve az ileride habire çoğalmakta olan kar yığınlarının arkasında gözden kayboldu. Ortalığı bir anda ördek sesleri doldurmuştu:
- kaV… kaV… kaV…
Etimolog Şur Çarup birdenbire kahkahalarla gülmeye başladı. Doktor Emmol Lek, bu yersiz gülüşün nedenini bulamadığından onun yüzüne gözlerini öylece dikip kaldı. Teğmen Vag Lom ise gülünmesi gerekeni aramaktaydı. Genç kadın kendisini toparlamaya çalışırken ellerini salladı:
- Lütfen bana öyle kuşkulu bakışlarla bakma doktor. Aklımdan zorum yok ve olabileceğini de sanmıyorum.
- Öyleyse bu yersiz gülüş nedendir?
- Ama doktor, gerçekten gülünecek bir şey bu. Gün gelip de bazı bilgilerimi üç-beş ördeğe borçlu olacağımı söyleselerdi asla inanmazdım.
- Anlayamadım. Hangi bilgilerini ördeklere borçlusun sen?
Genç kadının gülümsemesi sona ermişti:
- Gözünüzden kaçmadığını sanırdım doktor. Yani önümüzden geçip g,derken ördeklerin çıkardıkları seslerin.
- Ördekleri de gördüm, seslerini de duydum. Kav kav kav gibilerinden garip bir ses çıkarıyorlardı. Evet tıpkı böyle: Kav kav kav. Ama ben bunda gülünecek bir yan göremedim ki.
- Ben gördüm doktor. Ördeklerin bu seslerini tersine çevirirseniz ne oluyor biliyor musunuz?
Teğmen Vag Lom atıldı:
- Vak vak vak…
Şur Çarup parmağıyla teğmeni gösterdi:
- Evet işte öyle. Vak vak vak. Şimdiki sesleri, bir önceki dünyada çıkardıkları bu vakvakların tersi. Bu bana önce pek garip gelmişti. Sanki buranın ördekleri bir başka biçimde vakvaklıyorlarmış gibi. Oysa ördek ördektir ve çıkarabileceği ses aşağı yukarı her ülkede aynıdır. Bundan da anlaşılıyor ki; rastladığımız veya rastlayacağımız sözleri tersine çevirmek suretiyle normal Türkçe’ ye ulaşabiliriz ve bu da bize, onu anında dilimize çevirebilmenin kapılarını açacaktır.
- Fakat sen bunu daha önce de aynen böyle söylemiştin sanırım.
- Evet ama söylediklerimden bu andaki kadar emin değildim.
- Bunu anladık. Ama ortada açıklama gerektiren bir şey daha var: Ördeklerin her ülkede aynı biçimde vakvakladıklarından nasıl emin olabiliyorsun?
Etimolog doktorun sözlerinin altında yatan anlamı sezinleyememişti:
- Kolaylıkla emin olabilirim.
Ben pek sanmıyorum.
- Neden?
Doktor Emmol Lek kurnazca gülümsedi:
- Köpeklerin her ülkede aynı biçimde havlamadıklarını biliyorum da ondan.
- Nasıl havlarmış köpekler?
Teğmen Vag Lom soruyu güçlendirdi:
- Nasıl havlarmış?
Doktor Emmol Lek kendini alamayıp bir kahkaha kopardı:
- Şimdiki köpeklerin nasıl havladıklarını bilmiyorum ama ilkel çağlarda, İngiliz köpeklerinin hav hav, Fransız köpeklerinin kua kua, Alman köpeklerinin vas vas ve Çin köpeklerinin de vang vang diye havladıklarını duymuştum.
Etimolog Şur Çarup’ la Teğmen Vag gürültülü kahkahalarla gülmeye başladılar. Doktor Lek, esprinin yerini bulduğuna sevinmişti.
Hep birlikte bahçe parmaklıklarını geçip karlarla örtülü yola çıktılar. Doktor Lek:
- Haydi bakalım Vag. Dedi. Boşa geçirilecek zamanımız kalmadı. Bizi dosdoğru kaptanla Rem’ in yanına götür.
Teğmen çevresine şaşkın şaşkın bakınıp dururken etimolog merakla sordu:
- Vag, şaşkın şaşkın çevrende ne aradığını sorabilir miyim?
Vag Lom beceriksiz bir tutuml ELLERİNİ AÇTI:
- Belki inanamayacaksınız ama ben yolu yitirdim.
Doktor Lek haykırdı:
- Yolu mu yitirdin? Ne söylüyorsun sen?
- Ne söylediğimi biliyorum doktor. Yolu yitirdim. Ben eve duvarlardan birinden ve odaya da bildiğiniz yerden girmiştim. Çıkışımız ters yönden olunca haliyle yolumu şaşırdım. Sokakların ve çevrenin karla kaplanmış bulunması da buna etki yapmış olmalı.
Üçü birden çevrelerine bakınmaya başladılar. Toprağı örten kar tabakası gittikçe artmaktaydı. Bir süre sonra, bu karın yeryüzünden gökyüzüne doğru yağmaya başlayacağından hiçbiri kuşkulanmamaktaydı. Daha şimdiden ağaçların dipleri ve evlerin çevreleri bembeyaz bir renk almıştı. Yükseklerdeki açık mavi renkli duman dalgaları aşağılara doğru iniyor, indikçe yoğunlaşıyor ve oluklar halinde evlerin bacalarından ve duvarlardaki soba borusu deliklerinden içeri akıp duruyordu.
Teğmen Vag Lom kıkırdayarak:
- Bu durumda… Dedi. Bu evlerde oturan insanların dumandan boğulmaları gerek…
Bu garip sözler Doktor Lek’ in homurtularıyla karşılandı:
- O senin yanlış düşüncen delikanlım. Evrenin her hesabı sağlamdır. Açık vermez. Yapılmış, yaratılmış hiçbir şeyde en küçük bir yanlışlığa bile yer verilmemiştir. Öyle ki; bize yanlış gibi gelebilen şeylerde bile akıllara durgunluk verebilecek bir doğruluk mevcuttur. Olan ve olması gereken her şeyin plânı-programı inceden inceye düzenlenmiştir. Bundan asla kuşkun olmasın.
Teğmen Vag güldü:
- Sanırım tutuculuğun depreşti doktor.
Doktor Lek bir kahkaha kopardı:
- Küçücük bir köyde yolunu bile bulamayan küçücük bir delikanlının beni tutuculukla suçlamasına kızacağımı sanıyorsan, aldanıyorsun. İstersen sen şu yitirdiğin yolu bulmaya ve bizi gideceğimiz yere götürmeye bak, belki bu daha doğru bir davranış olur.
Doktor Emmol Lek teğmeni görmezlikten gelerek Etimolog Şur Çarup’ a doğru döndü:
- Senin bu delikanlıyla aynı kanıda olmadığına eminim.
- Ne desem doktor, bilmem ki.
- Bilirsin bilirsn. Çünkü düşünmesini ve görmesini bilen bir insansın. Bu evrende düşünmesini, görmesini ve duymasını bilenler için alabildiğine güzel, alabildiğine görkemli ve alabildiğine şaşılacak şeyler vardır. Çevrene iyi bakacaksın. Gördüklerini derinlemesine değerlendireceksin. Bilerek, isteyerek dinleyecek ve dinledikçe duyacaksın. Görmek için bakacak ve baktıkça göreceksin. Ne aradığını bilerek arayacak ve aradıkça bulacaksın. O zaman bak bakalım eksik bir şey bulabilecek misin? Veya olması gerekenden fazla bir şey.
Doktor Lek konuşurken titremeye başlamıştı:
- Her şey gerektiği biçimde düşünülmüştür Çarup. Bundan asla kuşkun olmasın. Her şey inceden inceye plânlanmış ve programlanmıştır. Bir kelebekteki bir tek bileşik göz tamı tamına 27,000 tane basit gözden oluşmaktadır. Bir gece kelebeği saatte 50 kilometre hız yapabilir. Yüz bine yakın kelebek türü bulunduğunu acaba sana benden başka söyleyebilen tek kimse çıktı mı? Bunların en ince, en zarif ve en güzel olanından en hantal, en kaba ve en yırtıcı olanlarına kadar her birinin üzerinde tek tek uğraşıldığı acaba hiç aklına gelmiş midir? Bu zarif varlıkların büyük topluluklar halinde koskoca bir Atlas Okyanusu’ nu geçebildiklerini acaba hiç duymuş muydun?
Doktor Lek’ in titremesi artmıştı:
- Her şey en çirkininden en güzeline kadar eksiksiz var edilmiştir. Gerekenin hiçbiri unutulmamıştır. Minicik bir akvaryum balığından dev bir balinaya kadar balıkların tümü yaratılmıştır. Derisindeki desenle akıllara durgunluk veren zehirli bir mercan yılanından, beline bir sarılışta aslanları bile ikiye bölebilen en kalın boa yılanına kadar yılanların tümüne el atılmıştır. Ancak bir arı büyüklüğünde olan minicik bir kolibriden iki metrelik bir devekuşuna kadar bütün kuşlar plânlanıp gerçekleştirilmiştir. Feragat kuşu saatte 300 kilometre yol tüketir. Akbaba 6000 metrelik bir yüksekliğe çıkabilir. Devekuşu bir buçuk kiloluk yumurtalar yumurtlar.Gagasının uzandığı deliklerde yaşayan kurtçukları yerlerinden dışarı çıkarıp yiyebilmek için aygıt kuşu araç kullanır yani ağaçlardan çöpler koparıp derin deliklerdeki kurtçukları bunlarla dışarıya alır. Doğadaki mültimilyarlarca mikroptan her birinin üzerinde yaratıcı bir el tek tek uğraşmıştır. Uzayda, ışığı bir başka gök cismine ancak 15 milyar ışık yılında ulaşabilen saman yollarının bulunduğunun farkında mıydın? Bir samanyolunun içinde milyarlarca yıldızın yer aldığını biliyor muydun? Ve uzayda, içinde milyarlarca Samanyolu bulutlarının mevcut olduğunu benden başka da söyleyenler oldu mu sana?
Doktor Emmol Lek gözlerini, manyetize etmek istercesine genç kadının gözlerine dikerek homurdandı:
- Ben sana tüm bildiklerini ve herkesin söylemiş olabileceklerini aşan bir şey daha söyleyeceğim: İçinde bulunduğumuz bu evren eşsiz-benzersiz bir evren değildir. O, hiç de kendisine benzemeyen mültimilyarlarca evrenden sadece biridir.
Doktor Lek soran bakışlarla genç kadının yüzüne baktı:
- Böylesine görkemli bir manzaraya hayran olmak sence tutuculuk mudur?
Etimolog Şur Çarup da, Teğmen Vag Lom da spn derece büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Her ikisinin de gözleri Doktor Emmol Lek’ in yüzüne dikilip kalmıştı ve astronot titremeler içinde sürdürdüğü sözlerini bitirdiği halde, pozisyonlarını değiştirmek akıllarına bile gelmemişti.
Doktor Emmol Lek, şaşkınlıktan alt dudağı aşağı düşmüş bir halde kendisine bakmakta olan Teğmen Vag Lom’ un omzuna eliyle vurarak homurdandı:
- Bilmem ki yitirdiğin yolu bulabildin mi Vag?
Genç adam soruyu duymadan, yanıt vermeden öylece doktorun yüzüne bakıp durmaktaydı. Doktor Lek:
- Vag… Diye seslendi. Kendine gel ve şöyle bir bağır bakalım. Bu belki de kaptanla Rem’ i bulmamıza yardımcı olacaktır.
İrkilerek kendini toplayan Teğmen Vag Lom, ellerini ağzının yanlarında boru gibi yaparak çıplak ağaçlıklara doğru haykırdı:
- Kaptaaan… Reeem… Kaptaaan… Reeem…
Önlerinden sımsıkı giyinmiş olan ve sırtlarında atkı, başlarında ise eşarp buluna iki kadınla küçük bir kız çocuk gerisin geri yürüyerek ivedi adımlarla geçip gittiler. Kendi aralarında anlaşılması zor bir dille konuşup durmaktaydılar. Onları, tersine havlayan ve tüm hızıyla gerisin geri koşan bir köpekle arkasındaki kedi izledi.
Teğmen Vag yeniden bağırdı:
- Kaptaaan… Reeem…
- Heeey buradayız… Buraya, bu yana doğru geliiin…
Yanıt, ağaçlıkların bir hayli ilerisindeki sırt sırta vermiş olan iki şirin orman evinin arkasından gelmekteydi.
Etimolog Şur Çarup:
- Bulduk onları doktor… Diye seslendi. Oradalar, ileride, evlerin arkasında bir yerde…
Üç astronot, hala daha göremedikleri ve algılayamadıkları, nicelik ve niteliklerini bilemedikleri gizli zemin üstünde yürümeye başladılar.
Köyün sokakları kar altındaydı. Evlerden birinin önünde biri kız, obiri oğlan iki küçük çocuk anlaşılması zor bir kartopu oynamaktaydılar.
Şur Çarup kendini alamayıp durakladı ve onlara bakmaya koyuldu. Çocuklardan birinin saçları arasında ortaya çıkan bembeyaz kar tanecikleri büyüye büyüye bir kartopu halini alıyor, havada büyük bir hızla geriye doğru uçarak ikinci çocuğun avuçları içine konuyor, çocuk bunu elleriyle bozup dağıtarak yeri örten kar tabakasının orasına burasına katıp karıştırıyor, hemen arkasından kar tabakasını eliyle düzelterek dokunulmamış bir hale getiriyordu. Obir çocuğun yaptığı da bundan farklı bir şey değildi.
Doktor Emmol Lek geriye dönüp bağırdı:
- Heeey Çarup… Hızlan biraz… Bekletme bizi…
Teğmen Vag Lom olduğu yerde durmuş, çukurluk bir yerden arkasındaki tepeye doğru koskocaman bir kar topuyla gerisin geri tırmanmaya çalışan bir köylü çocuğu izlemeye dalmıştı. Çocuğun açık duran sağ avucu devimsi kar topunun üstüne dayalıydı. Geriye doğru her adım atışında ve tepeye doğru her bir karış tırmanışında; bu kardan top, tıpkı kâğıttan yapılma bir rulo gibi açılıp yerlere seriliyor, gittikçe küçülüyor ve her an biraz daha öne doğru eğilmek zorunda kalan çocuğu izliyordu. Devimsi kar topu, sonunda tümüyle küçülerek tepenin üstünde yok oluverdi ve eli boşalan çocuk da gerisin geri tepe arkasına çekildi.
- Heeey Vaaag, Çaruuup… Ne oluyor size böyle? Atın adımlarınızı biraz…
Astronotlar aynı anda silkinip hızlandılar ve Doktor Emmol Lek’ e ulaştılar. Şimdi artık hiçbiri bir obiri ile konuşmuyor, hiçbiri çevresiyle ilgilenmiyordu. Evlerden birinin köşesinde net bir görüntü yoktu ve burada sayısız çizgiler habire kaynaşıp durmaktaydı. Doktor Emmol Lek:
- Bizimkileri bulduk sayılır… Diye homurdandı. Kaptanla Rem bu köşenin arkasında olmalılar… Köşedeki çizgi kaynaşması bunun kanıtıdır…
Kaptan Çi Vaştar’ ın evin köşesinden duyulan sesi Doktor Emmol Lek’ in savını doğruladı:
- Buradayız, gelin…
Ev, galvanizli sacdan yapılma bir çatısı olan tipik bir orman eviydi. Kabaca yontuldukları ilk bakışta anlaşılan kalın gövdeli ağaçlardan bir dayanak üzerine oturtulmuştu. Çevresi baştan başa uyma işlemeli tahtalarla kaplıydı. Kaptan Çi Vaştar evin içinde, kanatları kapatılmış olan pencerenin arkasındaydı ve kendilerine asık suratla el sallamaktaydı. Astronotlar hiçbir kararsızlık göstermeden pencerenin bulunduğu duvara doğru yürüyüp içeri girdiler.
Fotonist Kay Rem, nitelik ve niceliğini bir türlü bilemedikleri o gizli düzlem üzerinde boylu boyunca yatmakta ve inlemekteydi. Yüzü sapsarı, gözleri ise kapalıydı. Şaşkınlıktan çevresine göz atmayı bile düşünemeyen Doktor Lek:
- Nesi var bunun? ..
Diye sordu. Kaptan Vaştar soruyu omuz silkerek savuşturdu:
- Rem’ e birazcık su gerek Lek.
Doktor Lek kaptanın yüzüne anlamadan baktı:
- Ne dedin? ... Su mu? ...
Komutanın sesi soğuktu:
- Su dedim, Lek. Su. Rem’ in susuzluğa bundan fazla dayanabileceğini sanmıyorum.
Doktor Emmol Lek geriye dönmeden homurdandı:
- Çabuk ol Vag… Bilgisayarımızla yedeklerimiz geceyi geçirdiğimiz evin bahçesinde… Onları elinden geldiğince çabuk ulaştır buraya…
Kaptan Vaştar seslendi:
- Antigravite aygıtın için iki derecelik enerji kullanmaya yetkilisin Vag.
Teğmen Vag Lom karşılık bile vermeden duvardan çıkıp gözden kayboldu. Doktor Lek, Fotonist Kay Rem’ in yanı başına çömeldi ve giysisinin ceplerinden birinden çıkardığı minicik bir takım aygıtlarla genç adamı kontrol altına aldı:
- Kendi mi böyle uzandı bunun, Vaştar?
- Evet Lek. Kayıt işlevlerinin tamamlanmasından sonra birkaç araştırma yaptık ve sonra gelip buraya girdik. İlginç bir olayla karşı karşıya idik. Bunu kayda almıştık ve burada da onunla ilgili konuları görüşmekteydik. Rem birdenbire buraya yığılıp kaldı. Ona ne olduğunu bile anlayamadım. Ağzından çıkan tek sözcük “Su” sözcüğü oldu Lek.
Oda küçüktü ve çok kalabalıktı. Üstlerinde minderler bulunan divanlarda başları açık, saçları dağınık, ayakları şalvarlı köylü kadınlar oturmakta ve tümü bir ağızdan konuşmaktaydılar. Genç bir köylü kızı sık sık odanın kapısını açarak içeri giriyor, boş çay bardaklarıyla dolu olan elindeki tepsiyi divandaki kadınlara uzatıyor ve gerisin geri çekilerek bir iskemleye oturup bekliyordu. Garip seslerle ve garip davranışlarla gülüşen kadınlar, tepsiden aldıkları bardakları düzensiz aralıklarla dudaklarına götürüyorlar ve her götürüşlerinde ağızlarında beliren kan rengindeki sıcacık bir sıvıyı ellerindeki boş bardaklara yudum yudum doldurup duruyorlardı. İskemledeki genç kız, her doluşunda bu çay dolu bardakları geri alıyor ve onları elindeki metal tepsiye özenle sıralıyordu.
Tepsi, dumanları tütmekte olan sıcacık çay bardaklarıyla dolduğunda; köylü kız gerisin geri yürüyerek onunla birlikte odadan çıktı.
Etimolog Şur Çarup’ un odadaki olayları ve insanları gözden geçirmekte olduğunu gören Kaptan Çi Vaştar:
- Seninkilerin konuk kabul günleri bugün. Dedi. Bu kadar aşırı gürültü yapmasalar ne olur sanki. Verilen boş bardaklara ağızlarıyla çay doldurduklarını özellikle belirtmek isterim.
Şur Çarup mırıldandı:
- Bu tür olaylara yavaş yavaş alıştık sayılır kaptan.
Komutanın yanıtlamasına fırsat kalmadan Teğmen Vag Lom, kadınların üstünden geçip odaya girdi. Beslenme kmpütürünü de birlikte getirdiği gözden kaçmamaktaydı. Doktor Lek, durumu fark edince, çevresindekilerin yüzüne bakmadan:
- Vag… Dedi. Bana oradan bir tüp dolusu su ver…
Genç adamın uzattığı içi su dolu tüpü aldı. Mandalına basıp kontrol altında tutarak tüpü Fotonist Kay Rem’ in kabarmış dudaklarında gezdirdi. Genç adam, dudaklarının ilk ıslatılışınsa kıpırdanmadı fakat birkaç yudum suyum dudaklarından içer, süzülmesi gözlerinin aralanmasına yeterli geldi.
Doktor Emmol Lek:
- Neyin var Rem? Diye sordu. Konuşsana delikanlım.
O dayanıklı genç adam çok kısa bir süre içinde çökmüş gibiydi. Yüzü solgun, dudakları kavruk ve bedeni hareketsizdi. Son derece büyük bir çabayla gözlerini çevresinde dolaştırmaya ve arkadaşlarını tanımaya çalışıyordu. Tanıdıklarını yanında bulmuş olması, durumunda herhangi bir değişiklik yapamamıştı. Arkadaşlarına bir şeyler söylemeye çalıştıysa da bunu başaramadı. Dudaklarından zorlukla çıkan fısıltıları çevresindekiler için hiçbir yarar sağlamadı. Doktor Emmol Lek, kendisine bir ikinci tğp suyu vermek istediğinde damlaları yutamadı ve sular ağzının yanlarından dışarı dökülüp yakalarını ıslattı.
Doktor Lek arkadaşının çenesini hafifçe ayırarak dilini dışarıya çıkardı ve dilin üstünü elindeki aygıtla inceledi. Sonra dili bırakıp aygıtı dudaklarda gezdirdi.
Kaptan Vaştar huzursuzlaşmıştı:
- Önemli bir şey olmadığını söyleyebilir misin Lek?
Doktor Lek’ in davranışları bu kere hiç de eski davranışlarına benzemiyordu. Kontrollerini gittikçe daha büyük bir özenle sürdürüp durmaktaydı. Eline geçirdiği minicik bir aygıtı, upuzun yatmakta olan astronotun el parmaklarına yanaştırdı. Bir mandala bastı. Aygıttan çıkan ince uçlu bir iğne Kay Rem’ in parmaklarına habire batıp durduğu halde, genç adam parmaklarını tek bir kere bile geri çekmedi.
Kendini derin bir üzüntüye kaptırmış bulunan Etimolog Şur Çarup arkadaşının yanı başına çömelerek seslendi:
- Rem… Neyin var? ... Hayd, bir şeyler söyle bize…
Kaptan Çi Vaştar kuşkulu bir şekilde sordu:
- Önemi bir şeyi yok, değil mi Lek?
Doktor Emmol Lek ayağa kalkmıştı. Yüzünde hiç de hoşa gitmeyen bir üzüntünün izleri vardı. Konuşmakta zorluk çekmekte olduğu gözden kaçmıyordu:
- Bulbar paralizi. Dedi. Kuşkum kalmadı. Bulbar paralizi bu.
Komutan pek bir şey anlamamıştı:
- Anlayabileceğimiz bir biçimde konuşsana Lek. Tıp bulmacası çözebilecek durumda değiliz.
Doktor Lek son derece üzgündü:
- Soğanilik felç olmuş Vaştar. Soğanilik felci bu. Bilmem anlayabildin mi? Soğanilik felci.
Astronotlar kulaklarına inanamıyorlardı ve artık sorudur ki soruyorlardı:
- Ne dedin? ... Felç mi? ...
- Emin misin Lek? ...
- Fotonist Kay Rem felç mi oldu şimdi?
- Felç oldu. Eminim bundan. Bu ölçüde korkunç bir şeyi emin olmadan zaten söylemek istemem. Rem’ in dilinin ucunda felç var. Suyu yutamayınca kuşkulandım. Konuşamadığını hepiniz görüyorsunuz. Konuşabilse de sözcükleri eksiksiz söyleyemez. Pek az sonra bir tek sözcük bile söyleme olanağını bulamayacak. Bu felç, konuşma ve yutkunmada ortaya çıkardığı zorluklarla kendisini belli eder.
Kaptan Vaştar sesini yükseltmişti:
- Onu kurtarma olasılığı vardır herhalde… Elinden geleni yapacaksın Lek… Elinden geleni yapacaksın…
Doktor Emmol Lek başını umutsuzca salladı:
- Biz bir yerde gerçekleri benimsemek zorundayız Vaştar. Biz kabullenmesek bile gerçek kendisini bize zaten kabul ettirir. Üzülerek belirtmeliyim ki; Rem’ i kurtarabilmemize olanak yok. Dudaklar ve dil felç olmuş. Konuşmakta ve yutkunmada zorluk çekmesi bunu açıkça gösteriyor. Pek az sonra bu zorluklar hançereye atlayacaktır. Bunu, vücudun tüm organlarının uyarsız hale gelmesi izleyecektir. El parmakları şimdiden başı çekmeye başlamışlar bile. İğne batırdım, çekmek bir yana, battığını dahi duyamadı.
- Ama onu kurtarmak için bir yol olmalı Lek… Kesinlikle bir yol olmalı…
- Vaştar, lütfen anlayışlı ol. Bu hastalığın tedavisi yoktur. Değil burada, hatta en yeterli bir hastanede bile tedavisine olanak bulunamaz. Zira bu hastalık çok hızlı ilerler. Hasta, hastaneye kaldırılıncaya kadar hastalık dilden ta ayak parmaklarına kadar uzanır.
- Nasıl olur Lek… Kulaklarıma inanamıyorum… Rem çok dayanıklı, alabildiğine enerji dolu bir astronottur…
- Soğanilik felcinin en büyük özelliği de budur Vaştar. En sağlam yapılı insanlarda bile ansızın ortaya çıkar. Hızla ilerler ve hasta felç içinde ölür. Yakasına en amansızca yapıştığı insanlar 40 – 60 yaşındaki insanlardır. Böylelerinde en küçük bir belirti bile vermeden kendini gösterir.
- Yine de bir şeyler yapamaz mısın Lek? ... Rem çok iyi bir insan ve çok iyi bir astronot… Onu ölüme bırakamayız…
Doktor Lek başını öne eğdi:
- Her şey bir yana, Rem bize en büyük iyiliği yapan tek insandır Vaştar. Bize, bu dünyamızda yalnız olmadığımızı muştulayan insandır o.
Şur Çarup kendini alamayarak haykırdı:
- Nasıl? ... Bizden başkaları da mı var bu dünyada? ...
Doktor Lek’ in bakışları yerdeydi:
- Var. Diye mırıldandı. İçinde bulunduğumuz bu mekan düzlemiyle zaman boyutunda bizden başka yaşayanlar da var. Ama bunlar insan değil, mikrop. Nitekim soğanilikteki bu felce yol açanlar mikroplardır.
Teğmen Vag Lom üzüntülü bir sesle sordu:
- Dünya tersine döndü doktor. Mikroplardan nasıl söz edebilirsin artık?
- Edebilirim. Felci oluşturan mikroplar sadece Rem’ le değil, hepimizle birlikte zaten yaşıyorlardı. Bu nedenle hiçbirimiz yalnız değiliz. Yaşantımızı içimizdeki küçük fakat canlı evrenlerle birlikte sürdürüp durmaktayız.
Astronotlar, kararında direnen ölüme karşı hiçbir şey yapamadılar. O dayanıklı, o enerji dolu, o doğal ve fizik kurallardan başka hiçbir kural tanımayan Fotonist Kay Rem artık yaşamıyordu.
Arkadaşının kalbini dinlemekte olan Doktor Emmol Lek, derin bir üzüntüyle başını kaldırıp görmeyen bakışlarla ayni anda odada gülüşen kadınlara bakarken, Kaptan Çi Vaştar eliyle Rem’ in saçlarını okşamaya koyulmuştu. Şur Çarup’ un gözleri yaşlarla doluydu ve bu yaşlar yanaklarından aşağı minicik seller gibi inmekteydi. Teğmen Vag Lom, sulanmış gözlerle kalmayıp bir yerinden yaralanmışçasına kısa fakat korkunç bir haykırış kopardı.
Kaptan Çi Vaştar elini arkadaşının boynuna uzattı. Oradan, Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’ in fotonisti Kay Rem’ in iç benini aldı. Fotonistin son soluğunu vermesiyle ayni anda, bu aygıt sahip bulunduğu tüm devreleri otomatikman tatil etmişti. Komutan, yaşantısında birçok öşümle karşılaşmıştı ama önündeki bu ölümü onlardan hiçbiriyle oranlayamayacağını düşünüp durmaktaydı. İçinden, arkadaşının bu beklenmedik ölümüne hüngür hüngür ağlamak geliyordu. Nitekim arkadaşını olabildiğine şanssız bulmakta ve bu şanssızlık da kendisini ta yüreğinden yaralamaktaydı. Zira ortada, Fotonist Kay Rem’ in işlevdeb geçirebileceği tek bir Analiz-Sentez Ünitesi olmadığı gibi, astronotu gömebilecekleri bir avuçluk bir toprak yığını bile yoktu. Kay Rem’ in yazgısı, ona, iç beni için düşülebilecek bir-iki sözcüklük bir kaydı bile çok görmüştü. Çünkü Kay Rem olayının ilgili hiçbir kimse ve hiçbir kuruluş yönünden incelenmesine olanak bırakılmamıştı. Bu yüzden iç ben incelenemeyecek, üstüne ölüm kayıtları düşülemeyecek ve bu aygıt sonsuzluğa dek saklanmak üzere İç Benler Arşivi’ ne kaldırılamayacaktı. Kay Rem gibi fizik gerçeklere inanmış, sağlam mantıklı bir insanın, bilimsel yönden bir hazine sayılabilecek iç beninden yararlanılamayacak olması çok önemli bir kayıptı.
Derin bir üzüntü içinde bulunan Kaptan Çi Vaştar, nerede bulunduğunu unutup ellerindeki boş bardaklara ağızlarıyla habire çay doldurmakta olan kadınlara doğru var gücüyle haykırdı:
- Kesin gürültünüzü Kesin artık… Kesin…
Haykırış, odadaki hiçbir şeyi değiştiremedi. İki ayrı dünya, kendi sınırları içindeki kendi yaşantısını kendi koşulları uyarınca habire sürdürüp durmaktaydı. Dünyalardan birindeki sevinç, bir obir dünyaya fazla geliyor ve bir obir dünyadaki üzüntüye beriki dünya aldırış bile etmiyordu.
Doktor Emmol Lek “Kem de sonsuz sayıdaki dünyalar…” diye düşündü. “Birbirinin varlından bilgisi bile bulunmayan sonsuz sayıdaki dünyalar… Birbirlerine, erişilemeyen uzaklıklardan erişilebilecekmiş kadar yakın görünen dünyalar…”
Doktor Emmol, tasarısı konusunda kimseye bilgi vermeye gerek görmeden antigravite aygıtını çıkardı. Mandalına bastı. Gerekli düzenlemeyi yaptı ve Fotonist Kay Rem’ in ölüsünü başının bir-iki karış kadar yukarısına kaldırdı. Önde kendisi, arkada Kaptan Çi Vaştar’ la Etimolog Şur Çarup ve en arkada da Teğmen Vag Lom olduğu halde, kadınları aşıp geçerek duvardan dışarı çıktılar. Teğmen Vag Lom’ un kayıt ve beslenme bilgisayarını getirip getirmediğini kontrol etmek için başını bir an geriye çeviren komutanın dışında hiçbiri hiçbir başka harekette bulunmadı.
Dışarıda görülmemiş bir kar fırtınası vardı. Yerden göğe doğru savrula savrula yükselen bembeyaz kar tanecikleri, öfkeli bir fırtınanın alttan yukarı üfürdüğü bembeyaz pamuk parçacıklarını andırmaktaydı. Gökyüzünde, bu yumuşacık parçacıkları kapıp gerisin geriye götürmeye hazır bulutlar göze çarpıyordu. Toprağı örten kar tabakası gitgide azalıyor, gitgide tükeniyor ve altından ıslak bir toprak kendini göstermeye hazırlanıyordu. Ötede-beride gerisin geri koşuşan üç-beş çocuk ve öküzlerini gerisin geri ahıra götürmekte olan bir-iki köylü mevcuttu.
Doktor Emmol Lek, yerden göğe saldıran karlardan ve onları altta yukarı üfüren fırtınadan etkilenmeksizin, kendisini izleyen arkadaşlarıyla birlikte, başının üstünde tuttuğu ölüsüyle yürüyüp duruyordu. Kimsenin içinden ona, nereye gittiğini sormak gelmiyordu. Ekipte kimse konuşmuyor, kimse nasıl yürüdüğünün farkına varmıyor ve kimse kendi düşüncelerinden başka bir şeyle ilgilenmiyordu. Tümünün düşünceleri tek bir noktada birleşmişti ve bu; kabullenilmesi hiç de kolay olmayan bir noktaydı. Çünkü ekiptekilerin tümü, bu noktada ölümün kendilerini beklediğinin bilincindeydi. Boyutlarını bile bulup hesaplayamadıkları garip bir dünyada topu topu dört kişi kalmışlardı. Eşi-benzeri görülmemiş bir kaos, ellerinde neleri varsa çekip almıştı.
Doktor Emmol Lek nedenini bulamadığı garip bir duygusallıkla evlerden uzaklaşmıştı ve yerden kar kalkmakta olan ıpıssız tarlalara doğru yürümekteydi. Anılarından Fotonist Kay Rem’ i çıkaramayacağını şimdi daha büyük bir kesinlikle anlayabilmekteydi. Fizik ötesi düşüncelere tepeden bakan, her açmazın altında fizik ve doğal nedenler arayan mantık ustası Kay Rem, hiç de erken ölmesi gereken insanlardan değildi. Kendilerine çok kötü bir sürpriz yapmış, beklenmeyen bir anda birdenbire tükenmiş, tunçtan yapılmış bir heykel gibi ansızın yerlere yerlere devrilmişti. Sadece devrilmekle kalmamış, üstelik de arkasında koskocaman bir boşluk bırakmıştı. Bu boşluk; onun alabildiğine geniş alanları kaplayan dayanağının boşluğuydu. Çünkü Rem, ölüme yakışmayan adamlardandı. Cansız yattığı yerde canlılığı belli olanlardandı. İşte, bunu da kanıtlamıştı: Koskoca bir dünyada ona hiçbir el değip dokunamayacak, hiçbir güç onu tozlanrıramayacak ve o, şu iki dünya arasındaki ulaşılmaz sınırda tıpkı bir anıt gibi dimdik kalacaktı. Zira Kay Rem, bir başına düşünce, bir başına mantık, bir başına fizik ve bir başına yalın gerçekti.
Doktor Lek düşüncelerinden sıyrıldığında; köyden alabildiğine uzaklaşmışlardı.
Elindeki aygıtla arkadaşının ölüsünü yavaşça yere indirdi.
Gömmesiz gömme töreni kısa oldu.
Dört astronot arkadaşlarının karşısında sıralandılar ve Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’ in fotonisti Kay Rem’i selamladılar. Sonra onu, görünmeyen bir düzlem üstündeki son uykusunda rahatsız etmemek istercesine sessizce geri dönüp köye doğru uzaklaştılar.
Kar fırtınası süregitmekteydi. Köy alabildiğine azalmış bir kar altındaydı. Yürüdükçe, gerisin geri gitmekte olan tek-tük insana rastlıyorlardı.
Etimolog Şur Çarup avutmak istercesine Doktor Emmol Lek’ in ve Teğmen Vag Lom da Kaptan Çi Vaştar’ ın kollarına girmişlerdi. Kollarının birbirine dokunuşunun, dillerinin söyleyeceğinden daha önemli etki yapacağından hepsi emindi.
Doktor Lek belli belirsin bir sesle homurdanmaya başlamıştı:
- Fotonist Kay Rem geride büyük bir boşluk bıraktı ve ben, bunu zamanla daha bir iyi anlayacağımızdan eminim.
Dört astronot, kısa bir süre önce ayrıldıkları eve girdiklerinde; kadınların toplantısı sona ermişti. Genç kız, köşedeki sobanın içinden henüz el değmemiş olan bazı çam odunlarını çıkarmakta ve çıkardığı bu yanmamış odunları sobanın yanına yığmaktaydı. Yığma işini bitirince sobanın ağzını kapattığı ve istiflenmiş odunları kucağına alarak gerisin geri odadan dışarı çıktığı görüldü.
Kaptan Çi Vaştar’ ın gözleri, bir süre önce Kay Rem’ in uzanıp kaldığı yere dikilmişti. Doktor Emmol Lek:
- Vaştar. Dedi. Artık bir şeyler yemeli ve içmeliyiz. Bu dördümüz için de kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir. Nedenini söylemeye bile gerek görmüyorum.
Kimseden ses çıkmadı.
Yakında olduğuna hiç de inanmak istemedikleri ölüm, umdukları kadar uzakta bulunmadığını Fotonist Kay Rem’ in başına dikilivermekle hemencecik kanıtlayıvermişti. Ne denli az yer, ne denli az içerlerse ölümü bir o denli erteleyebilecekleri konusundaki düşünceye bu anda pek o denli önem vermemekteydiler. Bu nedenle, Doktor Emmol Lek’ in uzattığı yiyecek ve içecek tüplerini hiçbir direnme göstermeden aldılar. Garip bir davranışla çnce sularını içtiler, sonra tüplerdeki yiyecek ezmelerini ağızlarına lokma lokma sıktılar. Tüm yaşantılarında belki de ilk kez, yaşamın değerinin farkına varmaktaydılar. Zor olan yaşamaktı ve ölmek alabildiğine kolaydı. Ölüm önlerinde, yakınlarındaydı ve onu elde edebilmek için herhangi bir çabaya bile gerek yoktu. Fakat yaşam çok yakınlarında, ta içlerinde göründüğü halde, gerçekte çok da uzaklarındaydı ve onu kazanabilmek için her keresinde zorlu bir çaba göstermek gerekmekteydi.
Kaptan Çi Vaştar:
- Gerçekten… Dedi. Rem bize iyi bir miras bıraktı. Gerçeği gerçek olarak benimsemek ve onu gerçekçi yollarla aramaktan ibaret bir miras. İşte onun bize bıraktığı miras bu.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- Gerçeği kabullenmekten öte yol bulunmadığını bize en güzel biçimde kanıtladı. Bizzat ölmek suretiyle. Ve biz bu gerçeği böylece kabullenmek zorundayız.
Teğmen Vag Lom’ un sesi titremekteydi:
- Bunu kabullenmek alabildiğine zor. Rem öldü.
Şur Çarup mırıldandı:
- Evet, Rem öldü. Biz de öleceğiz.
Kaptan Vaştar söze karıştı:
- Herkes ve her canlı varlık gibi. Şu tersine dönmekte olan gözümüzün önündeki dünyada bulunan milyonlarca insan gibi. Belli ki bu bir yazgı ve belli ki değiştirilemez. Ben, bunun üstümüzdeki görevi yerine getirmemizi engelleyebileceğine inanmak istemiyorum. Gittikçe azalan zamanımızı yararsız konuları tartışmakla geçiremeyiz. İçinde bulunduğumuz ve bulunacağımız koşullar ne olursa olsun, ödevimizi yapacak mıyız, yapmayacak mıyız? Bana lütfen bunu söyleyin.
Doktor Emmol Lek’ in sesi ciddileşmişti:
- Tartışma gereksiz. Yüklendiğimiz bir ödev var ve biz bunu her koşulda yerine getireceğiz.
Teğmen Vag Lom’ la Etimolog Şur Çarup aynı ciddiyetle eklediler:
- Ödevi yerine getireceğiz.
Kaptan Vaştar’ ın yüzü aydınlanmıştı:
- Ben de sizlerden bunu bekliyordum. Dedi. Şimdi aramızda yeniden bir görev bölümü yapabiliriz. Vag, Rem’ in görevini de sana yüklüyorum. Kayıtlarımızı gereken özenle ve düzenle sen tutacaksın. Kayıtlarda ana çizgiyi izleyecek ve ayrıntıya inmeyeceksin. Bizden sonra gelmesi olasılığı bulunan kuşaklara bizim verebileceğimiz budur. Ödevi yeterli bir biçimde yapamayacaksan; bunu bize hemen şimdi bildir ve sonraya bırakma. Denemeyle zaman tüketmemiz göreve ihanet olur.
Teğmen Vag Lom kendine güvenmekteydi:
- Görevi alıyorum kaptan. Bu bir bakıma Rem’ e yeni bir özür dilemem olacaktır.
- Rem yok artık.
- Olsun. Ben kendimi kendime bağışlatabilirsem, Rem’ e de bağışlatmış sayabilirim.
- Bu seni mutlu edebilecekse ortada sorun yok sayılır. Peki. Çarup, senin durumun nasıl? Karşımıza çıkmış olan bu garip dili çözebileceğin konusunda umudun var mı? Bana vereceğin yanıt “Yok” tan ibaretse; onun yerine sana başka bir görev verebilirim.
Genç kadının sesinde kesinlik belirtileri vardı:
- Umudum var kaptan. Bu dili yani Türkçe’ yi çözebileceğimden eminim.
- Sevindim. Elinde herhangi bir bulgu var mı?
- Var kaptan. Bu dil jeografik kuşak bakımından kontinental iklim kuşağında yani karalar arası iklim kuşağında yer alan bir ülke dili. Subtropikal iklim kuşağının kuzeyinde ve kuzey kutup iklim kuşağının güneyinde bulunduğu için, dilin kuruluşu bir sesli, bir sessiz, bir sesli ve yine bir sessiz harfin ardı ardına gelmesine dayanıyor. Sözcük ortalarında bazen iki sessizin yan yana gelmesinden bu dile yabancı dillerden sözcükler sızmış olduğunu çıkarabildim. Ormanda karşılaştığım iki çocuğu anımsarsınız sanıyorum. Bunlardan birini ellerimle kavrayıp sarsmak istemiştim. Ona değip dokunamamıştım ve çocuk tam o anda “ıdalkoy ineb liarzA” gibilerden bir şeyler söylemişti. Araştırmalarım sırasında bu sözcükleri tersine çevirdiğimde; “Azrail beni yokladı” sözcükleriyle karşılaştım. Tümcedeki “Azrail” sözcüğü beni şaşkınlıklar içinde bıraktı. Zira bu, kendine özgü bir sözcüktür. İbrani kökenlidir. Yeryüzünün bazı dillerine aynı biçimde sızmıştır. Bunun Türkçe dediğimiz şu dilde yer almış olması bana pek anlamlı geldi. Çünkü sözcük, dinle ilgilidir. Bu bakımdan sadece dili değil, inancı da etkilemiş olduğu düşünülebilir. Nitekim üstünde durduğumuz bu “Azrail” sözcüğü, Yahudi peygamberlerinden biri olan Yakup Peygamber’ den yani “İzrael” den gelmektedir. İki anlamı vardır. Bunlardan birincisi “Yahudi” ve ikincisi “Azrail” yani “Ölüm Meleği” dir.
Teğmen Vag Lom şaşkınlıkla söze karıştı:
- Ölüm Meleği mi?
- Evet, ölüm meleği. Tümcenin ikinci sözcüğü olan “Ben” sözcüğü Farsça’ daki yani İran Dili’ ndeki “Men” sözcüğünü andırıyor. Sözcük “Ben” anlamına gelmektedir. Ancak bunun Türkçe’ den Farsça’ ya mı, yoksa Farsça’ dan Türkçe’ yemi geçmiş olduğunu bilemiyorum. Tümcede bu sözcüğün takılı halde yer aldığından eminim. Zira aynı sözcüğe ben başka konuşmalarda da rastladım.
Teğmen Vag Lom konuşmaya yeniden el attı:
- Etimolog olmayı gerçekten isterdim. Bu bir tür bulmaca çözmek veya detektiflik yapmak gibi bir şey. Tıpkı matematik çözümleri andırıyor. Hem tutarlı, hem de sağlam.
Genç kadın teğmene başıyla teşekkür ettikten sonra konuşmasını sürdürdü:
- “Azrail beni yokladı.” dan ibaret tümcemizde üç sözcük var. Bunlardan ilk sözcüğün anlamını aşağı-yukarı bilmekteyiz. Anlamını bildiğimiz ve takılı halde bulunduğuna emin olduğumuz ikinci sözcük dilbilgisi bakımından bir kişilik zamiridir ve birinci tekil kişiyi göstermektedir. Üçüncü sözcüğü ise henüz bilemiyoruz. Bilemediğimiz bu sözcüğün yerine bir nokta koyarsak elimizdeki tümce şöyle olacaktır: “Azrail ben.”. Dilbilgisi açısından ilk sözcüğün ad, ikinci sözcüğün kişilik zamiri olduğunu bildiğimize göre; bilemediğimiz sözcüğün fiil olması gerektiğini öne sürebiliriz Zira hiçbir tam tümce, bir adla bir zamirden oluşamaz. Tümcelerde temel öğe fiildir. Fiilsiz tümce temelsiz yapıdan farksızdır. “Azrail” sözcüğü tümcenin başında yer aldığı için, gramer yönünden bun “Özne” olması gerektiğini düşünebiliriz. Takılı halde bulunduğunu söylediğimiz ikinci sözcüğümüz “Tümleç” tir. Bu sözcük “Özne” olamaz. Zira “Özne” miz var. “Fiil” olamaz. Çünkü hem “Zamir” den “Fiil” olabileceği söylenemez, hem de biz “Fiil” in yerini nokta ile belirlemiştik. Öyleyse, bu takılı sözcük ancak “Tümleç” tir. Dilbilgisi bakımından, “Fiil” in belirttiği işi yapan, her zaman “Özne” olduğuna göre; bizim köylü çocuk “Azrail” in kendisine bir şey yaptığını, bir şey ettiğini söylemektedir.
Etimolog Şur Çarup eliyle saçlarını düzelttikten sonra gülümsemeye çalışarak konuşmasını sürdürdü:
- Burada aklımıza bir soru takılmaktadır: Acaba Azrail bu çocuğa ne yapmıştır veya ne yapmaktadır? Bana kalırsa, Ölüm Meleği insana ancak iki şey yapabilir: Ya yoklar, ya da öldürür. Sözcük ölümle ilgili olamaz. Zira çocuk bunu sağken söylemektedir. Geriye bir tek şey kalıyor ki; o da ancak Azrail’ in yoklaması olabilir. Fiillerin zamanları üstünde durursak; bunun ya “Geçmiş zaman”, ya “Şimdiki zaman”, ya da “Gelecek zaman” dan ibaret bulunması gerektiğini çıkarabiliriz. Fakat bu, bizim için ayrıntıya inmek olur. Zira bulgu, artık önümüzde sayılır: Azrail çocuğu yoklamıştır, yokluyordur veya yoklayacaktır. Tersine dönen bu dünyanın insanları da, düzüne dönen dünyaların insanları gibi, gelecek zamanı bilemeyeceklerine göre; gelecek zamanı kolaylıkla düşünce ve inceleme dışına bırakabiliriz. Geriye kalan her iki zaman ise durumu zaten az-çok belirtmeye yetmektedir. Zira bu zamanlardan hangisini kullanırsak kullanalım, tercümemiz doğru olur. Sonuç olarak; çocuğun o anda “Azrail beni yokladı.” Veya “Azrail beni yokluyor.” Dediğini varsayarsak; hiç de yanlış bir iş yapmış olmayız.
Doktor Emmol Lek derin bir şaşkınlıkla genç kadına bakarak homurdandı:
- Gerçekten meraklandım Çarup. Bari bir söyle de duyalım; sen Türkçe’ yi nereden öğrendin?
Genç kadın belli belirsiz bir kıvançla mırıldandı:
- İnan ki doktor, burada.
Kaptan Çi Vaştar tam bir beğeniyle:
- Lek. Dedi. Çarup’ un gerçek bir dil bilgini, gerçek bir etimolog olduğunu unutmamalısın.
Teğmen Vag Lom atıldı:
- Onu zaten biliyorduk ama bu denli ince eleyip sık dokuduğunu ve bildiklerinden hareket ederek bilmediklerine ulaşabildiğini hiç bilmiyorduk.
Genç kadın zorlukla gülümsedi:
- Beni utandırıyorsunuz. O kadar övülmeye değmez bu. Her dil bilgininin kolaylıkla başarabileceği bir şey.
Kaptan Vaştar Teğmen Vag Lom’ a sordu:
- Bunlar kayda geçti mi Vag?
- Geçti kaptan. Yoksa geçmemesi mi gerekiyordu?
- Geçmesi gerekiyordu. Kayıt korunacak.
- Kayıt korundu kaptan.
Komutan işi bitmiş sayıp ilerlemek isterken genç kadın seslendi:
- Kaptan…
Komutan durakladı:
- Çarup?
- Kaptan, burada bana pek önemli gelen bir nokta var. Bunun sizin de ilginizi çekebileceğini düşünmüştüm ama yanılmışım.
- Özellikle ilgimi çeken herhangi bir nokta olmadı Çarup. İlgimi çekmek istediğin şey nedir?
- Kaptan, anlatmıştım: Çocuklar türkü söylüyorlardı. Çocuklardan biri türküsünü birdenbire kesip düz sözler söylemeye başladı. Bana göre türküsünü ansızın kesip düz söze geçmesi alabildiğine gereksizdi.
- Neden alabildiğine gereksiz olsun? Aklına arkadaşına söylemek istediği bir şeyler gelmiş olamaz mı?
- Sanmam kaptan. Zira önümüzdeki bu dünyanın geri dönmekte olduğunu biliyoruz. Yani dünya, gelecek zamandan geçmiş zamana gitmektedir. Bu koşul altında çocuğun aklına bir şey gelmesine olanak yoktur. Ama aklından bir şey gitmesine olanak vardır.
Kaptan gülümsedi:
- Gelme üstüme. İzin ver, düşüneyim. Çünkü kurcaladıkça karışıyor bu iş. Anladığım kadarıyla sen, bir önceki dünyada aklından bir şey gitmiş olmalı ki; çocuğun aklına bir şey gelebilsin, demek istiyorsun.
- Elbette ki böyle demek istiyorum. Gelmemiş olan bir şey akıldan girmiş olamayacağına göre; şu tersine dönen dünyada da çocuğun aklına bir şey gelmiş olamaz.
- Evet, bu bana da doğru görünüyor. Öyleyse çocuk ö sözleri neden türkü arasına sıkıştırdı sence?
Genç kadın tatlı bir biçimde yanıtladı:
- Kaptan, bence, çocuk o anda kendisini etkileyen bir şey sezinler gibi oldu ve o düz sözleri de bunun için söyledi.
- İyi ama nasıl bir etki sezinlemiş olabilir bu çocuk?
- Bana sorarsanız; çocuğun farkına varır gibi olduğu etkiyi bulabilmek için olayla tümce arasındaki ilişkiyi gözden geçirmek zorundayız. Olay; benim, ellerimle çocuğu kavrayıp sarsmak istememdir. Tümce ise; çocuğun türkü arasına sokuşturduğu düz sözlerden ibarettir.
Astronotlar şaşırmışlardı. Kaptan Çi Vaştar:
- Fakat Çarup… Dedi. Böyle bir şeye olanak bulunmadığını sen de biliyorsun…
Genç kadın direnmekteydi:
- Benim bunu biliyor olmam durumu değiştirmez kaptan. Hem biliyorum, hem de direniyorum. Ben sarsmak için çocuğu ellerimle kavramak istedim, çocuk da türküyü kesip o düz sözcüklerden oluşmuş tümceyi söyledi.
Doktor Emmol Lek araya girdi:
- İşte bu olanaksız. Zira sen, çocuğun varlığını algılayamadığını söylemiştin.
- Yine de söylüyorum doktor. Ellerimle çocuğun varlığını algılayamadım. Ama çocuk o tümceyi benim bu davranışım yüzünden söyledi.
Teğmen Vag Lom sordu:
- Tümce neden senin davranışınla ilgili olsun? Çocuk senin varlığını göremez, duyamaz ve sezemez ki.
Genç kadının ileri sürdüğü sav konusundaki direnişi görülmeye değer bir şeydi:
- Lütfen Vag. Çocuğun sezemediğini nereden biliyorsun?
Soruyu Kaptan Vaştar yanıtladı:
- Birçok insanla karşılaştık Çarup. Hiçbirinin bizi göremediğini, duyamadığını, sezemediğini gerçekleştirdiğimiz deneylerle öğrendik. Üstelik sadece insanların değil, hayvanların da bizi sezemediklerini kesinlikle bilmekteyiz.
- Bunu bu kadar kolaylıkla söyleyemeyiz kaptan.
- Bence söyleriz.
- Hayır. Çünkü biz, onlardan bir tekine bile dokunamadık. Çocuğa ise “Dokundum” demiyorum fakat dokunur gibi oldum. Ki; bunu kesinlikle söyleyebilirim.
Doktor Emmol Lek’ in homurtusu yükseldi:
- Böyle bir şeyin olamayacağını kabullenmelisin Çarup. Senin o çocuğa “Dokunabilir gibi1 olman için, her şeyden önce; onun eski dünyasında yer almış bulunman gerekmektedir. Oysa sen onun eski yaşantısında zaten yoksun.
Genç dil bilgini düşüncesini, yavrusunu korumaya çalışan dişi bir aslan gibi korumaya uğraşmaktaydı:
- Açıkça söylemenizi istiyorum doktor. Batıl inanışınız var mıdır?
Doktor Lek şaşırmıştı:
- Batıl inanış mı? Bu da nereden çıktı şimdi?
Genç kadın soruyu yanıtlamadı:
- Aynaya bakarsanız uğursuzluk getirir. Sağ avucunuz kaşınırsa cebinize parar girer, sol avucunu kaşınırsa cebinizden para çıkar. Bardağınızda çay yaprağı varsa evinize konuk gelecektir. Terlik terlik üstüne atlarsa kavga yakındır. Cam bir eşya durup dururken çatlarsa göz değmiştir. Baykuş öterse uğursuzluktur. Köpek ulursa evden ölü çıkar. Yıldız kayarsa birisi can vermek üzeredir.
Doktor Emmol Lek takıldı:
- Kirli çıkın seni.
Etimolog sözlerini noktaladı:
- Ve insan titrerse Azrail yoklamıştır.
Kaptan Vaştar haykırdı:
- Ne dedin?
- “İnsan titrerse Azrail yoklamıştır.” Dedim.
- Peki, nereye götürür bu batıl inanç bizi?
Genç kadının sesi tatlı fakat inandırıcıydı:
- Kaptan, size çocuğu sarsmak için kavramak istediğimi, ona dokunamadığımı fakat dokunur gibi olduğumu ve çocuğun da o anda türküyü kesip “Azrail beni yokladı.” Diye mırıldandığını söylüyorum. Bence bu, üzerinde durulması gereken bir nokta olabilir. Zira bu andaki yaşama hızımızın yani devinmemizin onların yaşama hızlarına yani devinmelerine oranla alabildiğine yüksek olduğunu bilmekteyiz. Orta Amerika’ da bir zamanlar yaşamış olan ve adına “Vampir” denilen yarasadan söz edildiğini duymuş olmalısınız. Duymadınızsa ben söyleyeyim: Hayvanın dişleri lazerden keskindir. Avına saldırdığında; dokunduğu yeri öylesine görülmemiş bir hızla keser ki, av, herhangi bir yerinin kesildiğinin farkına bile varamaz. Acıyı, yaradan kam emilince duyar. Sözünü ettiğim olay da böyle oldu. Çocuk beni sezinledi. Fakat bu sezinleme öylesine zayıf bir biçimde vuku buldu ki; çocuk bunu, bedeninin bir ürpermesi sandı. Ürpermeyi, türkü arasına soktuğu “Azrail beni yokladı.” Tümcesiyle tanımlamak zorunda kaldı.
Kaptan Çi Vaştar konuşmadan Şur Çarup’ u incelemeye, Doktor Emmol Lek avucuyla çenesini ovuşturmaya ve Teğmen Vag Lom düşünceli bir tutumla saçlarını düzeltmeye başlamıltı.
Şur Çarup ııldayan gözlerle kaptana baktı:
- Kaptan, lütfen bu nokta üzerinde önemle duralım.
Komutan düşünceyi benimsemişe benzememekteydi:
- Bu noktanın önemli sayılabilmesi için, böyle bir şeyin nasıl vuku bulabileceğini açıklamamız gerekir. Oysa sen bunu açıklayamıyorsun ve ben de açıklayabileceğimi sanmıyorum.
Doktor Emmol Lek dalgın bir tutumla homurdandı:
- Ben açıklayabileceğimi sanıyorum.
Etimolog Şur Çarup da aralarında olmak üzere tüm astronotlar şaşkınlıkla Doktor Emmol Lek’ e baktılar. Doktor Lek ise onlara değil, doğrudan doğruya kendi içine bakmaktaydı:
- Düşünceme göre; biz konuyu yanlış yerinden ele almaktayız. Zira Çarup’ un o çocuğun eski dünyasında bulunmadığını, bu nedenle yeni dünyasında yer almaması gerektiğini, bu itibarla ortada bir değip dokunma olayının bulunamayacağını, bu yüzden de; çocuğun türkü arasına sokmak zorunda kaldığı tümceyle Çarup’ un girişimi arasında herhangi bir bağıntının olamayacağını düşünüp durmaktayız. İşte bence bu, duruma yanlış açıdan bakmaktır.
Kaptan Çi Vaştar sabırsızlandı:
- Lek, sen bunları bir yana bırakıp bize, konuyu doğru yönden nasıl ele alabileceğimizi anlatsana.
Doktor Lek sertçe başını kaldırdı:
- Bence; Çarup duygularında, gözlemlerinde ve kanılarında yanlışlığa kapılmamıştır. Yani söyledikleri bize gerçeği yansıtmaktadır. Bu gerçek; onun çocuğa dokunduğu değil, “Dokunabilir gibi” olduğundan ibarettir.
Teğmen Vag Lom söze karıştı:
- Çarup’ un o çocuğa “Dokunabilir gibi” olması için biri birinden farklı olan ve kesin sınırları ayrılmış bulunan mekan düzlemleriyle zaman boyutlarının ona izin vermiş olması gerekmez mi? Koşullar böyleyken, Çarup’ un bunu nasıl becerebilmiş olduğunu açıklayabilir misin bize doktor?
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- Zaten benim de açıklayacağım buydu delikanlım. Bence; her iki mekan düzlemiyle zaman boyutunun karşılaştıkları noktada yani Çarup’ un çocuğu elleriyle kavrayıp sarsmak istediği yerde bir zaman çatlağı mevcuttu. Mekanla zaman biri birinden soyutlanamayacağı için; zaman boyutunun bu çatlağı mekan düzleminin de çatlağını oluşturmaktaydı. Çarup işte bu çatlakta bilmeden atılımını yaptı ve çocuğa dokunur gibi oldu. Çatlağın darlığı ve mekan düzlemleriyle zaman boyutlarının biri birleri önünden hızla geçişi yüzünden dokunma eylemi tümden gerçekleşemedi. Bu nedenlerle Çarup çocuğa “Dokunur gibi” olduğunu sezinlerken çocuk dda “Dokunur gibi” liği bir ürperti olarak algıladı ve tersine dönen dünyasında yer almaması gereken bir olay çok kısa bir çizgi halinde vuku buldu.
Teğmen Vag Lom şaşırmaktan kendini aşamayarak yeni bir soru sordu:
- Anlayamadığım bir nokta var doktor. Çarup bu çatlağı nasıl buldu?
Doktor Lek öfkeyle başını salladı:
- Çarup çatlağı bulmadı delikanlım. Çarup çatlağa rastladı.
Etimolog, düşüncelerini destekleyen birini bulmuş olmanın sevinciyle haykırdı:
- Evet, ben çatlağa rastladım.
Konuyu kısa bir sürede kavradığı anlaşılan Kaptan Çi Vaştar ciddi bir tutumla onayladı:
- Evet, Çarup çatlakla bilmeden karşılaştı. Başka türlü olamaz.
Teğmen Vag Lom doymuşa benzemiyordu:
- Milyarlarca yıl sürüp gidecek olan mekan düzlemleriyle zaman boyutları şeridinde arkadaşımızın kalkıp da bir çatlakla karşılaşabilmesi size normal mi geliyor?
Soruyu Doktor Emmol Lek yanıtladı:
- Çarup’ un çok kısa bir dönemde böyle bir çatlağa rastlamış olması, çatlağın bir değil, birden çok olduğunu gösterir Vag. Belki de, mekan düzlemleriyle zaman boyutlarında sonsuz sayıda çatlak vardır. Ayrıcalıksız her mekanın sürekli olarak eskidiğini biliyoruz. Mekan eskidiğine göre; ondan soyutlanmasına olanak bulunmayan zaman ve bunu izleyerek zaman boyutları neden eskimesin. Zaman eskiyebildiğine göre; (ki; bunun örneği işte gözlerimizin önünde) bünyesinde sayısız çatlaklar ortaya çıkmış bulunduğu kolaylıkla düşünülebilir.
Teğmen Vag Lom’ un gözleri pırıl pırıl parlamaya başlamıştı:
- Bulunmasını Rem’ den beklediğimiz kurtuluş kapısının ta kendisi bu doktor... Ta kendisi… Yanılıyor muyum yoksa?
Doktor Emmol Lek sağ elini tüm gücüyle astronotun sol omuzuna vurdu:
- Bravo delikanlım… Benim söyleyeceğimi benden önce söyledin işte… Bu bizim kurtuluş kapımız, kurtuluş umudumuzdur…
Komutanın suratı alabildiğine asılmıştı:
- Bunu aklından çıkar Lek… Olsa da; biz kullanamayız böyle bir kurtuluş kapısını…
Doktor Emmol Lek görülmemiş bir biçimde öfkelenmişti:
- Neden kullanmayalım… Bu bizim tek umudumuz… Kim bize engel olabilir, kim? ..
Kaptan Çi Vaştar’ ın tutumu kararlıydı:
- Olmaz Lek…
- Neden olmasın? ..
- Olmaz dedim Lek…
- Ben de neden olmaz diye soruyorum sana…
Astronotların şaşkın bakışları karşısında Kaptan Çi Vaştar bilinçli bir davranışla tutumunu yumuşattı:
- Anlasana durumu Lek… Mekan düzlemiyle zaman boyutlarının herhangi bir çatlağından içeri girdiğimizde; biz bu tersine dönen dünyaya kötülük götürmüş oluruz… Kaldı ki; bunun bizim için de bir kurtuluş sayılamayacağı ortadadır. Zira bizi, çatlaktan kurtuluş değil, felaket beklemektedir. Bu felaket tersine dönüştür. Bu dönüş, gençliğe ve çocukluğa dönüş gibi görünmekle birlikte, sadece bundan ibaret olduğu söylenemez. Çünkü bu bize, gerçek anlamda tadını tadamayacağımız bilinçsiz bir gençlik ve çocukluk vermekle kalmayacak, şu bilinçli ve değerli yaşantımızı da elimizden alacaktır. Soruyorum sizlere; gençliğe ve çocukluğa dönmekte olduğunuzun farkına bile varmadan gençliğe ve çocukluğa dönmenin ne tadı, ne yararı vardır? Gençliğe ve çocukluğa dönerken yapabileceğiniz tek şey, eskiden bilerek, tadarak yaptıklarınızın, bilinçsiz bir biçimde tersini yapmaktan ibarettir. Böyle bir yaşantı zevkli, bilinçli ve özgür bir yaşantı değildir. Şimdiki yaşantınızda olaylar karşısında seçme hakkınızı kullanabildiğiniz halde, o yaşantınızda bu seçme hakkınızı kullanmanıza olanak yoktur. Zira böyle bir yaşantıda, sizden yaşamanız değil, sadece eskiden yaptıklarınızın tersini yapmanız istenmektedir. Bu ise; bize umduğumuzu vermekten uzak kalır. Özetlersem; böyle bir şey bizim için kurtuluş değil, felakettir.
Kaptan Çi Vaştar arkadaşlarının yüzlerinde bakışlarını gezdirerek sözlerini sürdürdü:
- Bize kurtuluş getirmeyecek ve umduğumuzu veremeyecek olan böylesine bir atılım, şu umarsız insanların dünyasını altüst edecektir. Olayların düzenli akışı darmadağın olacaktır. Bu, önceden planlanıp uygulamaya koyulmuş bir programda, onarmasını şimdiden bilemediğimiz derin yaralar açacaktır. Buna hakkımız yoktur. Bu zavallı insanları ve içinde yer aldıkları olayları yeni bir kaosa sürüklemeyi bize tanınmış bir hak olarak görmemekteyim. Zira şu eski dünyanın bir anlık duraklaması sırasında, onlarla birlikte ölmedik ve tersine dönüşte¸onlarla birlikte dirilmedik. Onlar bir avantajın dezavantajını veya bir dezavantajın avantajını yaşıyorlar. Bizse sadece avantajlardan yararlanmak istiyoruz. Bu bence alabildiğine çirlin bir kötüye kullanmadır.
Komutan, bakışlarını yeniden arkadaşlarının yüzlerinde dolaştırdı:
- Çarup, Vag, Lek… Topu tıpu dört kişilik yaşantımızı kurtarabilmek umuduyla milyonlarca insanın ve milyonlarca başka varlığın biricik dünyasına el atmaya ve karışmaya hakkımız olabileceğini sanmıyorum.
Kaptan Çi Vaştar’ ın sesi alabildiğine tatlı ve alabildiğine etkili bir hal almıştı:
- Katı fiziğin tümünün değilse de, en azından bir küçücük yanının Rem’ le birlikte öldüğünü varsaymak zorundayız. Zira, ben burada herkes ve her şey için bir yazgının mevcut olduğunu öne sürmek istiyorum. Bundan da kesinlikle eminim. Yazgı vardır. Hiç kimse ve hiçbir şey bu yazgının dışına çıkamaz. Ancak, benim kabullendiğim yazgı, inceden inceye düşünülüp sınırlareı inceden inceye hesaplanmış bir programdır. Ve varlıkların gücü bu programın dışına çıkmaya yetememektedir. Onu görebilmek için doğaya bakmanıza gerek bile yoktur. Elinize alacağınız basit bir romanda dahi yazgıya rastlayacağınızdan eminim. Onların programını hazırlayan yazardır. Nitekim, yarattığı olaylar, yarattığı kahramanlarının yazgısında yazarlarını zorlarlar ve yazar, bu zorlamalar karşısında, yaşatmayı tasarladığı kahramanlarından bazılarını elinde olmaksızın öldürmek zorunda kalır.
Komutan konuşmasını en tatlı sesiyle sürdürdü:
- Dünyanın bir anlık duruşunda herkes ve her şey öldü, sadece biz kurtulduk. Bu bir şans değildir. Bir olaydır ve bir gidiştir. Çünkü programımızın gereklerindendir. Ölümümüz de böyledir ve bunun nasıl olması gerektiği bize az-çok gösterilmiştir. Biz ölüme mahkumuz ve hem onların, hem de kendimizin mutluluğu bakımından bunu kabullenmek zorundayız. Ben bunu ancak böyle söyleyebiliyorum. Çünkü, onların yaşantısına el atmak, içimizde bulunması gereken sorumluluk duygusuyla bağdaşmaz. Zira onlar bilinçsiz, biz ise bilinçliyiz.
Doktor Emmol Lek, kolaylıkla boyun eğer bir tutum içine girmişti:
- Biz ölüme mahkumuz. Bunu kabullenmek zorundayız ve seve seve kabullendik. Çünkü bilinç, sorumluluk gerektirir.
Teğmen Vag Lom kekeledi;
- Onların düzenlerine ve ne biçimde olursa olsun¸yaşantılarına saygı göstermek için…
Etimolog Şur Çarup tamamladı:
- Biz ölümü kabullendik.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman’ından > 571 – 616 / 731)
Kayıt Tarihi : 15.7.2009 22:55:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/07/15/ana-karnina-donus-5.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!