Ana Karnına Dönüş - 3.3

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Ana Karnına Dönüş - 3.3

3.3
Yemek Korkusu

Kaptan Çi Vaştar:
- Sahibinden izin almaksızın böyle bir girişimde bulunmamız doğru değil ama izin alma olanağından da yoksunuz. Dedi. Seslensek duyamazlar, dokunsak sezemezler, burunlarının ta dibine bile sokulsak göremezler.
Teğmen Vag Lom sevinçle güldü:
- Bir tür casusluk bizimkisi. Bir tür hırsızlık.
Doktor Lek homurdandı:
- Bizim gibi hırsızların elini-ayağını öpmeliler. Zira istesek de bir tek çöplerini bile çalamayız.
Gözleri, az ötedeki pınarın yalağından oluğuna yukarı akan suya dikili bulunan Etimolog Şur Çarup dalgın dalgın mırıldandı:
- Nasıl olsa bir tek lokmalarını bile yiyemeyiz ve bir tek yudum sularını bile içemeyiz.
Kaptan Çi Vaştar acı acı gülümsedi:
- Sen bunun için üzme kendini. Zira onlar da bu yeni dünyalarında bir tek lokma yiyemezler ve bir tek yudum su içemezler.
- Neden?
- Şimdilik bu nedeni açıklamaya pek gerek yok. Nasıl olsa ileride kendiliğinizden anlayacaksınız bunu.
Genç kadının anlamlı sözleri astronotların bakışlarını pınara doğru çekmişti. Benzetme yerindeyse; artıl “Şırıl şırıl” değil, “Lırış lırış” akmakta olan suya çok büyük bir özlemle baktılar. Duygularını dile getiren ilk insan Teğmen Vag Lom oldu:
- Görünen ve bilinen nimetlerden yararlanabilme olanağımız bulunsaydı; bu yeni dünyanın tadına mı doyulurdu.
Doktor Emmol Lek yine homurdandı:
- Çok varsıl bir dünya… Nimeti çok bol olan bir dünya… Tıpkı bir hazine gibi…
Fotonist Kay Rem bu düşünceye omuz silkti:
- Bir tek kuruşundan bile faydalanamadığımız bir hazine.
Teğmen Vag Lom kendi kendine söylenip durmaya başlamıştı:
- Fakat bu bir haksızlık… Bu bize yapılanlar çok büyük bir haksızlık… Çevren yiyecekle dolu, sen bir tek lokma alamıyorsun… Çevren içecekle dolu, sen bir tek yudum içemiyorsun… Peki, bu haksızlık değil de nedir? Hem her şeyin var, hem de hiçbir şeyin yok…
Doktor Emmol Lek huysuzlanmıştı:
- İnsanların ne denli düşüncesiz ve ne denli doyumsuz olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Cenneti hem ölümden sonra, hem de cennetin dışında arıyorlar. Oysa cennet hem gözlerinin önünde, hem de çevrelerini kuşatmış durumda. Şu şırıl şırıl akan sularıyla, şu çağıldaya çağıldaya giden ırmaklarıyla, şu meyve, yaprak ve çiçek dolu bahçeleriyle, şu masmavi denizleriyle, şu yemyeşil dağları, şu bembeyaz bulutları, şu serin ve tatlı yağmurlarıyla, şu bembeyaz karlarıyla, şu çatılardan sarkan salkım-saçak buzlarıyla, şu dalların kaldıramadığı hevenk hevenk yemişleriyle, şu savrulan kumlarıyla, şu çiçek kokusu dolu rüzgârlarıyla, şu sayısız kuşaklar halindeki birbirinden güzel, birbirinden ilginç varlıklarıyla bu dünya bir cennet değil de nedir? Bu dünya, eşi benzeri bulunmayan bir cennet. İnsanoğlu kalkmış hala daha cenneti kendi dünyasının dışında ve mucizeyi de doğanın yapısı ve yeteneği dışında arıyor. Çünkü cenneti cennetten, mucizeyi mucizeden ayırabilmeyi bilmiyor. Bu nedenle de; cennetleri henüz uzakta ve mucizeleri peygamberlerle birlikte sona erdi. Onlar kendi çağlarının mucizesiydi. Bu çağın mucizeleri ise bu çağın içinde. Her çağın mucizesi her çağın kendi içinde. İnsanoğlu mucizelere o denli yaklaşmış, mucizelerin içine o denli girmiş ki; gereğinden fazla yaklaştığı için onu artık göremez olmuş. Mucize, minicik bir arının yaptığı bal peteğinde, örümceğin ağında, ipek böceğinin kozasında, tavuğun yumurtasında, ineğin sütünde, incirin çekirdeğinde, nar içindeki taneciklerin dizilişinde, sineğin gözünde, kelebeğin kanadında, iri bir baş soğanın dokusunda, varlıkların akıl almaz karmaşıklığında, baharda gelinler gibi süslenen ağaçların dallarında, yılanın derisindeki desende, köpeğin bağlılığında, kazın duyarlılığında, mandanın kirpiklerinde, doğanın nakış nakış işlenmişliğinde, balinanın ağzında, timsahın derisinde, derinin gelişmesinde, etin düşünmesinde… Aradığı gözlerinin önünde durup dururken onu görememek ahlaksızca bir körlükten başka şey değil.
Kaptan Vaştar gülümsemekteydi:
- Evet Lek. Dedi. Konferansın bittiğine göre girelim artık şu bahçeye.
Bahçe, ağaç gövdelerinden yapılmış olan orman evinin dört bir yanını çevrelemekteydi. Çevresi, insanların ve hayvanların girmesine olanak bırakmayan dört sıra halindeki dikenli tellerle korunmuştu. Ağaçtan yapışma bahçe kapısı hem yeterince sağlamdı, hem de içeriden kapatılıp sürgülenmişti. Fakat bu önlemlerden hiçbiri, astronotların dikenli tellere değmeden dokunmadan bahçeye girmelerine engel bile olamadı.
Teğmen Vag Lom kendini alamayarak sevinçle güldü:
- Bir şeyin hem var, hem de yok olması ne kadar garip.
Doktor Emmol Lek, çevresine belirgin bir biçimde tepeden bakmaktaydı:
- Kendimi hiç bu ölçüde yetenekli görmemiştim. Bu anda beceremeyeceğim herhangi bir iş, çözemeyeceğim hiçbir problem yok gibi geliyor bana.
Kaptan Çi Vaştar gülümsedi:
- Kuralları çiğnemek bu kadar mı hoşuna gitti Lek?
- Bu kadar hoşuma gitti.
Etimolog Şur Çarup mırıldandı:
- Zararsız bir davranış ve zararsız bir hoşlanma. Zira ortada çiğnenmiş hiçbir kural yok. Bu tür davranışlar kendi dünyamızın kurallarına saygısızlık sayılamayacağı gibi, onların dünyasındaki kurallara da saygısızlık sayılamaz. Çünkü, çektikleri dikenli teller yine yerli yerinde, bahçenin kapısı yine sımsıkı kilitli ve ayaklarımızın altında da ezilmiş bir tek çimen yok. Onlara göre bahçeleri yeterince güvence altındadır.
Fotonisy Kay Rem bu sözleri onayladı:
Bize göre de durum pek değişik değil. Üstümüz-başımız dikenli tellere takılmadı ve elimiz-yüzümüz yırtılıp kanamadı. Bir bakıma, bu bahçeye girmiş bile sayılmayız. Çünkü kuru bir gözlem dışında ortada tek kanıt yok.
Teğmen Vag Lom derin bir sevinç içindeydi:
- Bu bir düş… Uyumuyor gibi de olsak bir düş… Zira gerçeği gerçek yapan ögelerden en küçük bir iz bile mevcut değil…
Kaptan Vaştar eliyle teğmenin elini tuttu:
- Şimdi de bunu söyleyebilir misin Vag?
- Söyleyemem kaptan.
- İçinde bulunduğumuz olağanüstülüğün özü işte bu sözcüğün içinde. Biz kendi dünyamıza göre varız.
, onların dünyasına göre de yokuz.
Bahçedeki ağaçların altına oturdular.
Şur Çarup bir değerlendirme yaptı:
- Koşullar ve durum nasıl olursa olsun, Vag bence haklı. Varla yokun birbirleriyle bu denli bağdaşmasını, birbirleriyle bu denli iç içe girmiş olmasını ve birbirinden bu denli ayırt edilemeyişini benimsemekte insan ister istemez zorluk çekiyor. Bu garip. Hem de çok garip. Kendimden pay biçiyorum. Nitekim, şu anda bu ağaçların altına oturmuşum ve bundan kesinlikle eminim. Oturduğum yer, onların dünyasındaki bir yer değil. Bundan da kesinlikle eminim. Fakat oturmuşum ve rahatım. Ama benim, sizin; tümümüzün oturduğu yer neresi? Ben işte bunu kavramakta zorlanıyorum.
Fotonist gülümsedi:
- Bunun nasıl olduğu daha önce açıklanmıştı sanırım. Açıklamalarla yetinmediğine bakılırsa; bu gerçeği kabullenebilmek için, onun görme duygunu da etkilemesini istiyorsun. Oysa, gerçeğin gerçek olabilmesi, görme duyusunu etkilemesine bağlı değildir. Nitekim, önümüzdeki bu dünyanın insanları ve diğer canlıları da bizi görememektedirler. Ama biz varız ve varlığımız bir gerçektir.
Konuşmayı uzun bir sessizlik izledi ve bu sessizliği istemeye istemeye söze başladığı anlaşılan Kaptan Çi Vaştar bozdu:
- Arkadaşlar… Dedi. Söze uzun ve dolambaçlı bir konuşma yaparak girmek istemiyorum. Bence, yapılması gereken bir şeyler varsa, bunlar kesinlikle yapılmalı veya en azından ne zaman yapılacağı karara bağlanmalıdır.Bu nedenle ben, şu dinlenme arasında yemek konusundaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum.
Astronotlar komutanın bu sözleri karşısında ürpermekten kendilerini alamadılar. “Yemek” sözcüğünün taşıdığı o alışılmış anlam, tüm yaşantılarında ilk kez kendilerini bu derecede etkilemekteydi. Ve bu etki, kendini onlarda ürperme olarak ortaya koymakta gecikmiyordu. Bu ürperme bir bakıma tiksinti ve korkuyla eş anlamlı olmaya başlamıştı. Acıkmış insanlara iştihanın tüm kapılarını ardına kadar açan “Yemek” sözcüğü, alabildiğine acıkmış olan astronotları, ister istemez o açık kapılardan bucak bucak kaçmak zorunda bırakmaktaydı. Gerçekte bu, onların değil, karın doyurma içgüdüsünün ölüm korkusuna olan bir yenilgisiydi. Astronotlardan her biri, mevcudu ve üretimi alabildiğine sınırlı şu yiyecek-içecek maddelerinden alacağı her bir lokmanın veya her bir yudumun sadece kendilerinin değil, arkadaşlarının ölümlerini de yaklaştıracağının bilincindeydi. Bu nedenle her biri kendi elinden gelebildiği kadarıyla bir şeyler yememek ve bir şeyler içmemek için direniyor fakat bu direnişin hiç de fazla sürmeyeceğini de fark edip duruyordu. Zira böylesine bir direnişin başarı payının belli bir sınırdan sonra sıfır olacağını gösteren gerçek apaçık ortadaydı.
Kaptan Vaştar, arkadaşlarının kendisini suçlayan gözlerle incelediklerini sezmenin huzursuzluğu içindeydi. Bir arai, kendisinin acımasız bir insan olduğu kuşkusuna kapıldı. Acaba bu davranışıyla onlara “Siz gerekenden daha fazla yaşamak istiyorsunuz ve ben bunu biliyor, onu da size çok görüyorum. Bu yüzden de ölümü daha fazla yakınınıza getirmek istiyorum.” Demiş olmuyor muydu? Kaptan bu konudaki düşüncelerinden pek emin değildi. Tüm yaşantısında belki de ilk kez, yaptığı işin doğru mu, yoksa yanlış mı olduğunu bilemiyordu.
Doktor Emmol Lek’ in tüm yaşantısı gözlerinin önünden geçip durmaktaydı. Yaşadıklarıyla yaşamadıkları. Geçmişini bırakır bırakmaz geleceğini düşünmek zorunda kalıyordu. Merak ettiği tel şey; bilincini içgüdüsüne yenik bırakarak ne zaman son lokmasını yiyeceği, ne zaman son yudumluk suyunu içeceğiydi. Astronot, son kokmasını ve son yudumunu düşününce iliklerine kadar ürpermekten kendini alamadı.
Şur Çarup gözlerini Kaptan Çi Vaştar’ a dikmiş, ısrarlı bir biçimde bakmaktaydı. Ne sunuyordu bu adam kendisine? Kazınmaya başlamış bulunan midesini cana getirecek, bedenine dirilik verecek olan unutulmaz, büyüleyici bir tadı damaktan silinmeyen görkemli bir şölen mi? Yoksa ciğerlerine, yanaklarına ve dudaklarına kan çökertecek amansız bir vuruş mu? Gerçekte istediği neydi? Vermek mi yoksa almak mı?
Teğmen Vag Lom, gerçek düşmanını içinde taşıdığının ve bedenindeki en iyi yeri ona verdiğinin yeni yeni farkına varmaktaydı. Nitekim midesi kazındıkça, ilkelliğinin uygarlığının önüne geçtiğini sezinliyordu. Bu anda iyiden iyi kavrayabildiği tek şey; midesinin, gıda bulunduğu zaman dost, bulunmadığı zaman düşman olduğuydu. Midesi sanki, istediğinin ölüm getireceğini bildiği halde attığı adımdan geri dönmeyen bir inatçıydı.
Fotonist Kay Rem, yaşam kadar ölümün de insanlara gerekli olduğunu düşünüyordu. Eğer sadece bedensen ve insan olarak bedenden başka bir şey değilsen; yiyeceksin, içeceksin ve öleceksin. Bile bile, göre göre, duya duya, koklaya koklaya ve dokuna dokuna. Salt beden için gerçek budur ve başka hiçbir şey değildir. Gördükçe yaşayacaksın, duydukça, kokladıkça, tattıkça ve dokundukça yaşayacaksın. Ama bir de, tüm bunların dışında; “Bildikçe yaşayacaksın.” Vardı. “Yaşamadıkça bilemeyeceksin.” e eş anlamlı. Onun için de yaşamı ve ölümü bilecek ve kabulleneceksin. Yaşamla ölümün aynı yerde bulunamayacağını, onların birbirinin vardiyacısı olduğunu yani biri gidince obirinin gelmek zorunda kalacağını unutmayacaksın. Bunlardan birine ne denli yaklaşırsan obirinden o denli uzaklaşacağını akılda tutacaksın. Yani ölmek istiyorsan yaşamdan, yaşamak istiyorsan ölümden kaçacaksın. İkisi de birer fizik yazgıdır. Onun için, gerektiğinde; bu yazgıyı bile bozabilecek güçte önlem alacaksın. İşte yaşıyorsun. Yaşadığın için midendeki bezler klorhidrik asit ve pepsin çıkarıyor ve sen acıkıyor, bir şeyler yemek, bir şeyler içmek istiyorsun. Oysa içinde bulunduğun koşulların farkında olan bilincin, bunun seni ölüme yaklaştıracağını biliyor ve direnişe geçiyor. Bilincin direnişi kime karşı? İçgüdüye mi? İçgüdüye karşıysa; direnişin yararı ne? İçgüdüler her zaman için bilinçten güçlü değil mi? Gözün kırpılması, yüreğin çarpması, ciğerlerinin havayla dolup boşalması, salgıbezlerinin çalışması süs için mi bilince bırakılmamış? Yerinde en ince hesapları bile en doğru biçimde yapmayı becerebilen bilinç, her nasılsa; bir midenin ne miktar yiyecekle doyabileceğini dahi bilememektedir. Salt bunun içindir ki; insanlar masa dolusu yiyecek hazırlar fakat bir-iki tabaklık yiyecekle doyuverirler.
Az da olsa bir şeyler yemek ve yetersiz de olsa bir şeyler içmek için gerekli olan karar astronotların oy çoğunluğuyla alındı.
Etimolog Şur Çarup, Doktor Emmol Lek’ in kendisine uzattığı klorella yosunundan yapılmış ve günlük ölçünün dörtte birine indirilmiş olan ezme paketçiklerini arkadaşlarının açık avuçlarına bırakırken kendini bir rızk meleği olarak değil, bir ölüm meleği olarak görmekteydi. Koskoca bir dünyadan artakalmış son dört insanın en değerli şeylerini ellerinden alabilmek için açık avuçlarına birer küçük sadaka uzatan bir ölüm meleği.
Fotonist Kay Rem, lokmalarını alışık olduğu bir tutumla çiğnerken arkadaşlarının yüzlerine bakmaya utandığını fark etti ve dişleri arasındaki klorella ezmesi değil de, arkadaşlarının canlarının bulunduğu sanısına kapıldı.
Teğmen Vag, ezmeyi her çiğneyişinde bunun öz ve öz hakkı olduğunu düşünmekteydi. Bundan zerrece kuşkusu yoktu. Zira onu uzatan ellere vanından pay vermiş ve haliyle karşılığını da almıştı.
Doktor Lek alabildiğine hafif bir sesle:
- Vaştar. Diye fısıldadı. Çok ağır bir görev. Bu bana verdiğin çok ağır bir görev.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’ in Kaptanı Çi Vaştar başını ufka çevirmiş, kimseyle konuşmadan güneşin doğudaki batışını izlemekteydi. Bu nedenle arkasına bile bakmadan öylece mırıldandı:
- Rem… Bize bir kurtuluş kapısı açabilir misin?
Önce sorusuna yanıt bekleyen doktor Emmol Lek ve arkasından da obir astronotlar kafalarını şaşkınlıkla kaptana doğru çevirmek zorunda kalmışlardı. Fotonist Kay Rem’ in şaşkınlığı onların şaşkınlıklarından pek de geri kalmamaktaydı. Sözlerin kendisine söylendiğinden emin olabilmek için bakışlarını komutanın yüzüne çevirerek:
- Nen mi kaptan? Diye sordu. Ben mi?
Kaptan Çi Vaştar azalmayan bir ilgiyle ufka bakıp duruyordu:
- Evet, sen. Dedi. Bize bir kurtuluş kapısı açabilir misin? Hiç olmazsa içimizden birine Bir tek kişiye.
Kararlı tutumlarıyla, sağlam bilgileriyle, yerleşik düşünceleriyle ve görkemli mantığıyla arkadaşlarının güvenini kazanmış olan fotonist, herkesin büyük bir umutla kendisine baktığını gördü. Kendisine tıpkı bir kurtarıcıya bakarmış gibi bakıyorlardı. Zira o, bu anda onların tükenmiş umutlarının ardına kadar açılması olasılığı bulunan çift kanatlı kapısıydı. Bu anda o her şeydi. O Rem’ di.
Genç adam ne yapacağını, ne diyeceğini bilemeyen bir duruma düşmüştü:
- Kaptan. Diye kekeledi. Bu sorunuza olumlu bir yanıt veremeyeceğimi açıkça söylemem saygısızlık mı olur acaba? Dönüşü olmayan bir yolda bulunduğumuzu hepiniz biliyorsunuz. Bizi buradan kurtarabilecek bir çözüm bulabileceğimi mi sanıyorsunuz? Nenim bu konuda en küçük bir umudumun bile bulunmadığını burada kesinlikle belirtmek zorundayım. Bu gerçeği kabullenmeliyiz. Çünkü buradan kaçamayız ve kurtulamayız. Böyle bir şeye olanak bulunduğunu söylemeye kalkışmak, buradakilere boşu boşuna umut vermektem öte bir yarar sağlamaz. Bu vebal olur.
Kaptan Vaştar gözlerini fotonistin gözlerinden ayırmadı:
- Yap demedim, yapabilir misin dedim. Bize bir kurtuluş kapısı aç demedim, açabilir misin dedim.
Fotonist bir an için kaptanın çıldırmış olabileceğini düşündü. Sonra bu düşünceyi kafasından silip attı. Zira komutanın hiç de çıldırmışa benzer hali yoktu. Tam tersine; alabildiğine kararlı, alabildiğine kendinden emin, alabildiğine inanan ve inandırmak isteyen bir tutumu vardı.
- Öyleyse “Kurtuluş Kapısı” sözcükleriyle anlatmak istediğiniz nedir kaptan? Sorumu bir başka biçimde yönelteyim izin verirseniz: Siz kurtuluşu nerede görüyorsunuz? Uzayda mı yoksa dünyada mı?
Kaptan Vaştar duygusuz bir sesle mırıldandı:
- Uzayda kurtuluş yok Rem. Kapsülü terk ettik. Zaten terk etmesek de bu bir şeyi değiştirmezdi. Çünkü kapsül, sadece tehlike anında gemiden ayrılıp programda öngörülen yerlere inebilmek içindir. Yani yükselmek ve dünyadan ayrılabilmek için değildir. Esasen, sonunda yine inmek zorunda kalacak olduktan sonra kurtuluşu uzayda aramak anlamsızdır.
Kimseden ses çıkmıyor ve komutam yine ayni bakışlarla bakıp duruyordu:
- Rem… Gördüğümüz, algıladığımız ve gerçek olduğunu bildiğimiz kendi öz dünyamıza ulaşamaz mıyız? Öz dünyamıza yani şu bizim eski dünyamıza… Şimdi tersine dönmekte olan anayurdumuza…
Fotonist alabildiğine umarsızdı ve bunu açıkça ortaya koymaktan çekinmiyordu:
- İşte bu olanaksız kaptan. Böylesine zor bir probleme nasıl bir çözüm bulunabilir ki?
Kaptan Vaştar durumunu değiştirdi ve başını sağa-sola salladı:
- İkincil düzlemlerden birincil düzlemlere geçebilmenin bir yolu olmalı Rem.
- Düzlemler sonsuzdur kaptan. Bir düzlemi delmeden bir alttaki veya bir üstteki düzleme geçmenin hiçbir yolu olamaz.
Komutanın sesi kararlıydı:
- Bilmeye ve bulmaya çalış Rem. Bilmeye ve bulmaya çalış. Hem de elinden geldiğince çabuk ol. Zira kurtuluşumuz buna bağlı.
Kay Rem umutla sordu:
- Size göre ortada umut verici bir durum mu var kaptan?
Astronotlar büyük bir merakla bakışlarını komutana çevirdiler. Kaptan Vaştar düşünceler içindeydi:
- Pek emin değilim Rem. Ama ilgimi çeken bazı noktalar var. Elbette ki kimseyi boş yere umutlandırmak istememekteyim. Zira bu benimki, şimdilik sadece kuşku. Fakat üzerinde özenle durulması gerektiği kanısındayım.
Fotonist meraklanmıştı:
- İlginizi çeken noktayı öğrenmek isterim kaptan.
Komutan Kay Rem’ in yüzüne baktı:
- Adına ucuzundan “Boşluk” dediğimiz doluluk, sonsuz sayıdaki düzlemlerden oluşmuş bir katmandır Rem. Ben ilk etapta bunları aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı olmak üzere sonsuza kadar dizilmiş bir düzlemler manzumesi olarak ele alıyorum. Bunlardan birinin veya birkaçının, birini veya birkaçını kesmesi, onların sonsuza kadar ilerleme özelliğiyle çelişeceğinden, tümünün birbiriyle paralel olması ve tümündeki tüm kenarların sonsuza kadar uzanması kaçınılmazdır. Mekanla zaman birbirinden soyutlanamaz. Bu kesindir. Bir bakıma; zaman mekanın bir boyutu ve mekan da zamanın bir düzlemidir. Bu açıdan, zamanın boyutlarının mekanın düzlemlerine benzeşmesi gerekmektedir.
Kaptan Çi Vaştar derin bir soluk alıp uzaklara şöyle bir göz gezdirdikten sonra sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Zamansız mekan ve mekansız zaman olamayacağından, şu önümüzdeki tersine dönen dünyanın, zamanla mekanın bir ve ayni düzlemle boyutunda bulunduğunu bilmekteyiz. Tersine dönen dünya her ne kadar bizim altımızda ve biz onun üstündeymişiz gibi görünmekteyse de; gerçekte bunun böyle olduğu kesin değildir. Zira boşlukta, aşağı ve yukarı yoktur. Bu nedenle herhangi bir kontrol sisteminden yararlanmazsan; aşağıyı ve yukarıyı bilemezsin. Çünkü aşağı, yukarıya göre aşağıdır ve yukarı da aşağıya göre yukarıdır. Nitekim, dünyadan bakınca ayın ve aydan bakınca dünyanın yukarıda görünmesinin gerekçelerinden birisi budur. Bu yüzdendir ki; biz bu tersine dönen dünyanın altımızda mı, yoksa üstümüzde mi olduğunu kesinlikle bilememekteyiz. Tersine dönen dünya, altımızda ya da üstümüzde ise; bulunduğumuz mekan düzlemiyle zaman boyutunda sonsuzluğa kadar yürümemizde, teorik bakımdan bile olanaktan söz edilemeyeceği için, bizim bu yolla oraya ulaşamayacağımız kesindir. Bu koşullar altında; o düzleme ve boyuta ulaşabilmenin bir tek yolu kalmaktadır ki; o da düzlemin ve boyutun delinmesinden ibarettir.
Komutan, ağzına birazcık klorella ezmesi atıp dişlerinin arasında son derece büyük bir yavaşlıkla çiğnemeye koyuldu:
- Mevcut bilgi ve olanak potansiyelimiz itibariyle bir zaman boyutuyla mekan düzlemini delip delemeyeceğimizi, delebilsek bile; nasıl delmemiz gerekeceğini bilmiyoruz. Bize göre altımızdaki ve bize göre üstümüzdeki boyut ve düzlemden hangisinin delinmesi gerektiğini saptama konusu ise; önemli sorunlarımızdan birisini oluşturmaktadır.
Kaptan Çi Vaştar bir an için durdu, ağzındaki minicik lokmasını yuttu ve sonra yeniden söze başladı:
- Ben ikinci etapta birbirini kesen iki düzlemi ele almak istiyorum. Tersine dönen dünyayla bir ve ayni olamadığımıza göre; onunla ayni düzlemde ve ayni zaman boyutunda bulunmadığımız kesindir. Ama bu durum, düzlem ve boyutlarımızın ille de paralel olmasını gerektirmemektedir. Bu düzlem ve boyutlar birbirlerine dik gelen düzlem ve boyutlar da olabilirler. İçinde bulunulan durum eğer böyleyse; koşullar elverdiği takdirde, kendi düzlem ve boyutumuzdan, bu tersine dönen dünyanın yer aldığı düzlem ve boyuta, sonsuz bir çizgiden ibaret olan kesişme noktalarında geçmemize olanak bulunabilecektir.
Kaptan Çi Vaştar, sözlerinin burasında durarak düşüncelerinin doğru olup olmadığını anlamak amacıyla Fotonist Kay Rem’ in yüzüne baktı. Astronot, komutanın verdiği bu aradan yararlanarak söze girdi:
- Kaptan… Dedi. Beni bağışlayacağınızı umarak düşüncelerinizin tümünün benimsenebilir olmaktan biraz uzak bulunduğunu açıkça belirtmek isterim. Bunun böyle olduğunu söylerken, düşüncelerinizden bazılarının benimsenebilir nitelik taşıdığını hemencecik vurgulamakta yarar da görmekteyim. Bu nedenle ve izninizle konuyu sondan başa götüreceğim. Genç astronot söz almış olmanın rahatlığıyla gözlerini arkadaşları üzerinde kısa bir an gezdirdikten sonra konuşmasını sürdürdü:
- Bence, birbirine dik olan sonsuz düzlemlerle sonsuz zaman boyutları düşüncelerinizde ciddi yanlışlıklar mevcuttur ve bunların düzeltilmesi gerekmektedir. Nitekim, birbirine dik olan düzlemlerle zaman boyutlarının sonsuzluk kavramıyla bağdaşamayacağı ortadadır. Zira, herhangi bir mekan düzlemiyle zaman boyutunun, kendisine dik gelen herhangi bir mekan düzlemiyle zaman boyutunu kesmesi gereken yerlerde, önceki mekan düzlemiyle zaman boyutu, haliyle sonsuza uzanma niteliğini yitirecektir ve bu kesiş, birbiri ardı sıra sonsuza kadar uzanması düşünülen tüm mekan düzlemleriyle mekan boyutlarını durduracağından dik mekan düzlemleriyle zaman boyutlarının kesti bütün paralel mekan düzlemleriyle zaman boyutlarının sonsuza uzanma olanakları kalmayacaktır. Bu itibarla; şu tersine dünyayla bizim, birbirlerine dik olan mekan düzlemleriyle zaman boyutlarında bulunduğumuz varsayımına ilişkin düşünce geçersizdir, ardına da düşülmemesi gerekmektedir.
Fotonist Kay Rem, sözlerinin kaptan üzerindeki etkisini kontrol ettikten sonda gülümsedi:
- Fakat tersine dünyayla bizim bu düzüne dünyamızın birbirine paralel mekan düzlemleriyle zaman boyutlarında yer aldıkları görüşünü getiren ilk düşüncenizi ben de benimsemekteyim. Zira gerçek de, ya böyledir ya da buna yakındır. O bakımdan ve bu konuda sizi kutlamama izin vermenizi istiyorum. Çünkü bu, gerçekten tutarlı bir düşüncedir gibime geliyor. Böyle bir koşul altında dahi, bu ayrı mekan düzlemleriyle zaman boyutlarının yerlerinin doğrulukla saptanması ve düzlemle boyut delme yönteminin bulunması elbette ki; alabildiğine zorlu çalışmaları gerektirecek ve sonunda belki de, böyle bir yöntemin bulunamayacağı görülecektir. Ancak, bunlar sonraki etaparın işlevleridir ve önemli olan temel düşüncenin bulunmasıdır. Ki; bulunmuş olan bu düşüncenin patenti sizindir.
O ana dek kendisini zorlukla tutmakta olduğu anlaşılan Etimolog Şur Çarup, her iki avucunu birden sol göğsüne kapatarak haykırmaktan kendini alamadı:
- Oh kaptan… Yüreğimi oynattınız… Bize gerçekten bir kurtuluş kapısı açabilir mi bu varsayım?
Kaptana yanıt fırsatı bırakmayan Teğmen Vag Lom büyük bir sevinçle atıldı:
- Gerçekten dönebilevek miyiz kendi dünyamıza?
Doktor Emmol Lek zevkle homurdandı:
- Şu işi tatlı bir sonuca bağlamanız gerçekten güzel olacak Vaştar. Ölmekten korkmadığımı, ancak ölmek de istemediğimi açıkça itiraf etmeliyim.
Astronotlar derin bir sevince kapılmışlardı. Komutan ise sadece gülümsemeye çalışıyordu:
- Şimdilik sizlere en ufak bir umut bile vermek istemiyorum. Fakat başarı kazanabilirsek; bu elbette ki sevindirici olacaktır.
Astronotlar kanılarını tek bir sözcükle de ve hep birlikte verdiler:
- Elbette.
Kaptan Çi Vaştar elini Fotonist Kay Rem’ in omzuna koydu:
- Huzurunuzda Rem’ e verdiğim temel görev budur. Konuyu Fotonist Kay Rem düşünüp geliştirecek ve başarı umudu bulunup bulunmadığını bize o söyleyecektir.
Fotonist Kay Rem mırıldandı:
- Bu, bir bakıma olayların kayıt işlemlerinin benden alınması anlamına mı gelmektedir kaptan?
- Elbette. Olayların kaydını bundan böyle Çarup yapacaktır.
Genç kadının dudaklarında tatlı bir gülümseme belirdi:
- Bu görevi seve seve kabul ediyorum. Olayların kaydı, kayıtların depolanması ve korunması işlerini seve seve yapacağım kaptan.
Fotonist Kay Rem gözlerini açık tutabilmek için gözle görülür bir çaba göstermekteydi. Kaptan Çi Vaştar başını Doktor Emmol Lek’ e çevirerek:
- Lek… Diye seslendi. Uykusu gelenler için, onları uyanık tutabilecek bir şeyler yapsan iyi edersin. Çünkü uykuyla geçirilebilecek zamanımız bulunduğunu pek sanmıyorum.
Doktor Lek başını salladı:
- Böyle giderse; benden, seni uyanık tutabilmek için yeni bir şeyler yapabilmemi isteyeceksin. Şimdiye kadar hiçbirinizin görev alanına el atmadım. Hiç birinizin de benim görev alanıma el atmanıza izin vermem. Nedeni her ne olursa olsun; uykusu gelenlerin uyumamaları için bir şeyler yapılmasını isteyeceğine, uykunun bir gereksinim olduğunu az-boz kabullenmeye çalışsan nasıl olur acaba kaptan?
Kaptan Çi Vaştar, kendisini tanıdı tanıyalı Doktor Emmol Lek’ in ilk kez “Kaptan” sözcüğünü kullandığına tanık olmaktaydı. Bu durum, kaptanın, Doktor Emmol Lek’ in bir hayli öfkelendiğini anlamasına yetmişti. Biraz da bu yüzden olacak ki; elinden geldiğince gülümsemeye çalışarak ellerini doktorun omuzlarına koymak ve öfkesinin dinmesine yardım etmek zorunda kaldı:
- Üstünde düşünmemiz gereken birçok problemimiz varken, beni yeni bir problem üstünde düşünmek zorunda bırakmasan olmaz mı Lek?
- Uyku sorununun obir sorunlar karşısında önceliği bulunduğundan haberin yok mu senin?
Komutan yeniden gülümsedi:
- İyi ama nereden geliyor bu öncelik?
Doktor Lek öfkeyle homurdandı:
- Düşünsene Vaştar. Uzayda, gündüzü gündüz ve gecesi gece olan günler yaşıyorduk. Burada ise; gecesi gündüz, gündüzü gece olan bir gün yaşamaktayız. Aklımız bunun böyle olduğunu kabullense de; organizmamız kolaylıkla benimseyemez. Organizma, bir alışkanlıklar sistemidir. Sen ona ne zaman neyi vermişsen, o yine o zaman onu ister. Uykuya alıştırırsan uykuyu, yemeğe alıştırırsan yemeği, zevke alıştırırsan zevki, eleme alıştırırsan elemi bekler senden. İstediğini elde etme konusunda alabildiğine zorlayıcı yöntemleri vardır. Bunların en başta gelenleri krizlerdir. Obir yöntemleri de en az bunun kadar ilginç ve etkilidir. Biz uzaydan bitmek üzere olan gündüzü istedik ve fakat bu gündüz bitmesi gereken zamanda bitmedi. Organizmalarımız gündüzün sona ermesini beklerken o, biteceğine yeniden başladı. Böylece, bir gündüz içinde iki gündüz yaşandı. Şimdi sen kalkmış bir günde iki gün yaşamış olanlardan uyanık kalabilmelerini bekliyorsun. Bir doktor olarak bu benim yönümden sakıncalıdır.
Kaptan Çi Vaştar elini salladı:
- Peki Lek. Anlaşıldı. Belli ki; uykuya tümümüzün gereksinimi var.
Konuşmalar kesildi.
Astronotlar bulundukları yerlere uzanıp uyumaya hazırlandılar.
Kaptan Çi Vaştar gözlerini kapatmamıştı ve doğrudan karanlıklara bakıp durmaktaydı. Gök yıldızlarla süslenmeye başlamıştı. Komutan, göğü bir baştan bir başa süsleyen bu ışık kalabalığının, şu tersine yaşayanların sezinleyemeyecekleri ölçüde değişmiş olabileceğini düşündü. Gözleri kuzey kutbunun gök bölgesine doğru kaydı. Büyükayı takım yıldızı, yedi üyesiyle birlikte yine ayni yerde duruyor ve yine o ilkel cezve biçimini andırıyordu. Yanında biçimi ona benzeyen Küçükayı takımı vardı. Göğün yıldızlarla dolu görünmesi kaptan için gerçeğin bir belirtisi olmaktan uzaktı. Yeryüzünden görülebilen yıldız sayısının 3000 den ibaret olduğunu ve tüm toplamın 8000 i aşamadığını bildiği ve o ana dek ancak elli milyar yıldızın resminin çekildiği konusunda bilgi sahibi bulunduğu için göğün yeterince kalabalık sayılamayacağının farkındaydı.
Henüz uykuya geçmemiş bulunduğu anlaşılan Doktor Emmol Lek, kaptanın aklından geçenleri sezmişçesine bulunduğu yerden seslendi:
- Vaştar, sana bir şeyler söylesem; kalın kafalılığıma kızar mısın acaba?
Komutan soruyu kısık bir sesle yanıtladı:
- Sanmam Lek. Söyle. Zaten nefret ediyorum bu sessizlikten.
- Vaştar, mantığımla sürekli savaş halindeyim. Karşılaştığım bu inanılmaz olayları bir türlü kabullenemiyorum. Esasen, bunların kolaylıkla kabullenilir şeyler olmadıklarını sen de biliyorsun. Şu yatışımıza bir baksana. Bu nasıl yatıştır? Böyle bir yatış nasıl anlatılabilir? Yatıyorum ve uzandığımdan da kesinlikle eminim. Fakat ne denli gariptir ki; nerede yattığımı ve neye dayandığımı göremiyor, bilemiyorum. Altımda zeminim yok. Ama bana sanki bu varmış gibi geliyor. Üstelik de, bu varlığından bir türlü emin olamadığım zeminim yani dayanağım bana alabildiğine yumuşacık bir şeyden yapılmış gibi ılımlı ve tatlı bir etki yapıyor. Gerçekte, gördüğüm bir zemin var ama bu zemin benden değil. Çünkü o zemin, şu tersine yaşayan ve geçmişten gelip geçmişe dönmekte olan insanların. Hem onunla benim aramda anlaşılmaz bir sınır var, hem de bana sanki benimmiş gibi görünüyor. Zira, bir bakıma onunla baş başa ve onunla iç içeyim.
Kaptan fısıldadı:
- Sanki kendi düşüncelerini değil, benim düşüncelerimi açıkladın Lek. Bu durum ve bu görüş garip olmasına garip ama insanı tedirgin edici de sayılmaz. İşin bize ters gelen yanı; bizden olmayanın eksiksiz görünmesi, bizden olması gereken bazı şeylerin ise hiç görünmemesi. Nitekim, kendi dünyamızı hiç de göremediğimiz halde, şu tersine dünyanın her şeyini görebilmekteyiz. Bu ise gerçekten garip. Zira, gördüğümüze dokunamıyoruz ama görmediğimizde yatabiliyoruz.
Kaptan bir an sustu, sonra yeniden fısıldadı:
- Lek, bence; yaşam başlı başına bir muhasebe sisteminden ibarettir. Denkliğin sağlanması için, bu denklikten çıkan kadar girmesi ve giren kadar çıkması gerekmektedir. Bir bakıma, doğa insana herhangi bir şeyden ne kadar veriyorsa; verilmiş bir başka şeyden de bir o kadarını geriye almaktadır. Şimdi bir bakalım. Doğa bize ne vermiştir? Bizden başkasının görebilmesine olanak bile bulunmayan bir tersine dönmüş olan dünyayı vermiştir. Karşılığında bizden ne almıştır? Düzüne dönmekte olan bir ayni dünyayı geri almıştır. Düzüne dönmekte olan dünyada, tersine dönmekte olan dünyadan kalan nedir? Bizimle birlikte uzaydan dönmüş olan her şey. Kapsülümüz, aygıtlarımız, üstümüz-başımız ve varlığımız. Bunun karşılığında bizden ne götürmüştür? Yeni dünyamızdaki zeminin görüntüsünü.
Yükselmeye başlamış olan testekerlek bir ayın gümüş rengi ışıkları ağaçların tersine titreşen yaprakları arasından süzülmüş ve Doktor Emmol Lek’ in yüzünü hayal-mayal aydınlatmıştı. Astronotun gözlerinde tek kırpılma bile yoktu ve bakışları durağandı:
- Bugün bir hayli ilgimi çeken bir olay oldu Vaştar. Ayni şeyin senin ilgini de çekip çekmediğini bilemiyorum. Kapsülden ayrıldıktan sonra, ormanda ve yollarda epeyce yürüdük. Yorulduk ve terledik. Soluk soluğa kaldığımız, acıktığımız, susadığımız anlar oldu. Fakat Vaştar, farkında mısın, biz hiç kirlenmedik ve tozlanmadık. Sence bunun mantıksal bir açıklaması olabilir mi?
Fısıltılara bir üçüncü fısıltı karıştı:
- Seni kutlamak isterim doktor. Bu gerçekten ilginç bir durumdu ve beni de oldukça düşündürmüştü.
Kaptan Çi Vaştar karanlığa seslendi:
- Vardığın sonuç medir Rem? Sen onu söyle bize.
- Elverişli yöntem bilindiği takdirde; elverişli sonuç her zaman bulunabilir kaptan. Ben bu konuda ilginç bir noktayı görüşlerinize sunmak istiyorum. Doktorun sözünü ettiği belirtiler bizim kendi organik belirtilerimizin ötesinde şeyler değil. Çünkü tümü bizden olan şeyler. Yani onlarda bu eskiye dönen dünyadan alınmış hiçbir şey yok. Ancak bundan sonradır ki; doktorla ayni gözlemi yapmış bulunduğumu söyleyebilirim: Dediği süre içinde tozlanmadık ve kirlenmedik.
Doktor Emmol Lek’ in yüzündeki anlatım karanlıkta yeterince göze çarpmamaktaydı:
- Neden Rem? Neden tozlanmadık ve neden kirlenmedik?
- Doktor, sanırım ki; benden bu soruya kesin bir yanıt vermemi beklemiyorsundur. Zira, bu tür konularda sadece varsayımlara dayanılır. Bunların da ne denli tutarsız, ne denli tutarlı olabilecekleri önceden bilinemez. Fakat varsayım da olsa; şu soruna verilebilecek bir yanıt var. Ben de size zaten bunu söylemek istiyordum: Doktor, bizim dünyamız yok.
- Ne dedin? Dünyamız mı yok dedin? Hadi canım sen de.
- Ben sağlam bildiğimde direnirim doktor. Bizim dünyamız yok. Temel yanlışımız da burada zaten. Başlangıçta olayları ele incelemeye aldığımızda; ortada iki dünyanın var olduğunu kabul ettik. Bunlardan birisi bizim eski dünyamızdı yani düz yönde giden dünya. Bunu biliyorduk ve varlığından emindik. Çünkü; bir uzay yolculuğu için oradan ayrılmıştık ve yolculuğu bitirip yine oraya dönmek istiyorduk. İkincisi; kendisini gördüğümüz ve seslerini duyduğumuz bir ikinci dünyaydı. Bu dünya bizim değil, başkalarınındı. Bir anlamda; kendi eski sahiplerinin dünyasıydı. Ama bu tersine bir dünyaydı. Sahipleri o beklenmedik kaos anında kitleler halinde ölmüş, kaostan sonra kitleler halinde dirilerek yine ona sahip olmuşlardı. Görünürde, bizim ayrılmış olduğumuz dünyayla bu dünyanın hiçbir farkı yoktu. Temelde ikisi de bir ve ayni şeydi. Ancak, olayların akış yönü değişmişti. Biz geri döndüğümüzde; burayı kendi dünyamız olarak kabullendik. Zira, bir uzay yolculuğu yapmak için gerçekleştirilen basit bir ayrılışın dünyamızı elimizden alacağını mantığımız kabullenemiyordu. Oysa; onlar çoktan kendi dünyalarının tersini kabullenmişlerdi ve artık bizim bir dünyamız yoktu.
Yarı aydınlık yüzünde yaprak gölgeleri titreşen Doktor Emmol Lek yarı doğrulur gibi olmuştu:
- Bu açıklama beni pek doyurmadı delikanlım.
- Doyurmayabilir doktor. Bunun bir varsayım olduğunu sözlerimin başında belirtmiştim. Unutma ki; bir madalyonun sadece iki yüzü vardır ve ne yazıktır ki; bir üçüncü yüzü yoktur. İlk yüz, onlarla birlikte kaos sırasında kayboldu. Biz kaos anında bu ilk yüzde değildik. Onun için de kaostan onlar gibi etkilenmedik. Sonra madalyon sadece ikinci yüzüyle ortaya çıktı. Bu kere bu yüz onlarındı ve artık biz ona bizim diyemeyecektik.
- Eh bu gidişle hiçbir zaman da diyemeyeceğiz galiba.
Kay Rem’ in karanlıkta güldüğü duyuldu:
- Yanılıyorsun doktor. Diyebileceğiz.
Doktor Emmol Lek öfkeyle homurdandı:
- Nasıl diyebilirmişiz anlamadım.
- Oysa kendiliğinden anlaman gerekirdi. Dünya kısacık bir an için yeniden duraklarsa ve yeniden tersine dönmeye başlarsa; o zaman, kaldığımız yerden yaşamımızı sürdürebiliriz.
- Peki ya onlar? Şu tersine yaşayanlar ne olacak?
- Onlar da yaşamlarını sürdürecekler doktor. Sadece rollerimiz değişecek.
- Yani?
- Yani bu kere onlar, kaldıkları yerden ileriye dönecekler ve bizim de geriye dönmemiz gerekecek. Başka bir deyişle söylemek gerekirse; biz gençliğe ve çocukluğa giderken, onlar yaşlılığa doğru ilerleyecekler. İşte ancak o zaman “Bizim de bir dünyamız var.” Diyebileceğiz.
- Ama şimdi yok dünyamız?
- Evet ne yazık ki yok.
Kaptan Çi Vaştar araya girdi:
- Fakat Rem, soluk alıyoruz, terliyoruz, acıkıyoruz, yoruluyoruz. Bunlar, gerçekte bir dünyamız bulunduğunu belirtmeye yetmez mi?
- Yetmez kaptan. Bunlar, az önce de söylediğim gibi; bir dünyaya sahip olmanın değil, bir organizmaya sahip olmanın belirtileridir. Yaşayan bir organizma terleyebilir, acıkabilir, yorulabilir. Yemek, içmek, gülmek, ağlamak, uyumak, eğlenmek isteyebilir. Terleme bir başına güneşin varlığını kanıtlamaya yetmez. Çünkü insan, karanlık ve soğuk bir yerdeki korku anında da terleyebilir. Bu; vücudun temel fonksiyonlarından biridir. Dpğayla ve güneşle direkt ilgisi yoktur. Tıpkı obir organik davranışlarımızın da doğayla direkt ilgisinin bulunmayışı gibi.
Doktor Emmol Lek mırıldandı:
- Güneş ışınını salt ışın olarak alırsan; bu doğru olabilir. Unutma ki; güneşten gelen ışıkta radyoektivite de vardır. Ve radyoaktif ışınlar kendilerine baş eğmeyecek tek zindan tanımazlar. Hal böyleyken, şu terleme konusunda güneşin bizi etkilemediğini nasıl öne sürebilirsin?
Genç astronot karanlıklar içinde güldü:
Güneşi dünyamızın varlığı konusunda kanıt olarak kullanmak istediğinin farkındayım doktor. Oysa; benim, bir dünyamız, bir güneşimiz ve bir doğamız bulunmadığı konusunda kanıtlarım var. Yolda yürürken dikkat ettim; hava güneşliydi ama hiçbirimizin gölgesi yere düşmemekteydi.
Kaptan Çi Vaştar’ la Doktor Emmol Lek ayni anda haykırdılar:
- Gölgemiz yok muydu yani?
Fotonistin sesi kendine güvenliydi:
- Gölgemiz yoktu. Bu; güneşin bizim için var olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Kaptan Vaştar sözcüklerin üstüne basa basa sordu:
- Yanılmadığından emin misin Rem?
- Eminim kaptan.
- Rem, Lek’ in yüzüne bak. Yüzünde ay ışığıyla karışık dal ve yaprak gölgeleri oynaşıyor. Bu onun ve onunla birlikte bizlerin ışığa göre var olduğumuzu göstermez mi? Lek’ in yüzü ışıkla gölgeler için bir zemin oluşturuyor. Bunu nasıl gözden kaçırmış olabilirsin?
Kay Rem aldırmadı:
- Ay ışığının, dal ve yaprak gölgelerinin vurduğu zemin doktorum yüzü değildir kaptan. Tersine dönmekte olan dünyanın üzerinde yer aldığı mekan düzlemiyle zaman boyutudur. Güneşin ışığı odaya pencere camından geçerek girer. Tersine dönen dünyanın insanlarından bir bu anda doktorun tam altından aya bakıyor olsa; bu ay ışığıyla dalların ve yaprakların gölgesi aynen ona vurmuş olacaktır ve ve doktor ayla, dal ve yapraklarla onun arasında herhangi bir engel oluşturamayacaktır. Çünkü bu tersine dönen dünya için ortada herhangi bir Doktor Emmol Lek yoktur. Bunun tersini savunmaya çalışmak, bizim onlara göre var olduğumuzu kanıtlamaya kalkışmak olur ki; buna da olanak bulunmadığını süregelen deneyimlerimizden bilmekteyiz. Parmağınızın bir tekini bile şu ay ışığında oynatmanız, anlattıklarımın doğruluğunu kavramanıza yetecektir. Çünkü; tüm bedeniniz gibi elbette ki parmağınız da vardır ama ne yazık ki; gölgesi yoktur. Bu da, camın gölgesinin olmayışı gibi bir şeydir.
Kaptan Çi Vaştar’ la Doktor Emmol Lek’ in ay ışığı altında yaptıkları ilk deneme bu oldu ve habire salladıkları parmaklarının ve ellerinin gölgelerinin bulunmayışı, onların gerçeği dirençsiz kabullenmelerine yetti. Komutan bu kere umutsuz bir sesle mırıldandı:
- Öyleyse şu tersine dönen dünyayla hiçbir gerçek ilişkimiz yok.
- Yok denemez kaptan. Var.
- Fakat bunu az önce kendin söylemiştin sanırım.
- Öyle de olsa; sizin de değindiğiniz şu soluk alıp verme konusunda henüz hiçbir şey söylemiş değilim.
-Soluk alıp verme mi?
- Elbette. Tersine dönen dünyayla tek gerçek ilişkimiz soluk alıp vermeye dayanmaktadır. O dünyayla aramızda adeta görünmeyen bir duvar var kaptan. Bir anlamda camdan bir duvar gibi bir şey. Her bir yanı sonsuza dek uzanan, kırılması, geçilmesi olanaksız saydam bir duvar. Bunun içindir ki; onu ve oradakileri görüyor ve seslerini duyuyoruz fakat tutmaya kalkıştığımızda sanki yeli avuçlamış gibi oluyoruz. Bence bu, elbette ki; birbiriyle çakışmayan iki ayrı mekan düzlemi ve zaman boyutudur. Fakat bu düzlemle boyutun her iki yanı ya bir ve ayni, ya da ayrı fakat eş koşullu bir atmosfer içindedir. Böyle bir durumda, bizim ve onların ayni havayı soludukları kolaylıkla söz konusu edilebilir.
Fotonist Kay Rem’ in sözleri kulakları sağır edecek güçte bir kadın çığlığıyla kesildi. Kay Rem’ in düşünceleri yıldırım hızıyla Şur Çarup’ un birkaç devresi alınmış olan içbenine gitti. Zira, haykıran etimoloğun ta kendisiydi. Astronotlar çığlığı duyar duymaz yerlerinden fırlamışlardı. Teğmen Vag Lom, az ötede neye uğradığını bilmez bir tutumla çevresine bakınmaktaydı. Genç dil bilgini ayaktaydı ve tir tir titriyordu. Elleriyle şakaklarını bastırmıştı. Yerlerinden uğramış bulunan gözleri ilerilerde bir yerlere dikilmişti.
Kaptan Çi Vaştar:
- Çarup… Diye seslendi. Nen var? ..
Genç kadın parmağıyla ileriyi göstermekteydi:
- Onu gördüm kaptan… Hem uyumaya çalışıyor, hem de sizleri dinliyordum… Ay ışığında şu iki taşın arasından çıktı ve oraya, işte otaya çöreklendi… Hala daha orada duruyor…
Doktor Emmol Lek tatlı bir sesle sordu:
- Nedir hala orada duran Çarup?
- Engerek doktor… Engerek yılanı… Bundan kesinlikle eminim… İşte, hala orada…
Minicik mezon feneriyle ortalığı bir anda gündüze çeviren Fotonist Kay Rem yerlere göz gezdirmeye başladı ve bir an sonra da durdu:
- Evet, gerçekten bir yılan bu. Gerçekten bir engerek.
Doktor Emmol Lek umursamayan bir sesle mırıldandı:
- Adi engerek bu. Vipera berus. İki gözünün ortasındaki iri pullardan belli. Ayrıca burnunun ucu da kalkık değil. Sırtının ortasındaki siyah oluklarıyla, ucu küt olan kısa kuyruğuyla, altmış-yetmiş santimlik boyuyla adi bir engerek bu. Fare, kuş, solucan, salyangoz, kurbağa, börtü-böcek, ne bulursa yer. Üst çenesinde uçları yukarıya ve geriye doğru kıvrık, içlerinde de zehir kanalları bulunan iki dişi vardır. Aşırı zehirlidir. Isırır ısırmaz öldürür.
Kaptan Çi Vaştar gülümsedi:
- Anlaşıldı. Bir engerek bu. Fakat ne vardı bunda böylesine korkup haykıracak?
Genç kadın bir türlü üstünden atamadığı derin bir korkunun içindeydi:
- Engerek kaptan… Dedi. Doktor da söyledi: Engerek bu…
Kaptan Vaştar, uykulu gözlerle önündeki yılana bakan Teğmen Vag Lom’ a seslendi:
- Vag… Tutsana şunu…
Genç astronot elinde olmayarak irkildi;
- Ben… Ben mi kaptan? ..
- Sen.
- Evet ama kaptan…
Fotonist Kay Rem, son derece büyük bir soğukkanlılıkla ve her iki elini birden kullanarak çöreklenmiş haldeki zehirli yılanı tutmam istedi. Fakat bunu bir türlü beceremedi. Yinelediği her atakta yılan yerinde duruyor ve tınmıyordu.
- İstese de, bunun sana zarar veremeyeceğini çok iyi biliyorsun sanırım Çarup. Baksana: Tutmak istediğim halde tutamıyorum hayvanı. Zira bu yılan, bizden yani bizim dünyamızdan değil.
Kaptan Çi Vaştar ekledi:
- Bize göre o var ama ona göre biz yokuz.
Kendini toparlamışa benzeyen etimolog ayni deneyi yapmaya bir türlü yanaşamıyor, hatta kuru görüntünün yanına bile yaklaşmaya çekiniyordu. Ağlamakla gülmek arası bir sesle:
-Biliyorum kaptan. Dedi. Gerçeği biliyorum ama bu benim onu kabullenmeme yetmiyor.
Doktor Lek’ in sesi güven vericiydi:
- Yine de korkun geçmiştir sanırım.
Genç kadın gözlerini karşısında çöreklenmiş bir halde duran engerekten ayıramıyordu:
- Öyle de olsa; burada, bu bahçede kalabileceğimden artık emin değilim.
- Bana göre; dinlenmen gerek.
- Dinlenemem doktor. Artık burada dinlenemem.
Teğmen Vag mırıldandı:
- İnsanın sığınabilecek bir çatı altı bulabilmesi gerçekten güzel şey. Bunun gerçek değerini daha yeni anlıyorum.
Kaptan Çi Vaştar gülümsedi:
- İçiniz rahat etsin öyleyse. Size, umduğunuzdan daha güzel bir çatı altı armağan edeceğim.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman’ından > 506 – 533 / 731)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 3.12.2008 12:21:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu