Ana Karnına Dönüş - 3.2

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Ana Karnına Dönüş - 3.2

3.2
Duyan Sağırlar ve Gören Körler

Fotonist Kay Rem bir ara hızlanarak Kaptan Çi Vaştar’ a ulaştı:
- Kaptan, Çarup yoruldu. Bundan öteye gidemez sanırım.
Dedi. Komutan olduğu yerde durarak geriye doğru döndü:
- Çarup nasılsın? .. Yürüyebilecek misin?
Genç kadının yürüyebileceğini birtakım el hareketleriyle belirtmeye çalışmasına rağmen, durumu bunu başarabileceğini hiç de ortaya koymamaktaydı. Yürüyebileceğini kanıtlamak için göstermeye başladığı çabalar komutanı inandıramadı. Nitekim Kaptan Çi Vaştar, etimologun gerçekten yorulduğunu kesinlikle anlamıştı. Bu yüzden Kay Rem’ e dönerek:
- Yükünü indir Rem… Dedi. Çarup’ un yükünü kendi bagajına ekle ve ikisini birlikte götürmeye çalış… Bu arada ben de Çarup’ u taşımaya çalışacağım… Zira, kısa aralıklarla yinelenen dinlenmeler yüzünden zaman kaybetmek istemiyorum.
Kay Rem genç kadının yüküyle kendi yükünü birleştirdi. Sonra ikisini birden havalandırıp yürümeye koyuldu. O ana dek bomboş giden ve taşıyacak yükü bulunmayan Kaptan Çi Vaştar, direnişlerine aldırmadan, kendi antigravite aygıtıyla Şur Çarup’ u havalandırıp başının üstünde boşluğa yatırdı ve adımlarını daha bir sıklaştırarak yürümeye başladı. Genç kadın, uzandığı boşlukta kımıldamıyor ve konuşmuyordu. Kaptan onun uyumaya çalıştığını sanıp rahatladı.
İçinin bir türlü içine sığmadığı anlaşılan Doktor Emmol Lek’ in homurtuları yeniden yükselmişti:
- İyi ama biz nereye yürüyoruz? .. Ayağıma ne taş dokunuyor, ne de toprak…
Kaptan Çi Vaştar sadece Fotonist Kay Rem’ in duyabileceği bir sesle:
- Anlaşılan Lek bu işi kavrayamadı. Diyerek belli belirsiz güldü. Baksana, anlamamakta hala daha direnip duruyor.
Fotonist doktoru yeniden inandırmaya girişmek zorunda kalmıştı:
- Bunda şaşacak bir şey olmadığını az önce belirtmiştim sanıyorum doktor. Mantığımız ne denli direnirse dirensin; bizim bir kendi mekanımız, bir kendi zeminimiz var.
- Peki ama hiç mi taşımız-toprağımız, çakırımız-çukurumuz yok? ..
Astronot elinde olmaksızın gülümsedi:
- Olmaz olur mu? Elbette ki var.
- Hani?
Fotonist tam bu sırada sendeleyip yere düşmüş olan Teğmen Vag Lom’ u gösterdi:
- İşte…
Teğmen Vag bulunduğu yerde doğrulmuş, son derece büyük bir şaşkınlıkla çevresine bakınıyor ve içinde bulunduğu duruma inanamayan bir tutumla kendi kendine mırıldanıp duruyordu:
- Ayağıma hiçbir şey takılmadı… Hiçbir şeye değmedim, dokunmadım… Hiçbir şeye çarpmadım… Peki ama ben nasıl oldu da düşebildim? .. Hey Rem, söylesene, neler oluyor bana? .. Gözümle gördüğüm çukurların dibine inmiyorum, içine düşmüyorum, sanki üstlerinde dümdüz bir yol varmışçasına büyük bir kolaylıkla yürüyüp geçiyorum… İstesem de taşlara, ağaçlara çarpamıyorum, bedenlerinden geçip gidiyorum… Buna karşın, önümde hiçbir engelin bulunmadığı bir yerde kalkıp düşebiliyorum… İşte bunu anlayamıyorum, nasıl olabilir böyle bir şey? ..
Fotonist Kay Rem kendinden emin bir tutumla gülümsedi:
- Bir astronotun bunu anlayabilmesi hiç de zor olmasa gerek Vag. Halihazırdaki mekanımız konusunda anlattıklarıma yeterince dikkat etmediğin belli.
Teğmen Vag Lom bu suçlamayı kabullenmedi;
- Hayır ettim…
- O halde konuyu bir de kendi kendine ölçüp biçmen gerekirken belki bunu yapmadın.
- Hayır yaptım.
- Vag, izin verirsen; anlayamadığın durumu sana anlatabilmek için bir şeyler yapmaya çalışayım.
- Evet evet, çalış. Bana bu anda gereken sadece bu.
- “Çalışayım” dediğime bakma. Anlatacak fazla bir şey yok. Atmosferdeki hava boşluklarından haberin vardır sanırım. Astronotlar bir yana, en azından bir-iki kere basit bir uçak yolculuğu yapmış olan insanlar dahi bilebilir bunu. Hava boşluğuna rastlayan her uçak önce aşağı düşer gibi olur sonra yükselip uçuşunu sürdürür. Böyle anlarda yolcular, uçağın kasisli bir yolda gider gibi olduğunu sanırlar. İşte senin başına gelen sadece budur. Ve bu, basit bir mekan boşluğundan başka bir şey değildir. Uçaktaki yolcular, o hava boşluklarını nasıl göremezlerse; biz de bu ileri giden dünyamızdaki mekan boşluklarını aynen öyle göremeyiz. O nedenle bizden beklenen; sadece bunlara boyun eğmektir. Ancak işin gerçeğini bilirsek bunun bize yararı olacaktır. Zira bu gerçeği bilmek, en azından bocalamamızı ve tedirginliğe kapılmamızı önleyebilecektir. Bilmem anlatabildim mi?
Teğmen Vag Lom safça gülümsedi:
- Teşekkürler Rem. Durumu anlayabildiğime bakılırsa; elinden geldiğince anlattın sayılır. Doğrulmaya çalışırken neden kuyudan çıkar gibi olduğumu şimdi daha iyi anladım sanırım.
Güneş batmak üzereydi. Gökyüzündeki koskocaman ateş topu habire doğuya doğru ilerleyip duruyor, ağaçların gölgeleri yerlere kadar uzandıkça uzanıyordu. Kaptan Vaştar, bunun gerçekte sabah olması gerektiğini, ancak yerini ikindinin aldığını artık bilmekteydi. Nitekim bu uzanan gölgeler artık ikindinin değil, sabahın gölgeleriydi.
Önlerinde artık yavaş yavaş ısınmaya başladıkları görüntüler vardı. Göründüğü kadarıyla algıladıkları ve ister istemez yol olarak değerlendirdikleri basılmış toprağın üstünde yürüdükleri halde, ayaklarının altında hiçbir şey yok gibiydi. Gerçekten de, ayakları bu gördükleri zemine değmiyor, dokunmuyor, bu durum onların yumuşak bir pamuk yığınında yürüdüklerini sanmalarına yol açıyordu. Ortak şaşkınlıklarına neden olan tek şey, hiçbirinin arkasında iz kalmamasından ibaretti. Bu durumla en çok ilgilenen Teğmen Vag Lom’ du. Nitekim genç astronot; çamurlu, yumuşak topraklı, tozlu veya çimenli yerlerde özellikle duruyor, dönüp arkasına uzun uzun bakıyor ve oralarda bir yerlerde bulunması gereken izlerini arıyor, bulamadıkça; bundan, şaşkınlıkla karışık derin bir zevk alıyordu:
- Doktor… Bilmem farkında mısın? .. Arkamızda izimiz kalmıyor bizim…
Doktor Emmol Lek, genç adamın bu sevincini gölgelemekten korktuğu için, yüreğindeki üzüntüden ödün vermeye çalışıyor gibiydi. Bu nedenle, içindeki üzüntüyü belli etmemeye çalışarak bulunduğu yerden genç astronota seslendi:
- Evet Vag, farkındayım… Baksana; çayırlar, çimenler üstünden geçtiğim halde, bunlar duydum bile demiyorlar… Oysa ayaklarımın altında ezilmeleri gerek… Çünkü ben bir cisimim ve varlığım var.
Kaptan Çi Vaştar, elindeki antigravite aygıtının gücüne boyun eğerek başının bir-iki karış kadar yukarısında upuzun yatmakta olan Şur Çarup’ a seslendi:
- Uyuyor musun Çarup?
Genç kadın karşılık bile vermedi. Derin bir uykuya dalmış gibiydi. Kaptan Vaştar, onun hem acıkmış, hem de susamış olduğunu düşünüyor, buna karşın tek bir damla içecek ve tek bir lokma yiyecek istemediğini görerek üzülüyor, bu üzüntüsünü giderebilmek için de ne yapması gerektiğine bile karar veremiyordu. Biraz da bu nedenle olmalı ki; kendini alamayarak fısıltılı bir sesle konuşmaya başladı:
- Özür dilerim Çarup. Uyumuş ya da uyumamış olman hiçbir şeyi değiştirmez. Benim sana söylemek zorunda bulunduğum şeyler var. Bu davranışımı bir saygısızlık olarak mı nitelendirirsin, nitelendirirsen beni bağışlayabilir misin, bunları bile bilmiyorum. Bildiğim tek şey; dolambaçlı söz söyleyecek zamanımızın kalmadığıdır. Sen de farkındasın; zaman bize çok görüldü. Belki de yapmamız gerekenleri daha çabuk yapalım ve söylememiz gerekenleri anında söyleyebilelim diye. Özür dilerim Çarup. Önümüzde biraz fazla zaman olsaydı sana şimdi söyleyeceklerimi söyleyebilir miydim bilemiyorum. Ama herhalde söyleyemezdim. Çarup ben… Ben seni seviyorum ve şu anda kendimi sana alabildiğince yakın buluyorum. Sana karşı içimde sürekli bir ilgi vardı. Ancak bunu şimdiye dek bir türlü yeterince tanımlayamamıştım. Şimdi artık tanımlayabilmekteyim. Bu benim için, seni sevdiğim demektir. Ben bu konudaki itirafımı ve bu itiraftan doğan mutluluğumu belki de, gittikçe daralan zamana borçluyum. Beni, seni sevdiğimi söylemeye zorladığı için de, senin huzurunda şu daralan zamanıma teşekkür etmek istiyorum.
Kaptanın sözleri karşılıksız kaldı. Genç kadından en küçük bir ses bile çıkmadı. Sırtüstü uzanmış bulunduğu yerde kımıldamaksızın yolculuğunu sürdürmekteydi. Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’ in komutanı Kaptan Çi Vaştar, bu anda Etimolog Şur Çarup’ un yüzünü göremediği için, haliyle gözlerinden saçlarına aşağı süzülen yaşların da farkına varamadı. Ve tam bir yüreklilik göstererek söylediği sözleri onun duymamış olmasını dileyerek çevresine bakındı: Orman bitmeye yüz tutmuştu. Ulaşmış bulundukları sınırda ağaçlar alabildiğine seyrekleimiş ve bu seyrekleşme kendilerine bir de avantaj sağlamıştı. Nitekim, bulundukları yerden ormandan ötesi görünmeye başlamıştı. Orman sınırının obir yanında doğa dağlık ve kayalıktı. Toprak bir yol yalçın kayalıklar arasından kıvrıla büküle aşağılara dek iniyor ve bir dönemeçte gözden kayboluyordu. Kaptan, bu yeni doğada, bu tersine dönmeye başlamış olan eski dünyalarında neler görebileceğini az-çok tasarlayabiliyor, buna karşın yine de gördükleri karşısında şaşkınlıklara düşmekten kendini alamıyordu. Nitekim bu anda, tam önlerinde, alışılmamış ve görülmemiş bir doğa yer almaktaydı. Gerçekte, kendi dünyaları olan fakat o olup olmadığı pek de anlaşılamayan yepyeni bir doğa. Kendinden olan eski insanlara kendinde olan yenilikleri sunan doğa. Bir eski öyküsünü bitirdiği yerde, bir yeni öyküsüne başlayan doğa. Eskimiş sınırlarını yepyeni sınırlarla değiştiren alabildiğine değişik bir doğa.
Kaptan Çi Vaştar olduğu yerde kalakaldı: Yol üstünden bir kayanın üstüne gerisin geri sıçrayan bir serçeye biraz şaşkınlık, biraz da merak dolu bakışlarla baktı. Sonra davranışları berikine benzeyen bir birinci, bir ikinci, bir üçüncü serçe gördü. Dünyanın şu beklenmedik tersine dönüşünün izleri, bu minicik kuşların davranışlarında pek de göze çarpmamaktaydı. Zira olayı ilk gören biri için, kuşların hangi davranışlarının daha önce bitmiş olan bir davranışın tersi olduğunu anlayabilmek pek kolay değildi. Nitekim insanın bunu kavrayabilmesi için çok iyi bir gözlemci olması gerekmekteydi. Çünkü davranışların her birinde, bir ucu bilinen bir ileri gidişe ve obir ucu bilinmesi gereken bir geri dönüşe dayanan bir özellik vardı. Kaptan Çi Vaştar, bunun göze değil, kulağa etki yapan öncelikli bir özellik olduğunun farkına varmakta gecikmedi. Gerçekten de böyleydi: Göz, yeniliği seçebilmekte oldukça zorluk çektiği halde, kulak pek zorluk çekmiyordu.
- Kic… Kic… Kic…
Komutan, dinledikçe düşüncelerinde yanılmadığını anlıyordu. Herhangi bir kuşun bu kadar garip bir biçimde öttüğüne yaşantısının hiçbir kesiminde rastlamamıştı ve hiç kimsenin rastlamamış olduğundan da emindi. Görünmeyen becerikli bir el, her şey gibi kuşların ötüşlerini de değiştirmişti. Kaptana bu değişiklik hiç de fena gelmiyordu. Zira bu, “Düzünü tattık, bari bir de tersini tadalım.” Diyerek her şeyi becerebilen bir büyük güce sunulmuş bir olmayacak dileğin yerine getirilmiş olması gibi bir şeydi. Komutanın yüreği bir yerlerde derin bir acıyla burkulur gibi oldu. Dostça bir tutumla başını serçelerin bulundukları kayanın üstüne doğru eğerek:
- Kic… Kic… Kic…
Diye seslendi. İçi yeniden burkuldu. Kendisi bu ötüşleri düzden olduğu gibi tersten de yansılayabiliyordu fakat onlar; bu minicik serçeler bir daha asla eski düzenlerinde ötemeyeceklerdi. Nasıl olmuşsa olmuş, her şeyi becerebilen bir büyük güç, onların biraz da tersten ötmelerini istemişti. Ve onlar da isteğe uyup hemen tersten ötmeye başlamış, bunu becerebilmek için hiçbir uzun süren öğrenime veya deneyime gerek görmemişlerdi. Şu minicik kuş belki de, bir eski dünyanın öte öte canveren son serçesi, bir yeni dünyanın ise dirile dirile öten ilk kuşuydu.
Ekibin ansızın durması Kaptan Çi Vaştar’ ı dalıp gittiği düşüncelerden çekip aldı:
- Ne var Rem? .. Neden durdunuz? ..
Birkaç adım kadar ileride bulunan Fotonist Kay Rem, geriye dönmeksizin parmağıyla ilerlerdeki bir yeri gösterdi:
- Gelenler var kaptan…
Kaptan üç arkadaşının ayni anda saklanmaya çalışmaları karşısında kendisini alamayıp kahkahalarla gülmeye başladı:
- Bu saklanmaya çalışmak da ne demek oluyor şimdi? Bu davranışınız, içinde bulunduğumuz durumu ve koşulları yeterince kavrayamadığınızı açıkça göstermektedir. Yoksa, onların bizi görebileceklerini mi sanıyorsunuz?
Saklanmaya çalışanlar bu uyarı karşısında gülmeye koyuldular. Doktor Emmol Lek ise bu kahkahalara alışılmış homurdanmalarıyla katıldı:
- Bizimki bilinçli bir davranış değil Vaştar. Bir refleks. Ben bile bir an için saklanmamız gerektiğini sanmıştım.
Fotonist doktorun sözlerini tamamladı:
- Saklanmamıza gerek olmadığını bildiğimiz halde.
Kaptan Vaştar gülümsedi:
- Gerçeği sadece kiazmanın değil, omurilik soğanının da kabullenmesi gerektiği nasıl da ortada.
Astronotlar gözlerini toprak yola diktiler.
Yolda yan yana duran üç köylü vardı. Bunlar hem kendi aralarında konuşmakta, hem de kendilerine doğru gerisin geri gelmekteydiler. Üçüde astronotların dokümanter kayıtlarda rastladıkları doğu köylüleri gibi giyinmişlerdi. Elleri omuzlarına dayalı duran çapalarında, küreklerinde ve tırmıklarındaydı.
Komutan:
- Bunlar köylü… Diye söylendi. Tarladan dönüyor olsalar gerek…
Astronotlar, ellerindeki aygıtlarla yüklerini başları üzerinden indirip yere koymuşlar, bulundukları yerlere öylece çömelmişler ve gözlerini az ötedeki köylülere dikmişlerdi. Kaptanın başının bir-iki karış kadar yukarısında dinlenmekte olan Etimolog Şur Çarup bulunduğu yerden doğrulmuş, başını yukarıdan aşağı doğru eğmiş ve köylüleri izleyen arkadaşlarının gözlemlerine katılmıştı:
- Kaptan, bunlar daha önce de bu sözleri konuşmuş olmalılar. Sözlerin tersten söylendiğinde artık zerre kadar kuşkum kalmadı.
Komutan gülümseyerek genç kadının yüzüne alttan yukarı baktı:
- Selam Çarup… Dedi. Az da olsa dinlenmiş olduğunu sanırım… Nasıl, söylediklerini anlıyor musun bari?
Etimolog başını salladı:
- Anlayabildiğimi söyleyemem. Sadece sözcükler arasından seçebildiğim bazı ünlemler var. “Oh” gibi, “Vay” gibi bir şeyler. Sözcükleri tersine kullandıklarını bunlardan çıkarıyorum. Anımsarsınız sanıyorum, benim köylü çocuklar da şu “Vay” ünlemini kullanmışlardı.
- Yani şu “Yav” olarak kullanılan?
- Evet o. Dikkat ederseniz, bunlar da ayni sözcüğü sık sık kullanıyorlar.
Teğmen Vag Lom atıldı:
- Şimdi bu konuşulan dil Türkçe mi Çarup? Yani Türkiye’ de bulunduğumuza göre?
- Evet Vag, Türkçe diyebiliriz buna.
- “Diyebiliriz” ne demek? Türkçe değil mi yoksa?
- Buna hem evet, hem de hayır demek zorundayım. Bunu sana ancak şöyle anlatabilirim: Şu anda aramızda bir de Türk olsaydı; inan ki, o bunların konuştuğu dili anlayamazdı. Ya da anlayabilmesi için, yılarca tersine konuşma öğrenimi yapması gerekirdi. Oysa köylülerin konuştukları dil Türkçe’ dir ve fakat şu andaki konuşulan dil olarak biz buna Türkçe diyemeyiz.
Doktor Emmol Lek dalgın dalgın homurdandı:
- Kabullenilmesi gerçekten zor bir iş. Çünkü benimsemekte hala zorluk çekmekteyim.
Kaptan Vaştar Sordu:
- Niçin Lek?
- E, bu adamlar söylemek istediklerini hep böyle tersinden söylerlerse; birbirlerinin ne söylediklerini nasıl olup da anlayabilecekler?
Fotonist Kay Rem güldü:
- Neden anlayamasınlar doktor? Elbette ki anlayabilirler.
- İyi ama nasıl anlaşıyor olabilirler ki? Biz bunların tersten konuştuklarını habire savunup durmuyor muyuz?
Kaptan Vaştar söze karıştı:
- Onlar bizim ölçülerimize göre tersten konuşuyorlar Lek. Bizim ölçülerimiz onların ölçülerin tersi olduğu için, bunlar kendilerine göre düzden konuşuyorlar demektir.
Karşılaştığı olaylardan alabildiğine büyük bir tad alan Teğmen Vag Lom, Doktor Emmol Lek’ e yol göstermeye ve akıl vermeye bile başlamıştı:
- Baksana doktor. Adamlardan biri sözleri gerisin geri söylüyor. Bu birinci ters. Obiri de gerisin geri konuşuyor, bu da ikinci ters. İki ters de zaten bir düz etmez mi? Ne var bunda anlamayacak?
Kaptan Çi Vaştar’ ın başının bir-iki karış kadar yukarısında; boşlukta bağdaş kurup oturmuş olan Şur Çarup tatlı bir kahkaha savurdu:
- Gülünç bir açıklama… Fakat doğru yanı da var; İki ters gerçekten bir düz yapar…
Kaptan Çi Vaştar gülümsedi:
- Evet, bu biraz böyle. Yanlışa göre yanlış doğrudur. Yanlışlığın yanlışlığı, ancak doğrunun yanında belli olur. Bu bir bakıma, doğrunun bulunmadığı yerde yanlışın bilinip tanınamayacağı anlamına gelir. Onların yani bu adamların arasında elbette ki bizim doğrularımız yok ve sadece kendi yanlışları var. Biz şuracıkta bulunmasak; bunların tersinden konuştuklarını kim bilebilir?
- Yine de anlaşmaları biraz zor değil mi?
- Neden olsun? Bu tıpkı “İyi” sözcüğünün kullanılmasına benziyor. Nitekim bu sözcüğün tersinden ve düdünden söylenişleri birbirinin aynidir ve anlamı her iki sözcük için de doğrudur.
Kay Rem konuya biraz daha açıklık getirmek amacıyla:
- Onlar… Dedi. Tersine konuştuklarının farkına bile varamazlar doktor. Bazı şeyleri anlayabilmeleri için kendi ortamlarının dışında kalan bir kontrol sistemine başvurmaları gerekmektedir. Örnek vereyim: Ay dünya çevresinde bir tur tamamladığı zaman kendi çevresinde de bir tur yapmaktadır. Buna karşın dünya, karşısında bir tam tur yapan uydusunun sadece bir yüzünü yani önünü görebilmekte fakat obir yüzünü yani arkasını görememektedir. Dünyadaki insan bu garipliği kaldıramaz. Çünkü durum, mantığıyla çelişir. Ama konuyu kavrayabilmek amacıyla dünyayla ay dışındaki bir kontrol sisteminden yararlanırsan; çelişiklik ortadan kalkar. Zira hem kendinin, hem de gezegeninin çevresinde birer tam tur yaptığı halde arka yüzünü dünyaya göstermeyen ay, bu kontrol sistemine her iki yüzünü de göstermek zorunda kalacaktır. Yetmediyse bir örnek daha verebilirim: Saatte 100 kilometrelik bir hızla yan yana giden iki otomobilde bulunanlar, birbirlerine göre; duruyor gibidirler. Ancak her iki otomobille içindekiler yol kıyısındaki ağaçlara, yapılara, dağlara, tepelere göre; elbette ki gitmektedirler. Zira bunlar, otomobillerle içindekilerin saatte 100’ er kilometrelik bir hızla gittiklerini gören, bilen ve kanıtlayan birer kontrol sistemidir. Şuracıkta sözünü etmekte olduğumuz bu köylülerin kontrol sistemleri ise bizleriz. Ne yazık ki; onların böyle bir kontrol sistemini yani bizleri fark edebilecek yetenekleri ve olanakları yok.
Astronotlar yol kıyısında durmuş, tam önlerinden geçmekte olan köylülere bakmaktaydılar. Hepsi de şaşkınlık içindeydi. Sanki önlerinde bir geçit töreni vardı fakat geçenler burunlarının dibindeki izleyenlerin farkında bile değillerdi.
Teğmen Vag Lom fısıldayarak:
- Böyle bir şeyi görebilmek ne kadar büyük bir şans. Dedi
Köylülerin sesini duyacaklarından çekinir gibiydi. Fotonist Kay Rem alabildiğine güçlü bir kahkaha kopardığı için astronotlar ister istemez irkilmek zorunda kaldılar. Kahkahalarını sürdürmekte olan astronot:
- Korkacak bir şey yok… Diye güvence cerdi. Yanlarında top bile atsak duyamazlar. Çünkü biz onların dünyalarında zaten mevcut değiliz. İsterseniz bir de başka türlü söyleyeyim: Sesimizin devir hızı o derece yüksek ve sesimiz o derece tiz ki; onların bunu duyabilmeleri hiçbir zaman söz konusu bile olamayacaktır.
Teğmen yine de şaşkınlıktan kurtulamamıştı:
- Bunu biliyorum Rem. Fakat yine de inanamıyorum.
Kaptan Çi Vaştar güldü:
- İstersen bir dene Vag. Bu sadece senin için değil, bizim için de faydalı bir deney olacaktır.
Teğmen Vag Lom, kendisini herhangi bir girişimde bulunabilecek ölçüde güçlü görmüyordu. Bu yüzden girişimi üstlenmek zorunda kaldığı anlaşılan Fotonist Kay Rem bir-iki adımda köylülere ulaştı ve tam karşılarında durarak tüm gücüyle haykırdı:
- Heeey… Selam… Selam sizlere… Selaaam…
Köylülerin davranışlarında ve tutumlarında hiçbir değişiklik göze çarpmadı. Adamların onun sesini duymadıkları ve varlığını bile fark edemedikleri ortadaydı. Kendileri konuştuklarında; onların susmaları gerekmemişti ama onlar konuştuklarında; astronotların susmaları ve konuşmaların birbirine karışmasını önlemeleri gerekiyordu.
Köylüler kendi aralarında konuşarak ve gerisin geri yürüyerek kayalıklara doğru ilerlerken nereden çıktığı anlaşılamayan bir gürültü koptu. Astronotlar çevrelerine bakındılar ve köylüler yürümelerini sürdürdüler. Tozlu yolun onlarla astronotlar arasında kalan kesimindeki büyük bir kaya parçası duyulmamış bir gürültüyle yerinden fırlamış, yandaki kayalık yamaca çarpa çarpa ta yukarılara dek tırmanmış ve en üstteki kayalığın dış kenarına vurarak vurduğu yere yapışıp kalmıştı. Bunu kayalığın dibinde beliren bir çakıl taşı ve kum yağmuru izlemiş, yerden yukarı saldıran ve çevreden gelen zerreciklerle birleşerek çoğalan parçacıklar en yukarıdaki kayanın ötesine-berisine çarpıp yerleşmişlerdi. İşin en ilginç yanı: o iri kaya parçasının henüz havada bulunduğu bir sırada, gerisin geri yürümekte olan köylülerin, bulundukları yerde kalakalmalarıydı.
Etimolog Şur Çarup kendini alamayarak mırıldanmaya koyulmuştu:
- Bence bu, köylülerin ayni kaya parçasıyla ikinci karşılaşmaları.
Komutan onayladı:
- Evet öyle. Duruma bakılırsa; ilk yaşantılarında onlar bu ayni yoldan öne doğru yürüyerek geldiler. Gürültüyü duyunca; kayalıktan bir kaya parçasının koptuğunu anlayıp oldukları yerde kalakaldılar. Sonra, kaya yolun üstüne vurup oturunca, korkacak bir şey kalmadığını fark edip yürümelerini sürdürdüler. Şu geriye dönüş sırasında da, ister istemez ayni olayların tersi oluştu.
Teğmen Vag:
- Rem… Dedi. Onunla ayni dünyada olmadığını, bunun için de sana bir zarar veremeyeceğini bildiğin için kayalıktan düşebilecek böyle bir kayanın altında korkmadan durabilir misin?
Fotonist kendini alamayarak güldü:
- Böyle bir şeyi düşünmene gerek yok ki Vag.
- Neden olmasın?
- Onların bu tersine dönen dünyalarında artık bir tek kaya parçası bile düşemeyecek.
- Niçin?
- Düşünsene Vag. Onların şu andaki dünyasında, kayalıktan kopabilecek herhangi bir kaya parçasının aşağıya düşebilmesi için, ayni kaya parçasının bir önceki dünyada yerden yukarı yükselerek ta yukarılardaki bir yere oturmuş olması gereklidir. Ayni dünyada bir süre önce sen de yaşamıştın. Yaşadığın süre içinde, yerden yükselip boşlukta tırmanarak yukarılarda bir yere ulaşan tek kaya parçası görebildin mi?
Teğmen Vag Lom şaşkınlıkla mırıldandı:
- Göremedim.
- Zaten göremezdin. Ama görebilmiş olsaydın, ne derdin böyle bir olaya?
Genç astronot başını salladı:
- Ne diyebileceğimi sen de biliyorsun Rem. Böyle bir olaya ancak “Mucize” denebilir.
- Evet, sana göre; yerden göğe doğru yükselebilecek bir kaya parçasının böyle bir yükselişi nasıl “Mucize” ise; bu köylülere göre de, yukarıdan aşağıya bir kayanın düşebilmesi bir öyle “Mucize” dir. Sen kendi dünyanda böyle bir “Mucize” ye rastlayamadığın için, onlar da kendi dünyalarında öyle bir “Mucize” ye asla rastlayamayacaklardır.
Astronotların konuşmalarını Şur Çarup’ un sesi böldü:
- Kaptan… Bir atlı araba…
Astronotlar kaptanla birlikte geriye döndüler. Araba bir at arabasıydı. Az önceki köylülerin gittikleri yönden gelmekteydi. Arabanın durumu, Doktor Emmol Lek’ in gürültülü kahkahalar koparmasına yol açtı:
- Böylesine bir araba görebileceğim aklıma hayalime gelmezdi… İnanılır şey değil… Atlar arabadan sonra, araba ise atlardan önce geliyor… Bir zamanlar, söz söylemeyi bilemeyip lafı tersinden getiren insanlara “Arabayı öküzlerin önüne koyuyorsun.” dendiğine bellek bankalarının ilk çağ tarihleriyle ilgili dokümanter kayıtlarında rast gelmiştim… Fakat söyleselerdi bile, böyle bir şeyi gözlerimle görebileceğime asla inanamazdım…
Teğmen Vag Lom, hem derin bir şaşkınlık, hem de alabildiğine büyük bir sevinç içindeydi:
- Hele şu hale bakın… Bu araba gerçekten şu atların önünde… Sanki bize doğru gelmesi değil de, karşıya doğru gitmesi gereken bir havası var… Fakat durum hiç de öyle değil… Çünkü bu araba bize doğru geliyor… Hem de gerisin geri yürüyen atlarıyla…
Kay Rem atıldı:
- Arabanın pozisyonunu doğru tanımladığından pek emin değilim Vag. Zira araba atların önünde değil, arkasında. Bize garip gelen tek şey; araba ile atların ileriye doğru gitmeyip gerisin geri gelmeleri. Tutarsız görünen de bundan ibaret.
Araba tozlu yolda, onu zorlukla gerisin geri iter görünen atların yorgun adımlarıyla gittikçe yaklaşmaktaydı. Aranacının dudaklarında anlamını çıkaramadıkları tersine bir türkü vardı. Bu türkü, melodisi bitmişten başlamışa gelen bir türküydü:
- ralğa mirelzög yena royınay mireğiC,
Ralğad ılnamud ıralğad nınafrU.
Kaptan Çi Vaştar başını kaldırıp yukarıya seslendi:
- Arabacının ne söylediğini anlayabiliyor musun Çarup?
Genç kadın soruyu yanıtlamaya çalıştı:
- Anlayamıyorum kaptan. Anlayabildiğim tek şey; arabacının türkü söylediği. Türkü hem tersten söyleniyor hem de düzü bilinen dillere benzemiyor. Seçebildiğim tek sözcük adamın söylediği en son sözcük.
- Nasıl bir sözcük bu?
- “Urfa” sözcüğü kaptan. Bu bir özel ad olsa gerek. Ancak takısı var. Ve ben de bu takısını anlayamıyorum. Biraz çalışsam çözebilirim belki.
Bu ikili konuşma sırasında Teğmen Vag Lom, elindeki antigravite aygıtının mandalına dokunmuş, bagajını yerden kaldırmaya başlamıştı. Komutan bunu görür görmez merakla seslenmek zorunda kaldı:
- Hey Vag, ne oluyor öyle? .. Yükünü neden kaldırdığını söyler misin? ..
Teğmen Vag Lom başını çevirdi:
- Bu şansı kaçırmak niyetinde değilim kaptan. Antigravite aygıtının enerjisinden tasarruf sağlama düşüncesindeyim.
Komutan şaşırmıştı:
- Hangi şanstan söz ediyorsun sen?
- Arabadan söz ediyorum kaptan. Gerisin geri gidiyor da olsa, bu araba bizim gittiğimiz yöne gidiyor. Bence bundan yararlanmak gerek.
Fotonist sabırsızlıkla haykırdı:
- Söylesene Vag, nedir senin amacın?
Teğmen Vag Lom belli belirsiz bir öfkeye kapılmıştı:
- Amacımın ne olduğu açık-seçik belli değil mi acaba? Alt yanı, şu arabaya yükümle birlikte birazcık binmek, yüküm için enerji harcamadan ve yorulmadan bir süre gitmek istiyorum. Tümü bundan ibaret dileğimin. Haydi, yürümekten yorulanlar gelsin benimle. Tümümüze yeter bu araba.
Teğmen Vag Lom arabaya doğru yürümeye başladı. Araba da zaten ona doğru gelmekteydi. Aralarında ancak birkaç adımlık mesafe kalmıştı. Fotonist Kay Rem, ona engel olmak için bir şeyler yağmaya çalışırken teğmeni izleyen Doktor Emmol Lek’ in de yanlarından ayrıldığını ve yükünü de kendisiyle birlikte götürdüğünü gördü:
- Heeey doktor, dön geri… Ne anlamsız bir davranış bu…
Kaptan Çi Vaştar, astronotlara engel olmaya çalışan arkadaşını bileğinden kavradı ve:
- Bırak Rem… Dedi. İlişme, gitsinler. Teori ve mantık onlara yetmiyor, görmüyor musun? Her ikisi de dünyaya yeni doğmuş çocuk gibiler… Anlamak, öğrenmek ve kabullenebilmek için tıpkı çocuklar gibi eylemli olarak denemeleri gerek. Bırak gitsinler.
Kaptana yaptığı bir işaretle yere inmek istediğini belirten ve yere oldukça dinlenmiş bir halde ayak basan Etimolog Şur Çarup şaşkınlıkla arkadaşlarının arkasından bakmaya başladı.
Teğmen Vag Lom’ la Doktor Emmol Lek, gerisin geri gelmekte olan at arabasına ayni anda atlamaya kalkıştılar. Mevcut görüntülerde, anında seçilemeyecek ölçüde anlaşılamayan karışıklıklar oldu. Neden sonra, karışık çizgiler süzülürcesine birbirleri içinden çekilip ayrıldı ve görüntüler duruldu. Araba, yol üstündeki o tersine gidişini sanki hiçbir şey olmamışçasına sürdürüp dururken doktorla teğmenin yerde yatmakta oldukları görüldü.
Olayın tanıkları arasında kahkahayı ilk koparan Etimolog Şur Çarup oldu ve onu Kaptan Çi Vaştar’ la Fotonist Kay Rem izlediler. Şimdi, üç astronotun bir türlü sona ermeyen kahkahaları ortamı inletmeye başlamıştı.
Doktor Emmol Lek, bulunduğu yerde büyük bir şaşkınlık içinde homurdanıp durmaktaydı:
- Arabaya atladığımdan emindim… Nasıl oldu bu?
Teğmen Vag Lom’ un içine düştüğü şaşkınlığın, Doktor Emmol Lek’ in içinde bulunduğu şaşkınlıktan pek de geri kalır yanı yoktu:
Duygularımın böylesine yanılabileceği aklıma hayalime gelmezdi… Fakat bu araba gerçekten yok doktor…
Şaşkınlığını üstünden atmışa benzeyen Doktor Lek ansızın gülmeye koyulmuştu:
- Var da olsa ben bu arabaya atlarım, yok da olsa… Çünkü sonunda hiçbir zarara uğramıyorum. Baksana, ne atlayınca binebiliyoruz ne de atladığımızı sanıp kendimizi yerde bulunca kemiklerimiz kırılıyor…
Teğmen Vag Lom, son derece büyük bir sevinç içinde haykırdı:
- Gerçekten de öyle… Hiçbir yerimde acı-sızı yok…
- Ne de sıyrılma-kanama…
- Hem boş hem de hoş uğraş diye ben buna derim işte…
Doktor Emmol Lek’ le Teğmen Vag Lom, arkadaşlarının yanına geldiklerinde, üstlerindeki şaşkınlıktan tümüyle kurtulmuşa benzemiyorlardı.
Kaptan Çi Vaştar:
- Peki, bu deneyin size bir yararı oldu mu bari?
Diye sordu. Doktor Lek bu soruyu başını sallayarak yanıtladı:
- Bir de soruyor musun? Bazılarının mantıkla kabullendiklerini bazılarının ancak deneylerle kabullenmeye kalkıştıklarını bilmiyor muydun yoksa?
Fotonist Kay Rem söze karıştı:
- Doktor, bana sorarsan; sen bir ve ayni dünyadan birbirinden ayrı iki şey istiyorsun. Bence bunu çoktan anlamış olman gerekirdi. Anlamadığına göre; bu anda sana söylemem gereken şu birkaç sözcüğün altını koyu kırmızı bir çizgiyle iyice çizmek zorundayım: Sen bu dünyanın bedeniyle o dünyanın arabasına hiçbir zaman binemezsin.
Doktor Emmol Lek, homurdanmalarını bir yana bırakmışa benzemekteydi. Gülümseyerek:
- Ne çıkar bundan delikanlım. Dedi. O dünyanın arabası da benim bu dünyadaki bedenimi çiğneyemiyor işte.
Genç dil bilgininin dudaklarını küçük fakat tatlı bir gülüş süslemekteydi:
- Anlatılmak istenen de bu.
- Anlatılmak istenen sadece buysa; yeterince anlaşılmış olduğu konusunda hiçbirinizin kuşkusu kalmasın.
Kaptan Çi Vaştar gülmemek için dudaklarını ısırıp durmaktaydı:
- Anlamak bu denli ucuza mal olduktan sonra elbette ki anlarsın doktor.
Ekip bu kere arabanın atlarıyla yüz yüze yürümeye koyulmuştu. Aralarındaki tek fark; atların geri geri, onlarında ileri ileri yürümelerinden ibaretti. Yaşadıkları garip olaylarla bunların tüm nedenlerini iyice bilmeleri bile ekibin zaman zaman şaşkınlığa düşmesini engelleyemiyordu. Esasen, şaşkınlıktan şaşkınlığa düşebilmeleri için ortada zaten yeterince neden vardı. Bunların başında atların durumları geliyordu. Sezgilerinin bir hayli yüksek olduğu bilinen atların en küçük bir olumsuzluk karşısında huysuzlanmaları gerekirken vuku bulan olay sırasında tek bir huysuzluk belirtisi göstermemiş olması, onlara göre elbette ki şaşırtıcıydı. Nitekim hayvanlar, görünüşte gittikçe kolaylaşan ve gittikçe yorgunluklarını ortadan kaldıran bu görülmemiş yolculuklarında sadece arabacılarıyla baş başaydılar. Bu her davranışlarından belli olmaktaydı. Bir önceki dünyada, atlarına vurduğu kamçı darbelerini bu yeni dünyada habire geri toplayan arabacı ise, salt kendi dünyasını, salt kendi düşüncelerini yaşamaktaydı.
Görüntünün çekiciliğine kapılmış bulunan astronotlar, aranın fazla açılmasına fırsat bırakmamak için, eskisinden daha uzun adımlar atarak hayvanlarla yüz yüze yürümeye başlamışlardı. Durumu ve koşulları tümüyle kavradıkları için artık yüksek sesle konuşmaktan çekinmiyorlardı.
Yürüyüş sırasında teğmen Vag Lom ortaya yeni bir soru atmaktan geri kalmadı:
- Bu atlarla bu arabacı, başlarını tek bir kere bile geriye çevirmedikleri, gidecekleri yeri görebilmek için arkalarını bir kere bile gözden geçirmedikleri halde, nasıl oluyor da bu yolda kazasız-belasız ilerleyebiliyorlar? Arada bir arkalarına bir dönemeç çıktığını, bu yüzden daha özenli bir manevra yapmaları gerektiğini nasıl görüp bilebiliyorlar? Bunun yerinde bir otomobil olsaydı ve geriye gitmesi gerekirken sürücüsü arkayı kontrol etseydi; ortada problem kalmazdı. Ama bir at arabası için durum hiç de böyle değil. Bu nedenle de, gözlerimle gördüğüm halde, hala daha kabullenemiyorum böyle bir şey olabileceğini.
Dil Bilgini Şur Çarup soruya yanıt vermeye çalıştı:
- Şimdiki dünyalarında bu arabacının ve bu atların arkalarını görmelerine gerek yok Vag. Zira onlar bu anda, önceden başlanmış ve bitirilmiş hareketleri yinelemekten öte hiçbir şey yapmıyorlar. Eski dünyada gerekmiş ve gereğince de yapılmış olan kontroller, bu yeni dünyada gerçekleştirilen şu gerisin geri gidişin güvencesini oluşturmuşlardır.
Kaptan Çi Vaştar konuyu bir başka açıdan ele almak gereğini duydu:
- Ben sana bir örnek vermek istiyorum Vag. Varsay ki; şu anda önünde bir dikiş makinesi mevcut. Sen bu makinenin mekiğini çıkarmışsın ve iğnesine de iplik takmamışsın. İğnenin altına da bir bez parçası koydun. Bez parçasını ileriye doğru fakat boşu boşuna dikiyordun. İpliksiz iğne bezi eşit aralıklarla sonuna dek deliyor. Son delikte duruyorsun. İğneyi çıkarmadan, bu kere bezi tersine dikiyorsun. Şimdi bu koşullar altında, az önce ileriye giden bezi geriye doğru eşit aralıklarla delmiş olan iğne, bu kere geriye gelen beze yine eşit aralıklarla ayni deliklerden batmaz mı? Yanıtını sen vermeden ben vereyim: Batar. İşte bence; bir eski ileriye gidişin bir yeni geriye dönüşü bundan farklı bir şey değildir.
Teğmen Vag Lom huzursuz bir davranışla söylenmeye başladı:
- Bu açıklamaları kabullenirsem; bu yeni dünyada da artık göze gerek kalmadığını kabullenmek zorunda kalacağım.
Kaptan Çi Vaştar sordu:
- Neden?
- Bence gözler, görmek içindir de ondan. Eskilerin bu yeni dünyasında ise gözlerin gördüğü hiçbir şey yok.
- Ben ayni kanıda değilim. Her şeyden önce; gözlerin ille de görmek için olduğunu öne süremezsin. Zira bu tür bir düşünceye değer verirsek; gözleri, görenlerinkinden pek de değişik olmayan ve fakat hiçbir şey göremeyen bazı anadan doğma körleri bir yana atmamız gerekir. Gözler sadece görmek için olsaydı; bunların da görmeleri gerekmez miydi? Üstelik görme konusundaki durum hiç de senin öne sürmek istediğin gibi değil. Çünkü bu yeni dünyada, görme yeteneği olan gözler yine görüyor. Fazlasına gerek yok,, atları ele alalım: Hayvanlar bir önceki dünyalarında bu yolu ileriye doğru giderlerken her adımda karşılarındaki görüntüleri daha bir büyük olarak görüyor ve onların kendilerine yaklaştıkları konusunda ister istemez bilgi sahibi oluyorlardı. Bu yeni dünyada ise; mevcut bulunan tersine dönüş yüzünden, gerisin geri gittikçe; görüntülerin küçüldüklerini görüyorlar ve onlardan habire uzaklaştıkları konusunda bilgi sahibi oluyorlar. Yani bir bakıma, durumun eski ve yeni dünya açısından pek de farklı olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Çünkü eski yaşantıları, kendilerine göre ne kadar normal idiyse, bu yeni yaşantıları da kendilerine göre bir o kadar normaldir. Ve onların eski dünyada olsun, yeni dünyada olsun, mevcut bulunan farkı görüp anlayabilmelerine olanak yoktur.
Astronotlar aniden susup bulundukları yerde durdular. Arabacı atlarını ve arabasını durdurmuş, kucağında iri bir taş parçası olduğu halde arabadan inmiş, gerisin geri yürüyerek taşı, yolun kendileriyle atlar arasında kalan bir kesimine bırakmış, yine gerisin geri gidip arabasına binerek atlarını ve arabasını gerisin geri sürmeye başlamıştı.
Arabacının davranışlarını izleyip durmakta olan Doktor Emmol Lek şaşkınlıkla homurdanmaktaydı:
- Ne yapıyor bu adam be? Arabadan koskoca bir taş alıp bir sürü sıkıntıya katlanarak aşağı indikten sonra, o taşı bu yolun üstüne bırakmanın ne anlamı var şimdi?
Sorunun yanıtı Kaptan Vaştar’ dan geldi:
- Anlamı açık Lek. Göründüğü kadarıyla bu adam bir önceki dünyasında bu yoldan gelirken o iri taş parçasını yerde görmüş, ilgilenmiş, atlarını durdurup inerek taşı kucaklayıp arabasına koymuş ve arabasını da yine ileriye doğru sürerek çekip gitmiş. Yeni dünyada hareketler feriye dönünce; ister istemez arabacıya da taşı eski yerine bırakmak düştü. Anlamını merak ettiğin durum da işte bundan ibaret.
Doktor Lek sordu:
- İyi ama o koskocaman taşı neden alıp arabasına koymuş olsun bu adam?
Komutan gülümsedi:
- Onu bana değil, Rem’ e sor. Zira fallara ben bakmıyorum.
Fotonist Kay Rem gülerek söze girdi:
- Kaptanın hakkı var; fallara ben bakıyorum. Arabacının şuraya bıraktığı bu taş parçasının bir mika bileşiği olduğunu anlayabilmek için falcı olmaya bile gerek yoktur sanırım. Gördüğümüz üzere; kaya parçası parıl parıl parıldıyor ve parıltısı da göz alıyor. Arabacımızı bir önceki dünyasında büyüleyen ve belki de, taşı evine kadar götürmesine yol açan bu parıltı olsa gerek.
Doktor Lek huzursuzlukla homurdandı:
- Şu iki dünya arasındaki görünmeyen engel izin verseydi; şu taşı ellerimle evire çevire iyice bir incelemek isterdim. Zira kuru görüntü insanı pek doyurmuyor.
Atları iyiden iyiye dinlenmiş ve üstlerindeki yorgunluklarını atmış olan araba, gerisin geri giderek bir dönemeçte kaybolmaya başlamıştı. Dönemeci döndüklerinde astronotlar karşılarına birdenbire dikilen köyü gördüler. Yol kıyısında dikili bulunan bir işaret levhasında yan yana durmakta olan iki sözcük yer almıştı:
Say Deresi.
Kaptan Çi Vaştar:
- Çarup… Diye seslendi. Bak bakalım okuyabilecek misin? Nedir bu?
Genç kadın ilerleyip levhayı gözden geçirdi:
- Bu, az ilerde görünen köyün adı olmalı kaptan. Belli ki bir trafik levhası. Okumaya okurum ama anlamını çıkarabilmem şimdilik olanaksız.
Teğmen Vag Lom şaşkın bir tutumla atıldı:
- Bu levha, buralarda motorlu araçların çalıştıklarının bir kanıtı olsa gerektir.
Kaptan Vaştar teğmene baktı:
- Evet öyle olmalı.
Teğmen Vag kekeleyerek mırıldandı:
- Birbirinden o kadar değişik iki dünyadayız ki; kaptan, böylesine bir uygarlık izine rastlayınca şaşırmaktan kendimi alamadım, özür dilerim.
Doktor Emmol Lek Etimolog Şur Çarup’ a döndü:
- Levhadaki yazı da tersine mi yazılmış Çarup? Yani tersine bir Türkçe mi bu şimdi?
Fotonist Kay Rem gülümsedi:
- Bizim ekip mantığı kapsülde bıraktı galiba.
Doktor Lek homurdandı:
- Nedenmiş o?
Soruyu komutan yanıtladı:
- Yazı hareket değildir de ondan Lek. Unutma ki; dünyayla birlikte tersine dönen, hareketlerdir. Hareketler tersine döndü diye eskiden yazılıp bırakılmış yazıların da tersine dönmesi gerekmez. Bence bu, bir oyuna benzemektedir Lek. Oyun sahneye koyulmuş, oynanmış ve perde indirilmiştir. Bitmiş bir oyuna artık hiçbir güç bir tek söz ve bir tek hareket bile ekleyemez. Oyun eğer tersine oynanacaksa; eskiden düzüne oynandığı gibi oynanacaktır. Başka umarı yoktur. Ekleme söz konusu değildir.
Doktor Lek homurdandı:
- Anlaşılmıştır. Yeni yeni alışmaya, yeni yeni öğrenmeye, yeni yeni tanımaya çalıştığımız bir dünya bu. Elbette ki bazı yanlış değerlendirmelerimiz olacaktır.
- Özür dilerim Lek. Amacım seni kırmak veya kızdırmak değildi.
- Kırıldığını veya kızdığını söyleyen kimmiş?
Önde gerisin geri giden at arabası ve arkada da kendileri olmak üzere köye girdiler. Araba, evler arasındaki daracık sokaklardan ayni ustaca ve şaşırtıcı hareketlerle geriliyor, her yokuş aşağı inişte; meşin koşumlar atların gemlerine ve boyunlarına asılıyor, arabacı dizginleri çekerek onlara yardıma çalışıyordu. Birkaç adım ilerdeki bir evden ellerindeki iki dolu kovayla çıkan kirli sarı saçlı, yamalı kırmızı entarili, çıplak kirli ayaklı, yarık topuklu bir kız çocuğu gerisin geri yürüyerek az ötedeki bir pınara doğru girmekteydi. Yokuşun alt başından son derece kolaylıkla yukarılara doğru çıkan kirli bazı sulara, sağdan-soldan görünen bazı küçük su sızıntıları karışıyor, su gittikçe çoğalıp yayılarak pınarın yalağına doğru geriliyordu. Taş yalaktaki bulanık su gittikçe berraklaşmakta ve kesintisiz bir biçimde yukarı doğru kalkarak pınarın tahta oluğuna girip gözden kaybolmaktaydı. Suyun arkasında doğal bir fon oluşturan pınarın taşları olmasaydı; akıntının alttan yukarı olduğunu sezinlemeye olanak bile bulunamayacaktı.
Etimolog Şur Çarup başının yukarısındaki yükü indirmiş, elindeki antigravite aygıtını devreden çıkarmış ve arkadaşlarından ayrılarak kirli sarı saçlı kızın yanına ulaşmıştı. Çocuğun onun varlığını sezinlediği, ayaklarının sesini duyduğu ve kendisini bile gördüğü yoktu. İçi su dolu olan kovalardan birini elleriyle kaldırıp pınar yalağının içine koymuştu. Şur Çarup derin bir şaşkınlık içinde bakınıp durmaktaydı: Kovayı doldurmakta olan suyun ilk damlaları yerçekimine kafa tutarcasına yukarıya doğru yükselip hiçbir yere değip dokunmadan tahta oluğa ulaşmış ve olukta kaybolmaya koyulmuştu. Su artık genç kadının gözleri önünde garip şırıltılarla kovadan tahta oluğa boşanıyor ve olukta gözden kayboldukça kovadaki su düzeyi de alçalıyordu. Bu inanılmaz olay, kovadaki son damlalar tükeninceye dek sürüp gitti. Sonra, yamalı entarili küçük köylü kız, durumu yadırgamayan bir tutumla boş kovayı kaldırıp yalaktan çıkardı, dışarıda bir yana koydu ve bu kez ikinci dolu kovayı yalağa yerleştirdi ve bunun arkasından ondaki suyun da tatlı tatlı yükselip oluğa boşalmasını izlemeye koyuldu.
- Bu çocuk, bizim gördüğümüz bu garip olayı görme olanağından yoksun, değil mi Çarup?
Genç kadın daldığı görüntülerden sıyrılıp başını kaldırdığında Doktor Emmol Lek’ i tam yanında buldu.
- Ne kadar yazık doktor. Dedi. Ne kadar yazık. İnanır mısın, içimden bu küçük kızın şu kirli sarı saçlarını derin bir sevgiyle okşamak geliyor da, ben bunu yapamıyorum.
Doktor Emmol Lek tatlı tatlı gülümsedi;
- Evet, bunu yapabilmene asla olanak yok. Ne sen onu okşayabilirsin, ne de o okşandığını sezebilir. Baksana, burnunun dibinde yaptığımız şu konuşmalar bile onu daldığı düşüncelerden ayıramıyor ki ayırsın.
Etimolog içini çekti:
- O bize göre var ve biz ona göre yokuz. Ne garip bir şey bu?
- Garip olduğu ölçüde de güzel.
- Güzel olduğu ölçüde de acı.
Doktor Lek irkildi:
- Acı mı? Ha evet, acı. Elbette acı. İki ayrı dünya ve birbirinden değişik iki insan topluluğu. Birindekiler bu dünyayı bir ikinci kere yaşayabilmek mutluluğuna ermişler ama bu mutluluğun farkında bile değiller. Obirindekiler yepyeni ve olağanüstü yeteneklere sahip olmuşlar ama bu yeteneklerinden yeterince yararlanabilme olanağından yoksunlar.
Şur Çarup tamamladı:
- Ve birindekilerin yaşamı önceden yaşadıkları kadar. Ne eksik, ne de artık. Obirindekilerin yaşamı ise pamuk ipliğiyle bağlı. Handiyse ölüm burunlarının dibinde.
Doktor Lek derin bir sevgiyle genç kadının saçlarını okşadı:
- Bunu düşünmemelisin Çarup. Hiçbir yararı yok.
Genç kadının sesi titremeye başlamıştı:
- Ama ölüm bu denli yakınlarda bu denli bilinen yerde olmamalı doktor.
- Aldırma. Belki bizim için de bir yeni diriliş vardır. Bu sözümü kabullenmeyebilir misin?
- Kabullenmeyebilsem de kabullenmemek istemem.
Köylü kız ikinci kovayı da boşaltıp bitirmiş ve onu da kaldırarak pınarın yalağından çıkarmıştı.
İki astronot bir süre, ellerinde bomboş kovaları bulunan küçük kızın gerisin geri yürüyüşüne baktılar ve sonra toparlanıp ilerlemeye koyuldular.
İlerlerde bir yerde, arabacı atlarını çözmüştü. Koşumlardan kurtulmuş ve alabildiğine dinç bir hal almış bulunan atların dizginleri ellerindeydi. Gerisin geri giderken dizginleri gerekenden çok daha gevşek tutuyor, hayvanları da herhangi bir çekilmeye ve zorlanmaya fırsat bırakmaksızın tersine kişneyişlerle gerisin geri giderek onu izliyorlardı. Adam, arkasında bulunan ve kanatları açık duran ahırımsı bir yere girdi ve geri geri gelen atlarını içeri aldı.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’ in komutanı Çi Vaştar, kapıyı örtmekte olan arabacının arkasından bakarken astronotlara seslendi:
- Şimdilik buradayız arkadaşlar…

(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman’ından > 478 – 505 / 731)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 5.10.2008 13:27:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bu eserin Türkiye' de yazılmış ilk kurgubilim tarzında eser olduğu bir arkadaşım tarafından tarafıma söylendi. 19 Eylül 1977 'de Erzurum' da yazılmaya başlanılmış ve 19 Eylül 1989' da Bursa' da bitirilmiştir.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu