3.1
Bolluk İçinde Kıtlık
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’in komutanı Kaptan Çi Vaştar, dalgın bakışlarla uzaklara bakmakta olan Doktor Emmol Lek’in yanına yaklaştı. Tatlı bir sesle:
- Ne düşünüyorsun Lek? Çok daldırmışsın.
Kaptanın tanıdık sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrılan Doktor Lek gözlerini arkadaşına çevirdi:
- Birdenbire nasıl olup da bu denli yalnız kalabildiğimizi düşünüyorum Vaştar. Dedi. Koskoca bir dünyada topu topu beş kişi mevcut. Adeta insanoğlunun ilk yaratıldığı günlerdeki gibi. Yeryüzünün ilk ailesini andırmaktayız sanki. Adem’in ailesini.
Kaptan Vaştar Gülümsedi:
- Yeryüzünün ilk ailesinin altı kişiden ibaret olduğu söylenir Lek. Adem, Havva, Habil, Kabil ve iki de bunların kız kardeşleri.
- Aldırma. Bu pek bir şeyi değiştirmez. Kardeşinden iki yaş büyük olan Kabil, kız kardeşlerinin güzel olanıyla evlenebilmek bencilliği yüzünden nasıl olsa Habil’i öldürmüş, bu nedenle de aile zaten beş kişiye inmişti. Biz de beş kişiyiz. Onlar da bu dünyada yapayalnızdı, biz de yapayalnızız. Aradaki tek fark şu: Onlar hiçbir şey bilmiyorlardı, biz ise çok şeyler bilmekteyiz. Onlar da buraya dışarıdan gelmişlerdi, biz de bir bakıma dışarıdan gelmiş sayılırız. Evet, biz buraya dışarıdan geldik ve bir de gördük ki; bu dünya artık bizim değil.
Kaptan Vaştar gülmekten kendini alamadı:
- Bu konuda iyi bir kitap yazabilirsin Lek.
Doktor Lek bu düşünceye omuz silkti:
- Bundan sonra hiçbir işe yaramaz. Zira okuyacak kimsemiz yok. her şeyimizi kısa bir yolculuk sonunda yitirdik. Bizi soydular Vaştar. Çırılçıplak soydular Vaştar. Çırılçıplak soydular. Evimizi-ocağımızı tamtakır bıraktılar. Belki de dünya yaratıldı yaratılalı, belki de hiç kimseye böylesine görülmemiş bir olayı izleme şansı tanınmamıştır. Bilim adamlarına bile. Böylesine dolu ve böylesine büyük bir laboratuar, dünya yaratıldı yaratılalı belki de hiç kimseye verilmemiştir. Dünyanın en büyük gözlem ve en büyük deney yapma olanağı, gelmiş geçmiş kuşaklar içinde belki de sadece bize tanındı. Gözle gözleyebildiğince. Dene deneyebildiğin kadar.
Doktor Emmol Lek içindeki huzursuzluğu pek atamayacağa benzemekteydi:
- Bu olağanüstü gözlemlerin ve deneylerin sonuçlarını kendisine anlatacak tek kimse bulamadıktan sonra neye yarar? Kendi kendimizi doyurmaktan başka.
İki astronotun sözleri Teğmen Vag Lom’un araya girmesiyle kesildi;
- Kaptan, yedek besinleri de ambalajlayalım mı?
Kaptan, bir adım kadar arkasında duran teğmene döndü:
- Lek bunu daha önce söylemişti sanırım Vag. Dedi. Besinleri ilgilendiren her ne varsa alın. Tümünü alın. Bizim için en önemli olan şey bu.
- Baş üstüne kaptan.
Teğmen Vag’ın, az ötedeki kapsülün önüne paket yığmakta olan Fotonist Kay Rem’e doğru ilerlemesi üzerine, Doktor Emmol Lek:
- Vaştar… Dedi. Özür dilerim. Senin şu yapay besinlere alabildiğine önem vermeni önceleri pek anlayamamış ve bu konuda saçmalamaya başladığını sanmıştım. Yapılan görüşmelerden ve içinde bulunduğumuz koşulların anlaşılmasından sonra, bunun bizim için ne kadar önemli olduğunu kavrayabildim. Bu nedenle de, senden özürler diliyorum.
Kaptan Vaştar elini salladı:
- Ortada özür dileyecek bir şey bulunduğunu sanmıyorum Lek. Ancak besin işi, bizim için gerçekten büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü halihazırda, burada, yani kendi dünyamızda bulunmakla birlikte, buradan yararlanma olanağımız kalmamıştır. Dünya nimetleri şimdi hem dokunabileceğimiz kadar yakınımızda, hem de asla ve asla ulaşamayacağımız kadar uzağımızda.
Doktor Emmol Lek titremekten kendisini alamadı:
- Ben bunu bir türlü kabullenemiyorum Vaştar. Daha doğrusu; kabullenmek istemiyorum. Zira çok büyük bir haksızlık bu. Biz, böylesine büyük bir haksızlığa uğramamızı gerektirecek suç işlemedik. Yaptığımız sadece dünyamızdan birazcık uzaklaşmak ve yine geri gelmek.
- Ben seninle ayni kanıda değilim Lek. Bana göre; bu çok büyük bir şanstır. Son derece mutluluk verici bir olaydır. Dünya yaratıldı yaratılalı, böylesine bir şans, belki de, hiç kimseye verilmiş değildir. Milyarlarca insan içerisinde, bunun sadece bize tanınan bir şans olduğunu anlayabilecek durumda bulunduğun halde, nasıl olur da bunu şanssızlık olarak değerlendirebilirsin, anlayamıyorum.
Doktor Emmol Lek onu dinlemiyordu bile:
- Ağırlıktan tartılan dallardaki kıpkırmızı kirazları, yemyeşil, kütür kütür caneriklerini, yeşil yapraklar arasından fırlamış ve tadından ikiye ayrılmış, olgun, sulu şeftalileri, sapsarı kabukları içindeki misk kokulu muzları, ekşili, tatlılı, kıpkırmızı, sapsarı elmaları, suları kendiliğinden damlamaya başlamış iri iri armutları, kehribar renkli, salkım salkım üzümleri görüp de, bilip de, bulup da yiyememek ne büyük mutsuzluk… Kışın üşüyememek, yazın terleyememek ne büyük mutsuzluk… Ilık ılık boşanan sağanaklar altında, saçların alnına yapışıncaya dek ıslanamamak ne büyük mutsuzluk… Rugandan yapılma botlarınla, başındaki yün başlığınla, sırtındaki kürkün ve ellerindeki sıcacık eldivenlerinle bembeyaz karlara gömüle gömüle yürüyememek ne büyük mutsuzluk…Buzların üstünde, onları gıcırdata gıcırdata yürüyememek, insanın her yanını bıçak gibi kesen ayazın altında adım atamamak ne büyük mutsuzluk… Mayonu bacaklarına takar takmaz denizin o masmavi sularına dalamamak, enginlere doğru canla-başla kulaç atamamak ne büyük mutsuzluk… Şırıl şırıl akan billur sulu ırmaklardan içememek, pırıl pırıl sular içinde yüzen altın ve gümüş pullu balıklara avuçlar dolusu yem atamamak, minicik bir bahar kuzusunun yüzünü-gözünü öpememek, desenleri insanları büyüleyen zarif bir kelebeğin saçlarına konmasına izin verememek ne büyük mutsuzluk… Bu, mutsuzluktan da öte bir şey… Başlı başına bir haksızlık… Başlı başına bir işkence… Düşünsene Vaştar; karnın alabildiğine aç ve dilin-damağın susuzluktan kavrulmuş. Önünde evrenin en temiz, en güzel kaynağı, en görkemli yiyecekleri duruyor fakat sen onlardan ne bir tek lokma alabiliyor, ne de bir yudum içebiliyorsun. Bu ancak, sevdiğin yiyeceklerle dolu bir vitrin camını ve bir kaynağın billur gibi sularını bir camın arkasından yalamaya benziyor. Bir bakıma; bir seraptan farksız. Düşünsene; özlediklerini, sevdiklerini, yakınlarını görecek, seslerini duyacak fakat onlara hiçbir zaman “Ben buradayım” diyemeyeceksin artık.
Kaptan Vaştar, kendine güvenli bir tutumla başını sallayıp durmaktaydı:
- Bu denli karamsar olmamalısın Lek. Bize tanınmış olan bu şansın değerini bilmelisin. Zira bu, ele kolay geçirilebilecek bir şans değildir. Bu bir ayrıcalıktır, bir üstünlüktür, bir yüceliktir. Bunları bize tanıyan güce teşekkürler etmemiz gerekmektedir. İnsanların gizliliklerini görebilmek, onların gerçeklerini öğrenebilmek büyük bir şanstır. Kurallarına değmeden-dokunmadan, her türlü sınırlarını aşabilmek ne güzel bir şey. Onların en geçilmez sınırlarını geçebilmek, en kalın duvarlarını ve bu duvarlara asla zarar vermeden geçivermek ne denli bulunmaz bir olanak. Beli bükülmüş, yüzü-gözü kırışmış, eli-ayağı buruşmuş, derisi pörsüyüp sepilemiş, gücü tükenmiş ve yaşlılığın doruğuna ulaşmış insanların gittikçe dinceldiğini, gittikçe genceldiğini, gittikçe güçlendiğini, gittikçe tazeleştiğini görebilmek az şans mıdır? Dinle beni Lek. Bu bir bakıma, İsrafil’in Sur’ unu üfleyerek ölüleri mezarlarından kaldırmasına benziyor. Elbette ki; tamı tamına din kitaplarında anlatılanlar gibi değilse de, aşağı-yukarı onları andıran bir şey.
Fotonist Kay Rem uzaktan seslendi:
- Kaptan… Işıldakları da almamız gerekiyor mu?
Kaptan Çi Vaştar bulunduğu yerden yanıtladı:
- Hayır Rem… Gerekmez… Ağırlık yapmayalım… Bellek bankasını çıkardınız mı?
- Çıkardık kaptan. Haberleşme aygıtları için kararınız nedir? Çok yer tutar bunlar…
- İstemez Rem… Onlara artık gereksinimimiz olabileceğini sanmıyorum…
- Anlaşıldı…
Fotonist ivedi adımlarla yeniden kapsüle içeri girerken Kaptan Çi Vaştar Doktor Emmol Lek’ in omzunu okşadı:
- Lek… Dedi. Yaşantı düşünmeye pek değmez. Bunu artık anlamış olacağını umudederim. Bırak düşünceyi ve tasaları bir yana. Adem babamızla Havva anamızın pek de çözülemeyecek problemleri yoktu.
Doktor Lek, kapsül yakınında bir takım hazırlıklar yapmakta olan Etimolog Şur Çarup’ u gösterdi:
- Çözülecek bir problemi olup olmadığını sen Havva anamıza sor.
Komutan genç kadına doğru baktı:
- Pek de fena olmaz.
Kaptan Çi Vaştar arkadaşından ayrılıp genç dil bilgininin yanına doğru yürüdü:
- Selam Çarup…
Etimolog kaptanı yanında görür görmez işini bırakıp doğruldu:
- Selam kaptan…
- Nasıl, işler iyi gidiyor mu?
Şur Çarup zorlukla gülümsemeye çalıştı:
- Eh, iyi gidiyor sayılır. Götüreceğim şeyleri paketliyordum. Bir-iki portatif bellek bankası, bir de silikon hücreli sözlük. Hepsi bundan ibaret.
- Sözlüklerin yararı olacak mı dersin?
- Oldu bile kaptan. Çocukların söylediklerini anımsarsınız sanırım: “Yav mülüg, yav” gibilerden bir şeyler. Ben bunların Türkçe sözcükler olduklarını, ancak sondan başa doğru söylendiklerini buldum. Bu da Rem’ in bulgularını kanıtlamaktadır. Nitekim bu sözcükler türkü dörtlüklerinden sonra söylenen bir takım nakaratlardan yani yinelemelerden ibarettir. Anlamları da “Oh gülüm, oh” olarak dilimize çevrilebilir. Benim “Oh” olarak çevirebildiğim bu “Vay” sözcükleri, yinelemede geçen “Gül’ sözcüğüne süsleme yapmaktadır.
- Güzel… Ya obir sözcükler? Gerçekten düz konuşmalar mıymış?
- Onları henüz çözemedim kaptan. Ama bunu becerebileceğimi sanmaktayım.
Kaptan bir süre konuşmadı, sonra genç kadının yüzüne bakarak:
- Çarup… Diye yeni bir soru sordu. Yaptığımız saptamaların ve elde ettiğimiz sonuçların senin üzerinde yıkıcı bir etki yapıp yapmadıklarını öğrenmek istiyorum. Bunların senin üzerinde yıkıcı bir etki yapmadıklarını söyleyebilir misin bana?
Genç kadının üstünde saklamayı hiç de beceremediği umutsuz bir hava vardı:
- Yıkıcı etki yapmadıklarını pek söyleyemem kaptan. Fakat uğradığım şaşkınlığın bu etkiden çok daha güçlü olduğunu söyleyebilirim. Bu da doğal sayılır. Zira uğradığımız felaket hiç de kolay kabul edilebilir bir felaket değil.
Komutan alçak bir sesle sordu:
- Sen bunu bir felaket olarak mı değerlendiriyorsun Çarup?
Genç kadın, alnına düşmüş olan saçlarını eliyle geri attı. Bakışlarını sürekli olarak kaptanın bakışlarından kaçırıp durmaktaydı:
- Başka türlü değerlendirmem kolay mı kaptan? Düşüncelerimi saklamam gereksiz. Ben bunu yangından ve ben bunu ölümden çok daha büyük bir felaket olarak değerlendirmekteyim. Onlar hiç olmazsa; insanın bazı şeylerine pek değip dokunmazlar. Bu ise; bize hiçbir şey bırakmadı ve hepsini alıp götürdü.
- Peki, nelerini sana bırakmasını isterdin, sorabilir miyim?
Şur Çarup üzüntüden kaynaklanan bir umutsuzlukla mırıldandı:
- Herşeyimi kaptan… Anlıyor musunuz? Herşeyimi… Herşeyimi bana bırakmasını isterdim… İnsanın bir an içinde herşeyini birden yitirmesi kolay değil…
Kaptan sıcacık bir sesle onayladı:
- Elbette kolay değil. Ama bu bir gerçek. Kendimizden ve bu kapsülle kapsüldekilerden başka herşeyimizin elimizden çekilip alındığı bir gerçek. Bence önemli olan, bunu benimseyebilmek. Zira bunu kabullenmemek bize asla yarar sağlamaz. Sadece bizi mutsuz eder ve mutsuzluğumuzu da arttırır.
- Elbette ki haklısınız kaptan. Gerçeği kabullenmek zorunda olduğumuzun farkındayım. Fakat yine de, kabullenmenin kolay bir şey olmadığını söylemeden edemiyorum. Bunun için, kendimi buna biraz daha hazırlamam gerektiğini sanmaktayım.
- Evet, bu doğru olacak. Başarılar dilerim.
- Teşekkürler kaptan.
Teğmen Vag Lom’ la Fotonist Kay Rem, bazı şeyleri kapsülden dışarıya taşımaya çalışmaktaydılar. Doktor Emmol Lek de yanlarına kadar gelmişti. Kaptan, düzenli bir biçimde yığılmakta olan paketleri gözden geçirdi, paketler konusunda Fotonist Kay Rem’ le bazı şeyler görüştü, bu görüşme sonunda; alınacak ve alınmayacak paketler arasında bazı yeğlemeler yaptı ve bazı yeni direktifler verdi. Teğmen Vag Lom ise bulunduğu yerden kaptana seslenmekteydi:
- Kaptan, manyetik masaları ve tabureleri almamızda yarar var mı? Rem, bunların taşınacaklar arasından çıkarılmasını istedi.
Kaptan Vaştar üzgün bir tutumla yanıtladı:
- Onları birlikte götürmemizde bir yarar olacağını sanmıyorum Vag. Zira mevcut bir manyetik döşeme olmadan onları kullanamayız. Bundan sonra, belki de hiçbir zaman, manyetik döşemeli bir ünitemiz, bir odamız, şuyumuz-buyumuz olmayacaktır.
Teğmen Vag başını eğdi ve manyetik masalarla tabureleri ve benzeri eşyayı taşınacak eşya arasından ayıklamaya koyuldu.
Hazırlıkların aşağı-yukarı bitmeye yüz tuttuğunun farkına varan komutan, arkadaşlarının karşısında toplanmaya başladıklarını görünce, başını Doktor Emmol Lek’ e çevirdi:
- Lek… Dedi. Hazırlıkların ne durumda?
Doktor Emmol Lek başını kaldırdı:
- Benim hazırlıklarım tamam Vaştar. Beslenme konusunda şimdilik bana güvenebilirsin. Fakat sana bu güvenceyi verirken şu “Şimdilik” sözcüğünün altını çizmekte olduğumu da unutmamalısın. Çünkü bu akıldânâsı makinenin bizi ne kadar süre besleyebileceğini kesinlikle bilememekteyim.
Kaptan Vaştar başını Şur Çarup’ a döndürdü:
- Anlaşıldı. Senin hazırlıkların nasıl Çarup?
Genç kadın önündeki küçücük bir paketi gösterdi:
- Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1’ in Etimoloji Ünitesi harekete hazır kaptan.
- Teşekkürler. Peki senin durumun ne merkezde Vag?
Teğmen Vag Lom çaresizlikle ellerini yanlara doğru açtı:
- Bellek bankasının bir bölümünü ben taşıyacağım kaptan. Haberleşme aygıtlarına gerek görmediğiniz için başkaca yüküm yok.
- İyi. Rem seninkiler nasıl, hazır mı?
Fotonist Kay Rem kaşları çatılmış olarak durmaktaydı:
- Hazır kaptan. Bellek bankasının kalan bölümleri, personelin bazı eşyası, yanı sıra birkaç öte-beri. Tümü bundan ibaret. Bilmem ki başka bir şey almak gerekir miydi?
- Sanmıyorum. Sonuç olarak; alamadıklarımızın tümünü ve kapsülü burada bırakmak zorundayız.
Doktor Emmol Lek kaşlarını kaldırıp sağ elini havada sallayarak homurdandı:
- Nasıl olsa bunları çalabilecek tek bir hırsız bile mevcut değil bu koskoca dünyada. Uzaydaki herhangi bir yörüngeye atılmış herhangi bir yapma uydu bile çalınabilir fakat bizim kapsül asla çalınamaz.
Teğmen Vag Lom ortaya safça bir soru attı:
- Acaba onu toprağa gömsek daha iyi olmaz mıydı kaptan?
Kaptana yöneltilmiş soruyu Doktor Emmol Lek yanıtladı:
- Bu bizim eski dünyamızdan bir tek avuçluk toprak eşebilirsen; eş de gömelim kapsülü Vag. Bence; senin, içinde bulunduğumuz koşullardan hala daha haberin yok delikanlım. Kapsülün gömülmesine gerek bulunmadığı gibi, onun için yapılacak bir ayrılış töreniyle yitirilecek zamanımız da yoktur.
Kaptan Vaştar doktorun sözünü kesti:
- Yanılıyorsun Lek. Yapılacak bir törenimiz var ama bu senin alaya aldığın bir gömme töreni değil.
- Nasıl bir törenmiş o?
- Törenden çok bir formalite ve güvenlik önlemi.
- Nasıl bir formalite ve önlem, anlayamadım.
Fotonist Kay Rem o zamana kadar ortaya çıkarmadığı metal bir plaketi ileri uzatıp gösterdi:
- Bu plaketi buraya, kabinin bulunduğu yere bırakacağız doktor.
- Ne var bu plakette?
- Kapsülle ve bizle ilgili bazı bilgiler.
Doktor Lek başını sallayarak homurdandı:
- İyi ama bize ne yararı olacak bunun?
Soruya Kaptan Vaştar yanıt verdi:
- Bize değil, bizden sonra buraya gelmesi olasılığı buluna kimselere yararı olabileceğini düşündük Lek.
- Haydi canım sen de… Bizden sonra buraya başka birilerinin gelebileceği düşüncesi de nereden çıktı şimdi?
- Bu sadece bir umut, bir olasılık ve bir önlem Lek. Elbette ki; ortada kesin bir şey yok. Eğer günün birinde, zaman içerisinde bizimle ayni yönde ilerleyen herhangi bir kuşak gelecek olursa; başımıza gelenlerden ve burada olup bitenlerden bilgileri olsun istedik.
- Ben bunun hiç de yarar sağlayabilecek bir önlem olduğuna emin değilim.
- Neden?
- Nedeni belli: Plaketi gömebileceğimiz toprağımız yok. Üstünde bulunduğumuz dünya artık bizden değil. İstesek de bu toprağı bir tek santim bile kazamaz, bu plaketi de toprağa falan gömemeyiz.
- Bu doğru. Zaten biz de onu gömecek değiliz. Buraya, kapsülün girişine böylece bırakacağız. Zira başka türlü davranabilmek elimizden gelmez.
- Anlaştık şimdi. Bari bırakın da bu iş bitsin.
Fotonist Kay Rem, Kaptan Vaştar’ ın bir işareti üzerine plaketi kapsülün girişindeki eşiğe vidaladı. Başta kaptan olmak üzere, tüm astronotlar kapsülü derin bir sevgi ve saygıyla selamladılar. Tümünün gözleri yaşarmıştı. Dünyadaki son yuvalarından, son barınaklarından ayrılmalarının onlara ne denli zor geldiği açıkça anlaşılmaktaydı. Doğa, koskoca bir yıldızlararası uzay gemisinden onlara bıraka bıraka bunu, işte bu kapsülü bırakmıştı.Onlar da onu yine doğaya armağan etmekteydiler.
Kaptan, gözyaşlarını saklamaya çalışan Etimolog Şur Çarup’ u görmemeye uğraşarak:
- Arkadaşlar… Diye seslendi. Garip bir rastlantıyla büyük bir felaketin içine düşmüş olduğumuzu saklamaya gerek görmüyorum. Bence, en iyi ve en yerinde davranış; gerçeği bilmek, onu kabullenmek ve ona göre davranmaktır. Koskoca bir dünyadan, kala kala geriye bu beş kişi kalmıştır. Bu bakımdan, genelde pek yalnız sayılmayız. Dünya kendi doğasıyla, kendi insanıyla ve kendi varlıklarıyla yine önümüzde ama artık onları bizden, bizi de onlardan sayabilme olanağı yoktur. Zira onlarla aramızda görünmeyen ve aşılamayan bir duvar oluşmuştur. Bu yüzden onlar bizim, biz de onların sınırlarını aşamayacak bir durumdayız. Şimdi artık onlarla birbirine ters düşen yollarda yürümemiz gerekmektedir. Bu yürüyüşü onlar durduramayacakları gibi, biz de durduramayacağız. Bu koşullar altında; herkes ve her şey kendinden olanlarla birlikte kendi yoluna gitmek zorunda. Durum ve koşullar onlar için normal ve kolaydır fakat bizim için pek de kolay ve normal değildir. Zira, başımıza gelen bu olayda, bize oldukça sınırlı bir yaşam hakkı tanınmıştır. Sizleri umutsuzluk içinde bırakmak istemiyorum. Ama üzülerek belirtmek zorundayım ki; yaşantımız ancak yanımızda bulunan yapay besin maddelerimizin yetebildiği süreyle sınırlı olacaktır. Bu maddelerden bir bölümü üretilmiştir ve daha bir bölümü üretilebilecektir. Ancak bunlar tükendikten sonra, yaşantımızı sürdürebilmemize olanak bulunmamaktadır. Durumu böylece bilmenizde ve kabullenmenizde yarar görmekteyim.
Kaptan Çi Vaştar üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyor, bakışlarını arkadaşlarının yüzlerinde gezdirmekten çekiniyor ve sözlerini onlara doğru değil de, sanki uzaklara doğru söylüyordu:
- Özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum: Bundan böyle kendimiz için yaşamamız söz konusu değildir. Zira, kendisinden artık hiçbir şey beklenmeyen bir yaşam için çaba göstermeye pek gerek kalmamıştır. Bu nedenle artık kendimiz için değil, bizim bu dünyamızda henüz bulunmayan başkaları için yaşamak zorundayız. Ben, bunun bizim temel ödevimiz olarak kabullenilmesini dilemekteyim. Dayanabildiğimiz kadar dayanacak, yaşayabildiğimiz kadar yaşayacak ve bizden sonra bu dünyaya, bu izdüşümüne gelmesi olasılığı bulunan kuşaklar için elden geleni yapmaya çalışacağız. Dünyanın bu beklenmedik değişmesi konusunda elde edebileceğimiz tüm bilgilerin onlara ulaştırılmasını sağlayacağız. Sözünü ettim kuşaklar gelebilir veya gelmeyebilir. Gelecek kuşaklar, bizim onlara hazırladığımız bilgileri bulabilir veya bulamayabilir. Bıraktıklarımızı değerlendirebileceği gibi alaya da alabilir. Bunlar bizim için önemsizdir. Önemli olan; kendiliğimizden yüklendiğimiz bu görevi en iyi biçimde yerine getirmektir.
Astronotlar arasından konuşan tek kimse çıkmadı. her birinin yüzünde, yükleneceği görevin önemine inanmış insanların kararlılığı göze çarpmaktaydı. Ve yanı sıra, belli edilmemeye savaşılan inatçı bir üzüntü. Başkaları için yaşamanın mutluluğu yanında kendisi için yaşayamayacak olmanın üzüntüsü. Yaşamının çok kısa olacağını bilmenin, buna karşı duramamanın, böyle bir yazgıyı silip atamamanın mutsuzluğu ve çaresizliği.
Kaptan Vaştar, onların elden geldiğince saklamaya çalıştıkları mutsuzluğu anlamış olmanın derin üzüntüsü içindeydi. Belki de bu nedenle sözünü zorlukla sürdürebilmekteydi:
- Arkadaşlar, gerçekten üzgünüm. Size iyi bir gelecek ve mutluluk vaat edemiyorum. Hem bizim olan, hem de bizim olmayan bu garip dünyanın gittikçe artacak olan kalabalığında size ancak beş kişilik bir yalnızlık vaat edebiliyorum. Yiyecek ve içecek bakımından cennet sayılabilecek olan bir dünyada sadece yakın bir kıtlık vaat etmek zorundayım. Nitekim, önünüzde bulunan kısa yaşam, son derece büyük bir bolluğa baka baka, son derece büyük bir kıtlık içinde geçecektir. Gerekenden biraz daha fazla yaşayabilesiniz diye; size, her geçen gün biraz daha azalan bir beslenme rejimi uygulamak zorunda kalacağımı belirtmek istiyorum. Ben sizleri, imrenilecek bir mutluluğa değil, çağıl çağıl akan dupduru ırmaklar, dalgaları enginlere kadar uzanan masmavi denizler, birbirinden bereketli yağmurlar, ve şırıl şırıl akan pınarlarla dolu bir garip dünyadaki acımasız bir susuzluğa doğru götürüyorum. Yapıp yapabileceğim sadece budur. Böylesine istenmeyecek bir görevi yüklenmek zorunda kaldığım için beni bağışlayıp bağışlamayacağınızı da asla bilemiyorum.
Astronotlar güç duyulur bir sesle mırıldandılar:
- Bunda senin suçun yok ki kaptan.
Kaptanın bir baş işareti üzerine antigravite aygıtları çalıştırıldı. Paketlerle benzeri yükler başların bir-iki karış kadar yukarısına kaldırıldı ve ekip geriye bile bakmaksızın yola çıktı.
Astronotlar birerli kol halinde yürüyorlardı.
Kaptan Çi Vaştar öndeydi. Elindeki antigravite aygıtıyla bir büyük paketten ibaret beslenme ünitesini başının üzerinde tutan Doktor Emmol Lek arkasından gidiyordu. Yükünü doktorla ayni yükseklikte tutmaya çalışan Etimolog Şur Çarup ortada yer almıştı. Onu Teğmen Vag Lom’ la Fotonist Kay Rem izliyorlardı.
Ormana giriş umulandan çok daha şaşırtıcı oldu. Doktor Emmol Lek, dünya kuruldu kurulalı belki de hiçbir insanın böylesine bir avantaja sahip olamamış bulunduğunu düşünmekten kendini alamadı. Çünkü, rastlanmasına olanak bulunmayan bir gariplikle karşı karşıyaydı. Nitekim kendilerine göre; orman hem vardı, hem de yoktu. Bu, bazı duygulara göre; mevcut olmayan bir ormandı. Duygulara değer verilince; orman, insana çarpma korkusu vermekteydi. Fakat mantığa önem verilince; bu orman, varlığını bile kanıtlayamıyordu. Bu bakımdan ekip, ağaçların üstüne üstüne yürüyor ve sanki ortada herhangi bir engel yokmuşçasına büyük bir kolaylıkla geçip gidiyordu. Tartışarak öğrendikleri gerçeklere göre bunun böyle olması gerektiğini bildikleri halde, olayı fiilen yaşamak ve gerçeği deneyerek öğrenmek onları umduklarından çok şaşırtmaya yetmekteydi.
Belki de bu yüzdendir ki; Etimolog Şur Çarup kendini alamayarak şaşkınlıkla bağırmak zorunda kaldı:
- Ay bu orman gerçekten yok… Ay gerçekten yok bu orman…
Teğmen Vag Lom, içindeki o derin üzüntüyü çoktan bir yana atmışa benzemekteydi:
- Fakat bu çok ilginç bir şey… Diye bağırıyordu. Yaşam boyu görülmesine olanak bulunmayacak derecede ilginç bir şey…
Fotonist Kay Rem, yoluna rastlayıp duran kalın çam ağaçlarının gövdelerinden vurup vurup geçerken elinde olmaksızın mırıldanıyordu:
- Bu, uzayda insanın kendi ağırlığının farkında olmamasına benzeyen bir duygu… Gerçekte, bir ağırlığının olduğunu biliyorsun ama arayınca onu bulamıyorsun…
Şaşkınlıkları bir süre sonra yavaş yavaş azaldı ve astronotların tümü bu alışılmamış koşullara alıştı. Şimdi şaşkınlıkları uçup gitmiş, yerine, kendilerini mutlu eden bambaşka bir hava gelmişti. Bu belki de, şimdiye dek elde edilememiş yepyeni bir yeteneğe kavuşabilmenin sevinciydi. Yeteneği artık, bulundukları ortamın ve kendi bünyelerinin bir gerekçesi ve bir özelliği olarak kabullenmeye koyulmuşlardı. Bu tadı yeterince tadabilmek için, ağaçların aralarından özellikle kaçınarak gövdelerinden geçmeye özen gösteriyorlardı.
Etimolog Şur Çarup:
- Şuna bakın… Dedi. Bize göre mevcut değil ama yine de varlığını sürdürebiliyor bu orman… Ve adeta sonsuzluğa doğru bir başına habire uzanıp duruyor…
Doktor Emmol Lek, başının bir-iki karış üstünde durarak boşlukta kendisini izlemekte olan bagajına şöyle bir göz attı:
- İnanılacak gibi değil… Diye homurdandı. Duyularımla mantığım savaşıyorlar… Ben her an, şu taşımakta olduğum yükün bir ağaca veya yüksek bir dala çarpıp düşeceğinden korkuyorum fakat o asla çarpmıyor, asla düşmüyor… İnanması gerçekten zor olan bir olay…
Teğmen Vag Lom arkalarından seslendi;
- Ben sanki bir tür anestezi içindeyim… Bir yerimi veya bir yerlerimi sanki neşterle parçalıyorlar ve ben gözümle gördüğüm halde, parçalandığıma inanmıyorum… Acının, duyulması gereken bir yerde, duyulamaması gibi bir şey… Hem yükümün, hem bedenimin şu ağaçlardan birine çarpması kesinlikle gerek ama bedenim de çarpmıyor, yüküm de… Ve ben, bu yanılgı yüzünden her an boşluğa düşer gibi oluyorum… Hani insan düşünde uçurumlara düştüğü halde hiçbir yerine bir şey olmaz ya, işte ona benzer bir şey… Sanki dibi olmayan bir boşluğa düşme duygusu bu…
Doktor Emmol Lek seslendi:
- Vaştar… Hangi yöne gidiyoruz biz şimdi?
Kaptan Çi Vaştar bu soruyu başını çevirmeden yanıtladı:
- Temelde güneye gitmemiz gerek ama biz kuzeye gidiyoruz…
Teğmen Vag Lom bulunduğu yerden haykırdı:
- Gerçekten kuzeye mi gidiyoruz?
Komutan hem yürüyor, hem yanıtlıyordu:
- Hayır Vag… Yine de güneye gidiyoruz… Sadece görünüşte kuzeye gider gibiyiz… Zira güneşin şimdiki doğuş yeri batı olduğu halde, biz burayı doğu olarak kabullenmek zorundayız. Bu nedenle de, güneye gitmekte olduğumuz halde kuzeye gidiyormuş gibiyiz.
Şur Çarup söze girdi:
- Şimdiki güneyimiz gerçek güney değil mi kaptan?
- Şimdiki güneyimiz elbette ki gerçek güney Çarup. Çünkü saptamalarımıza göre, dünya sadece dönüş yönünü değiştirmiş durumda. Yani yer değiştirmiş olan sadece doğuyla batıdır. Durum böyle olunca; insana, kuzeyle güney de yer değiştirmiş gibi gelmektedir. Oysa gerçekte, kuzeyle güneyin yer değiştirmesi söz konusu değildir.
Fotonist Kay Rem yüksek sesle seslendi:
- Kuzeyle güneyin gerçekten yer değiştirmiş olması için dünyanın dönüş yönü değil, kutuplarını değiştirmiş olması gerekirdi. Bilmem yanılıyor muyum kaptan?
- Yanılmıyorsun Rem. Öyle olması gerekirdi. Oysa, ortada öyle bir şey yok.
Şur Çarup bu kere yeni bir soru yöneltti:
- Sanırım eski çağlarda böyle bir şey yaşanmış.
Teğmen Vag Lom bulunduğu yerden söze karıştı:
- Nasıl yani? Yoksa, dünya kutup mu değiştirmiş demek istiyorsun?
Genç kadın yanıtladı:
- Evet, öyle demek istiyorum.
Teğmen kendini alamayarak gülmeye başladı:
- Sanmam… Bu sadece bir varsayım…
Kaptan Çi Vaştar araya girdi:
- Varsayım değil Vag. Bu bir realite. Dünya gerçekten kutup değiştirmiştir.
- İyi ama kaptan, bunu kim bilebilir?
Kaptan soruyu soruyla karşıladı:
- Biz, içinde bulunduğumuz bu inanılmaz durumu nasıl bilebildik?
- Ama bizim kanıtlarımız var kaptan. Mantıkla ve fizik kurallarla çelişmeyen kanıtlar.
- Dünyanın kutup değiştirmesinin de mantıkla, fizik kurallarla ve doğa yasalarıyla çelişmeyen kanıtları var Vag.
- Peki ama nasıl?
- Bilim adamlarının kuzey yarımküredeki buzullar arasında fil ve kaplan fosilleri bulmuş oldukları konusunda her bellek bankasında yeterince kayıt var Vag. Bu hayvanların, tropikal iklim kuşaklarının hayvanları oldukları kesin. Yani bunlar, buzullar arasında yaşayan canlılardan değiller. Dünyanın kutup değiştirdiğini kabullenmezsen; bu tür hayvanlara kuzey yarımküredeki buzullar arasında rastlanmasını nasıl açıklayabilirsin?
- Evet, bu olanaksız.
- Elbette olanaksız. Bundan da anlaşılıyor ki; dünya, yaşantısının bir yerlerinde bir kutup değişikliğine uğramıştır. Bu ani değişiklik, tropikal iklim bölgelerindeki hayvanların birdenbire buzullar içinde kalarak can vermelerine yol açmış ve haliyle rastlama tarihlerine denk bulundukları yerde kalakalmalarını sağlamıştır. İncelemelerde; bunların daha yeni ölmüş kadar etlerinin tazeliğini korudukları görülmüş, midelerinde henüz sindirilmesine fırsat bulunamamış olan tropikal bitki artıklarına rastlanmıştır. Hayvan, midesindeki tropikal bitkiyi kuzey yarımkürede bulamayacağına ve onu tropikal iklim bölgesinde yemiş olsa bile; kuzey yarımküreye gidinceye kadar çoktan hazmetmiş bulunacağına göre; dünyanın ansızın kutup değiştirmiş olduğunu kabullenmek gerekmektedir.
Doktor Emmol Lek uzun süreden beri belki de ilk kez kahkaha atmaktaydı:
- Gelecek kuşaklar belki de fosillerimizi bularak dünyanın bu yön değiştirmesi konusunda bizleri kanıt olarak kullanabilecekler midir dersin Vaştar?
Etimolog Şur Çarup titreyen bir sesle haykırdı:
- Bizimle ilgili konularda biraz daha iyimser konuşamaz mısın sen?
Doktor Emmol Lek yanıt vermekte gecikmedi:
- İyimser konuşmam bizi hayırlı bir geleceğe götürebilecekse elbette ki konuşabilirim.
Genç kadının sesinde hıçkırık belirtileri baş göstermişti:
- Gerçekte, üzülmemek için elimden gelen çabayı göstermeye çalışıyorum doktor. Ama ben bunu beceremiyorum galiba. Beceremiyorum anlıyor musunuz? Beceremiyorum. Baksanıza; ulaşacağı noktada ipe çekilmek üzere habire yürüyen idamlıklar mangası gibiyiz.
Genç kadının içinde bulunduğu bunalımı ilk sezen yine Doktor Emmol Lek oldu. Sesine olağan bir ton vermeye çalışarak yürüdüğü yerden seslendi:
- Vaştar… Burada bir dinlenme versek nasıl olur acaba?
Kaptan Çi Vaştar durumu kavramıştı. Direnmeye gerek görmeden:
- Elbette ki iyi olur. Dedi. Böyle bir dinlenmenin hepimize iyi geleceğinden eminim.
Astronotlar ellerindeki antigravite aygıtlarıyla başlarının bir-iki karış yukarısında durmakta olan bagajlarını yere indirdiler ve yakınlarında ağaç bulunup bulunmadığına bakmaksızın ormanın içinde halkalanıp oturdular.
Kaptan Çi Vaştar gözlerini yere dikerek sordu:
- Yemek yenmesini isteyen var mı?
Tüm yaşamları boyunca karşılaştıkları hiçbir soru, astronotları belki de bu derece fazla etkilemiş değildi. Nitekim, yemek yemenin ölümü anımsatabileceğini, bu ana dek belki de hiçbiri düşünmemişti. Ağızlarına götürecekleri her lokmanın onları ölüme biraz daha yaklaştıracağını daha yeni yeni düşünmeye başlamışlardı.
Kimseden ses gelmediğini gören Kaptan Vaştar sorusunu yinelemek zorunda kaldı:
- Yemek yenmesini isteyen var mı?
Soruyu yine kimse sahiplenmedi ve astronotlardan yine ses çıkmadı. O yüzden, komutan bu kere soruyu değiştirdi:
- Bir şeyler içmek isteyen de yok mu?
Astronotlara göre; bir şeyler içmek, ayak sesleri gittikçe yakınlaşmakta olan ölümün elinden şerbet içmekten farksızdı. İçecekleri her yudum, ölümle kendileri arasındaki uzaklığı biraz daha kısaltacaktı. Bu nedenle tümü, yemekten, içmekten alabildiğine korkar hale gelmişti. Gerçekte, hepsi bir şeyler yemek, bir şeyler içmek istiyor fakat aralarından hiç kimse, bunu açıklayıp gerçekleştirme yürekliliğini gösteremiyordu.
Gözleri hala daha yere dikili olan komutan zor duyulur bir sesle mırıldanmak zorunda kaldı:
- Çarup sen… Sen istemez misin bir-iki yudumcuk bir şeyler içmek? Birazcık kendini toparlayabilmene yardımcı olur sanırım. Lütfen yanlış anlama beni.
Genç kadın kendinden emin bir tutumla başını salladı:
- Hayır kaptan. Buna gerek yok. Zira zaten kendimi toparlamış durumdayım.
Ortadaki sıkıcı atmosferi dağıtmak için olacak ki; Fotonist Kay Rem, Kaptan Çi Vaştar’ a bir soru yöneltti:
- Kaptan, biliyor musunuz, deminden beri neler üzerinde düşünmekteyim?
- Neler üzerinde düşünmektesin Rem?
- Bu anda, detektör bankasının dünyanın nüfusu konusunda verdiği yanlış bilgiyi gözden geçiriyordum.
Etimolog Şur Çarup kaptandan önce atıldı:
- Ah evet Rem… Görüşmelerden sonra benim de aklıma takılıvermişti bu konu. Üzerinde bir hayli düşündümse de; gerçeğe ulaşmayı beceremedim. Zira, ben bunu, dünyanın o bir anlık duruşunun gerektirdiği kitlesel ölümlere bağlamaya çalışmıştım.
Kay Rem gülümsedi:
- Evet, bu yanlış bir düşünce. Nitekim, bunun bir anlık duruşla ortaya çıkması gereken kitlesel ölümlerle herhangi bir ilgisi yok. Olmaması da gerekir. Zira o beklenmedik duruş anında dünyada can veren nüfus neyse; geri dönüş yüzünden ortaya canlı olarak çıkması gereken ilk nüfus da odur. Ne bir eksik, ne de bir fazla. Çünkü bizim o eski dünyamızın yaşayabildiği en son olay, dünyadakiler için o beklenmedik duruş anı ile onu izleyen toplu ölüm olayıdır. Bu olay, o anda dünyada bulunan hiçbir kimseye ve hiçbir tek şeye ayrıcalık tanımamıştır. Bu nedenle, geri dönüş sırasında ortaya ilk çıkan olayın bir toplu diriliş olayı olması gerekmektedir. Bu itibarla, konumuzun bununla ilgili olduğunu ileri sürmek olanaksızdır. Esasen ilgisi olsa bile, bilgisayar bunu zaten bilemezdi. Detektör bankası, öylesine eşi-benzeri bulunmayan bir toplu dirilişi saptama yeteneğine sahip olmadığından, ister istemez mevcut bilgilere başvurmak zorunda kaldı ve bellek bankasından bilgi aktardı. Ancak, bellek bankasının verileri toplu diriliş karmaşasına paralel düşmediği için detektöre bankası ister istemez o andaki dirilişi toplam nüfus olarak intikal ettirmek çaresizliğine düştü. Oysa bu, toplu dirilişin habire sürüp gitmekte olan basamaklarının daha ilkiydi.
Kaptan Çi Vaştar fotonistin yüzüne baktı:
- Rem… Dedi. Kafamı hala daha kurcalayan ve bei en az bu anlattıkların kadar merakta bırakan bir başka olay daha var. Ben senin bir de bu konu üzerindeki görüşlerine başvurmak istiyorum.
- Konu nedir kaptan?
- Unutmuşluktan gelemezsin. Kayaların arkasından çıkan yaşlı bir köylüye rastladığımı, onun yerde bir şeyler aradığını sandığımı, adamın geri geri yürüyerek kapsüle girdiğini anlatmıştım. Vag ve sev kapsülde bulunduğunuz için bundan sonrasını zaten biliyorsunuz. Yani tüm aramalarımıza karşın hiçbirimiz o adamı kapsülde bulamadık.
- Evet kaptan. Bunları unutmuş değilim.
- İçinde bulunduğumuz durumu ve koşulları kesinlikle öğrendikten sonra bu olayı yeniden düşündüm ve yeniden inceledim. Ancak, renkleri yerli yerine koyup tabloyu tümüyle ortaya çıkaramadım. Bu konuda bana yardımcı olacağını sanıyorum.
Fotonist tatlı tatlı gülümsedi:
- Durum yardıma gerek bırakmayacak derecede açık kaptan. Adamın bulunduğu mekanla bizim bulunduğumuz mekan bir ve ayni değildi. Yaşlı köylü bize var gibi görünmekle birlikte, bizim ona değmemize, dokunmamıza olanak yoktu. Zira o bize, biz de ona oranla birbirimizin bulunduğu noktaların izdüşümündeydik. Yani onunla biz, helezonun ters yönlerine gidiyorduk. Biz, onu görme ve sesini duyma olanağına sahip bulunduğumuz halde, o bu olanaklardan yoksundu. Çünkü yaşam hızlarımız arasında kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir sür’ at farkı vardı. Nitekim, o bizim karşımızda alabildiğine yavaş hareketliydi ve biz onun karşısında alabildiğine akıcı, alabildiğine hızlı hareketliydik. Ve o koşullar altında, onun bizleri ve kapsülü göreceğinden, durumu başkalarına aktaracağından, bunun da bize iyilik getirmeyeceğinden boş yere korkup duruyordunuz. Oysa, böyle bir tehlike söz konusu bile değildi. Zira anlattığım koşullarda, onun bizi ve kapsülü fark edebilmesi bile düşünülemezdi. Bu yüzden de, kapsüle girdiğinin farkında bile olmaksızın bünyesinden yürüyüp gitti. Tıpkı bizim bu ormandaki herhangi bir ağacın bünyesinden kolaylıkla geçip gitmemiz gibi. Zaten bu nedenledir ki; tüm arayıp taramalarımıza rağmen biz onu kapsülün içinde bulamadık.
Doktor Emmol Lek söze karıştı:
- Umarım ki adamın varlığı konusunda detektör bankasının da tıpkı sizler gibi gerekli saptamayı yapamadığını söylemezsin Rem?
Fotoniste yanıt verme fırsatı tanımayan Kaptan Çi Vaştar mırıldandı:
- O söyleyemezse de bunu ben söyleyebilirim Lek. Zira ormanda kendisine gerek duyduğumda, portatif detektörüm tek bir canlı varlık bile saptayamamıştı ve bu beni alabildiğine şaşırtmıştı.
Etimolog Şur Çarup heyecanla atıldı:
- Beni de… Çünkü benim detektörüm de ormanda tek bir canlı saptayamadı…
Teğmen Vag Lom sevinçle haykırdı:
- Ormanda canlı varlık olmaz olur mu? En azından o yaban domuzlarını saptayabilirdi.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- Ama saptayamadı…
Fotonist Kay Rem güldü:
- İstese de saptayamazdı. Zira bizim detektörlerimiz kendilerinin mevcut bulunmadıkları bir mekanda saptama yapamazlar.
Kaptan Vaştar aradığı yanıtı bulmuşa benzemekteydi. Gülümseyerek:
- Teşekkürler Rem. Dedi. Renkler şimdi yerli yerine oturdu sanırım.
Doktor Emmol Lek’ in ayni kanıda olmadığı kolaylıkla anlaşılmaktaydı:
- Bence pek de yerli yerine oturmuş sayılmaz. Çünkü yanıtını bulması gereken bir soru daha var ortada.
Teğmen Vag Lom meraklanmıştı:
- Yanıtı bulunmadık soru kalmadığını sanmaktaydım.
Doktor Emmol Lek, önemsemeyen bir tutumla elini salladı:
- Sen yine öyle san.
Kaptan Vaştar bakışlarını doktora çevirdi:
- Neyle ilgili bu soru?
Doktor Lek homurdandı:
- Bu soru mekanla ilgili Vaştar, mekanla. Bu sorunun kafanızı kurcalamayacağını baştan beri biliyordum. Onun için de, kafanızı allak-bullak etmeden yakanızı bırakmak niyetinde değildim. O nedenle huzurunuzda Kay Rem’ den; bu katı fizikçiden, bu sorunun yanıtını öğrenmek istiyorum.
Doktor Emmol Lek derin bir soluk aldıktan sonra gözlerini fotoniste dikti:
- Ben mekanı arıyorum Rem, mekanımızı. Onun nerede olduğunu söyleyebilir misin bana? Gördüğüm kadarıyla; tersine dönmeye başlamış olan dünyamızın kendine özgü bir mekanı var. Biz bu mekanı görmekte ancak ona değip dokunamamaktayız. Nitekim, şu karşıda duran taşın üstünde oturamıyorum, bu ağacın dalına çıkamıyorum, bu çayıra ve çimenlere ayağımı basamıyorum. Zira o mekan benim değil. Herhangi bir mekanda yer kaplayan varlıklara “Cisim” denildiğini biliyoruz. Bunu en ilkel dedelerimiz bile bilmekteydi. Ben bir cisimim. Bundan zerre kadar kuşkum yok. Bunun için mekanımı ve mekanda kapladığım yerimi arıyorum. Ancak onu bulamıyorum. İşte bana bunun yanıtı gerek. İşte bana bu mekan gerek. Bana bunu, mekanımı bulabilir misin? Onu bulabilmem için bana yardım edebilir misin? Az önce yürüyordum fakat nerede yürüdüğümü, neyin üstüne bastığımı bilemiyordum. Şu anda oturuyorum fakat neyin üstünde oturduğumu anlayamıyorum. Sen bana, benim bunu bilmemde ve benim bunu anlamamda yardımcı ol. Senden şu anda aş-ekmek istemiyor, bunu istiyorum ve benimle birlikte buradakilerin de bunu öğrenmeye can attıklarını biliyorum.
Doktor Emmol Lek, sorusunun yanıtını bulmaya çalışırcasına bulunduğu yere iyice yerleşti ve arkadaşlarının yüzünde beliren şaşkınlıktan büyük bir mutluluk duyarak bakışlarını Fotonist Kay Rem’ in yüzünde dolaştırıp sevinmesine yetecek bir tedirginlik belirtisi aradı fakat bunu da bulamadı. Zira, arkadaşının yüzü eskisine oranla daha bir aydınlanmış, daha mutlu bir ifade kazanmıştı.
Fotonist Kay Rem kendinden emin bir tutumla:
- Doktor… Diye söze başlamış bulunuyordu. Konuya girmeden önce küçük bir yanlışını düzeltmek istiyorum. Aradığın “Mekan” dan ve bu mekanda kaplaman gereken “Yer” den söz ederken “Bulamadım” sözcüğünü kullandığını fark ettim. Düzeltmek istediğim budur. Bence, “Bulamadım” yerine “Göremedim” sözcüğünü kullanman gerekirdi. Nitekim senin, aradığın mekanı bulamadığın değil, göremediğin anlaşılıyor. Zira gerçekte, hepimiz gibi senin de bir mekanın mevcut. Bu mekan olmazsa; sen yer kaplayamazsın. Oysa kaplamaktasın. Çünkü, bir cisimsin. Bedenin var. Ene, boya, yüksekliğe yani her cismin sahip olduğu bir üç boyuta sahipsin. Yürüyorsun. Bu, senin ayak bastığın bir yerler olduğunu ve ayaklarının her adımda kendi büyüklüklerinde bir mekan kapladığını kanıtlar. Oturuyorsun. Bu da mekanın varlık kanıtıdır. Esasen mekanla cisim birbirinden hiçbir biçimde soyutlanamaz. Mekanın bulunduğu her yerde cisim, cisimin bulunduğu her yerde mekan mevcuttur. Önemli olan; mekanın görülmesi değil, varlığıdır. Onun varlığı hiçbir biçimde yadsınamaz. Mekan vardır ve sonsuzluğa dek yayılmıştır.
Fotonist derin bir soluk alıp konuşmasını sürdürdü:
- Tersine dönmeye başladığını artık kabullendiğimiz ve halihazırda dışında kaldığımız dünyamızın varlığını neye dayanarak benimsemekteyiz? Sen söylemeden yanıtını ben vereyim: Sadece gözlerimize ve kulaklarımıza dayanarak benimsemekteyiz. Bu ayni dünyanın kokusunu aldığımız, ona değip dokunabildiğimiz ve onu tadabildiğimiz var mı? Tok. Yani şu koşullar altında sahip olduğumuz beş duyunun üçü işe bile karışmamaktadır. Ama mantığımız bize bunun kabullenilebilir olduğunu göstermektedir.
Fotonist Kay Rem, sözlerinin etkisini araştırırcasına susup bakışlarını arkadaşlarının yüzlerinde gezdirdikten sonra yeniden konuşmaya başladı:
- Şimdi istersen, geriye giden dünyadan biraz ayrılıp bizim ileriye giden dünyamıza bir göz atalım. Bu dünyada algılarına güvenebileceğimiz duyularımız nelerdir? Görme duyusu, işitme duyusu, koklama duyusu, dokunma duyusu ve tamda duyusu. Bu duyularımızın tümü kendi dünyamız için kesinlikle geçerli. Yetmemiş gibi; görme ve işitme duyularımızı bu geriye giden dünya üzerinde de kullanabilmekteyiz. Yani bir bakıma, bu anda beş duyuya değil, yedi duyuya sahip bulunduğumuzu öne sürmeye kalkarsak, bu bile gerçeğe aykırı düşmez. Bu tür bir yetenek, şu koskoca dünyada sadece bize; sadece beşimize tanınmış bir avantajdır.
Astronot, bulunduğu yerde geriye doğru kaykılarak Doktor Emmol Lek’ in gözlerinin içine baktı:
- Tersine giden bir dünyayı sadece iki duyumuzla gerçek olarak kabullendiğimiz halde, düzüne giden bir dünyayı neden gerçek olarak kabullenemeyelim? Tersine giden dünya, mekan olarak bizim için ne denli gerçekse, düzüne giden dünya da mekan olarak bizim için bir o denli gerçektir. Önceki mekanın kokusunu alamıyor, onu tadamıyor, ona dokunamıyoruz. Sonraki mekanı ise sadece göremiyoruz. Öyleyse bu koşullar altında mekanımızın olmadığını nasıl ileri sürebiliriz? Bence süremeyiz. Zira mekanımız var.
Fotonist arkadaşlarına söz söyleme olanağı bırakmaksızın sözlerini sürdürmeye çalıştı:
- Söyleyeceklerim henüz bitmedi. Anlattıklarıma bir şeycikler daha eklemek istiyorum. Uçan canlılarla makine türünden olup uçabilen cansızların tümü, sadece durdukları zaman değil, uçtukları zaman da evrende bir yer kaplarlar. Bunu, uçmakta olan canlı veya cansız bir cismin belirli bir zaman parçasında kapladığı yere bir başka cismin sığmayışından anlarız. Oysa, bunlardan hiçbiri uçuş sırasında kendi kapladığı yeri yani mekanı göremez. Fakat bu göremeyiş mekanın yokluğunun kanıtı değildir. Ve bilinenin tam tersine; uzak bir boşluk değil, doluluktur.
Kay Rem tatlı bir gülümsemeyle Doktor Emmol Lek’ in yüzüne baktı:
- Bilmem ki aradığın mekanı bulmana yardım edebildim mi doktor?
Doktor Emmol Lek homurdanarak başını salladı:
- Seninle yaşamak en açılmaz kapıların bile ta ardına kadar açılmasına yetiyor Rem. Bunu açıkça itiraf etmem gerek.
Fotonist yeniden güldü:
- Teşekkür ederim doktor. Ben gücümü kendimden değil, sizlerden alıyorum.
- İşte bunu anlayamadım.
- Oysa durum apaçık doktor. Sizler sürekli olarak düşünülmesi gerekenin tersini düşünüyorsunuz ve bu da bana doğruların bulunmasında yardımcı oluyor. Hakkınızı nasıl yadsıyabilirim?
Doktor Emmol Lek kendini alamayarak kahkahalarla güldü:
- Ahlaksız…
Doktor Lek’ in kahkahalarını obir astronotların kahkahaları izledi. Dudaklarının ucuyla gülümseyerek yerinden doğrulan Kaptan Çi Vaştar:
- Evet… Diye seslendi. Artık yola koyulsak iyi olacak… Bu moral biraz daha yol alabilmemize yardımcı olacaktır sanırım…
Doğrulan astronotlar, antigravite aygıtlarını devreye sokarak yüklerini başlarının üstüne kaldırdılar ve dinlediklerini kendi kendilerine gözden geçirmeye başlayarak yola koyuldular.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman’ından > 448 – 477 / 731)
Kayıt Tarihi : 29.7.2008 13:22:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!