Başın Sonu veya Sonun Başı
Etimolog Şur Çarup eğilerek:
— Rem. Dedi. Şu bellek bankasının S.4371/xı6–10812-GNR.8/x6 işaretli kaydını podyuma aktarır mısın lütfen.
Fotonist Kay Rem güldü:
— Sen bu Türk ‘leri çok sevdin anlaşılan.
Genç kadın gülümsedi:
— Daha çok, merak ettim.
— Kaydı bir kez gözden geçirmen yetmiş olmalıydı.
— Görüyorsun işte; yetmedi.
— Peki, ama neden? Dillerini mi gözden geçireceksin?
— O ayrı bir konu. Ben kaydın başındaki o Türk Bayrağı ‘nı yeniden görmek istiyorum.
— İyi ama sen onu görmüştün.
— Olsun. Yine görmek istiyorum.
— Merakını anlayamadım doğrusu. Ne var bunda bu derece ilgini çekecek? Tümü kırmızı zemin üstünde beyaz bir ay-yıldızdan ibaret.
Şur Çarup düzeltmeye kalkıştı:
— Beyaz zemin üzerinde kırmızı bir ay-yıldız diyecektin herhalde.
— Hayır. Söylediğimin yanlış olduğunu sanmıyorum. Seninle birlikte görmüştük işte. Kırmızı zemin üstünde beyaz bir ay-yıldız.
— İnat etme Rem. Beyaz zemin üzerinde kırmızı bir ay-yıldız.
Kay Rem şakacı bir korkutmayla parmağını salladı:
— Ağır ol bakalım dil güzeli. Aklımı karıştırma. Gözlemlerimde kuşkuya düşürüyorsun beni. Ha, nasıldı gerçekten? Kırmızı zemin üstünde beyaz bir ay-yıldız mı yoksa beyaz zemin üstünde kırmızı bir ay-yıldız mı?
— Kırmızı zemin üstünde beyaz bir ay-yıldız. Dur canım, beni de şaşırttın sen. Beyaz zemin üstünde kırmızı bir ay-yıldızdı. Ay yok, hayır, kırmızı zemin üzerinde olacaktı herhalde.
Kay Rem kendini alamayıp gülmeye başladı:
— İşte şimdi tam karıştırdık. Zemin kırmızı mıydı yoksa beyaz mı?
— Zemin beyazdı, kırmızı olan ay-yıldızdı.
— Hayır, canım, kırmızı olan zemindi, ay-yıldız beyazdı.
— Hangisiydi?
— Doğrusu çıkaramayacağım. Karıştırdım.
Genç kadın üsteledi:
— Zamanımı alma Rem lütfen. Görelim şunu bir kez daha.
Fotonist Kay Rem bellek bankasının sözü edilen kaydını podyuma aktardı. Podyumu, kırmızı zemin üzerinde beyaz ay-yıldızlı bir bayrak doldurdu.
Genç kadın şaşkınlıkla haykırdı:
- Aaa… Kırmızı olan zemin. Beyaz olan ise ay-yıldızmış…
— Peki, ama neden şaşırdık? Biz bunu ilk incelemede de görmüştük.
Doktor Emmol Lek kalın sesiyle araya girdi:
— Kendisine ilk bakılan bir şey tamı tamına görülemez. İlk duyulan bir ses, yeteri kadar anlaşılamaz. İlk algılanan, yeterince algılanamaz. İki seçenekten biri seçilmek istendiğinde; genellikle, önce gerekli olmayan seçilir. Tüm bunlar, insan karmaşıklığının bir sonucudur. Yanlışın seçilme sırası önce, doğrunun seçilme sırası sonradır. Cebinizde iki anahtar bulunsa ve elinizi atıp bunlardan birini çıkarmak isteseniz, önce gerekmeyeni çıkarmış olduğunuzu görürsünüz. Oysa iki anahtardan her birinin seçilme şansı yüzde ellidir. Davranışlarda da böyledir: Yanlış veya noksan önceliklidir. Zaten böyle olmasaydı; özür dilemeye, pişman olmaya, yanlışı düzeltmeye gerek bile kalmazdı.
Doktor Emmol Lek sözlerinin etkisini araştırırcasına arkadaşlarına göz gezdirdi, sonra bilgiç bir tutumla:
— Böyledir Rem. Dedi. Bir vitrine ilk bakışta her şeyi görmüş olduğunu sanırsın. Oysa gördüğün, gerçekte çok şeyi görmemiş olduğundur. Nitekim karşısında uzun uzun dikilip aynı vitrini ikinci bir kez gözden geçirdiğinde; ilk keresinde görmediğin daha başka bir şeyleri görmekte olduğunun farkına varırsın. Üçüncü, dördüncü gözden geçirmelerde ayrıntılara da inersin. Öylesine inersin ki; görebildiklerini nasıl olup da daha önce görememiş olduğuna şaşarsın.
Doktor Lek, astronotların yüzlerindeki şaşkınlığın farkına varınca; yüzünden şeytanca bir gülümseme belirdi:
Saatine yeni bakan birine saati sorsanız, adamın saatine bir kez daha bakmak gereğini duyduğunu görürsünüz. İnsanoğlu, duvar büyüklüğündeki bir resme veya panoramik bir manzaraya yahut buna benzer şeylere baktığında; bunların tümüne baktığını sanır. Oysa baktığı, onlardan birinin sadece bir kesimidir ve asla tümü değildir. Bu; insan gözüyle kamera arasındaki farktır. Kamera, bakar ve baktığının tümünü görür. İnsan gözü bakar fakat baktığının tümünü göremez. Zira insanoğlu duyan sağır, bakan kördür.
Teğmen Vag Lom, oturduğu yerden aniden fırlayıp:
— Kaptan… Kaptan…
Diye haykırarak kapsülden dışarı koştu. Astronotlar aynı anda irkildiler. Fotonist Kay Rem şaşkınlıkla:
— Ne oldu şimdi buna? Dedi. Neden fırladı böyle birdenbire?
Hiçbir şey anlamamışa benzeyen Şur Çarup öylece durmuş bakmaktaydı:
— Haberleşme merkezlerinden biriyle bağlantı falan bulmuş olmasın?
Doktor Emmol Lek elini salladı:
— Sanmam. Zira kulaklıkları başında bile değildi. Hiçbir şey yapmıyordu ve koltuğunda kaykılmış bizi dinlemeye uğraşıyordu.
Kay Rem, yerinden kalkıp haberleşme masasına doğru yürüdü. Bir yerleri kurcalayıp gözden geçirdikten sonra başını çevirmeden seslendi:
— Doktorun söyledikleri doğru. Haberleşme aygıtı otomatik komutada.
Genç kadın mırıldandı:
— Peki, ama onu böyle birdenbire yerinden fırlatabilecek ne söyledik biz?
Fotonist şaşkınlık içindeydi:
— Çıldırmış olabilir mi doktor?
— Bu konuda hiçbir şey söyleyemem. Davranışı anormal olmasına anormal ama her anormal davranış delilik belirtisi değildir. Ben…
Doktorun sözleri yarıda kesildi. Kaptan dışarıdan kapsüle doğru seslenmekteydi:
- Reeem…
Fotonist şaşkınlıkla yerinden fırladı:
— Evet kaptan…
Doktor Emmol Lek ve Etimolog Şur Çarup astronotun arkasından dışarı koştular. Kaptanın bu ana dek rastlamadıkları son derece garip bir tutumu vardı. Kaksını geriye kaydırmış, ellerini de beline dayamıştı. Davranışlarında alışılmamış bir ivedilik göze çarpmaktaydı. Teğmen Vag Lom, kaptanın yarım adım kadar gerisinde, tam bir şaşkınlık içinde dikilip durmaktaydı. Bulunduğu yerde başını habire sağa sola çeviriyor, suçlu çocukların bakışlarını andıran bakışlarını bir kaptanın üzerinde, bir çevresinde, bir de kapsülün önüne çıkmış bulunan astronotların üstünde gezdiriyordu. Ve bakışlarında karar yoktu.
Üç astronotun kapsülden dışarı çıktığını gören Kaptan Çi Vaştar sert bir sesle:
— Rem… Dedi. Işıldakları kabinden çıkar…
Kay Rem iyice şaşırmıştı. Anlamadan komutanın yüzüne bakmaktaydı. Kaptan belki de bu yüzden, direktifini yinelemek gereğini duydu:
— Rem, sana ışıldakları kabinden çıkarmanı söyledim…
Fotonist irkildi:
— Işıldakları mı kaptan?
— Işıldakları… Işıldakları…
Doktor Emmol Lek araya girdi:
— Güneş ışığında ne gereği var bunun? Herhalde, ışıldak ışınlarının gamma ışınlarına dönüşüp dönüşmeyeceğini araştırmak istemiyorsundur?
Kaptan Vaştar ‘ın katı tutumunda herhangi bir değişiklik olmadı:
— Ona yardım et Lek… Işıldakları dışarı çıkarın… Her ikisini de… Hemen şimdi… Çıkarın kapsülden…
Kapsülün bulunduğu yerde yoğun bir çalışma başladı. Fotonist Kay Rem ‘in bağlantıları ayırmasından sonra, ışıldaklar, doktorla etimologun yardımlarıyla içeriden birer birer çıkarılıp dışarıya, kapsülün az ötesindeki kaptanın bulunduğu yere bırakıldı. Kay Rem gizlemeye çalıştığı bir can sıkıntısıyla:
— Bana yardım et Çarup. Dedi. Işıldakların enerji bağlantılarının yapılması gerek.
Onların bu girişimini Kaptan Vaştar ‘ın sert sesi önledi:
— Bağlantı falan istemez… Vag, ver senin antigravite aygıtını bana…
Teğmen Vag Lom, hala daha üzerinden atamamış olduğu suçlu çocuk davranışlarıyla kemerinden çıkardığı antigravite aygıtını kaptana uzattı. Komutan tuşa dokunup aygıtı devreye soktuktan sonra, onu ışıldaklardan birine doğru yöneltti. Yerinden ağır ağır yükselen ışıldak bir insan boyu yukarıda havaya asılı olarak kaldı. Komutanın bir ikinci tuşa dokunmasıyla birlikte, ışıldak, yüksekliğini koruya koruya yere paralel olarak ilerlemeye başladı. Az sonra onu yavaşçacık yere indiren Kaptan Çi Vaştar, aynı işlevleri kapsülün önündeki ikinci ışıldağa da uyguladı. Bunun ardından, Teğmen Vag Lom ‘un aygıtını geri verip kendi ultragravite aygıtıyla ışıldakları yeniden kapsülün önüne gönderdi.
Kaptan Çi Vaştar bir dizi denemeye girişmişti. Astronotların her birinden isteyip aldığı antigravite aygıtlarıyla aynı işlevleri bıkmadan usanmadan sürdürüp durmaktaydı. Etimolog Şur Çarup kaptanın sesini duymasından çekinerek Doktor Lek ‘e bir şeyler fısıldamaya başladı:
— Kaptan bu denemelerden ne yarar umuyor dersin?
Doktor Emmol Lek homurdandı:
— Canı eğlenmek istiyor olmalı.
— Hem de böyle bizim önümüzde mi?
— Neden olmasın? Esprisi olmayan şov bir tür kendi kendini doyurmadır.
Fakat Kaptan Çi Vaştar hiç de gösteri yapıyormuşa benzemiyordu. Üstelik bu kez öncekinden de kızgındı:
— Ama bu antigravite aygıtlarının tümü çalışıyor…
Diye bağırdı ve sonra başını geri çevirmeksizin haykırdı:
— Neden bunu bana daha önce söylemedin Vag? Neden?
Teğmen Vag Lom başını öne eğdi:
— Özür dilerim kaptan… Diye mırıldanıyordu. Aklıma bile gelmemişti bu ölçüde önemli olabileceği. Ben zaten bunu Doktor Emmol Lek ‘e borçluyum. Beni uyaran onun sözleri oldu.
Doktor Emmol Lek son derece büyük bir şaşkınlığa düşmüştü:
— Benim sözlerim mi? Diyerek ilerledi. Seni uyaran benim sözlerim mi oldu? Peki, ama hangi sözlerim? Ne söyledim ki ben?
Teğmen Vag ne yapacağını bilemeyen bir durumdaydı:
— Unutmuş olamazsın doktor. “İnsanlar bakar kördür.” Demiştin.
Doktor Lek belleğinde bu sözleri bir süre arayıp durdu ve sonra homurdandı:
— Öyle mi demiştim? Ha… Hım… Evet, öyle demiş olmalıyım… Fakat demişsen demişimdir, ne varmış bunda bu denli önemsenecek?
Teğmen Vag hala daha kekeliyordu:
— Geceleyin ışıldaklardan birini ormanın ta şu bölümüne götürmem gerekmişti. Rem bunu benden istediğinde kafam karmakarışıktı. Düşünceler içindeydim. O anda hiç de bilinçli davranabildiğimi sanmıyorum. Bu nedenle ve her zamanki alışkanlığımla antigravite aygıtımı çıkardım ve bununla ışıldağı paşa paşa taşıdım. Oysa aygıtımın çalışmadığını biliyordum. Hem de bozuk olmadığı halde çalışmıyordu. Zira onu Rem ‘le birlikte kurşun sülfür bileşimi olan kaya parçalarını kaldırıp taşımak isterken kullanmaya kalkışmış fakat başaramamıştım. Üstelik bu aygıtla kaptan da deneme yapmış ve o da becerememişti. Bunlara karşın, bu kere aygıtım, ışıldağı çok büyük bir kolaylıkla kaldırmış, havada taşımış, yerine indirip yerleştirmiş, ben ise; bunu hem gördüğüm, hem de yaptığım halde anlamının farkına bile varamamıştım. Kafama takılan bir şeyin az-çok farkındaydım ama bunun ne olduğunu bir türlü bulup çıkaramıyordum. Bir şeydi, çok önemli olması gereken bir şeydi fakat ne denli yazıktır ki; bu önemli şeyin aygıtımla ilgili olabileceği aklıma bile gelmiyordu.
Teğmen Vag Lom, saygılı bakışlarla Doktor Emmol Lek ‘in gözlerine baktı:
— Gerçekten haklısın doktor. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanlar gerçekten bakar körmüş.
Doktor Lek mırıldandı:
— Eh, öyledir işte: Genellikle insanlar gördüklerini değil, görmek istediklerini görürler.
Kaptan Vaştar:
— Işıldakları içeri taşı Vag… Dedi. Her ikisini de…
Bu sözlerden sonra komutan fotoniste döndü:
— Durum çok değişik bir görünüm aldı Rem.
Şaşkınlık içinde bakınmakta olan Kay Rem kaptanın yeni bir şey söylemesine fırsat bırakmadı:
— Sizinle aynı kanıdayım kaptan. Şimdi artık görüşebilecek çok şeyimiz olabileceğini sanıyorum.
— Bu olay seni yeterince uyarabildi mi? Bana bunu söyle Rem, bunu söyle.
Fotonist derin bir ilgiyle kaptana baktı:
— Evet kaptan. İtiraf etmeliyim ki; bu olay beni yeterince uyardı. Fakat bilmem farkında mısınız, bu alabildiğine ürkütücü bir şey.
Komutam derin bir tedirginlik içindeydi ve bunu da saklamaya gerek görmemekteydi:
— Duyularımızın yanılmış olmasını ve bütün bu olayların ürpertici bir düşten ibaret olmasını çok isterdim Rem. Uyandığımızda izi bile kalmayacak bir düşten ibaret olmasını.
— Ben de kaptan. Bunu alabildiğine içten söylediğime emin olabilirsiniz.
— Bu koşullar altında zaten başka türlü söyleyebileceğin aklıma bile gelmez.
Kaptan Vaştar, sanki ilk kez görüyormuşçasına derin bir ilgiyle ve son derece büyük bir sevgiyle Fotonist Kay Rem ‘e bakıyor, bakışlarını yüzünde, vücudunda ve her bir yanında gezdiriyor, adeta arkadaşının görünüşü konusunda yeniden bilgi sahibi olmaya çalışıp duruyordu:
— Seni hiç bugünkü kadar beğenmemiştim Rem. Çok beğendim. Anlatamayacağım ölçüde beğendim. Ama ne yazık ki; artık bunun pek bir önemi olmayacak. Çünkü sen de durumun farkındasın. Üzgünüm Rem. Gerçekten üzgünüm.
— Ben hiç üzgün değilim kaptan. Tam tersine; mutlu olduğumu bile söyleyebilirim.
— Başımıza gelenlere karşın mı?
— Evet, kaptan, başımıza gelenlere karşın. Zira bana karşı şu anda göstermiş bulunduğunuz sevgi, benim bundan sonra elden çıkarmak zorunda kalacağım her şeye bedeldir.
Bulunduğu yerden konuşulanları duyamayan Etimolog Şur Çarup merakla seslenmek zorunda kaldı:
— Heey, neler konuşuyorsunuz siz orada? Neler oluyor, bana da anlatır mısınız?
Doktor Emmol Lek Şur Çarup ‘un ardı sıra yürümeye başladı:
— Evet kafadarlar. Kimlere karşı işbirliği içindesiniz acaba? Kimle kimi evlendirmeye çalıştığınızı bilmek bizim de hakkımız.
Kaptan Vaştar zoraki bir gülüşle:
— Haklısın doktor. Dedi. Buna bir düğün hazırlığı da diyebiliriz. Bu düğünün gelinle güveğiye mutluluk getirip getirmeyeceğini pek bilemem ama şuracıktaki beş astronota asla mutluluk getirmeyeceğini az-çok söyleyebilirim.
Doktor Lek yüzünü astı:
— Çift anlamlı söz istemem. Ben haber bülteninin tümüne göz atmak isterim.
Kaptan omuzlarını silkti:
— Tümüne göz atman uzun sürer. Özünü ben söyleyeyim: Rem, uzay yolculuğuna çıkmadan önce başladığı sözlerini burada; Koyulhisar ‘da; Türkiye ‘nin bu küçücük ilçesinde noktalamak üzeredir.
Doktor Emmol Lek dik dik bakıyordu:
— Yani bu her şeyin sırrını fizikte ve doğa yasalarında arayan demagogun söyledikleri en sonunda çıktı mı demek istiyorsun?
Kay Rem gülmüyor, tam tersine; üzüntülü üzüntülü bakıp duruyordu. Komutanın ise yüzü gittikçe gölgelenmekteydi:
— Evet Lek. Öyle söylemek istiyorum. Fakat suçluyu belirlemekte senle ben; biz ikimiz birbirimizden ayrılmaktayız. Zira gerçek demagog bizleriz, o değil. Çünkü çözemediğimiz bütün bu olayların altında, doğal yasalarla ve fizik kurallarla ilgili nedenler yattığını ileri süren ve savunan sadece Rem ‘di.
Etimolog Şur Çarup, görmeye alışık olmadığı bu tedirgin davranışlardan ürkmüştü:
— Lütfen kaptan… Diyerek söze karıştı. Lütfen keser misiniz bu soğuk şakaları… Ortada neler döndüğünü öğrenmek istiyorum…
Kaptan Vaştar, tüm arkadaşlıkları süresince belki de ilk kez olarak derin bir sevgiyle ve güçlü bir koruma duygusuyla ellerini genç kadının omuzlarına koydu:
— Çarup… Diye mırıldandı. Biz kaybolduk…
Bu sözler sadece genç kadının değil, yanı sıra Doktor Emmol Lek ‘in üzerinde de şok etkisi yaptı. Her ikisinin de bu anda kulaklarına inanamadıkları kolaylıkla söylenebilirdi. Yapılabilecek başka hiçbir hareket, gösterilebilecek hiçbir tutum ve söylenebilecek hiçbir söz onları bundan daha fazla şaşırtamazdı. Doktor Lek, erkek olmanın sağladığı bir dayanıklıkla sinirlerine hâkim olmaya çalışırken Etimolog Şur Çarup haykırmaktan kendini alamadı:
— Kayıp mı olduk? Ne demek oluyor şimdi bu? Kulaklarıma inanamıyorum… Nasıl olur? Biz… Yani biz şimdi kendi dünyamıza inmedik mi demek istiyorsunuz?
Kaptan, tıpkı çocuğunu avutmaya çalışan bir baba gibi Şur Çarup ‘un saçlarını okşadı:
— Lütfen Çarup. Dedi. Kendine gel…
— Haydi söyleyin… Öğrenmek istiyorum… Biz kendi dünyamıza indik mi inmedik mi?
Kaptan Vaştar güçlükle konuşabildi:
— Kendi dünyamıza hem indik, hem de inemedik Çarup. Bunu sana tek bir anda tümüyle anlatabilmek o derece zor ki. Sen şimdilik şu kadarını anlayabilmeye çalış: Biz hem kendi dünyamıza döndük, hem de bir daha asla kendi dünyamıza dönemeyeceğiz.
Fotonist Kay Rem mırıldandı:
— Bir daha asla. Hiçbir zaman.
— Kaptan Çi Vaştar onayladı:
— Hiçbir zaman.
Doktor Emmol Lek durumun ciddiyetini bir anda kavrar gibi olmuştu ama tamı tamına neler olduğunu bilip çıkaramıyor, sadece, bu sözlerin altında kendileri için hiç de hayırlı sayılamayacak bir geleceğin yattığını sezinliyordu. Kır gezintisine çıkmış bir sevgili tutumuyla bulunduğu yerden uzanıp Etimolog Şur Çarup ‘un elini elleri arasına almıştı. Genç kadının diğer eli, yüreğindeki sıcaklığı ortaya koymaya çalışan kaptanın elleri arasındaydı. Üçü önde ve Fotonist Kay Rem arkada olmak üzere, kararı konuşmadan verilmiş bir yürüyüşle kapsüle doğru ilerlediler.
Kapsülde, Doktor Emmol Lek, genç kadını manyetik bir tabureye oturttu. Babacan davranışlarla Çarup ‘un kolunu geriye doğru sıvazladı. Eline aldığı bir enjektörden havaya biraz sıvı püskürttükten sonra iğneyi kolun etine sapladı. Az sonra iğneyi yerinden çıkarırken içten gelen derin bir sevgiyle:
— Şimdi kendini daha bir iyi ve daha bir dayanıklı bulacaksın Çarup. Dedi. Bundan eminim.
İşlerini bitirip gelmiş olan Teğmen Vag Lom, hiçbir şey anlamadan şaşkın gözlerle bir Etimolog Şur Çarup ‘a, bir Doktor Emmol Lek ‘e ve bir de öbür astronotların yüzlerine bakıp durmaya başlamıştı. Kaptan Vaştar, bu kere onun omzuna vurmak zorunda kaldı:
— Vag… Şuradan Çarup ‘a soğuk bir içki veriver… Dedi. Soğuk bir içkinin herhangi bir sakıncası var mı Lek?
Doktor Emmol Lek yanıt verdi:
— Sanmam. Üstelik faydası olacağı kanısındayım. Şokun hafiflemesini sağlar. Alkolsüz olsun Vag.
Etimolog, Teğmen Vag ‘ın tele kontrolle ulaştırdığı içkiden birkaç yudum aldıktan sonra kendini az-boz toparlar gibi oldu. Ancak, merakı hala üzerindeydi. Bu nedenle olacak ki; titreyen bir sesle sordu:
— Kaybolduğumuzdan emin misiniz kaptan?
Kaptan Çi Vaştar, bir şeyler yapıyormuş gibi görünmek için sağ avucuyla burnunun ucunu yukarıya doğru bastırıp durmaktaydı:
— Bu soruyu senin anlayabileceğin bir biçimde yanıtlamak o kadar zor ki Çarup. Dedi. Bir bakıma; insan nerede bulunduğunu bildiği takdirde, kaybolmuş sayılmaz. Biz ise; bulunduğumuz yeri biliyoruz. Yani bir açıdan, kaybolmamış olduğumuz söylenebilir. Fakat ne yazık ki; bu, gerçekten kaybolmadığımız anlamına da gelmez.
Şur Çarup durgun bakışlarla komutana baktı:
— Peki, şimdi ben bundan ne anlayayım kaptan? Yok, mu bunun daha kolay bir anlatılma olanağı?
— Var.
— Öyleyse o biçimde anlatsanıza bana. Yani biz şimdi dünyada değil miyiz?
— Dünyadayız.
— Hem de dünyada değiliz. Yanılmıyorsam; ilk duyduklarım böyleydi kaptan?
— Doğru, öyleydi. Biz bu anda hem dünyadayız, hem artık dünyada değiliz.
Genç kadının yüzü olması gerekenden daha da solgundu:
— Böyle bir konuşma size göre mantıklı mı?
— Önümüze çıkan olaylarda neden-sonuç tutarsızlıkları vardı Çarup. Bunu asla unutma. Bize göre; onlar da mantığa ters düşen olaylardı. Bir bakıma bu da onun gibi. Konuşmam her ne kadar mantığa uygun görünmüyorsa da, gerçeği yansıttığından asla kuşkun olmasın.
— Böylesine anlaşılmaz bir sözü her nasıl açıklamaya çalışırsanız çalışın, bu benim için hiçbir şeyi değiştiremez. Zira kavrayabileceğimi pek sanmıyorum. Meğerki olup bitenleri, bana, benim anlayabileceğim bir yöntemle açıklamaya çalışasınız.
— Ben de öyle yapmaya çalışacağım Çarup. Ama hemen şimdi değil. Çünkü varsayımlarımız şimdilik yeterince kesinleşmiş görünmüyor. Daha doğrusu; biz onların kesinleşmemesini diliyoruz. Bu nedenle kesin bir açıklamaya girmeden önce, Rem ‘le bazı incelemelerde bulunmamız gerektiğini düşünüyorum. Ancak ondan sonradır ki; seni bazı soru işaretlerinden kurtarabileceğimi sanmaktayım.
Doktor Emmol Lek sordu:
— Rem ‘le hangi konu üzerinde inceleme yapmayı düşünüyorsun Vaştar?
Kaptan Vaştar başını çevirmeden konuştu:
— Bunu sorman gereksiz Lek. Çünkü sizlerden de bu incelemelerimize katkıda bulunmanızı isteyeceğim. Hepimizin aynı temel düşünce çevresinde birleşip birleşemediğimizi öğrenmemiz faydalı olacak.
Bu kez Teğmen Vag ortaya bir soru attı:
— Nasıl bir temel düşünce kaptan? Biraz belirleyemez misiniz bunu?
— Kenarı-köşesi dağınık bir temel düşünce Vag. Tıpkı, yere düşüp tuzla buz olmuş cam vazo gibi bir şey. Hâlihazırda ortada vazo diye bir şey yok ama parçaların her birini bulup tek tek yerlerine yapıştırabilirsek onu yine görebileceğiz.
Etimolog Şur Çarup mırıldandı:
— Öyleyse; bir gerçek peşindeyiz?
— Evet. Bizi kendimize getirecek olan gerçeğin peşindeyiz. Bu konuda bize yardımda bulunabilecek ölçüde güçlü buluyor musun kendini?
— Evet kaptan.
— Şu halde fırla bakalım ayağa. Boşa tüketecek zamanımız kalmadı.
Genç kadın gerçekten dinç görünmekteydi:
— Kaptan nasıl bir yardım bekliyorsunuz benden?
Kaptan Vaştar, oturmakta olduğu manyetik taburesine sanki bir daha hiç kalkmayacakmışçasına yerleşti ve bakışlarını etimologun yüzünde gezdirdi:
— Ormanda, giyimlerinden köylü olduklarını anladığın iki küçük çocuk görmüştün. Bilmem anımsayabildin mi? Hani, şarkı söylüyorlardı, konuşuyorlardı diye söz ettiğin çocuklar. Bunlarla ilgili olup belleğinde iz bırakmış herhangi bir sözcük var mı?
Şur Çarup belleğini araştırma gereğini bile duymadı:
— Evet kaptan. Yeterince anımsıyorum bazı sözcükleri. Bunları unutabilmem de olanaksız zaten. Zira sözcükler melodikti. Sandığıma göre; türkülerdeki dörtlüklerden sonra gelen nakaratlara yani yinelemelere benziyorlardı. Belki de belleğimde kolaycacık iz bırakmış olmaları bu yüzdendir. Yanılmıyorsam; “Yav mülüg, yav” gibi bir şeydi. Evet, evet, “Yav mülüg yav” dı. Sonra bir başka şey daha. İzin verin azıcık düşüneyim. Nasıldı acaba? Ama hayır, onlar yinelemeye benzemiyordu. Melodileri olmayan düz konuşmalardı. Evet, tamam. Anımsadım. O çocuk, kendisini ellerimle tutup sarsmak istediğim sırada söylemişti: “Idalkoy ineb liarza.” Tamam, evet, böyleydi.
Kaptan Çi Vaştar ‘ın gözleri ışıldıyordu:
— Bunları ya yaz, ya da bellek bankasına ver Çarup. Unutmanı istemiyorum. Bizce çok önemli bu. Çok değerli. Unutmamış olacağın konusunda en küçük bir kuşkum bile yoktu. Zira, dil bilginleri müzisyenlere benzerler: Kulakları ve bellekleri kusursuzdur. Duyarlar ve duyunca unutmazlar.
- Teşekkürler kaptan.
- Teşekküre değmez. Gerçek bu. Övmek için söylemedi. Bu nedenle sana yeni bir görev vermek istiyorum. Bu sözcükleri lütfen incele. Bir dilbilgini olarak üstlerinde önemle dur. Bunları çözmen belki yararlı olacaktır bize. İşinin pek zor olmayacağını sanırım. Çünkü; sana bu konuda ışık tutup yol gösterecek temel bilgilere ve yöntemlere sahipsin. Herşeyden önce; bu anda dünyamızda bulunduğumuz konusunda kuşkumuz yok. Üstelik, Türkiye ‘de, Sivas İli ‘ne bağlı Koyulhisar İlçesi dolaylarında olduğumuzu bellek bankası kayıtlarından bilmekteyiz. Bilmem anlatabiliyor muyum Çarup? Düşüncelerimize yapacağın katkı, şimdilik bu konuda bizi elden geldiğince aydınlatmaktan ibaret olacaktır.
- Size yararlı olmaya çalışacağım kaptan.
Kaptan Vaştar:
- Bundan eminim. Diyerek gülümsedi. Bundan eminim.
Komutan bu kez doktora döndü:
- Lek, bize gıda maddeleri ile beslenme konusunda yardımcı olacaksın. Bu biraz, marangozdan kuyumculuk beklemeye benziyor ama başka da çıkar yolumuz bulunduğunu pek sanmıyorum. Foton 1 ‘den artakalan ekipte senden başka bunu becerebilecek eleman yok.
Doktor Emmol Lek yansız bir tutumla sordu:
- Görevimin çerçevesini de çizecek misin Vaştar? Yani bu konuda neleri yapabileceğimi, neleri yapamayacağımı belirlemeyi düşünüyor musun?
- Seni pek tek başına bırakma yanlısı değilim Lek.. Ancak, beklediğin ölçüde bir sınırlayıcı olmayacağım. Bir bakıma, kendi çalışma çerçeveni kendin çizeceksin. Hangi noktada istersen çalışmalarını o noktada durdurabileceksin.
Doktor Lek merakla kaptana baktı:
- Bu “Durdurmak” sözcüğüyle anlatmak istediğin nedir?
Kaptan Vaştar, karşılaştığı birisini kucaklamak istercesine ellerini ve kollarını yana açtı:
- Lek, ben sana bir tür sıkıyönetim yetkisi veriyorum. Elbette ki; yönetsel anlamda değil, sadece gıda maddeleri üretimiyle beslenmenin eksiksiz organizasyonu anlamında.
Doktor Lek cansıkıntısıyla başını salladı:
- Yine kafamı karıştırmaya başladın Vaştar. Zaten, seni ve düşüncelerini hiçbir zaman kolaylıkla anlayamamışımdır. Bence gıda maddeleri üretimine gerek bile yoktur. Burada bir başıma olsam yani senden direktif alacak pozisyonda bulunmasam; bilgisayarın ürettiği ve üreteceği tüm gıda maddelerini hemencecik şuraya; şu kapsülün kapısı önüne acımadan dökebilirim. Uzayda bunlarla yetinmek zorundaydım ama burada ilacı andıran yiyeceklerle yetinmek zorunda olacağımı hiç sanmıyorum. Burada, kendi dünyamızda olduktan sonra, doğal gıdalar dururken ne gerek var yapay gıdalarla beslenmeye?
Komutanın kararı kesindi:
- Gerek var Lek. Dedi. Bunu senden özellikle istiyorum. İkinci bir direktifime kadar onlarla ilgilen. Gereken her türlü özeni göster. Var olanı özenle koru ve varolmayanı özenle üretmeye çalış. Gereksiz tüketimi engelle ve bu konudaki kurallarına uymayanları uygun gördüğün biçimde cezalandır.
Doktor Emmol Lek iyice şaşırmıştı:
- Sen buna neden böylesine önem veriyorsun, söylesene?
- Umduğundan çok daha önemli de o yüzden. Bilmem anlatabildim mi?
Doktor gözlerini kaptandan ayıramıyordu:
- Ha evet evet. Oldukça anladığımı sanıyorum.
Komutan doktorla artık ilgilenmedi:
- Vaaag…
- Evet kaptan?
- Gizli bilimlerden çok hoşlandığını biliyorum.
- Ama kaptan…
- Sözümü kesme lütfen. Amacım seni yermek veya alçaltmak değil. Çocukken manyetizörlerin bomboş şapkalardan tavşanlar, kuşlar, çiçekler, şekerlemeler, bayraklar çıkardıklarını görmekten hem çok hoşlanır, hem de bunlara alabildiğine şaşardık. Bence; insanların, hoşlanmaya olduğu kadar şaşmaya da hakları var. Çünkü alışılmış şeylerden hiç kimse hoşlanmaz. Bu nedenle; bunalmamaları, darboğazlarda sıkışıp kalmamaları için ara sıra da olsa şaşmaları gerekir. Dinle beni Vag. Kesinlikle emin olmanı isterim ki; sana bundan sonra, içinde tadına doyamayacağın derecede şaşırtıcı şeyler bulunan eşsiz-benzersiz bir şölen sunacağım. Sen benim bu şölenime özellikle çağrılısın. Bu öylesine bir şölen ki; bunda konuklar aynı zamanda uşak, uşaklar da aynı zamanda konukturlar. Nitekim bu şölende, herkes kendine gerekeni kendisi hazırlayacak, kendi döküntüsünü herkes kendisi toplayacaktır.
Şaşkın bir halde bulunan Teğmen Vag Lom kekelemeye başlamıştı:
— Özür dilerim kaptan. Ne söylemek istediğinizi pek anlayamıyorum.
Kaptan Vaştar belli belirsiz gülümsedi:
— Anlayacaksın Vag, anlayacaksın. Benim gizli bilimlerden ve olağanüstü olaylardan hoşlanan dostum. Fakat sen bana önce bir haberleşme bağlantısı kurmaya çalış. Bakalım bu kere başarı sağlayabilecek misin?
—Ama kaptan, bunu başarma umudumuzun bile kalmadığını biliyorsunuz.
Komutan büyük bir rahatlıkla konuşmaktaydı:
— Olsun Vag… Dedi. Yine dene. Bir kez daha, beş kez daha, beşbin kez daha dene. Biz buna zorunluyuz. Koskocaman ve taptaze bir geyik budunun üstüne alabildiğine iri harflerle “İmdat” diye yazmış, bunu aç bir aslanın önüne koymuşuz. Kurtuluşumuz, bu budun yani bu çağrının aslanın pençelerinden ve dişlerinden kurtulmasına bağlı. Sana anlatmak istediklerimi işte şimdi anlatabildim sanıyorum.
Teğmen Vag ne diyeceğini bir türlü bulup çıkaramıyor, söylenilenleri de pek anlamışa benzemiyordu. Gözlerinin önünde sadece bir “İmdat” sözcüğü vardı. Kocaman kocaman harflerle yazılmış bir “İmdat” sözcüğü. Bu sözcük koskocaman ve taptaze bir geyik budunun üstüne yazılmıştı. Ve bu budun, yırtıcı bir aslanın pençeleriyle dişlerinden kurtarılabilmesi gerekiyordu.
Genç adam irkildi:
— Anlıyorum kaptan, anlıyorum… Evet, elbette anlıyorum…
Kaptan Vaştar yerinden kalktı:
— Şu halde sana başarılar dilerim.
Yürüdü, astronotların bulunduğu üniteden çıktı. Onu Vag, Vag ‘ı da Çarup izledi. Doktor Emmol Lek ise, kendi homurtularını kendisi dinlemeye başlamıştı. Kafasının hiç de eski kafası olmadığından emindi. Kaptanın, olayları genellikle önemsemediğini, en zorlu açmazları bile gözünde asla büyütmediğini, zorluklardan ve engellerden kolay kolay yılmadığını çok iyi biliyordu. Gerçekte, onu şaşırtan da buydu. Zira kaptanda görmeye hiç de alışkın olmadığı belirgin bir tedirginlik vardı. Doktor Lek ‘e göre; bu tedirginlik, tükenmişliği ve umutsuzluğu simgeliyordu. Bir şeyler bekleyenlere ve bir şeyler umanlara, bekleyip umduklarının sunulamayacağını kanıtlayan bir simge. Belki bir kötülük, belki de bir felaket simgesi. Doktor Emmol Lek, bu kereki düşünce yağmurundan pek de kolay kurtulamayacağı kanısındaydı. Dikilip kaldığı üniteden bu düşüncelerle çıktı ve yiyecek bilgisayarlarının yer aldıkları üniteye doğru ilerledi.
Bilgisayar alışılmış çalışmasını sürdürüp durmaktaydı. Kontrol ekranından, üretilen yiyeceklerle ilgili dokümanter bilgiler sel gibi akıp gitmekte, otomatik kontrol, bu bilgilerle bellek bilgileri arasında paralellik kurabilmek için elden geleni yapmakta, yanlışları kayıtlardan düşüp doğrulara bazı eklemeler göndermekteydi. Depo fazlası besi maddesi paketleri, kompleksin ışıklı ve dar bir kanalından monoton hareketlerle dışarıya çıkıyor, yürüyen bir şerit üzerinde rafların önünü dolanıyor ve manyetik bantlar paylarına düşen paketleri alarak ters dönüp yüklerini temel depolara boşaltıyordu.
Doktor Emmol Lek ‘in bu anda bir tek düşüncesi vardı: Kaptan acaba bu baş belası besin paketlerine neden gerek duyuyor, koskoca bir gemiden artakalan beş astronotun yaşantısını neden bunlara bağlamak zorunluluğuna düşmüş görünmek istiyordu? En doğal yiyecek, yiyeceklerin kendileri değil miydi? Kendi öz dünyalarının hayvansal, madensel ve bitkisel ürünlerini bu mekanik yapıtlara, bu ilaçtan farksız yiyecek ve içeceklere yeğ tutmamak düşüncesi hangi zorunluluktan kaynaklanmaktaydı? İşte Doktor Lek ‘in bir türlü anlayamadığı ve bir türlü akıl erdiremediği tek konu buydu. Kesin olan; kaptanın, yeryüzü nimetlerini bir yana itmek istemesiydi. Anlaşılan, amacı; kendilerine bolluk içinde darlık çektirmek, doğal besinlere el sürdürmemek, arkadaşlarını sadece bilgisayarların ürettiği yiyecek ve içeceklerle beslenmek zorunda bırakmaktı.
Doktor Emmol Lek kendi kendine “Seni inatçı katır seni…” diye homurdandı ve telekontrol aygıtıyla duvardan çekip ortaya getirdiği manyetik çalışma masasını kurdu, yanına yerleştirdiği manyetik tabureye çökerek vitamin programlarını gözden geçirmeye başladı.
Yoğun bir çalışmaya girişmişti. Bilgisayarın eski programlarını gözden geçiriyor, çok gerekenlerle az gerekenler arasındaki seçenekleri saptıyor, bazı programları iptal edip bazılarını yeniden aygıtın belleğine veriyor, çıkan ürünlerden örnekler alıyor, tad alma aygıtlarıyla tad kontrollerini gerçekleştiriyor, beğenmediklerini komplekse geri çeviriyor, birbirinden karmaşık işlemlere dalıp çıkıyor ve vitamin stoklarıyla ilgili envanterleri inceleyip duruyordu. Doktor Lek ‘in bu yorucu çalışmaları, hoparlörden yankılanan direktife kadar sürdü gitti:
— Lek… Verilerinle birlikte hemen komuta kabini ana ünitesinde ol…
— Anlaşıldı Vaştar…
Doktor Emmol Lek, bilgisayarı kendi çalışmalarıyla baş başa bırakıp üniteden ayrıldı. Ana üniteye girdiğinde; Kaptan Çi Vaştar ve öbür üç astronot kendisini beklemekteydiler. Ortada eni dar, boyu uzun manyetik bir masa vardı. Çi Vaştar masanın orta yerine rastlayan manyetik taburesinde oturmaktaydı. Astronotlar, komutanın karşısındaki yerlerini almışlardı. Fotonist Kay Rem ‘le Etimolog Şur Çarup ‘un arasında boş bir tabure bırakılmıştı. Doktor Emmol Lek hiçbir şey söylemeden geçip işte bu tabureye oturdu.
Kaptan Vaştar konuşmadan ve hiç kimseyle ilgilenmeden dosdoğru önüne baktığı için, huzurunda bulunanlardan hiçbiri konuşmak yürekliliğini gösteremiyordu. Komutan, sanki çok önemli bir şeyler söylemeye hazırlandığı halde, gereken gücü kendisinde bulamadığından bir türlü ağzını açamıyormuş gibiydi. Nelerden sonra başını kaldırdığında; yüzünde birtakım derin çizgiler bulunduğu iyice ortaya çıktı. Bir tek gün içinde sanki tam bir ay yaşamışa benzemekteydi. Gözlerini bir süre arkadaşlarının üzerinde gezdirdikten sonra konuşmaya başlayabildiği görüldü:
— Arkadaşlar… Diyordu. Bu toplantıda sizlere bir bülten getiriyorum. Bültenimizdeki haberlerin birbirinden iyi haberler olduklarını söyleyerek sizleri boş yere umutlandırmak istemiyorum. Ayrıca, bunun doğru olacağı kanısında da değilim. Bence; iyi de olsa, kötü de olsa, insan yalın gerçeği bilmeli, onu benimsemeli, takınacağı tutum ve gideceği yolu buna göre düzenlemelidir. Çünkü gerçek kötü ise acımasızdır. Çarpar, bocalatır, bunaltır. İnsanı “Ah keşke bu olmasaydı” nın saplantısına düşürür. Bunun için hem sizlerden dayanıklı olmanızı istemek, hem de gerçekleri olduğu gibi ortaya koymama izin vermenizi dilemek zorundayım. İstesem de, istemesem de, benim bundan başka seçeneğim yok. Sadece benim değil, sizin de yok. Hiçbirimizin hiçbir seçeneği yok. Birisi veya birileri yolumuzu ve yazgımızı çizmiş, herhangi bir seçenek hakkı tanımayarak bizi bu yolu ve yazgıyı izlemek zorunda bırakmıştır.
Kaptan Vaştar birkaç kez yutkunduktan sonra sözlerini sürdürdü:
— Şu anda dünkünden daha fazla şey biliyoruz. Bunun size pek de yabancı geleceğini sanmam. Zira hep böyle olur genellikle. Yani insanoğlu, bir gün sonrasında, bir gün öncesine oranla çok daha fazla şey bilir. En azından kendi kendisinin bir tek gün içinde ne olduğunu, neye döndüğünü. Belki de, bir gün önce neler umarken sonra neler bulabildiğini.
Kaptan Vaştar tele kontrolle kendisine bir içecek aldı fakat buna dudaklarını bile değdirmeden karşısındakilere bakındı:
— Dün, içinde bulunduğumuz durumu ve yaşadığımız olayları mantıkla bağdaştıramıyorduk. Çünkü mantığımız bugünkü ölçüde gelişmiş değildi. Bilinmeyen san ‘atçı, evirip çevirip bize kartın aynı yüzünü gösteriyordu. Biz ise; kartın hem önünü, hem de arkasını gördüğümüzü sanıyor, boyalı olan yüzün aynı anda nasıl boyasız ve boyasız yüzün aynı anda nasıl boyalı görünebildiğine şaşırıp kalıyorduk. Sonra, san ‘atçının bize artarda birkaç kere sadece boyalı yüzü, artarda birkaç kere de boyasız yüzü gösterdiğini anlar olduk. Hileyi bulduğumuz için şaşkınlığımızdan kurtulup alkışlarımızı yani beğenimizi geri aldık. Yani bir bakıma tadımız kalmadı.
Komutan bardağından bir-iki yudum aldı:
— Bu bir bakıma Rem ‘in bize olan üstünlüğüdür dersem, yanlış olmaz. Zira o bize sürekli olarak anlaşılamayan sonuçların altında anlaşılır nedenlerin yattığını öğretmeye çalıştı durdu. Bize gelince; bizler sadece direndik. Sadece benimsememeye kalkıştık. Fakat bugün o kazandı ve bizler kaybettik.
Kaptan Vaştar bardağını masaya bıraktı:
— Arkadaşlar… Şimdi artık, bizi vektörel yörüngemizden ve vektörel rotamızdan saptırıp paradoksal bir yörüngeye ve paradoksal bir rotaya sokan o korkunç kaosun nedenini bilmekteyiz.
Doktor Emmol Lek, Etimolog Şur Çarup ve Teğmen Vag Lom şaşkınlıktan faltaşı kadar açılmış gözlerle kaptana bakarken kontrolsüz seslerle söylendiler:
— Kaosun nedenini biliyor muyuz?
Kaptan Çi Vaştar sakin bir sesle yanıtladı:
— Kaosun nedenini artık biliyoruz. Hiç olmazsa bize yetecek kadarını.
Üç astronot süregiden şaşkınlıklarıyla bazan birbirlerine, bazan da kaptanla Kay Rem ‘e bakıyorlardı. Komutanın buna aldıracak hali yoktu:
— Dostlarım… Demekteydi. Bunu sizlere açıklamadan önce, konular arasında bazı bağlantılar yapmak ve sizi sonuca daha bir iyi hazırlamak istiyorum. Çünkü bizi mutlu etmeyecek olan bir sonucu ilk ağızda kabullenebilmek pek kolay olmayacak.
Kaptan Çi Vaştar, masa üzerindeki sağ elini uzatıp Fotonist Kay Rem ‘in masadaki elinin üzerine koydu:
— Yolumuzu bulmamızda Rem ‘in çok büyük yardımları oldu. Ona teşekkür borçluyuz. Rem ‘in kuşkulu zaman ölçmeleri olmasaydı; durumumuzdaki garipliği anlayabilme olanağımız da bulunmayacaktı. Nitekim Rem beni, başlangıcımızın sabah değil, akşam olduğu konusunda uyardı. Gerçek de buydu. Yani dünyaya indiğimizde zaman sabah değil, akşamdı.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
— Başlangıcımız sabah değil, akşammış… Peki, ne demek şimdi bu?
Kaptan Vaştar aldırmadı. Sesi umulandan daha da tatlıydı:
— Bunu sizlere anlatmanın pek kolay olmayacağını biliyordum. Lek, insana göre zaman ya (A) ‘dan başlar, ya da (B) ‘den. Eğer sen (A) ‘daysan; zamanın (A) ‘dan mı yoksa (B) ‘den mi başladığını bilirsin. (B) ‘deysen; zamanın nereden başladığını yine bilirsin. Ama eğer (A) ile (B) ‘nin orta noktasındaysan; o zaman gerçek başlangıcın (A) mı yoksa (B) mi olduğunu bilemezsin. Zaman (A) ‘dan (B) ‘ye gidiyorsa; sen bunu (B) ‘den (A) ‘ya gidiş de sanabilirsin. Ya da tersi. Yani (A) ‘dan (B) ‘ye gidiş.
Doktor Emmol Lek iyice huysuzlanmıştı:
— Bu denli ince sözler benim kalın kafama işlemez. Anlatmak istediğini daha açık anlat. Çocukların bile anlayabileceği bir düzeye indirge sözlerini. Zira tam bir şaşkınlık içindeyiz ve bu şaşkınlık bizim anlama yeteneğimizi azaltmaktadır.
Kaptan Vaştar uysal bir tutumla ellerini yana açtı:
— Peki Lek. Dediğin gibi olsun. Tut ki; otomobilde gidiyorsun. Yolculuğun sırasında yağmur yağıyordu ve yağmur başladığında sen uyumaktaydın. Sonra birden gözlerini açtın ve yağmurla karşılaştın. Arabanın ön camları üzerindeki silicilerin bir sağa, bir sola çalışıp durduklarını gördün. Yağmur yağmaya başladığında uyanık olsaydın; silecekler o anda çalışmaya başlayacaklarından, sen onların ilk kez nereden harekete geçtiklerini görüp bilecektin. Yani hareketin yönü hakkında fikir sahibi olacaktın. Ama sen, onlar çalışmaya başladıktan sonra uyandığın için, istesen de hareketin yönünü bilme olanağını artık bulamazsın. Zira bu koşullar altında, sana göre; soldan sağa hareketle, sağdan sola hareket arasında herhangi bir fark yoktur. Senin gözünde her iki hareket de normaldir. Çünkü her iki başlangıç noktası da iki ayrı ve ters özelliğe sahiptir. (A) da, (B) de. Yani sana göre; (A) belki bir başlangıç, belki de bir bitiş noktasıdır. Aynı varsayım (B) için de geçerlidir. Bilmem anlatabildim mi?
Doktor Emmol Lek kuşkulu gözlerle kaptana baktı:
— Eh biraz.
— Bir örnek daha vermem gerekir mi dersin?
— Maldan zarar etmezsin. Örneğin varsa ver. Nasıl olsa biz satmışız kirazı, elde kalmış terazi.
— Lek, bir metronom düşün. Tuşa dokunduğun anda sarkaç çalışmaya başlar. Ve sen, sarkaç hareketinin (A) ‘dan mı, (B) ‘den mi başladığını, hareketin (A) ‘da mı, (B) ‘de mi bittiğini bilirsin. Ama sen, hareket başladıktan sonra olaya tanık olmuşsan; artık başlangıç noktasını da bilemezsin, bitiş noktasını da. Çünkü böylesi bir koşul altında, sarkacın sağdan sola salınımı da doğru yönlüdür, soldan sağa atılımı da.
Doktor Lek elini masaya vurdu:
— Tamam… Ben bunu anladım… Fakat ne çıkar bundan?
— Bana göre sen bunu yeterince anlamadın. Zira anlamış olsan; bundan çok şey çıkarabileceğinin de farkına varırdın. Çok şey çıkar Lek. Çok şey. Komuta kabinimiz buraya indiğinde vakit öğlendi. Biz o zaman bunun üzerinde gerektiği kadar durmadık. Çünkü ortada kuşkulanmamızı gerektiren hiçbir şey yoktu. Oysa kuşkulanmamız gerekiyordu ve bu çok önemliydi.
Şur Çarup söze karıştı:
— Neden kaptan? Neden önemli olsun ki? Ben bunda önemli hiçbir şey göremiyorum.
— Öyleyse Doktor Lek takımı bir üye daha kazandı demektir. Düşünsene Çarup; Öğle; gün sürecinde ayrıcalıklı bir pozisyondadır. Sabahtan başlayıp akşama giden günün ortası da öğledir, akşamdan başlatıp sabaha gelen günün ortası da. Burada geceden söz etmediğime antrparantez dikkatinizi çekmek isterim. Oysa durum, sabah için hiç de öyle değildir. Akşam için de, ikindi için de.
Teğmen Vag Lom başını salladı:
— Evet, böyle görünüyor. Pek anlaşılmaz yanı yok.
Kaptan Vaştar taburesinde dikildi:
— Şu halde, bunu bir anı olarak belleklerinize kaydedin. Biz de yeni bir noktaya, daha doğrusu; yeni noktalara parmak basalım.
Komutan masanın üstüne büyükçe bir kâğıt koydu:
— Bu kâğıda bellek bankasından bazı bilgiler aktardım. İzninizle şimdi size onları okumak istiyorum.
Kaptan, parmağını kâğıttaki satırlara gezdirerek okumaya ve her okuyuşta çevresindekilerin yüzlerine bakmaya başladı:
— Fotonist Kay Rem ‘in gözlemi: İniş açımızda şaşılacak ölçüde bir sapma var. Kapsülümüz denize inmesi gerekirken karaya indi. Binlerce kilometrelik bir iniş açısı sapması kaydedildi. Bu olanaksız.
Etimolog Şur Çarup ‘un gözlemi: Köylü çocuklar hoplaya zıplaya gerisin geri gidiyorlardı.
Doktor Emmol Lek ‘in gözlemi: Irmak, kayaların dibinden ta yukarılardaki doruklara doğru akıyordu.
Kaptan Çi Vaştar ‘ın gözlemi: Adam, yaşlı bir köylüyü andırmaktaydı. Otların arasından kalkıp dikildi. Bir şeyler yitirmiş olabilirdi. Çünkü hem gerisin geri yürüyor, hem de bir şeyler aranıyordu. Onun kapsüle içeri girdiğini gördüm. Koştum, araştırdım fakat bulamadım. Fotonist Kay Rem ve Teğmen Vag Lom, kapsüle böyle bir kimsenin girmediğini, öne sürdüler ve bunu da kanıtladılar.
Kaptan Çi Vaştar ‘ın gözlemi: Yağmur, yeryüzünden gökyüzüne yağıyordu. Suyun yerden göğe pülverize edildiğini düşündümse de, bu düşüncemden hemen caymak zorunda kaldım. Yetersiz gözlem. Ormandaki suyun gökten emildiğini kabullenmeye çalıştım fakat kabullenemedim. Yetersiz gözlem.
Komutan kâğıdı ters çevirip masanın üstüne kapattı. Karşısındakilere bir süre konuşmadan baktı ve sonra ortaya bir soru attı:
— Şimdi bunlar size göre ne anlam taşımaktadır?
Doktor Emmol Lek can sıkıntısıyla başını sallayıp homurdandı:
— Önceki anlattıklarından farklı bir anlam taşımıyor.
Şur Çarup mırıldandı:
— Önceki anlatılanlar da pek bir anlam taşımamışlardı bizim için.
Teğmen Vag Lom kekeledi:
— Taşımamışlardı.
Kaptan Çi Vaştar iki elini birden masaya dayadı:
— Ben bir hayli ilginizi çekeceğini sanmıştım. Dedi. Fakat çekmedi. Demek ki yanılmışım. Ama burada, hiç de göremediğiniz son derece ilginç bir nokta var. Bizim bunu da baştan görmemiz gerekiyordu fakat her nasılsa göremedik.
Doktor Lek sordu:
— Nasıl bir nokta?
— Lek, farkında değil misin? Gerçekte; olaylar elbette ki birbirinden çok değişik. Fakat tümünde bir temel nokta var. Yani ortak bir nokta. Dikkat edersen; olaylar habire değişiyor fakat bu nokta hiç değişmiyor ve hep yerli yerinde kalıyor.
Kaptan Vaştar sözlerinin etkisini anlamak için arkadaşlarının yüzlerine göz gezdirdi ve sonra, sözlerini biraz daha açıklamaya çalıştı:
— Bu nokta, hareketin yönü. Olayların tümünde hareket tek yönlü ve yön de ters.
Doktor Lek homurdanarak yetiştirdi:
— Nasıl ters? Nasıl ters?
— Lek, lütfen dikkat et. Olayları artarda diziyorum: Çarup ‘un köylü çocukları gerisin geri yürüyorlar, senin ırmağın gerisin geri akıyor, benim yağmurum gerisin geri yağıyor, rüzgârım gerisin geri esiyor, Vag ‘ın çiçekleri çiçekten tomurcuğa dönüşüyorlar, benim köylüm kapsüle gerisin geri giriyor. Görmüyor musun? Olayların tümündeki tek ortak nokta bu: Yani hareket ters.
Doktor Emmol Lek ‘in alt dudağı elinde olmaksızın aşağı düşmüştü ve onu toplamayı bile düşünemediği anlaşılmaktaydı. Etimolog Şur Çarup ise kendini alamayıp haykırmıştı:
— Evet, kaptan, evet… Şimdi artık çözebilirim…
— Neyi Çarup?
— Köylü çocukların sözcüklerini… Evet, açıklamalarınız sayesinde uygulanması gereken yöntemi buldum sanıyorum…
Kaptan Vaştar gülümsedi:
— İzin verirsen; bunu sana ben söyleyeyim Çarup. Senin, hiç olmazsa sözcükler için gereken yöntemi bulmuş olarak buraya geleceğini sanmıştım. Elbette ki; senden o sözcüklerin anlamlarını çözmeni beklemiyordum. Beklediğim, sadece bana gereken yöntemi getirmendi. Sadece yöntemi. Fakat bunu getiremediğine üzüldüğümü sanma. Çünkü burada da olsa; gereken yöntemi bulduğuna sevindim. Ve umudederim ki; senin bulduğun şey benim bulduğumun aynıdır.
Şur Çarup kızarmıştı:
— Sözler ters söyleniyordu kaptan.
Komutan parmağıyla onayladı:
— Evet. Hem bulmanız hem de anlamanız gereken şey işte buydu. Sözler ters söyleniyordu. İşte bu bulgu çok önemli. Bence; üzerinde gereken önemle de durulmalıdır. Zira bu nokta, Vag ‘ın, haberleşmelerin bilinmeyen dillerden yapıldığını öne süren sözlerini destekleyebilecek ve onlara çözüm getirebilecek güçteki bir noktadır.
Teğmen Vag, ağzı-dili birbirine dolaşarak bir şeyler söylemek istediyse de, Kaptan Vaştar ona bu şansı tanımadı:
— Tedirginleşme Vag. Ben seni anlıyorum. Böylesine garip bir şey zaten gelmezdi kimsenin aklına. Seni asla suçlamıyorum. Beni sevindiren şey; senin de gerçeği görmeye başlamış olmandır. Nitekim artık anlamış olacağın üzere; uzay üssümüzdeki ve dilini bildiğin-bilmediğin öbür istasyonlardaki haberleşmeler yabancı bir dilden yapılmıyordu. Yapılan, sadece anadilimizin ve öbür dillerin haberleşmede tersinden kullanılmasından ibaretti. İşte sen, bunun için o işin altından kalkamadın. Yani; Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in haberleşme teğmeni Vag Lom, anadilinin yanı sıra, Almanca, Fransızca ve İngilizce de bildiği halde, bu dillerden haberleşme yapan istasyonların haberleşmelerini anlayamaz duruma bunun için düşmüştü. Çünkü haberleşmede kullanılan tanıdık dillerin tümü, tanımadık dillerin yanı sıra tersine dönmüştü. Bunlar artık kendi anadilimiz veya bilip tanıdığımız Almanca, Fransızca ve İngilizce değildi. Çarup ‘un rastladığı köylü çocuklarının artık Türkçe konuşmadıkları gibi.
Teğmen Vag Lom, bu açıklamaları kavramakta zorluk çektiğini her davranışından, her tutumundan belli etmekteydi:
— Fakat Kaptan, böylesine tersine bir dil nasıl konuşulabilir? Bu, yıllarca sürecek bir eğitimi ve öğrenimi gerektirmez mi?
— Sakin ol Vag. Genelde, elbette ki; senin dediğine paralel bir eğitim ve öğrenimi gerektirir ama burada özel nedenler var. Ve ben bunları daha sonra ortaya koymayı düşünmekteyim. Bugünkü koşullar altında, bir dili tersine konuşmak hiç de senin sandığın ölçüde zor değil. Sen bile hemencecik konuşabilirsin. İstersen bir deneyiver. Yani bu “Vag” yerine “Gav” demek gibi bir şey. Ya da; “Çarup” yerine “Puraç” demek gibi.
- Puraç Ruş… Mol Gav…
Kaptan Vaştar astronota güç verdi:
— Daha daha…
Şur Çarup mırıldandı:
— Yav mülüg yav… Vay gülüm vay… Idalkoy ineb liarza… Azrail beni yokladı… Evet, kaptan, çocukların söyledikleri sözcüklerin gerçek söylenişleri işte böyle olmalı: “Vay gülüm, vay” ve “Azrail beni yokladı.”
— Evet, böyle olmalı. Şimdi sana düşen; bunların ne anlama geldiklerini bulmak. Yani bu sözcükleri dilimize çevirmek. Ben bunun bize çok yararlı olabileceğini sanıyorum. Nasıl, güveniyor musun kendine? Yapabilecek misin?
— Başarabileceğimi sanırım. Birazcık leksikolojik inceleme ister. Fazla zor değil.
Doktor Emmol Lek homurdanmaya başlamıştı:
— Peki, ama ne demek oluyor şimdi bunlar? Bu tersine maskaralık, bu tersine şov da nereden çıktı böyle?
Kaptan Vaştar, çoktan beri beklediği soru buymuşçasına parmağını hızla Doktor Lek ‘e doğru uzattı:
— Hah… İşte asıl parmak basmamız gereken yer burası… Harıl harıl arayıp bulmaya çalıştığımız yanıt burada yatıyor olmalı. Rem ‘in bunu sana benden daha kolay anlatacağını sanıyorum Lek.
Bu ana dek tek bir sözcük bile söylemeden bulunduğu yerden bakan ve sadece konuşulanları dinleyen Fotonist Kay Rem, isteksiz bir davranışla doğrulmaya çalıştı:
— Beni hiç de hak etmediğim bir biçimde yüceltiyorsunuz kaptan. Aslında bu denli abartılmış övgülere değmem ben.
— Hayır Rem. Sen gerçekten övülmesi gereken insansın. Haydi, şimdi Lek ‘i aydınlat.
— Bunun pek kolay olacağına emin değilim. Ama kayıtsız kalmak da istemiyorum. Dinle doktor. Ayrıntılarını henüz yeterince bilmemekteyim. Zira benimki sadece basit bir varsayımdır. Fakat belirtileri doğruya yakın olduğunu göstermektedir. Şimdi şöyle diyelim: Gezegenler arasında onları dengede tutan birtakım çekim güçleri vardır. Kendilerine çizilmiş sınırları aşmak bu gezegenler için felaketler doğurur. Çünkü çekim gücü az olan çekim gücü yüksek olanın elinde kendi acı sonuna sürüklenir. Güneş uzayındaki gezegenlerin yörüngelerini kontrol altında tutan güç işte bu çekim güçleridir. Uydusu olan bir gezegen, kendi uydusunu kendi çevresinde şu ya da bu yönde döndürür durur. Her gezegen hem kendi çevresinde, hem de ana gezegen olan güneşin çevresinde kendine özgü bir yörünge çizer. Bizim dünyamız yani yeryüzü sürekli olarak batıdan doğuya doğru dönmektedir. Bu dönüş, güneşe ve yıldızlara göre ters yöndedir ama böyledir ve dönüşünü böyle de sürdürmektedir. Yörüngesi az-çok dairesel sayılabilecek bir elips biçimindedir. Dünyanın bu yörüngedeki ortalama hızı saatte 107,000 kilometreyi bulmaktadır.
Doktor Emmol Lek oturduğu yerde homurdanmaya koyuldu:
— Ben sadece doktor değil, aynı zamanda astronotum delikanlı. Konuşurken bunu unutmamanı rica ederim. Onun için de, bu anlattıklarını biliyorum ve senin bana bilmediğim şeylerden söz etmeni merakla bekliyorum.
Kay Rem gülümseyerek sözlerini sürdürdü:
— Doktor, Foton 1 ‘le güneş uzayındaki vektörel bir yörüngede habire dünyadan uzaklaşırken, şimdilik bilmediğimiz ve belki de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir nedenle dünyamızın normal dönüşünde bir anlık bir duraklama oldu. Yani yeryüzü, dönüşünü kısa bir an için durdurdu ve sonra beklenmedik bir biçimde tersine dönmeye başladı.
Doktor Lek son derece büyük bir şaşkınlık içinde oturduğu yerde dikelirken Etimolog Şur Çarup kısa bir çığlık kopardı ve Teğmen Vag Lom, kendine sahip olamayıp ayağa fırladı. Doktor Lek, gözlerini iri iri açmış, son derece kalın bir sesle homurdanmaya başlamıştı:
— Tersine mi dönmeye başladı? Tersine mi dönmeye başladı? Yani dünya tersine mi dönmeye başladı?
Fotonist son derece sakindi:
— Öfkelenme doktor. Dedi. Senin öfkelenmen, Çarup ‘un haykırması, Vag ‘ın ok gibi yerinden fırlaması hiçbir şeyi değiştiremez. Evet, bu böyle oldu. Dünyamız önce durakladı ve sonra tersine dönmeye başladı.
Etimolog Şur Çarup haykırdı:
— Yani şu anda dünya doğudan batıya mı dönüyor demek istiyorsun Rem?
— Özür dilerim Çarup. Kabullensek de kabullenmesek de bu böyle. Ve ben de böyle söylemek istiyorum.
Teğmen Vag Lom kendini toparlar gibi olup yerine oturmuştu. Çekingen bir sesle sordu:
— Peki, ama bu neyi değiştirir ki?
Fotonist Kay Rem teğmeni sakinleştirmeye çalışır gibiydi. Soruyu tatlı bir sesle yanıtladı:
— Umduğumuzdan çok şeyi değiştirebileceğini kavrayamıyor musun Vag? Normal bir dönüş sırasında böylesine beklenmedik bir duruş dünyayı hallaç pamuğu gibi atmaz mı sanıyorsun?
— Ne diyorsun sen? Yoksa o bir anlık duruş bu dünyayı hallaç pamuğu gibi attı mı demek istiyorsun? Sözlerin yeterince açık değil…
— Sözlerimin yeterince açık olabilmesi için olanları gözlerimle görmüş gibi bilmem gerekir. Oysa benimki sadece bir varsayım. Ama kanıtları az-çok ortada olan bir varsayım.
Doktor Lek terslendi:
— Sürdür şu konuşmanı Rem, sürdür…
— Bu tür bir koşul altında, dünya yüzünde sağ kalabilmiş tek canlı, sağlam kalabilmiş tek bir yapı, ayakta kalabilmiş tek bir ağaç, darmadağın olmadan kalabilmiş tek bir dağ, tek bir tepe bulunabileceğini ummak ancak aptallık olur.
Doktor Emmol Lek üstünden bir türlü atamadığı aynı terslikle homur homur homurdanıverdi:
— Duruş anı ne denli kısa olursa olsun; yerçekimi ortadan kalkacağından, yeryüzündeki her şeyin öylece boşluğa fırlayıp gitmesi gerekir.
Fotonist yeniden gülümsedi:
— Koşullar böyle gerektirdiği için hem nalına, hem mıhına vurmaya nasıl olsa alıştık doktor. O bakımdan ve eğer izin verirsen; bir kez daha öyle yanıt vermek istiyorum: her şeyin öylece boşluğa fırlayıp gitmesi hem gerekir, hem de gerekmez.
— Gerekeceğini biliyoruz, neden gerekmeyeceğini de sen anlat bari.
— Bunu daha sonra kendiliğinden anlayabileceğini sanmaktayım doktor.
Şur Çarup konuşmayı hırçın bir biçimde kesti:
— Var olduğuna kuşku duyulmayan şu ormana, o ırmağa, o yüzbinlerce çiçeğe, şu köylü çocuklarına, o yaban domuzlarına, kaptanın varlığına tanık olduğu o yaşlı adama ne diyeceksin Rem? Varsayımın saçma değil mi? Saçma işte… Saçma… Saçma…
Kaptan Vaştar sevgi dolu bir sesle:
— Çarup… Diye seslendi. Lütfen kendini bırakma… Duygularını anlıyorum…
Genç kadın kendini toparlamaya çalışmaktaydı:
— Özür dilerim kaptan. Diye mırıldandı. Geçti sanırım. Basit bir bunalımdı. Bundan böyle daha dayanıklı olmaya özen göstereceğim.
Fotonist Kay Rem sözlerini sürdürdü:
— Sözlerin benim tutarsızlığımı göstermez Çarup. Tam tersine; varsayımımın doğruluğunu kanıtlar. Esasen bunar ikinci derecede önemli olan şeyler. Saha sonra bir esasa bağlayacağım oları. Yani öyle boşlukta bırakmayacağım. Fakat bunlardan önce, düşüncelerimi açıklayabilme şansını tanımalısın bana.
Genç kadın bir hayli toparlanmıştı:
— Özür dilerim Rem. Dedi. Lütfen dilediğin gibi sürdür konuşmanı. Artık çıkış yapmam. Emin ol.
— İşte sürdürüyorum konuşmamı: Dünya tersine dönmeye başlayınca ilk hareketler yavaş oldu. Böyle de olmak gerekirdi. Zira duruştan önceki hareketler de yavaştır. Bu bir tür, üçüncü viteste giden arabayı geri geri yürütmeye benzemektedir. İleri doğru gelişmekte olan hareketi hemencecik geriye döndürüp geliştiremezsiniz. Önce yavaşlamanız, sonra durmanız, daha sonra geri manevraya başlamanız gerekir. Ve başka türlü de olamaz. Dişlileri parçalamak pahasına da olsa. İşte tam burada bizi ilgilendiren bir nokta var. Bunu siz de sezinlemiş olmalısınız. Bildiğiniz üzere; iniş açımızda hepimizi şaşırtan önemli bir sapma ortaya çıktı. Gerçekte, programda göz önünde bulundurulmuş olan açı sapmaları son derece önemsiz sapmalardı. Özellikle iniş açımızdaki sapma. Karşımıza çıkan sapma ise, karşılaşmamız gerekenle bağdaşmayacak ölçüde şaşırtıcı oldu. Bizim deniz yerine karaya ve kendi ülkemiz yerine başka bir ülkeye inişimize neyin yol açtığını artık anladınız sanırım. Dünyanın normal yani düz dönüşü sırasında atmosfere girebilmiş olsaydık; durum hiç de böyle olmayacaktı. Zira dünya, atmosferiyle birlikte dönmektedir. Oysa biz, ters dönüş başladıktan sonra atmosfere girebildik. Bu koşul altında da, ülkemizden kilometrelerce uzağa inmemiz doğaldır. Tıpkı deniz yerine karaya inmemizin doğal olduğu gibi. Çünkü böylesine görülmemiş iniş açısı sapması ve böylesine eşi-benzeri görülmemiş bir olay, programda haliyle yer almamıştı. Hemencecik kabul edeceğiniz kadarıyla; alabilmesine de asla olanak yoktu.
Doktor Lek yerinden homurdandı:
— Görülmemiş bir şey bu…
Teğmen Vag Lom kendini tutamadı:
— Bence; olması beklenebilen bir şey. Zira dünyanın çok uzun yıllar önce kutup değiştirmiş olduğu bilinmektedir. Dönüş yönünü değiştirmesi bundan pek farklı değil.
Şur Çarup teğmenin yüzüne dik dik bakmaya başlayınca astronot kızararak bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı. Doktor Emmol Lek ise, merakla üsteleyip durmaktaydı:
— Peki, o beklenmeyen duruş dolayısıyla hallaç pamuğu gibi atılan dünyada can verenler ne oldu dersin Rem?
— Onları şimdilik bir yana bırak doktor. Ben bir başka noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum. Anlayamadığımız bir takım garip olayların kaynağı olan o korkunç kaosu anımsıyorsunuzdur sanırım. İşte bence kaosu doğuran bu olaydır. Foton 1 ‘deki o dayanılmaz santrfüj kuvveti ortaya çıkaran, gemimizi savaş alanına çeviren kargaşa budur. İşte bizi vektörel rotadan çıkarıp paradoksal bir rotaya oturtan bu kaostur. Bunun için de bizden özür dilemek zorunda bile değil. Zira bunu bize kendi elinde olmaksızın yaptı.
Doktor Lek öfkeyle kıpırdanıp durmaktaydı:
— Ve de iyi yapmış… Canımıza okudu okuyabildiği kadar…
— Evet, doktor, şimdi ölenlere, yıkılanlara ve hallaç pamuğu gibi atılanlara gelebiliriz. Bunu kavrayabileceğinizden asla kuşkum yok. Ancak, benimsemekte de zorluk çekeceğinizden eminim.
Şur Çarup yüksek bir tonla:
— Sen söyle… Dedi. Gerekirse biz benimseriz.
— Peki Çarup. Fiziğin geçerli ve sağlam kuralları vardır. Söyleyeceğimi sen de biliyorsundur sanırım.
— Yine de söyle.
— Kuralımız şu: Aynı nedenler aynı koşullar altında aynı sonuçları doğururlar.
Teğmen Vag atıldı:
— Bununla ölenlerin, yıkılanların ve hallaç pamuğu gibi atılanların ne ilgisi var?
— Doğrusu Vag, ben sizler gibi öğrencilerin doldurduğu sınıfta ders veren bir öğretmen olmaktansa, yapay karaciğer fabrikasında ciğer zarı işçisi olmayı inan ki yeğ tutarım.
— İyi ama nemiz var bizim?
— Hiçbir şeyiniz yok. Zaten benim de söylemek istediğim bu. Genelde, sizin az-çok sahip olduğunuz bir şeyler yoksa anlatmak istediklerimi ben size nasıl anlatabilirim?
— Özür dilerim Rem. Haklısın. Anlatacaklarını anlamaya çalışacağım.
— Öyleyse teşekkürler.
Fotonist Kay Rem parmağından alyansını çıkardı ve masanın üstüne koydu. Sonra parmaklarının ucuyla bunu öne doğru sürdü:
— Gördüğünüz üzere yüzük ileriye doğru gitti. Hareketi ters çevirirsek; yine yerine dönmesi gerekecektir. Genelde, yüzüğün buradan şuraya gidişini gerektiren aynı nedenler ne zaman aynı koşullarla birleşirlerse; o zaman hep aynı sonuçları doğuracaklardır. Bu kural tersine hareket için de geçerlidir. Açıkçası; (A) ‘dan (B) ‘ye oluşmuş bir hareketi bir tür sentez sayarsak; (B) ‘den (A) ‘ya doğru gerçekleşmiş ters bir hareketi de bir tür analiz saymak zorunda kalırız. Çünkü analiz, sentezin tersidir.
Doktor Lek, parmağını fotoniste doğru uzattı:
— Sözlerini ve örneklerini biraz daha basite indiremez misin sen?
Kay Rem ‘in tutumu değişmedi:
— Sözlerimin yeterince basit ve anlaşılabilir olduklarını sanıyordum doktor. Yine de basite indirgemem yararlı olacak herhalde.
— Elbette.
— Doktor, düşüncem açık. Benim hipotezime göre; dünya tersine dönmeye başlamıştır. Yani önceki alışılmış hareketinin şimdiki alışılmamış tersini yapmaktadır. Bunu kanıtlamam kolaydır. Dünya, alışılmış dönüşünde, batıdan doğuya doğru döndüğünden, güneş doğudan doğarmış gibi görünmektedir. Yani güneşin doğudan doğması normal bir doğuştur. Fakat şimdi güneş batıdan doğmakta olduğuna göre; dünyanın tersine dönmeye başladığı ortadadır.
Doktor Lek huysuzlandı:
— Bunun kanıtlanması bu kadar kolay değil.
— Neden doktor?
— Nedeni açık: Senin hipotezine göre; yönlerin değişmiş olması gerekiyor. Biz bunu bu koşullar altında nasıl anlayabiliriz? Yön bulurken; en basitinden, sağımızı güneşin doğduğu yere çevirip “Burası doğudur.” Diyecek değil miyiz? Ben şimdi kalkar da yine güneşi sağıma alırsam; buraya “Doğu” demem gerekirken “Batı” demek zorunda kalacağım. Bu koşullar altında, gerçek “Doğu” ile gerçek “Batı” yı bilemeyeceğimden, dünyanın tersine dönmekte olduğunu anlayabilmem zor olmayacak mıdır?
Kay Rem gülümsedi:
— Biz burada anlayabilmenin zorluğu veya kolaylığı üzerinde değil, işin gerçeği üzerinde konuşuyoruz doktor. Gerçek budur. Anlayabilseniz de, anlayamasanız da.
— Eh evet, bu doğru.
— Öyleyse hipotezimi tamamlamama izin verir misiniz?
— Tamamla Rem.
— Ben burada ilginç bir noktayı belirtmek isterim: Dünya eski normal dönüşünü sürdürürken, gün sabahtan akşama doğru gitmekteydi. Oysa bu ters dönüş sırasında, gün akşamdan sabaha doğru gelmektedir. Dikkat ederseniz; geceden söz etmemekteyim. Zira gece ortada yoktur. Olsa da; o, akşamdan sonra değil, sabahtan sonra gelecektir. Zira dünya için geçerli olan zaman, dünyanın o bir anlık beklenmedik duruşuyla tam duruş noktasında burkulmuş, ters dönüşle birlikte de geriye doğru ilerlemeye başlamıştır.
Etimolog Şur Çarup kendini tutamadı:
— Fakat bu çok korkunç bir şey…
Kay Rem genç kadına sevgiyle baktı:
— Anlatmak istediklerimi şimdi tümüyle kavradın sanırım. Çünkü bu, gerçekten korkunç bir şey. Zira bu anda dünyanın zamanı artık ileriye doğru değil, geriye doğru akıp gitmektedir. Yani artık saatler bir, iki, üç, dört, beş diye ilerlemiyor; beş, dört, üç, iki, bir diye ilerliyor. Dünyanın yılları artık 3000, 3001, 3002 diye değil; 2999, 2998, 2997 diye yürüyüp gitmektedir.
Doktor Emmol Lek ‘in homurtusu yeniden duyuldu:
— Şimdi anlıyorum.
Kay Rem sözlerini sürdürdü:
— Bu koşullar altında, belirli bir zaman süreci içerisinde yaşanmış olaylar, aynı belirli ters zaman süreci içerisinde ve bu süreç geri döndükte yeniden yaşanacaktır. Bu, artık dünya için değişmez kuraldır. Yani doğru dönüşün sentezi ters dönüşün analizine yol açacaktır.
Doktor Emmol Lek gür bir sesle bağırdı:
— Anlatacaklarına gerek kalmadı… Elbette ki; ölmüş olanlar bu koşullar altında yeniden dirilecek, yıkılmış olanlar yeniden doğrulacak, zerrelere ayrılmış olanlar yeniden bütünleşecektir…
O ana dek susmuş olan Kaptan Çi Vaştar belli belirsiz bir üzüntüyle söze karıştı:
— Elbette ki; insanlar artık geri geri yürüyecek, yağmur yeryüzünden gökyüzüne yağacak, ırmaklar tersine akacak, çiçekler görülmemiş bir biçimde yeniden tomurcuğa dönüşecek, rüzgârlar tersine esecek ve elbette ki konuşmalar sondan başa doğru yapılacak yani diller tersine dönecektir.
Teğmen Vag Lom tir tir titremekteydi:
— Kaptan, bu bir diriliş… Bu bir yeniden doğuş…
Kaptan Çi Vaştar onayladı:
— Evet, Vag, yeniden bir doğuş bu. Mezarda kemikleri çürümüş, bedeni darmadağın olmuş, herbir yanı zerrelere ayrılmış olan insanların dünyaya yeniden dönüşü. Yüz milyonlarca yıl içinde bu dünyaya gelip gitmişlerin yeniden doğuşu yani yeniden geriye dönüşü.
Etimolog Şur Çarup haykırdı:
— Bu olağanüstü bir şey…
Teğmen Vag Lom, sözleri bir yankı halinde yineledi:
— Bu olağanüstü bir şey…
Doktor Emmol Lek dalgın bir tutumla başını kaşımaktaydı:
— Peki, nasıl oldu da, buraya ilk indiğimizde güneşin tersine ilerlediğini sezinleyemedik?
Soruyu fotonist yanıtladı:
— Bunu bilmek kolay doktor. Biz buraya tam öğlede indik. Haliyle güneşin batıya mı yoksa doğuya doğru mu ilerlemekte olduğunu bilemezdik. Hatta bundan kuşkulanmak bile aklımıza gelmezdi. Çünkü yönümüzü bulabilmemiz için güneşi sağımıza almak yani doğuyu saptamak yeterliydi. Elbette ki; burada teknik metotlarla yön bulmaktan söz etmiyorum.
Teğmen Vag Lom mırıldandı:
— Evet, bunu en azından pusulayla da bulabiliriz.
Kaptanın bir işareti üzerine Teğmen Vag Lom elindeki telekontrol aygıtıyla herkese birer bardaklık bir içki servisi yaptı. Astronotlar içkilerini yudumlamaya başladıklarında ilk sözü Doktor Lek aldı.
— Dünyanın tersine dönmeye başlamış bulunması bir yerde bizim için hiç de fena olmayacak. Yaşlılıktan gençliğe, oradan da çocukluğa dönebilmek hiç de kötü sayılmaz.
Etimolog Şur Çarup ve Teğmen Vag Lom kendilerini alamayarak güldüler. Oysa Kaptan Çi Vaştar ‘la Fotonist Kay Rem gülmeye hiç de istekli görünmüyorlardı. Nitekim komutanın sesi astronotların ummadıkları ölçüde katıydı:
— Ne denli yazık ki; durum hiç de umduğun ölçüde hoşa gidici değil Lek.
Elinde olmaksızın afallamış bulunan Doktor Lek bakışlarını kaptana çevirdi:
— Neden hoşa gidici olmasın? Çocukluk kötü şey mi?
Kaptan arkadaşına durgun bakışlarla bakıyordu:
— Çocukluk elbette ki güzel şey. Ama bu, sadece ona doğru gidebilenler için.
— Anlayamadım?
— Oysa bunu çoktan anlayabilmiş olman gerekirdi Lek. Çoktan anlayabilmiş olman gerekirdi.
Kay Rem ılımlı bir sesle söze girdi:
— Doktor, bizim için böyle bir olanak mevcut değil. Ve hiçbir zaman da mevcut olmayacak.
Şur Çarup oturduğu yerde şaşkınlıkla dikildi:
— İyi ama neden?
— Çarup, biz o sözünü ettiğimiz geri dönüşün başlamasından sonra dünyaya indik. Yani biz dünyaya indiğimizde geri dönüş zaten başlamıştı. Bu nedenledir ki; biz, dünyayla ilgili zamanın dışında kaldık.
— Zamanın dışında mı kaldık? Fakat bu olanaksız…
— Asla olanaksız değil. Nitekim zamanla sen de buna emin olacaksın. Zira kanıtlar ortada. Ben onları az sonra gözlerinizin önüne sermeye çalışacağım. Fakat şimdilik şu kadarını bilmeniz gerekir ki; biz zamanın dışında kaldık. Daha doğrusu; zamanın bir başka boyutundayız. Şu anda tam anlamıyla bilmiyorum ama yine de buna, dünyanın tersine akan zamanının sarmal izdüşümü demek zorunda olduğumu sanıyorum.
Doktor Lek irkildi:
— Ne demekmiş sarmal izdüşüm?
— Doktor, bir helezon düşün. Önümüzdeki şu masanın üstüne koyulmuş bir helezon. Bir ucu doğuya, öbür ucu batıya açılan öyle bir helezon işte. Böyle bir helezon, aynı yönlere giden ve birbirlerine paralel olan iki sonsuz düzlemden çok daha değişik bir şeydir. Kazara ömrü vefa etse; bu düzlemlerden birinde, yönlerden birine doğru yürüyen bir insan sonsuza dek gidebilir. Paralel olan diğer düzlem için de bu böyledir. Bir düzlemdekinin öbür düzleme geçebilmesi için kendisinin bu düzlemlerde bir bitiş yeri bulması gerekmektedir. Oysa biz düzlemleri sonsuz saydığımızdan, yürüyen adamımızın böyle bir giriş yeri bulabilmesine ve bu düzlemlerin birinden öbürine geçebilmesine bu yoldan olanak yoktur. Adam bu sorunu, belki düzlemlerden birini delmek suretiyle çözebilecektir ama bu bizim konumuzun dışında kaldığından önemi yoktur. Bizim koşullarımızda; bu iki ayrı düzlemdeki iki ayrı insan aynı yönlere gideceklerdir. Zira düzlemlerimizin başlangıç noktaları yani orijinleri tektir ve yön de vektörel yöndür. Dolayısıyla bu insanlar aynı ileriye veya aynı geriye giden zamanı yaşamak zorundadırlar. Ama birbirlerinden önce, ama birbirlerinden sonra. Oysa helezonda bu böyle değildir. Çünkü helezonda izdüşümler ters yönlerde ilerlemektedir.
— Rem, biraz daha açık olamaz mısın?
— Olmaya çalışayım doktor. Helezonun bir kolu yani örneğimizdeki dünyanın tersine giden zamanı akıp geçerken biz ansızın ayni zamanın izdüşümüne girdik. Bu koşullar altında; dünyanın ve dünyadakilerin geri, bizim de ileri giden kolu izlememizden öte çıkar yolumuz yoktur. Ve bu, dediğim türden bir helezonun yapısıyla iki yönlü zamanının bir gereğidir.
Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Teğmen Vag Lom mırıldandı:
— Kanıtlarım var dedin Rem. Kanıtla bunu.
Şur Çarup ekledi:
— Lütfen kanıtla. Hipotezinin böylesine askıda bırakılması doğru değil. Çünkü hiç de istemediğin halde bizi yanlışa inandırabilirsin.
Fotonist Kay Rem bardağından bir yudum alıp bardağını masanın üstüne koydu:
— Kanıtlarımı siz de gördünüz. Bundan eminim. En azından, sezinlediğiniz ama yeterince değerlendiremediniz. Soruyu da bana bunun için sorduğunuza eminim. Belki de, kendi bildiğinizi bir de benim ağzımdan duymak istiyorsunuz. Ben de bunu kabul ediyorum.
Fotonist bardağından üst üste iki yudum daha alarak sözlerini sürdürdü:
— Vag, aradığı haberleşme merkezlerini bulabiliyordu. Uzay üssümüzü bulabiliyordu. Fransızca, İngilizce ve Almanca haberleşme yapan merkezleri bulabiliyordu. Ama her keresinde devreye girebildiği halde, kendini onlara bir türlü duyuramıyordu. Oysa haberleşme aygıtlarında bozukluk falan da yoktu. Her şey sağlamdı. Yani göndermeç, aramakta olduğu her almaca uzanıyordu. Fakat Vag yine de onlara duyuramıyordu sesini. Neden? Çünkü onlara göre Vag yoktu da ondan. Nitekim onlara göre biz yoktuk. Onlara göre bizim sesimiz ve haberleşme çabalarımız yoktu.
Fotonist ellerini masaya koymuş, son derece kendinden emin bir tutumla, ne yapacağını bilemez durumdaki Teğmen Vag Lom’a bakıyordu. Sonra bakışlarını teğmenden ayırıp Etimolog Şur Çarup’un yüzünde gezdirdi:
— Çarup ormanda düşmüştü. Bunu biliyoruz. Üstü-başı örselenmemiş, yırtılmamış, parçalanmamış, eller, avuçları ve dizleri sıyrılmamış ve kendisi acı bile duymamıştı. Neden? Çarup bizim o eski dünyamızda yoktu da ondan. Çarup, o köylü çocukların yanlarında, hatta tam önlerinde durduğu halde, çocuklar onu görememişlerdi. Çarup onlara seslenmiş, bağırmış fakat onlar bunu duymazlıktan gelmişlerdi ya da duymamışlardı. Çarup onlardan birini elleriyle kavrayıp sarsmak istemiş ama çocuk bunun farkına bile varmamıştı ve zaten Çarup da onun varlığını elleriyle algılayamamış, çocuğu kavrayamamıştı. Neden? Çarup bir taşın üstüne oturmak istemiş fakat bunu bir türlü becerememişti. Neden? Çarup lazer ışınını yaban domuzuna kesinlikle isabet ettirdiğini söyleyip durmaktaydı. Oysa domuz, bundan asla etkilenmemişti. Neden? Mantıkla bir türlü bağdaşmayan bu olayların altında yatan neydi? Neyin yattığını artık anladınız sanırım. Çarup o dünyada, bizim o bilinen dünyamızda değildi. Kaptana baksanıza. O da bunlara benzeyen birtakım deneyler geçirmişti. Nitekim yeryüzünden gökyüzüne doğru yağan yağmurun tam ortasında durduğu halde, bu yağmur onu ıslatamıyordu. İki yaban domuzuyla birden göğüs göğse geldiğini, hatta domuzların onun üstünden geçtiğini kesinlikle biliyordu ama en küçük bir yarası-beresi, en küçük bir sıyrığı-mıyrığı bile yoktu. Neden? Nedeni ortada: Kaptan o olaylarla ayni zamanda ve o olayların vuku bulduğu dünyada değildi. Başına gelenler yani bu karşılaştıkları hem gerçek sayılabilir, hem de gerçek sayılamazdı. Kaptana göre domuzlar vardı fakat domuzlara göre kaptan yoktu. Başka bir biçimde söylemek gerekirse, kaptan domuzları hem var hem de yok saymak zorundaydı.
Kay Rem bardağını bir dikişte boşaltıp masanın üstüne koydu:
— Hiçbirimizin antigravite aygıtları kurşun sülfür bileşimi kaya parçalarını yerinden kımıldatamıyordu. Oysa aygıtların bozuk olmadıkları kontrol kanallarındaki kontrollerden anlaşılmıştı. Nitekim Vag, ayni aygıtlardan biriyle ışıldağı kapsülden ormanın eteğine dek taşımıştı. Sonra kaptan da bunu, tümümüzün gözleri önünde yeniden denedi ve olumlu sonuç aldı. Denense kapsülümüzü bile kaldırabileceklerine kuşku bulunmayan antigravite aygıtlarımız, o iki zavallı kaya parçasını neden kaldıramıyordu? Çünkü onlar, helezonun izdüşümündeydiler ve artık bizden değillerdi. Bir bakıma, biz artık ancak bizim olan ışıldakları, bizden olan öbür cisimleri kaldırabilirdik ve bizden olmayanları asla.
Fotonist derin bir soluk aldı:
— Işıldaklarımızla ormanı taradığımızda kırılma katsayısının sıfır olduğunu saptadık. Bu bize, ışığımızın ormanda kırılmadığını ve ormandan yansımadığını gösterdi. Oysa bunun böyle olmaması gerekiyordu. Işıldakları kontrol ettik. Bozukluk yoktu. O halde neden sıfır çıkmaktaydı kırılma katsayısı? Bunun böyle çıkabilmesi için önümüzdeki koskoca bir çam ormanının camdan yapılmış olması gerekmez miydi? Gerekmezdi. Çünkü ortada orman falan yoktu. Başka deyişle, orman vardı ama helezonun izdüşümünde kalıyordu. Yani bizler, ormanı hem var hem yok saymak zorundaydık.
Doktor Lek sordu:
— Tüm bunların böyle olduğuna emin misin Rem?
— Aşağı-yukarı doktor. Neden sordun?
— Nedeni belli değil mi? Çarup’un o köylü çocuklarını görebilmesi için onlardan yansıyan ışığı görmüş olması gerekmez mi? Kaptanın yaban domuzu böğürtülerini, benim ırmaktaki su seslerini duymuş olabilmemiz için o sesleri algılamış olmamız gerekmez mi?
Kay Rem başını salladı:
— Elbette ki gerekirdi. Esasen gören gördü ve duyan da duydu. Böyle de olması zorunlu. Gerçekte bu konu hızla ilgili bir konudur doktor. Burada sözünü ettiğim hız, yaşamın kendi öz hızıdır. Bu konudaki açıklamalarımın yeri burası değildir. Sen şimdilik şu kadarını bil ki; yaşam hızı yüksek olan, yaşam hızı yavaş olanı eksiksiz algılar, yaşam hızı yavaş olan ise yaşam hızı yüksek olanı asla algılayamaz.
Etimolog Şur Çarup fotoniste yeni bir soru yöneltti:
— Fakat Rem, biz onları görebildiğimiz için onlarında bizi görmeleri, biz onları duyduğumuz için onların da bizi duymaları gerekmez mi?
— Hayır, ortada böyle bir gereklilik yoktur.
— Peki, ama niçin?
— Niçini belli: Kendini otomobil kullanıyor say. Bulunduğun yer düzlük veya yokuşsa; ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci viteslerle kalkış yapamazsın. Hız alçak olunca devirin de alçak olması gerekir. Ya da bunun tersi. Onun için önce ağır ağır kalkman ve hızlandıkça vitesi büyültmen zorunludur. Görüşmelerimiz sırasında, dönmekte olan dünyanın önce bir duraklama geçirdiğini, sonra da tersine dönmeye başladığını söylemiştim. Şu anda bile biz işte bu dönüşün henüz başındayız. Zira o sert duruşun yarattığı kaos anında henüz dünyanın yakınındaydık. Paradoksal rotadan kurtulup buraya dönmemiz fazla zaman almadı. Bu da, dünyaya, onun henüz normal hızına ulaşmadığı bir anda indiğimiz anlamına gelir. Bu koşullar altında, zamanın anormal yavaşlıktan normal hızlılığa doğru gitmesi gerekmektedir. Zaman yavaşladıkça; hareket de yavaşlar. Zaman hızlandıkça; hareket de hızlanır. Ayni uzunluktaki iki film şeridinden birini saniyede 48 kareyle ve öbürini 12 kareyle çekersen; ilkinde hareket yavaş, ikincisinde de hızlı olacaktır. Bu nedenle alabildiğine süratli koşan bir at, ilk şeritte alabildiğine yavaş adım atıyormuş gibi görünecek, alabildiğine yavaş yürüyen bir adam ise; ikinci şeritte, bir atletten çok daha hızlı bir koşu sergileyecektir. Çünkü bu iki çekim, normal hareketi yansıtan saniyede 24 karelik çekim sınırının altında ve üstündedir.
Fotonist, sözlerinin ses çıkarılmadan dinlenilmesinden büyük bir mutluluk duymuştu:
— Bu, görüntüde böyle olduğu gibi, seste de böyledir. Bir plağı bir pikapta çalmakta olduğunu düşün. Bize normal sesi aktaran plak 45 devirlik plaktır. Bunu yadırgamayız. Çünkü içerdiği melodilerle konuşmalar, aktüel yaşantımızda karşılaştığımız melodilerle konuşmaların tıpkısıdır. Fakat ayni plağı 19 devirde çalmaya kalkışırsan; sesin ağdalandığını ve ezgili bir ton aldığını fark edersin. Nitekim 45 devirdeki oynak bir şarkı 19 devirde adeta bir ezgiye dönüşür. Deviri 45 in üstüne çıkarırsan, ses tizleşir. Bu kere bir ezgi belki oynak bir şarkıya dönüşür.
— Fakat bunlar, bizim o köylü çocukları nasıl olup da görebildiğimiz ve onların nasıl olup da bizi göremediklerini pek açıklamıyor.
— Sabırsızlanma bakalım. Ben, sonunda beklediğin açıklamaya kavuşacağından eminim. Deviri arttırırsan tizleşen ses daha da tizleşir ve sonunda sözcük yahut melodi olmaktan çıkıp vızıltı halini alır. Deviri çok daha fazla yükseltirsen; senin artık sesi duymana olanak kalmayacaktır. Ama ses yine oradadır ve yine iğnenin altından geçmektedir.
Fotonist Kay Rem Doktor Lek’e baktı:
— Yaşam hızı işte bu sözlerimle ilgilidir doktor. Fakat az önce de söylediğim gibi, onunla ilgili açıklamalarımı daha sonra yapmayı düşünüyorum.
Astronot eliyle saçlarını taradıktan sonra sözlerini sürdürdü:
— Görüntü için de durum tıpkı böyledir. Biz, ekrandan saniyede 24 kare üzerinden geçen film bandındaki olayları normal karşılarız. Çünkü bu olaylar, aktüel yaşantımızdaki olayların tıpkısıdır. Ama ekrandan saniyede bir tek karelik resim geçerse; bizim onu görmemize hiçbir biçimde olanak yoktur. Gerçekte kare göze yansımıştır fakat beyin onu değerlendirebilecek zamanı bulamamıştır. Buradaki zamanı saniyenin yüzdeliklerine veya bindeliklerine indirgersen, artık o bir tek karelik görüntüyü gördüğünü asla ileri süremezsin. Zira zaman, gide gide sonsuz olursa; boy da artık sıfır olur. Deneye, mantıktan daha çok inananlara bile bunu kabul ettirebilmek kolaydır. Varlığı yadsınamayacak büyüklükteki herhangi bir cismi, bir santrifüj kazanının içine kendi elinle koyduğunu düşün. Düğmesine basıp çalıştırdığın ve kazana tam devrini verdiğin anda, kendi elinle oraya koymuş bulunduğun cismi görmene artık olanak kalmayacaktır. Çünkü kazan, gören gözlerinin önünde, hem duruyormuş hem de tamı tamına boşmuş gibi kalacaktır. Zira hız sonsuza yaklaşmış, boy sıfır olmuştur. Fakat bu sadece görünüştedir. Nitekim elinle koyduğun cisim hiçbir yere gitmemiştir ve oradadır.
Kay Rem çevresindekilere şöyle bir göz gezdirdi:
— Bu anda bizler, burada bulunan şu beş kişi, zamanın helezondaki düz giden noktalarındayız. Kendi dünyamızın şimdiki varlıkları ise, bulunduğumuz noktalara oranla ters yönde yol alan izdüşümlerindeler. Dünyadan ayrıldığımızda belirli bir yaşam hızımız mevcuttu ve bu hız, dünyamızın kendi öz hızına uygun olan bir hızdı. Hâlihazırda biz hala bu hızımızı korumaktayız. Çünkü bu bizim yaşam hızımızdır. Zaten helezondaki yerimize yani karşıt noktanın izdüşümüne bu hızla birlikte geldik. Onlar ise, kalkışa yeni başlamış bir arabadalar. Bunu ancak böyle benzetebilirim. Zira hızları henüz çok az. Bizim hızımızsa, bu hıza oranla alabildiğine yüksek. Bu nedenle, bizim onları kolaylıkla görüp duyabilmemize olanak var fakat onların bizi görüp duyabilmelerine olanak yok. Görebilmeleri ve duyabilmeleri de bir yana, bizi sezebilmeleri bile olanaksızdır. Zira yaşam hızımız yani devinişimiz, onlara göre çok aşırı yüksek. Şimdiki dünyada bulunan hiçbir insan, hiçbir varlık, bu derece yüksek devirli sesleri duyamayacak, bu derece korkunç bir hızla devinen bizleri göremeyecektir. Çünkü biz, artık onların gözleri önündeki ekrandan saniyenin yüz milyonlarda bir kadarlık bir süre içerisinde geçip giden fakat geçtiği asla belli olmayan tek bir karelik birer görüntüden başka hiçbir şey değiliz. Tüm bunlara karşın, bizim hızımız bize ve onların hızları da onlara göre normaldir. Yani ortada herhangi bir anormallik mevcut değildir. Bu tür bir ileri doğru yaşantıda her şey bize göre ne denli normal gelmekteyse, o tür bir geriye doğru yaşantıda da her şey onlara o denli normal gelecektir.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
— Dünyanın tek bir anlık duruşu sırasında; yerçekiminin ortadan kalkması yüzünden, hallaç pamuğu gibi atılmış ve boşluğa fırlamış olması gereken cisimlerin başına gelenlerden söz etmeyecek misin Rem?
Fotonist gülümsedi:
— Gerekiyorsa edeyim doktor. O bir anlık duruştan sonra ortaya yeniden bir dönüş çıktığı için yerçekimi yeniden başladığından, boşluğa fırlayan cisimlerin tümü yeniden dünyaya geri dönmek zorunda kaldılar. Şurasını da hemen belirtmeliyim ki; bunların geri döndükleri yar, elbette ki eskiden ayrıldıkları yer değildir. Kesin olan tek şey; ayrılan tüm cisimlerin dünyaya geri döndükleridir. Eğer böyle olmasaydı; bizim onlardan bir kesimine bu dünyada rastlamamıza olanak bulunamazdı.
Doktor Lek fotoniste yeni bir soru yöneltti:
— Rem, anımsıyor musun? Bir ara, ışıldaklarımızın yayınladıkları ışınların gamma ışınlarına dönmüş olabileceğinden söz etmiştin. Bunun gerçekte hiç de böyle olmadığı artık anlaşıldı. Acaba ne diyeceksin şimdi buna?
— O konudaki düşüncelerimin bir varsayım olduğunu biliyorsun doktor. Doğru çıkabilmek veya çıkamamak varsayımların özelliklerindendir. O konudaki varsayımım doğru çıkmadı ama bu, bizim problemi çözmemize de engel olamadı.
— Bence ortada çok ilginç bir nokta var Rem. Işıklarımız gamma ışınlarına dönüşmediğine yani ağaçları delip geçmediğine, daha açık bir deyişle; ortada bizim bildiğimiz anlamda bir orman bulunmadığına göre; Vaştar’ın bu ormanda boşu boşuna bir çıkış yolu aramasını, oradan kurtulmakta zorluk çekmesini ve Çarup’un ormandan bir türlü çıkamamasını nasıl açıklayabileceksin?
Fotonist gülümseyerek yanıtladı:
— Bunu açıklayabilmek sandığın kadar zor değil doktor. Çünkü Çarup’la kaptan, ormandan çıkabilmek için hiç de yol aramak zorunda değillerdi.
—Anlayamadım.
— Neden anlayamıyasın? Anlattıklarım hem açık hem de basit. Kaptanla Çarup, mevcut olan gerçek durumu bilselerdi; yol aramak sıkıntınsa düşmeden bu ormandan çıkabilirlerdi.
— Yani nasıl?
— Akıllarına esen doğrultuda dümdüz yürüyerek ve önlerinde tek ağaç bile bulunmadığını varsayarak. Yani, gördükleri ve rastladıkları ağaçların üstüne üstüne yürüyerek. Zira isteseler bile, ağaçlara çarpabilmelerine olanak yoktu.
— Şaşılacak şey.
— Bunun pek de şaşılacak bir şey olmadığını artık bilmekteyiz. Çünkü kaptan, domuzlar yönünden göğüslendiğini ve Çarup, lazeri yaban domuzuna isabet ettirebildiğini sanıyorlardı. Oysa ne domuzlar kaptanı göğüsleyebilmiş ne de Çarup lazeri domuza isabet ettirebilmişti. Gerçekte, her ikisi için de herhangi bir tehlike söz konusu bile değildi. Zaten istese de, kaptan domuzlar yönünden göğüslenemez ve Çarup lazeri domuza isabet ettiremezdi.
Etimolog Şur Çarup fotoniste baktı:
— Peki, ama neden?
— Nedeni açık sanıyorum: Domuzların bulundukları noktaların izdüşümünde kaldığınızdan. Ben bunu başka bir biçimde de anlatabilirim. Yaban domuzu, bir eski ileriye gidişin bir yeni geriye dönüşünü yaşamaktaydı. İleriye doğru olan yaşantısında başından geçmiş böyle bir lazer olayı yoktu. O bakımdan, şimdiki geriye doğru olan yaşantısında da lazer olayı artık söz konusu edilemeyecektir. Çünkü hayvan, eski yaşantısının öz koşullarıyla bağlı kalmıştır. Kaptanın başına gelen olayda da durum böyledir ve bu, şu anlama gelmektedir: Biz artık dünyada yaşamakta olan varlıkların yaşantılarını ve sürüp gidecek olan olayların akışını hiçbir biçimde değiştiremeyiz. Onların ileriye doğru yaşarken uymak zorunda kaldıkları düzen zinciri de odur. Aradaki tek fark, zincirde yer alan olayların birbirinin tersi olmalarından ibarettir. Yani, bir önceki dünyada bir şeyleri yaşamış olanlar, bu yenidünyada ayni şeyleri bir kere de tersten yaşamış olacaklarıdır. Çünkü zincirdeki halkalardan bir tekini bile yerinden çekip almak veya ayni zincire tek bir halka ekleyebilmek olanaksızdır.
Astronotlar arasında derin bir sessizlik oldu. Bir zaman sürüp giden bu sessizliği Kaptan Çi Vaştar bozdu:
— Anlayamadığım bir nokta var Rem. Bence dönüş, dönüştür. Dünyanın tersine dönmeye başlamış olması neden zamanın da tersine dönmesini gerektirsin?
Fotonist kararlı bir tutumla yanıtladı:
— Gerektirir kaptan. Çünkü zaman, mekândan soyutlanamaz. Evrende mekânsız zaman bulunmadığı gibi zamansız da mekân mevcut değildir. Mekân geri döndüğüne göre, zamanın da geri dönmesi gerekmektedir. Bir başka deyişle; zamanın geri döndüğü koşullarda mekânın da geri dönmesi zorunludur. Zira zaman, mekânların tümünü kavrar. Zaman içerisinde, ileriye veya geriye giden mekânların bulunması durumu değiştirmez. Nitekim zaman, sertliği ve esnekliği birlikte içerir. Yani bir yönüyle ileri giden mekâna uyarken, öbür yönüyle de geri giden mekânı izleyebilir.
Bir an derin bir soluk alan Fotonist Kay Rem, ellerini yanlara doğru açarak sözlerini tamamladı:
— Ve bu yol böyle çizildi. Biz onları göreceğiz, onlar bizi göremeyecekler. Biz ileriye, yaşlılığa doğru gideceğiz, onlar geriye; gençliğe ve çocukluğa doğru dönecekler. Ve artık bu böyle olacak.
Kaptan Çi Vaştar mırıldandı:
— Ve artık bu böyle olacak.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
— Bir bakıma hem dünyadayız, hem de dünyada değiliz.
Şur Çarup gözlerini masadan ayıramamaktaydı:
— Bu dünya bizim ama biz artık ona değip dokunamayacağız.
Teğmen Vag Lom ekledi:
— Ve biz koskoca bir dünyayı yitirdik.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman’ından > 395 – 447 / 731)
Kayıt Tarihi : 2.2.2008 12:49:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İsmet Barlıoğlu](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/02/02/ana-karnina-donus-2-8.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!