Yerden Göğe Yağan Yağmur
Kaptan Çi Vaştar ilk anda bir ormana değil, bir karanlıklar denizine daldığını sanmıştı. Dudaklarından ilk dökülen söz şu oldu:
- Yer altı dünyası bile bundan daha karanlık ve daha korkunç olamaz.
Orman, karanlıkta alabildiğine ürkütücü ve alabildiğine gizemli bir görünüme bürünmüştü. Karanlıktan gerçek biçimleri seçilemeyen ağaçlar masal canavarlarını andırıyordu. Kaptan Vaştar ‘ın elindeki fenerin güçlü ışığında gölgelerle ağaçlar üst üste binmiş, orman olduğundan fazla sıklaşmış, birbirine karışan dallarla yapraklar geçit vermeyen setlere dönüvermişti.
- Çaruuup… Çaruuup… Çaruuup…
Kaptanın gür sesi ormanda yankılandı fakat hiçbir yönden yanıt alamadı. Astronot hangi yöne gideceğini bilemiyor, yardım etmeğe hazırlanırken yardım bekleyen insan durumuna düşmekten çekiniyordu. Bu ağaç denizinde, üstelik karanlıklar içerisinde yolunu kaybetmenin ne denli kolay olduğunu biliyordu. Yolunu bulmakta yıldızlardan yararlanmayı düşündüyse de, buna olanak bulunmadığını tez anladı. Orman çok yüce, çevresi çok karanlıktı ve yıldızlar da görünmüyordu. Radyosundan yararlanmak istediğinde, onun da umduğu faydayı sağlamayacağını fark etti. Sonunda; giriştiği bu işin küçük bir ceviz kabuğunu yakalamak için kudurmuş bir okyanusa atlamakla aynı kapıya çıktığını kabullenmek zorunda kaldı. Fakat kararı kesindi: Tüm ormanı aramak, tüm ağaçların dibine tek tek bakmak pahasına da olsa Çarup ‘u bulacaktı. Ne yazık ki; girişiminin daha başında, bu kararı vermekte biraz ivedi davranmış olduğunu acı bir biçimde kavradı. Yüzyıllara kafa tutmuş bir çam ormanında adam aramak, suyla dolu bir havuzda bir dikiş iğnesi aramaya benziyordu. Bulunması, görülmesi, anlaşılması zordu. Genç adama, aradığı, her karaltının dibinde varmış veya hiçbir karaltının dibinde yokmuş gibi geliyordu.
- Çaruuup…
Sesi tek bir yanıta rastlamadan karanlıklarda kaybolup gidiyordu. Gölgeleri ağaçlara ve ve ağaçları gölgelere karıştırmamak için fener ışığını ağaç diplerine gezdirmekte yarar buluyordu. Kaptan Vaştar ‘a bir ara bu arama sonuçsuz kalacakmış gibi geldi. Belki dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyor, belki de fenerinin ışığını hep aynı yörelerde gezdirip duruyordu. Bu düşüncenin doğurduğu kuşku, anında içini kemirmeye başladı. Olabilir miydi, olurdu. Kendini habire zorlamasına karşın böyle bir yanılgının önüne geçebilecek hiçbir yol-yöntem bulamıyordu.
- Çaruuup… Çaruuup…
İçinden Etimolog Şur Çarup ‘ a kızmaya koyulmuştu:
“- Ormana gündüz girmişti, yine gündüz çıksaydı ya… Sonunda nasıl olsa geri dönmek zorunda bulunduğu için hiç olmazsa bunu yapsaydı ya…”
Kaptan Çi Vaştar birbirini izleyen yanıtsız düşünceler içindeydi: Doktor Lek Çarup ‘la birlikte miydi? Birlikte ormana girdiklerini görmemişti ama onların şu anda aynı yerde bulunduklarına da olasılık tanımaktan kendini alamamaktaydı.
“- Seni ne yapmalı bilmem ki Lek. Bir kıza bir ormanda yol gösteremiyorsun.”
- Leeek…
Yanılmış mıydı yoksa? Acaba, Çarup ‘u aradığı zannıyla Doktor Emmol Lek ‘i arıyor olamaz mıydı? Kendisi burada boşuboşuna Çarup ‘u ararken genç kadın kapsüle mi dönmüştü?
Kaptan yeniden çabalarının boşa gideceği kuşkusuna kapıldı. Bu kere kimi aradığını, hangisine seslendiğini bilmeden yeniden bağırmaya koyuldu:
- Çaruuup… Leeek… Çaruuup… Leeek…
Rüzgar hızını arttırmıştı.
Çi Vaştar birdenbire bu düşüncenin altını çizmek gereğini duydu. Rüzgarın hızını arttırdığını nereden biliyordu? İlgisini dışarıya ilk kez bu düşünce çekti. Şimdi tüm duyularını, tüm düşüncelerini, tüm mantığını, tüm yargılama yeteneğini harekete geçirmiş, öylece rüzgarı incelemeye başlamıştı. Sonunda düşüncelerini karara bağladı: Rüzgarın hızının arttığını sadece sesinden anlıyordu. Zira; rüzgar, görünmeyen ağaç dallarını, toprak keseklerini ve yaprakları tam bir hengame halinde öteye-beriye savurduğu halde, her nasılsa kendisini saf dışı bırakmışa benziyordu. Nitekim, saçlarının arasında tek bir kıl bile uçuşmuyor, herhangi bir hava akımı yüzünü-bedenini yalamıyor, yelin soğuğu veya sıcağı elini-yüzünü ısıtmıyor, üşütmüyordu.
Kaptan Çi Vaştar rüzgarı algılamadığını, sadece sesinin ve çevredeki etkisinin farkına vardığını kesinlikle karara bağlamıştı. Evet, bunda yanılmadığından emindi. Çünkü; ağaçların yüksek dallarının alabildiğine uğuldadığını, dal, yaprak, toprak parçalarının uçuşurken sesler çıkardığını duyuyor, seziyor; böylece; rüzgar, ses, hız, dal parçası, toprak keseği, yaprak kavramları arasında bir kurgu yapıyor, sonra bu kurgudan yola çıkarak rüzgarın hızını arttırdığı kanısına varıyor olmalıydı. Bir bakıma; kendisini bir sistem izleyicisi yerine koyduğunun farkındaydı. Yönetmen, ona önce, sevinçle el sallayan bir kadın, sonra sevinçle el sallayan bir erkek, daha sonra tokalaşan bir erkek ve kadın eli gösteriyor ve o da kafasında bir kurgu yapıp, kadınla erkeğin birbirlerini görüp sevindiklerini, el salladıklarını, sonra da tokalaştıklarını kabulleniyordu. Oysa; yönetmen kadına Asya ‘da, erkeğe Avrupa’da el sallatmış olabilirdi. Tıpkı tokalaşan kadın ve erkek elinin el sallayan erkekle kadının elleri olamayacağı gibi veya tıpkı; kadına bu ay, erkeğe bir sonraki ay el sallatılmış, erkekle kadın ellerine onlardan da önce toka yaptırılmış olabileceği gibi.
Ulaştığı sonuç Kaptan Çi Vaştar ‘ın bir süreden beri süregelen şaşkınlıklarına bir yenisini daha eklemişti. Doğanın değişmez kurallarına ters esmesiyle ters düşen bir rüzgarın kendisini etkileyememesi içini tedirginliklerle dolduruyor, onu, neredeyse fizik gerçekleri bir yana fırlatıp metafizik hamhayalciliğe boyun eğecek hallerin eşiğine itiyordu.
Herşey bir yana, rüzgar vardı ve hızını arttırmıştı. Bu da fizik bir gerçek değil miydi? Komutan bu noktaya da biraz parmak basmak gereğini duydu. bir şeyin gerçek olduğunu nasıl ve neye dayanarak karara bağlamaktaydı? Sadece beş duyusunu esas alarak ve onlarla verilerinden kuşkulanmayarak değil mi? Şu halde, böyle bir gerçek başka ortamların, başka zamanların ve başka koşulların gerçeğiyle bir olmayabilirdi. Bir bakıma bu, kendi dünyası iin yeterli olanın başka bir dünya için yeterli olamamasıyla birdi. Tanıdığı dünyanın tüm gerçekleri sadece beş duyguya bağlanmıştı. Kaptanın bundan zerrece kuşkusu yoktu. Başka deyişle; dünyanın gerçekleri beş duyguluk gerçeklerdi. Dolayısıyla her duygu kaybında gerçek, gerçekliğinden bir şeyler yitiriyordu. Dünyanın gerçeği sağlama göre başka, köre göre başka, sağıra göre başka,hem sağır hem de kör olana göre daha bir başkaydı. Ve bu böylece eksile değişe gidip duruyordu. Bir noktada, birinin gerçeği obirinin gerçeğinden değişikti. İyi bir anlatımla söylemek gerekirse; birinin kendisine göre kusursuz olan gerçeği bir obirinin eksik gerçeğiydi. Oysa; olayların temelindeki gerçek, herkesin bilip tanıdığı gerçekten çok uzaktı ve yalın gerçeğin asıl yüzünü görebilmek olanaksızdı. Bunu geçmiş yüzyıllardan bu yana kimse görememişti ve bundan sonra da kimse göremeyecekti. O nedenle, şimdiye dek gerçek olarak nitelendirilmiş olan gerçekler onları değerlendiren duyuların sayısına, algılama biçimlerine bağlanan gerçeklerdi ve bu itibarla gerçek olmayan gerçekler oldukları kolaylıkla söylenebilirdi.
Kaptan Vaştar ‘a göre; kendi rüzgar gerçeğinde, kendisi yönünden noksan bir algılama söz konusu olmalıydı. Bu da dokunma duyusunun eksikliğinden kaynaklansa gerekti. Bu yüzden astronot, durumu, yorgunluktan ileri gelen bir noksan algılamaya yani bir tür algı tembelliğine bağlamaktan öte çıkar yol bulamıyordu.
- Çaruuup… Leeek… Leeek…
Arada bir duruyor, dört bir yana gücünün yettiğince sesleniyor, araştırmalarını habire sürdürüyor, yine de herhangi bir sonuca ulaşacağını umudedemiyordu.
Orman eskisine oranla çok daha yoğun bir karanlığa gömülmüştü. Bu karanlık gittikçe artıyor ve kaptan da kendisini son derece uzun, metalden yapılma bir tünelin mevcut olmayan bitişine doğru yolculuğa çıkmış sanıyordu. Fenerinin ışığı, bu önü sonu görünmeyen tüneli aydınlatmaya yetmez olmuştu. Bir ara fenerindeki enerjinin bittiğini veya karanlığın alabildiğine derinleştiğini sanır gibi oldu. Ayrıntıları seçilemeyen ürkütücü gölgeler bazan ayaklarının dibine kadar sokuluyor, bazan ağaçlar her bir yanında uğulduyor, bazan orman arkadan öne yankılanıyor, bazan da karanlık yırtıcı bir hayvan gibi homurdanıyordu.
Kaptan Vaştar bir ara ormanda kaybolduğunu, bu karanlık okyanustan, bu önsüz-sonsuz ağaç denizinden hiçbir zaman çıkamayacağını düşünerek iliklerine dek ürperdi. Elini alnına götürdüğünde ter içinde kalmış olduğunu sezinledi.
- Leeek… Çaruuup… Çaruuup… Ses verin seeeees…
Aklından lazerle yerini belirtmesinin yararlı olacağı düşüncesi geçti. Sonra bu düşünceye omuz silkti. Zira, böyle bir belirlemenin hiçbir yararı olamayacağını sanmaktaydı. Böyle bir davranış en azından kendisinin de yardım istediği yolunda yanlış bir düşüncenin doğmasına yol açabilir, bu da yardıma gelecek arkadaşlarının ormanda sıkıntıya düşmelerine neden olabilirdi. Bu da bir yana, Çarup ‘un veya Lek ‘in, ya da bunlardan ormanda bulunması gerekenin lazer ışınını görme olasılığı bile zayıftı. Çünkü; göğe doğru göndereceği ışını görecek birinin yeterli bir uzaklıkta olması yani ormanın ta dışında bulunması gerekirdi.
- Leeeeek… Leeeeek…
Fenerinin gücü azalmıştı. Kapandığında küçücük ve incecik bir levha halini alan kare biçimli metal bir mahfaza içindeki bir flamanla tek bir mezon hücresinden yapılmış olan fenerin projektör gücündeki ışığı bu anda aşağı-yukarı akülü bir fener ışığına dönmüştü. Bu da kaptanın canının sıkılmasına yetmekteydi. Astronot, sinirlerini fenerden kurtarmaya çalışarak detektörünü devreye sokmak isteyince, öfkeyle başını sallamak zorunda kaldı: Aygıt, koskoca ormanda tek bir canlı varlık bile saptamamaktaydı. Bu durum astronotun düşüncelerini allak-bullak etti. Zira, Kaptan Çi Vaştar, içindeki tüm canlılardan arınmış, bomboş bir orman tasarlayamıyordu. Belki Şur Çarup veya Emmol Lek aygıtın tarama alanı dışında kalmış olabilirlerdi ama bu elbette ki; tüm canlıların da detektör saptama alanı dışında kalmalarını gerektirmezdi.
Kaptan Vaştar, değişik koşullarda aygıtın bozukluğundan kuşkulanabilirdi fakat henüz çözemediği bir yığın problemin mevcut bulunduğu böyle bir durumda bu kuşkuya kapılmasının yersiz olacağını düşünüyordu. Bu nedenle, ortada bir aygıt kusuru olmayıp daha ilginç bir sorun bulunduğu kanısına vardı. Nitekim, kaostan bu yana bir yığın garip olayla karşılaşmış, bunları da mantıklı bir biçimde çözüme kavuşturamamıştı. Yine de, ortada, inançlarının değişmesini gerektirebilecek bir neden göremiyordu. Pozitif düşünceli, deneyci bir insandı. Her olayın çözümünün o olayın içinde bulunduğundan emindi. Kaptan Çi Vaştar ‘a göre; metafizik, kolaycılıktı. Metafizikçiler, çözemedikleri olayları gizli güçlerle açıklamaya çalışmayı seviyorlardı. Oysa kendisi, gizli güçlerin varlığını hiçbir zaman kabullenmemişti. Zira, dünya ve bu dünyadaki olayların tümü fizik çözümlerle açıklanabilirdi. Nedenler birden çok ve olaylar birbirinden değişik de olsalar; sonuç, tek ve aynı olmak gerekirdi. Komutan, metafiziğin altında bile fiziğin yattığı kanısındaydı. Bu nedenle; fiziğin her nasılsa çözemediklerini çözmesi için metafiziğin önünde diz çökmenin hiçbir anlamı yoktu. Fizik açmazları yine fizik kurallarla çözmeye çalışmak en doğru yoldu. Bilinen fizik kurallarının bazı fizik problemleri çözemediği koşullarda; suç, fizik kurallarının yetersizliğinde değil, fizik kurallar konusundaki eksik bilgilerde aranmalıydı.
Kaptan Çi Vaştar yeniden seslendi. Sesi, ormanın o ulu karanlığında eriyip gitti. Astronot kendisini uçsuz-bucaksız kum çöllerinde yolunu yitiren umutsuz yolculara benzemekteydi. Yaşama umudunu yitirdiği anda acı sonun kapısını çalacağının bilincindeydi. Elindeki fenere fazla yüklenmek istemiyor, onu daha bir gerekli yere ve zamana saklamaya özen gösteriyordu. Bu itibarla, feneri çok az fakat sesini çok fazla kullanmayı yeğlemekteydi:
- Leeeeek… Leeeeek… Çaruuup…
Karanlığın aralıksız süregiden yoğunluğunda Kaptan Vaştar gözlerinin yanılmaya başladığını fark etti. Nitekim, gözleri artık görmüyor, kendisine sadece görüntü uyduruyordu. Karanlık, dolaşık, bulaşık, yalan ve gerçekte asla varolmayan görüntüler. Ortada, kendisini ona göre ayarlayabileceği tek bir ışık zerreciği bile mevcut olmadığından, gözbebeklerindeki irisler artık daralıp genişlemiyor olmalıydı. Kaptan böyle bir anda kendisini aynada görmenin hiç de hoş bir şey olamayacağını düşündü.
Komutan Çi Vaştar, o iki yaban domuzuyla fenerini çok kısa bir süre için yakıp söndürdüğü anda karşılaştı. Fazla değil, sadece birkaç adım ötesindeydiler. Doğrudan üstüne geliyorlardı ve kaptanın da lazerini ateşleyecek veya ültrasonik flütünü çıkaracak fırsatı yoktu. Domuzlar öylece sürüp üstüne geldiler ve kaptan ormanı ayağa kaldıran haykırışlarla yere yuvarlandı.
Yerde ne kadar süre kaldığını bilemedi. Az-boz kendini toparlayabildiğinde nasıl olup da sağ kaldığını anlayamadı. Bulunduğu yerden doğrulmadan, elini korka korka kasıklarında, bacaklarında, göğsünde gezdirdi. Elbette ki kan arıyordu. Domuzlar o korkunç saldırı anında biryerlerini paralamış olmalıydılar. Kaptan Vaştar ‘ın çekine çekine sağını-solunu yoklayan eli birdenbire hızlanarak bir solukta vücudunun her yanını dolaşıverdi.Şaşkınlığı sözcüklerle anlatılamayacak derecede büyüktü. Kasıklarında, karnında, bacaklarında, göğsünde, sırtında, kısacası; hiçbir yerinde en küçük bir yara-bere izi bile yoktu. Birbirinden azgın, birbirinden görkemli iki yırtıcı hayvanın saldırısına uğradığı ve yerlere yuvarlandığı halde, tek bir yerinde bile ağrı-sızı mevcut değildi. Feneri yakıp söndürerek önce kendisini, sonra ışığının elverdiği kadarıyla çevresini gözden geçirmeye çalıştı. Kendisinde herhangi bir saldırıya uğrama belirtisi, çevresinde de domuzlara ilişkin tek iz bulamadı. Detektörünü devreye soktuysa da, aygıt çevrede tek bir canlı varlık kaydetmedi. O iki yırtıcı hayvanın, aygıtın saptama alanından nasıl olup da bu denli uzaklaşabildiklerine kaptanın aklı yetmedi. Az önce domuzların kendisini göğüslediklerini ve yere yıktıklarını kesinlikle anımsıyordu. Bu koşullar altında mantık, biryerlerinin ezilmesi, kırılması, incinmesi, parçalanması gerektiğini gösteriyordu. Ortada böyle bir şey bulunmadığına göre; mantık bunu nasıl olup da kabullenebilecekti? Kaptan işte bu soruyu yanıtlayacak gücü kendinde bulamamaktaydı.
Yanıtı bırakıp kendi kendisini analiz etmek zorunda kaldı. Domuzların görüntüsü, sinirlerinin merkezi bir uyarımı olmaksızın kendi hayal gücünde ortaya çıkmış olabilir miydi? Bu görüntü, onu, eskiden kaydetmiş olan duyularının ve algılarının bir eseri olarak kabul edilemez miydi? Durum gerçekten böyleyse; bu uyduruk görüntü, aradaki nice bir zamanı atlayıp kendisini bilincine nasıl bu derece güçlü olarak kabul ettirebilmişti?
Astronot, bu ve buna benzer düşünceleri yüzünden, görüntülerin dış uyaranlara bağlı tutulamayacağını kabul zorunda kaldı. Nitekim, kaptana göre; bellekteki görüntülerin algılarla hiçbir ilgisi yoktu ve belki de bunun içindir ki; belleğindeki görüntüler bilincine yansıdıkları halde gerçeğe yansımamışlardı. O zaman ortada kuruntu vardı ve gerçek yoktu. Kuruntu ise; ya yorgun sinirlerinin kendisine oynadığı bir oyun, ya da onunla eğlenmek isteyen ormanın kendisine ikram ettiği kısa ve ürkütücü bir seraptı. Her ne olursa olsun, Kaptan Vaştar böyle bir oyunla yahut böyle bir serapla bir kez daha karşılaşmaktan hoşlanmayacağına emindi.
- Çaruuuuup… Leeeeek… Çaruuuup…
Seslenmeleri tek bir yanıta rastlamaksızın boşlukta kaybolup gidiyordu.
Kaptan Vaştar bir ara, bir şeylerle daha başka bir şeyler arasında bağıntı kurar gibi olduysa da bunu başaramadı. Düşüncelerinde yer alan sadece bağıntının kendisiydi. Bağlanacak olanla bağlayacak olan ise pek belirgin değillerdi. O nedenle bu yoldaki çabaları hiçbir sonuç vermedi. Sonuç vermeyen bu çabanın yerini ise anlatılması güç olan bir tedirginlik almıştı. Ve bu tedirginlik az-çok paniği andırabilecek boyutlardaydı.
Genç astronot bu kez, zararlarını düşünmeye gerek bile görmeden lazerini göğe doğru çevirip ateşledi. Keskin ve ince bir ışık sütunu, yukarıdan aşağı doğru gölgeler yağdırarak yüce boşluklara uzandı gitti.
- Bu orman tümümüzü yutacak… Tıpkı bir bataklık gibi hem de…
Kaptan Vaştar bu imdat sinyalinin yanıtsız bırakılmayacağı biliyor, ancak, Fotonist Kay Rem ‘le Teğmen Vag Lom ‘un yakayı ormana kaptırmadan çözüm yolu bulabilecek derecede akıllı davranmalarını dilemekten de kendini alamıyordu.
Tedirginliği ister istemez paniğe dönüşmüştü. Zira, ormanın özellikle geceleri tehlikelerle dolu olduğunun bilincindeydi. Nitekim, yırtıcı hayvanların, zehirli yılanların ve daha bin türlü tehlikenin bu anda avlarına pusu kurmaya çalıştıklarından kesinlikle emindi. Bu andaki tek amacı; olumlu sonuca vakit geçirmeden ulaşabilmek, varılması gereken noktaya acı sondan önce yetişmekti.
- Çaruuuuup… Leeeeek…
Kaptan Vaştar, bir an için yakıp söndürdüğü fenerin ışığında, birkaç adım ilerisinin sularla çevrili olduğunu fark etti. Karşısındaki çam ağaçlarının diplerinde orman sularla örtülmüştü. Sağı, solu, önü, arkası, ışığının uzanabildiği ve gözünün görebildiği her yer sular altındaydı. Suların henüz ulaşamadığı yerlerde toprak çamur kıvamındaydı ve bu çamurlaşma gittikçe artmakta, hemen arkasından bu kesimler de sular altında kalmaktaydı. Orman, sınırı olmayan göllerle sarılıp kuşatılmış gibiydi.
Kaptan Vaştar, suların tam ortasındaki bir yerde dikilip kalmış olduğunu biraz geç fark etti. Buna öfkelenmesine fırsat bile kalmadan içini derin bir sevinç dalgası kapladı. Zira, nemden etkilendiği anlaşılan mezon hücresi birdenbire harekete geçmiş ve minicik fenerin güçlü bir projektörü andıran ışığı ormanın bağrına diklenerek ortalığı gündüze çevirmişti. Astronot, çevresini baştan başa kuşatan suları bir kez de bol bir ışık altında izleme olanağını buldu. Ayakları altında uzanan suların kendisine pek bir zararı olmamıştı. Zira, ayaklarında botları vardı ve su düzeyi ancak botlarının ökçelerine kadar çıkabilmekteydi. Nereden çıktığı anlaşılamayan bir takım pıtırdamalar bir süre sonra derin bir uğultuya döndü ve orman bu sonu gelmeyen uğultuyla inlemeye başladı. Kaptan Vaştar, bu pıtırtıları, uçlarına kurşunlar bağlanmış iplerden yapılma bir kırbaçla dövülen davul sesine benzetti.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in komutanı Kaptan Çi Vaştar, gözleri şaşkınlıktan irileşmiş ve vücudu kaskatı kesilmiş bir halde çevresine bakınıp durmaktaydı. Onun bu halini gören biri, belki de büyük bir kolaylıkla akıl dengesini yitirmiş bulunduğunu söyleyebilirdi. Zira kaptan, gözlerine, aklına ve artakalan duyularına inanabilecek durumdan çıkmış, bir bakıma normalin ılımlı ve alabildiğine kısa sınırlarını aşmıştı. Mantığının bir bocalama dönemi geçirdiğinden kendisi de kesinlikle emindi. Zira, bu anda ayık ayık düş gördüğünü, karabasanların saldırısına uğradığını, kuruntularının kendisini köşeye sıkıştırmak istediğini sanıyordu.
Böyle bir şey olamaz ve olması bile tasarlanamazdı.
Ağaçların diplerinden yükselmiş olan çamur rengi su, bulunduğu yerlerde yüzlerce, binlerce damlaya ayrılıyor ve yerden göğe yağan bir yağmur halini alıyordu.
Kaptan Vaştar tek bir yorum yapmaya yeltenmedi ve sadece baktı.
Çamurlu sudan durula durula fırlayan damlalar hızlandıkça yağmur alabildiğine güçleniyor, yerden göğe korkunç bir hışımla saldırıyor, ağaçların dallarını ve yapraklarını alttan üste zorlaya zorlaya, aşağıdan yukarı yatıra yatıra yukarılara çıkıyor, nerede olduğu anlaşılamayan biryerlerde kayboluyordu.
Kaptan Çi Vaştar ‘a, ormanın altında bunu yaratan gizli bir güç varmış gibi geldi. Sanki, eşi-benzeri görülmemiş bir güç, orman zeminine yayılmış olan yüzbinlerce delikli metal bir yüzeyden yağmura benzeyen bir tufan çıkarıyor ve bunu son derece hışımla yerden göğe püskürtüp duruyordu. Kaptan elbette ki; bu düşüncesinin doğruluğuna inanmamaktaydı. Zira, hiçbir güç yerden göğe yağdırdığı böyle bir yağmurun yeniden yere yağmasını engelleyemezdi. Buna karşın, burada böyle bir engelleme vardı ve yerden göğe yağdığı halde, yeniden yere düşen tek bir su damlası bile yoktu.
Genç astronot, önüne geçilmez bir panik içindeydi. Bulunduğu yerde, yerden göğe yağan yağmurun tam ortasında duruyor, ökçesinin dibindeki suların yükselmediğini, tam tersine; gitgide azaldığını görüyor, ayaklarının altından boşanan bir sağnağın olanca hızıyla ve olanca pıtırtısıyla habire sürüp gittiğini izlemekten başka hiçbir şey yapamıyordu.
Kaptan Vaştar, tam ortasında dikilip durduğu halde, bir sağnağın kendisini ıslatmadığını tüm yaşantısında daha ilk kez görmekteydi. Bilinçli bir davranışla elini açarak yerden göğe dökülen damlalara karşı tuttu. Bu anda, nasıl olup da hala daha akıl dengesini yitirmemiş olduğunu düşündü. Bunu düşünmemek elinde değildi. Çünkü; alttan yukarı sel gibi saldıran yağmur damlalarının avucuna rastladığını kesinlikle gördüğü halde, elinin bu damlaları engelleyemediğini, damlaların, sanki ortada el yokmuşçasına yollarına devam ettiklerini son derece büyük bir şaşkınlıkla izlemekteydi.
Bu eşi-benzeri görülmemiş yağmur yarım saat kadar sürdü. Ve Kaptan Vaştar bu süre içerisinde yerinden hiç kımıldamadı. Kendi kendine pek de tutarlı olmayan sözler söylüyor, yüzünde, kaşlarında ve dudaklarında zaman zaman garip tikler beliriyor, mantığını bir türlü eski kadrına sokamıyor, neye inanacağını, neye inanmayacağını bir türlü karara bağlayamıyor, kuruntuyla gerçeği bazan üst üste çakışmış bulmanın mantıksızlığını yaşıyordu.
Ağaçların dibini örtmekte olan su düzeyi bir hayli alçalmış ve yerdeki sular tükenmeye yüz tutmuştu. Sanki o görülmemiş sağnak yerdeki bu su miktarına bağlıydı. Yerdeki su azaldıkça; yağmur da azalıyor, damlalar hafifleye hafifleye göğe doğru çiseliyor ve yukarıdaki karanlıkta kaybolup gidiyordu. Kaptan bir ara, suların yerden göğe püskürtülmediğini, gökteki bir güç yönünden emilmiş olabileceğini bile düşündü.
Bir süre sonra toprakta bir yudum su bile kalmadı. Fakat bu, yağmurun dinmesine yol açmadı. Zira o, hafif bir çisilti halindeki yağışını hala sürdürmekteydi. Bu çisilti sırasında toprak cıvık bir çamur görünümü almıştı. Çiseleme sürüp gittikçe çamur daha susuz bir özelliğe bürünüyor, suyu alabildiğine emiliyor, ıslaklığı kalmayan toprak göz önünde kupkuru bir hal alıyordu.
Bir ara yağmur dinmeye yüz tuttuysa da topraktaki kuruma çok az bir süre daha sürdü. Sonunda Kaptan Vaştar toprağın kupkuru ve tozlu-tozaklı bir görünüme kavuştuğuna tanık oldu.
Biryerlerde bir şeyleri kavrar gibi oluyor fakat tüm arama ve zorlamalarına karşın bunun ne olduğunu bulup çıkaramıyordu. Düşünceleri karmakarışıktı. Neredeyse tüm gerçeklerden kopmak üzereydi. Elleri, yüzü, bacakları titriyor, sinirlerine bundan fazla güvenemeyeceğinden korkuyor, ardına düştüğü konuların hiçbirinde yeterli bir kanıya varamıyordu. Birdenbire yakaladığını sandığı düşüncenin eteğine sımsıkı sarılmak üzere olduğunu fark etti. Evet, ilk yorumu yanlış olmalıydı. Yani bu yağmur, belki de yerden göğe şu veya bu biçimde püskürtülmüyor, yerde gizli olan bir kaynaktan gökteki gizli bir güç eliyle yağmur halinde çekilip alınıyordu. Yerçekimiyle alay edercesine yerden göğe tam bir yağmur halinde yağan su damlalarının bir daha asla yere düşmemesinin nedeni bu olsa gerekti.
Toprağın alabildiğine kuru bir hal alması ve nemin tümüyle ortadan kalkması yüzünden mezon hücresi devreden çıktı ve fenerin ortalığı gündüze çeviren o görkemli ışığından iz bile kalmadı.
Çevre yeniden karanlığa gömülmüştü. Bu koşul altında, oranın o ayrıntıları seçilemeyen belli belirsiz görüntüsü, yerden göğe yağan yağmur, alabildiğine kupkuru bir hal alan toprak da kayıplara karıştı. Ortada sadece, kendisini derin bir panik içinde ve körlemesine o yana, bu yana atan Kaptan Çi Vaştar ‘la onun darmadağınık bir hal alan düşünceleri kalmıştı. Kaptan, bu delice çırpınış anında tutunup sarılacak tek bir dal, tek bir ağaç arıyor, ne yazık ki; o zifiri karanlık fakat bol ağaçlı ormanda tek bir dala, tek bir ağaca rastlayamıyordu. Bir bakıma sanki, alabildiğine sık bir çam ormanında değil, üstünde tek bir ot bile bulunmayan bir kuru çölün ortasında, kendisini can korkusuyla öteye-beriye atan bir körden farksızdı.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in komutanı Kaptan Çi Vaştar, zifiri karanlık ormandaki bu kör çırpınışlarının, elini değdirecek, biryerlerine tutunacak ve sımsıkı sarılacak tek bir dal, tek bir ağaç bulamaksızın o yana-bu yana koşturuşlarının ne kadar sürdüğünü dahi bilebilecek durumda değildi.
İçinde bulunduğu panik,, kendisine yol gösteren o solgun, o geniş çaplı dairesel ışığı görünceye dek sürüp gitti.
Kaptan Vaştar, ışık gördüğüne uzunca bir süre inanamadı. Bunu önce bir illüzyon, bir görme yanılgısı sandı. Ona göre; bu, uzun süre karanlıkta kalan gözlerinin uydurduğu bir kuruntuydu. Gözleri belki de, görebildiklerini değil, görmek istediğini kendisine gösterme peşindeydi.Fakat, ışığın kaybolmaması ve çevresinin bu kez zifiri karanlık içinde kalmaması, kaptanın, gördüğünün kuruntu olmadığını anlamasına yetti. Nitekim, ışık vardı ve gerçekti.
Kaptan Vaştar ışıkla kendisi arasındaki uzaklığı kesinlikle anlayamayacağının bilincindeydi. Nitekim, çevresi karanlıklarla sarılmış olduğu için uzaklığı kestirebilme konusunda değer yargılarının hiçbir gücü kalmamıştı. Işık, bulunduğu yere çok yakın olabileceği gibi, durduğu yere çok uzakta da olabilirdi. Astronotun kesinlikle emin olduğu tek şey; ışık kaynağıyla kendisi arasında tek bir cismin bile bulunmadığıydı. Bu konuda en ufak bir kuşkusu bile yoktu. Zira; ışık hiçbir yerde kesilmeden, hiçbir yerde engellenmeden, dairesel biçimini öylece koruyarak kendisine kadar gelmekteydi. Kaptan Vaştar, ışıkla kendisi arasında tek bir cismin bulunması halinde, dairesel aydınlığın bozulması gerekeceğini ve en azından, engelleyen cismin silüetinin ışığın üstüne düşmesi icabedebileceğini düşünmekteydi. Işığın varlığı, astronotu sevindirmekle birlikte, ışıkla arasında tek bir cismin bulunmaması da onu şaşkınlığa düşürmekten geri kalmıyordu. Çünkü; böyle bir durum, koskoca bir ormanın sayısız çam ağacıyla birlikte kayıplara karışmasıyla aynı anlama gelmekteydi.
Kaptan Vaştar, tam rahatlayacağı sırada yeni bir şaşkınlığın pençesine düştüğünü fark etti. Uzun süredir içerisinde gezdiği, dolandığı koskocaman çam ormanı nereye gitmişti? Komutan, onun çok kısa bir süre önce tüm görkemiyle kendisini kuşatmış olduğundan zerrece kuşkulanmamaktaydı.
Ayakları ve bacakları bu anda artık bedeninin parçası bile sayılamayacak derecede kendisinden uzaktı. Onlara söz geçirmekte alabildiğine zorluk çekiyordu. Nitekim, ışığa doğru yürümeye çabalarken ayaklarının bedeninden geri kaldığını açık-seçik görmekteydi. Bir ara kaptan, sanki bir tek adımını beş-on dakikada atabildiğini sandı. Bu da onun üstünde, ışık kaynağının kendisine çok uzak olduğu izlenimini bıraktı.
Kaptan Vaştar, nereden kaynaklandığını anlayamadığı ışığa doğru alabildiğine tembel adımlarla yürümeye çabalarken lazerini çekmek suretiyle önlem almak zorunda kaldığı için utanç duymaktaydı. Zira, yeryüzünde yani kendi öz be öz dünyasında, kendisine yol göstermek isteyen bir ışıktan korkacağı tüm yaşantısında bir kerecik bile gelmemişti aklına. Yine de, bu konuda kendisini haklı gösterebilecek nedenleri vardı. Çünkü, obirleri bir yana atılsa bile; en azından bu ormanda mantıkla asla bağdaşmayan, fiziğin değişmez kurallarına hiç de uymayan birçok olayla karşılaşmıştı. Bu itibarla, bir kurtarıcı olarak kabullenmek istediği bu ışığın kaynağında herhangi bir düşmanla veya herhangi bir yeni gizli güçle karşılaşma olasılığını gözden uzak tutmayı aptallık saymaktaydı.
Komutan son bir kez ellerini ağzının çevresinde boru gibi yaparak haykırdı:
- Çaruuuuup… Leeeeek…
Değişen hiçbir şey yoktu ve haykırışları yine karşılıksız kalmıştı.
Yürüyor, yürüyor, yürüyordu.
Kaptan Vaştar bir ara bu yürüyüşün hiçbir zaman bitmeyeceği kuşkusuna kapıldı. Ve sanki kendisine, bir ışık kaynağına doğru değil de, uzayda herhangi bir gezegenden ta aya doğru yürüyormuş gibi geldi.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman ‘ından > 284-302/731)
Kayıt Tarihi : 17.10.2007 12:51:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)