2.4
Var Olmayanın Çığlıkları
Etimolog Şur Çarup ormanın gittikçe karardığını sanmaktaydı. Hızını alabildiğine arttırdığı, çam dallarının birbirine çarparak uğuldamasından anlaşılan rüzgarın, nasıl olup da kendi bedeni üzerinde en ufak bir etki yapmadığını bir türlü anlayamamaktaydı. Bu, onun için benzerine rastlanmamış bir durumdu. Nitekim, kendi başındaki saçlar bile uçmadığı halde, ağaçların dalları, yaprakları birbirine karışıyor, çamların kalın gövdeleri kırılırcasına sarsılıyor, canavar ulumasını andıran müthiş bir rüzgar uğultusu ormanı bir baştan bir başa dolaşıp duruyordu.
Genç Kadın, kendisini şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen bir anlaşılmaz olaylar yağmuru altında gitgide daha fazla bocalıyor, inandığı tüm gerçeklerin yıkıldığını, tüm değişmez kuralların birer birer ilas ettiğini görüyor ve neye inanması, neye inanmaması gerektiğini bir türlü bulup çıkaramıyordu.
Ormanı birbirine katan zorlu rüzgarın kendisi üzerinde en küçük bir etki bile yapmaması, astronotun içini derin bir korkuyla doldurmaya yetiyordu. Ve o, buna çoktan razıydı. Zira, korkusunun korkunç bir paniğe dönmek üzere olduğunun bilincindeydi. Çünkü; attığı her adımda eskisini gölgede bırakan gariplikler içine düştüğünü görüyordu. Nitekim, bu garipliklerden bir tanesi tam karşısındaydı. Rüzgarın üstüne üstüne savurduğu tozlar, yapraklar, kozalaklar ve küçücük dal parçaları doğrudan doğruya vücuduna çarpar gibi oluyor, fakat tek bir iz, tek bir etki bırakmadan bedeninin inden geçip geçip gidiyordu.
Genç kadın derin bir panik içindeydi. Rüzgarda uçuşa uçuşa üstüne gelen ve bedeninden hiçbir etki yapmadan vurup geçen her yaprak, her kozalak, her dal parçası bu paniği keskinleştiriyor, astronotun aklını-mantığını darmadağın ediyor, kendisini yaralı bir kuş gibi oradan oraya atmasına yol açıyordu.
Etimolog Şur Çarup ‘a bu korkunç orman baştanbaşa canlanmış gibi geldi. Ayrıntılarını zorlukla seçebildiği görkemli çam ağaçları, masallardan çıkıp çevresini kuşatmış olan canavarları andırmaktaydı. Ormanda bulunan herşey öncekinden daha ürkütücü bir havaya bürünmüştü. İçinde bulunduğu paniğe karşın, genç kadın, zorlu bir ışığın ormandaki bu dehşeti kolaylıkla kaldırıp bir yana atacağından ve onları kendi öz gerçeklerine döndüreceğinden kesinlikle emindi. Zira, korkunun karanlıktan yani bilgisizlikten geldiğinin az-çok bilincindeydi. Ona göre; aydınlık arttıkça, insanın çevresini saran şeyler konusundaki bilgisinin çoğalması, sonunda da korkunun ortadan kalkması gerekirdi. Çünkü; korku, bilinçsizlikti ve böyle olduğu halde her canlının ona gereksinimi vardı. Nitekim korku, organizmanın kalkanıydı. Varlıklar var oluşlarını ancak korku sayesinde sürdürebilirlerdi. Korkunun olmadığı yerde varlık tehlikeye girerdi. Bu nedenle; hiçbir şeyden korkmadıklarını söyleyenler bir bakıma en büyük yalancıydılar. Çünkü; canlı varlıkla korku etle tırnak gibidir: Birbirinden ayrılamaz. Bu itibarla, eğer bir insan gerçekten hiçbir şeyden korkmuyorsa; bu onun yürekliliğini değil, sakatlığını gösteriyor olmalıdır ve bu sakatlık da ondaki korku mekanizmasının sakatlığıdır.
İçinde bulunduğu paniği göğüsleyememesinin başına ne türlü dertler açacağının farkına varır gibi olan Etimolog Şur Çarup kendini toplamaya çalıştı.
Acaba lazerle yardım istemek zorunda kaldığını saptayabilmişler miydi? Kapsüle dönüşünün gecikmesi karşısında arkadaşlarının kendisini aramaya çalışacakları kesindi. Bu olasılığın aklına gelmesi içinin az da olsa rahatlamasına yol açtı. Tek kuşkusu, arkadaşlarının kendisini bu denli büyük bir ormanda bulamayacakları düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Bunun için de, bulunabileceği ana dek dayanamayacağından korkmaktaydı. Gündüze oranla orman, gözünde daha bir büyümüş, karanlıklarda artık göremez olduğu ağaçlar daha bir sıklaşmış, açılmasını özlemle beklediği kurtuluş kapıları daha bir kapanır gibi olmuştu. İçini saran derin korku, bir yana çekilip uyumaya çalışmasını da engellemekteydi. Oysa; başını herhangi bir yere dayar dayamaz uyuyabilecek derecede yorgundu. Genç kadın, insanların kendilerine neden korunak aradıklarını şimdi daha iyi anlamaktaydı. Böyle bir gereksinim, çaresizlikten ve dirençsizlikten ileri gelmekteydi. Ve böylece, kendi kendisini koruma yeteneğini gösteremeyen insan kendisini bir başkasının korumasını istemek zorunda kalıyordu. Fakat bu istem ve bu gereksinim insanı küçültüyor, beceriksiz, yeteneksiz, pısırık ve biraz da sömürücü duruma getiriyordu.
Genç kadın, annesinin kendisini sımsıkı sarıp sarmaladığı o her türlü korkudan uzak çocukluk günlerini anımsadı.
Astronot gittikçe daha fazla üşümeye başladığını sezinledi. Arkasından, karnının da aç olduğunu fark etti. Bu anda salt ısınmayı, karnını doyurmayı değil, bir insanın gereksinim duyabileceği her şeyi arıyordu. Zira; actı, yorgundu, uykusuzdu, üşüyordu ve kurtarılmak istiyordu. Tüm bunlara karşın, bulunduğu yerden ayrılmasının kendisine yarardan çok zarar getireceğini biliyordu. Nitekim, böyle bir davranışının, onun bu ulu çam ormanında iyice kaybolmasına yol açacağının bilincindeydi. O nedenle burada, olduğu yerde kalması, birinin veya birilerinin yardıma gelmesini beklemesi en doğru davranış olacaktı. Önünde-sonunda bulunacağından ve bu ağaç labirentinden kurtarılacağından emindi. Belki de şu anda, bulunduğu yeri aramaya başlamışlardı bile.
Genç kadın büyük bir umutla detektörünün komuta mandalına bastı. Fakat bu davranış tüm umut kapılarının yüzüne kapatılmasına yol açtı. Zira, detektör ormanda tek bir canlı varlık belirtisi bile göstermiyordu. İster istemez omuzlarını silkmek zorunda kaldı. Gerçi aygıt, görevde bulunduğunu minicik bir kırmızı ışıkla belirtmekteydi ama bu, onun herhangi bir bozukluğu olup olmadığını da göstermezdi. Bozukluk olup olmadığını ancak kontrol kanalındaki bir denemeyle anlayabilirdi fakat o denemeyi de burada yapması olanaksızdı. Bununla birlikte aygıtın arızalı olduğundan emindi. Çünkü; buna inanmak için geçerli nedenleri vardı. Zira, koskoca ormanda tek bir canlı varlığın bulunmaması hiç de akla yatkın değildi. Nitekim, yardımına geleceklerini umudettiği arkadaşları bir yana bırakılsa bile; aygıtın en azından bir kuşu, bir yırtıcı hayvanı, bir tavşanı veya bir böceği belirlemesi gerekmez miydi?
Etimolog Şur Çarup yeniden iliklerine dek titredi. Bu yeni korkusu metafizik şeylerle ilgili değildi. Ve korkmakta da kendini haklı buluyordu. Zira; ıpıssız, kapkaranlık ve uçsuz-bucaksız bir ormanda tek başına bir insan, bir kadın olmak hiç de korkulmayacak şey sayılamazdı.
Çarup gökte ay bulunup bulunmadığını bilmiyordu. Belki aylı, belki de aysız bir gecenin koynundaydı. Fakat göklere boy vermiş görkemli çamların iğne yapraklı sık dalları bunu anlamasına olanak bırakmıyorlardı.
Ansızın ormanın derinliklerinden, duyanın yüreğini ağzına getiren yırtıcı bir homurtu yükseldi. Genç dil bilgini kanının damarlarında donduğunu sandı. Bu gitgide koyulaşan karanlıkta bir metre ötesini bile göremeyen gözlerinin faltaşı kadar açıldığından zerre kadar kuşkusu yoktu.
Yırtıcı böğürme yeniden ve bu kez oldukça yakınlardan duyuldu.
Vahşi bir hayvan olmalıydı. Bir ayı, belki bir yaban domuzu, ya da bir sırtlan.
Şur Çarup, normal koşullar altında böyle bir böğürmenin kendisini korkutamayacağını çok iyi biliyordu. Zira; yanında hem lazeri, hem de ültrasonik flütü vardı. Gelen tek bir hayvan değil, bir hayvan sürüsü olsa; tümünü birden ot gibi biçip bir yana atması işten bile sayılmazdı. Fakat durum şu anda hiç de iç açıcı değildi ve koşullar da elverişli olmaktan uzaktı. Orman gözgözü görmeyecek ölçüde karanlıktı, detektör ormanda canlı varlık göstermiyordu ve hayvanın hangi yönden saldıracağını anlamaya da olanak yoktu. Böğürme yaban domuzu homurtusunu andırıyordu. Genç kadın, yaban domuzlarının genellikle bir erkek, bir dişi halinde gezdiklerini, bazan da sürüler halinde dolaştıklarını çok duymuştu. Bu andaki tek düşüncesi salt kendini koruyabilmekten ibaretti. Bu itibarla, gözleriyle karanlığı delmeye çalışıyor, herhangi bir şey görmesine olanak bile bulunmamasına karşın, çevresine bakınıp durmaktan kendini alamıyordu. Saklanmaya çalışmasının saçmalık olacağından emindi. Zira, hem saklanabilecek bir yer yoktu, hem de yaban domuzlarının, saklansa bile kokusunu alacakları ortadaydı.
Aynı böğürmeler bu kez çok yakınında yinelendi.
Genç astronotun yüreği yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Şu anda, kendisine verilecek bir fener karşılığında dünyaları feda etmeye hazır olduğu söylenebilirdi. Tek bir elfeneri, bu anda Çarup için dünyanın en değerli armağanı sayılırdı.
Bir ara bağırmayı, haykırmayı, çığlıklar koparmayı ve iyice yaklaştıkları anlaşılan hayvanları bu taktikle korkutup kaçırmayı düşündüyse de bunun yararlı bir sonuç verebileceğine kendisi de inanmadı: her şeyden önce, böğürenin ne tip bir hayvan olduğunu bilmiyor, nedenini kavrayamadığı bir tutumla onun yaban domuzu olabileceğine kendi kendisini inandırmış olabileceğini sanıyordu. Gerçekte bu, başka bir yaban hayvanı da olabilirdi. Böyle bir durumda da, yapmayı tasarladıkları yerini belli etmekten ve ölümü yaklaştırmaktan öte yarar sağlamazdı.
Az önce önden duyduğu böğürtü bu kez arkasından duyuldu. Bilinçsiz bir davranışla olduğu yerde pozisyon değiştirdi. Karanlıkta bunun herhangi bir yararı olmayacağını bilmek canını sıkıyordu. Bir ara, hayvanın kendisinden daha avantajlı olduğunu düşündü. Nitekim, karanlıkta görme ve koku alma konularında kendisinden yetenekli olduğu kuşkusuzdu.
Yırtıcı hayvan bu kez tam yakınında, sağ yanında böğürdü. Eskisine ek olarak şimdi hayvanın öfkeli solumalarını da duyuyordu. Hemen arkasından yerleri söke söke ilerlediğini fark edince, bunun bir yaban domuzu olduğundan kuşkusu kalmadı. Gözlerini iri iri açmış, karanlığı delmeye ve bir şeyler görebilmeye çalışıyor, elleriyle ayaklarının birbirine dolaşmasını asla engelleyemiyor, düşüp bayılmamak için kendini güçlükle tutmaya uğraşıyordu.
Böğürtü bir kez daha duyuldu.
Genç astronot, biraz da, ne yaptığını bilmeyerek lazerini rastgele ateşledi. Işın alabildiğine kısa süreli bir şimşek gibi çaktı ve ağaçlar arasında kaybolup gitti. Bu denli kısa bir çakış bile hayvanın yerini belirlemesine yetmişti. Şişkin vücudu kıllarla kaplı, alabildiğine kudretli ve alabildiğine görkemli bir yaban domuzuydu bu. Etimoloğun bir-iki metre kadar ilerisinden sürmüş üstüne doğru geliyordu.
Çarup lazerini bir ikinci kez ateşledi ve o kısacık aydınlıkta hayvana isabet ettirdiğini sevinçle gördü. Fakat onun bu sevinci tek bir saniye bile sürmemişti. Hayvan, çelikleri kağıt gibi doğrayabilen lazer ışını karşısında kılını bile kıpırdatmamıştı. Genç kadın bu nedenle, onun o kara gövdesinin tüm hızıyla üstüne doğru geldiğini fark edip kendini kaybetti.
…
Ansızın tüyleri diken diken eden bir çığlık duyuldu.
Kapsül kapısı önünde duran ve elindeki detektörle girişi kontrol altında tutan Fotonist Kay Rem irkilerek geri döndü. Haberleşme masasında tetikte bekleyen Teğmen Vag Lom aynı anda yerinden fırlamıştı. Astronotlar kapsülün hoparlörlerinde yankılanan tüyler ürpertici çığlığı duydukları halde, buna inanmak istemezcesine birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı. Fotonist Kay Rem ‘in eli lazerindeydi ve bu davranışı ne zaman gerçekleştirdiğini kendisi de bilememekteydi. İçine düştükleri şaşkınlık anlatılır gibi değildi. Astronotların, ne söyleyeceklerini, ne yapacaklarını ve neye karar vereceklerini kestiremez durumda oldukları ilk bakışta anlaşılıyordu. Nitekim, yüzleri sapsarı kesilmiş ve bakışları donuklaşmıştı.
İkinci bir kez duyulan çığlığın bir kadın çığlığı olduğu kuşkusuzdu. Ses bazan bağırtılara, bazan ilkel ulumalara, bazan ardarda duyulan ağlamalara dönüşüyor, bazan da uzun bir süre kesilikp gidiyordu.
Teğmen Vag Lom:
- Şur Çarup bu…
Diye mırıldandı. Fotonist Kay Rem şaşkın şaşkın çevresine bakınıp duruyordu:
- Demek ki sen de duydun çığlığı?
- Duyulmamasına olanak var mı?
Teğmen Vag, kapsülün iç ünitelerine doğru atılmak isterken Fotonist Kay Rem onu bileğinden sımsıkı yakaladı. Vag Lom silkinerek bağırmaya başlamıştı:
- Bırak Rem… Çarup bu… Bırak…
- Kendine gel Vag, kendine gel… İvediliğe gerek yok… Boş yere çabalama, gidemezsin…
Teğmen şaşırmıştı:
- Peki ama neden? ..
Fotonist kuşkulu fakat kararlıydı. İnandırıcı olmaya çalışan bir sesle yanıtladı:
- Kendine gel; bu bir aldatmaca olabilir.
- Ne aldatmacası?
- Biri veya birileri, bizi bu kontrol altında tuttuğumuz kapıdan uzaklaştırmak istiyor olabilirler.
Teğmen Vag Lom öfkeli bir alayla haykırdı:
- Seni böyle düşünmeye iten ne? .. Kim böyle bir tuzak kurabilir bize? .. Hem de burada; bizim kendi dünyamızda… Kim bizi aldatmak isteyebilir? .. Kim, kim? ..
Teğmen Vag ‘ın bileğini bırakan Kay Rem oldukça sakindi:
- Tanımadığımız, bilmediğimiz herkes.
- Sen de metafizik kokmaya başladın artık…
- Metafiziğe inanmam ben. Zira, katı fizikçiyim. Bunu sen de biliyordun. Ben sadece önlemli davranmak istiyorum, hepsi bu.
- Fakat Çarup ‘tu… Sen de tanıdın sanırım sesini.
- Evet bana da öyle geldi.
- “Öyle geldi” ne demek? .. Düpedüz Çarup ‘un sesiydi…
Kay Rem arkadaşına donuk gözlerle bakıyordu:
- Düşünsene Vag; Çarup ‘un burada, bu kapsülde bulunmasına olanak var mı?
- Pekala var. Neden olmasın? Haykırdı, işittik ve sesini tanıdık.
- Peki ama bu düşünüş sana tutarsız gelmiyor mu?
Kay Rem elini teğmenin omzuna koydu:
- Dinle beni Vag. Dedi. Çarup ‘un kamp yeri bulmakla görevlendirildiğini ve Doktor Emmol Lek ‘l birlikte buradan ayrılarak ormana girdiğini biliyoruz. Onlar ayrıldılar ve biz; senle ben ve kaptan, burada kendi işlemlerimizi sürdürmeye oyulduk. Bir ara kaptan geldi ve kapsüle giren bir adam görüp görmediğimizi sordu. Böyle bir şey görmediğimizi söyledik. O bize, biz de ona inanamadık. Ünitelerin tümünü detektörden ve ana podyumdan geçirdik. Sonunda, bu kapsülün içinde gördüğümüz-göremediğimiz, algılayabildiğimiz-algılayamadığımız hiçbir canlının bulunmadığını karar altına aldık. Yani komuta kabininde senden, benden ve kaptandan başka tek canlı bulunmadığı kanısına vardık. Biz bu kanıyı kesinliğe kavuştururken ekranlar bir imdat atışı saptadı. Işın ormandan yayınlanmıştı. Kaptan burada kalmamızı isteyip gözümüzün önünde ormana daldı. Bundan sonrasını ise; işte yine bu kesinlikle bilmekteyiz. Kapsülün girişi her ikimizin kontrolü altındaydı ve nöbetimiz süresince de bu kapsüle, tanıdık-tanımadık hiç kimse girmedi. Detektörlerimize gelince; onlar da böyle bir giriş saptamadı.
Teğmen Vag Lom yavaş yavaş sakinleşmeye başlamış ve durumu Fotonist Kay Rem ‘in kabullendiği biçimde benimsemeye koyulmuştu. Bundan belli-belirgin bir sevinç duyan Fotonist, sözlerini sürdürmesi gerektiği kanısına vardı:
- Şimdi, boş olduğunu bildiğimiz ve içinde bizden başka kimsenin bulunmadığını bilimsel yönden kanıtladığımız bu kapsülün hoparlörlerinde keskin bir kadın çığlığı duyuyor, kalkıp onun Şur Çarup ‘un sesi olduğunu öne sürüyor, bu kadarla da kalmayıp bunu hemencecik kabulleniyoruz. Daha doğrusu; seb kabulleniyorsun. Şimdi sormak isterim sana: Sence bu durum tutarlı bir durum mu?
Teğmen Vag Lom başını salladı:
- Sen galiba haklısın Rem. Bir insanın aynı anda iki ayrı yerde birden bulunması mantık açısından olanaksız. Belirli bazı koşullarda, bu iki bulunuş arasında biraz zaman oynaması da olsa, olanaksız.
Fotonist onayladı:
- Zaman oynaması belki burada söz konusu edilebilir ama senin dediğin gibi bunun bir önemi olamaz. Zira, belirli bir zamanda ve kesin bir biçimde Çarup ‘un nerede olduğunu bilmemekle birlikte, onun en azından bu kapsülde olmadığını ve olmaması gerektiğini biliyoruz..
- Evet herhalde böyle.
- Geriye tek bir olasılık kalıyor. O da; Çarup ‘un hiç de fizik olmayan herhangi bir yol ve yöntemle kabine girmiş olmasından ibarettir.
- Bu ise olanaksız.
- Bence de kesinlikle olanaksız. Zira, iki nedenim var. Birincisi şu: Çarup böyle bir yola başvurmaz. Çünkü; etimolog bir astronottur. Metafizik bir hüneri yoktur. Olsa da böyle bir hünerden yararlanmayı kendisine yakıştıramaz. O nedenle böyle bir olasılığı kesinlikle dikkate almayabiliriz. İkincisi de şu:Çarup bir büyücü değildir. Zaten biz de büyücülüğe inanmıyoruz.
Tüyler ürpertici kadın çığlığı komuta kabinindeki hoparlörlerde yeniden yankılandı.
İki astronot ellerinde olmayarak birbirlerine bakındılar. Bu dengesiz, bu tüyler ürpertici çığlıklar adeta Kay Rem ‘le Vag Lom ‘a meydan okumaktaydılar. Teğmen bu nedenle arkadaşına kuşkulu gözlerle baktı:
- Peki, buna ne buyurursun Rem? Bilmem ki; duyulardaki yanılmanın sürekli olduğuna inananlardan mısın?
- Sorunu yeterince anladığını sanmıyorum.
- Öyleyse başka türlü sorayım: İnsan bir duymadığını bir daha duymayabilir mi? Bir görmediğini bir daha görmeyebilir mi?
- Bence yanılgının sürekli olup olmadığını anlamak için algıya bakmak yeterlidir. Algı sürekliyse yanılgı da süreklidir. Algının sürekli olduğu ise kuşkusuzdur. Görmek gibi. Yani insan, görüntü karşısında durduğu sürece algılar. Veya duymak gibi. Ses normal koşullarıyla algıya etki yaptığı sürece algı süreklidir. Yanılgı algıdan doğmuşsa; algı süregittimi yanılgı da süregider. Ben buna eminim.
Teğmen Vag Lom başını salladı:
- Ben aynı kanıda değilim. Ben bunları şiddete bağlamaktayım. Algıyı harekete geçiren kaynak gerçekte bir güç kaynağı olmak gerekmektedir. Yani şu veya bu güç kaynağı. Örneğin; iyi veya kötü kokunun temel özellikleri arasındaki güç gibi. Algıya seslenen güç etkiliyse, algının uyarılışı etkindir. Şiddetin garip bir özelliği vardır ki; bu özellik de onun bir süreç içinde gitgide azalmasından ibarettir. Yani şiddet, herhangi bir zaman içerisinde bir ve aynı olan özelliğini koruyamaz. Kokunun gitgide azalması gibi. Bir cismin çıkardığı tınıltının zaman sürecinde gitgide eksilmesi gibi. Nitekim, içine elimizi ilk sokuşumuzda bize soğukmuş gibi gelen bir su, dokunma duyumuzu önce şiddeti ve soğukluğuyla uyarır. Fakat elimiz aynı suda kaldıkça; onun soğukluğu bizim için artık söz konusu bile olamaz. Zira, şiddet azalmış, özellik ortadan kalkmış ve haliyle duyudaki izlenim de değişmiştir. Yani su artık soğuk değil, ılıktır.
- Bir noktayı unutuyorsun: Bence burada suyun özelliği değişmemiş, duygunun yanılması başlamıştır.
- Bu benim söylediğimle aynı şey sayılır. Nitekim, bir noktada sen bu savınla doğrudan doğruya benim varmak istediğim sonuca çıkarsın. Zira, senin de dediğin gibi; duygu yanılmıştır fakat bu yanılgı bir yerde duracak mıdır? Hayır. Algıyı uyaran güç azaldıkça duygu daha bir yanılacak ve algı da özellik değiştirecektir.
Hoparlörler bu kere hayli uzun süren tüyler ürperten yeni bir çığlıkla yankılandı.
Teğmen Vag Lom:
- Duyularımız yanılıyor da olsa; biz bu çığlıkların nedenini ve sahibini bulmak zorundayız Rem. Dedi. Yoksa sen aynı kanıda değil misin?
Kay Rem başını salladı:
- Ben aynı zamanda dikkatli olmamız gerektiği kanısındayım.
İki astrıonot ana podyumu devreye soktular. Fotonist, podyuma aktardığı üç boyutlu ve renkli görüntülerle komuta kabininin içerdiği tüm üniteleri tek tek gözden geçirmeye başladı. Üniteler podyuma birbiri ardı sıra düşüyor fakat tek canlıya rastlama olanağı elde edilemiyordu. Kay Rem ‘in podyum taramasından sonuç alamadığını gören Teğmen Vag Lom, üniteleri detektör bankasına vermek zorunda kaldı. Sonuç yine olumsuz çıktı. Zira; detektör, ünitelerde canlı varlık bulunmadığı konusunda ısrarlıydı. Fotonist Kay Rem, pek de yararı olmayacak bir kontrol için, kendilerinin yer aldıkları proje ve haberleşme sektörünü detektöre tarattı. Detektör kendilerini kusursuz saptadı ve ana podyum da bunu doğruladı. Ne kadar yazıktır ki; detektörün ve ana podyumun verileriyle hiç de bağdaşmayan ve hemen çözülmesi gereken bir problem vardı ortada: Tüyler ürpertici kadın çığlığı kesilmemişti ve her saniye, biçimler değiştirerek sürüp gitmekteydi. Ve astronotlar için kesin olan tek nokta; bu çığlıkların Etimolog Şur Çarup ‘un çığlıkları oluşuydu. Bildikleri tek şey ise; genç kadının kapsülde olmadığı ve olmaması gerektiğiydi. Tersini savunmaları da zaten olanaksızdı. Üstelik bunun böyle olmamasını gerektiren hiçbir geçerli nedenleri mevcut değildi.
Kay Rem, hoparlörleri inleten haykırışlara omuz silkerek arkadaşına döndü:
- Evet Vag. Dedi. Önümüzde kesinlikle çözülmesi gereken bir problem var. Çarup ‘un neden bu kapsülde bulunmaması gerektiği yolundaki düşüncelerimiz ne olursa olsun, biz bu problemi çözmek zorundayız. Bu koşullar altında; ana podyumun ve detektör bankasının verileriyle yetinemeyeceğimiz çok açık. Zira, çığlıklar süregidiyor. Biz bunları algılıyoruz ve gerçeğe aykırı bile olsa varlığına inanıyoruz. Bu nedenle ben, yeni bir şeyler önermek zorundayım. İstersen, bir yandan aramayı sürdürürken, bir yandan da kapsül girişini kontrol altında tutalım. Bence, yapabileceğimiz en olumlu iş bu olacaktır.
Teğmen Vag Lom:
- Haklısın Rem. Dedi. Önerini benimsiyorum.
- Öyleyse, aramızda görev bölümü yapalım. Önce; sen Çarup ‘un ünitelerde gerçekten var olup olmadığını araştırırken ben kapsül kapısında nöbet tıtayım, sonra sen kapı ontrolüne geçerken ben araştırmayı sürdüreyim. Sence sakıncası var mı?
- Sakınscası yok. Ancak, aklıma gelen bir şeyi hemen sormak isterim. Detektörün saptayamadığı bir varlığı kendi duyularımız saptayabilir mi dersin?
Fotonist Kay Rem soruya sözle karşılık vermedi. Sadece umutsuzluğunu belirten bir tutumla başını salladı. Teğmen Vag, bri ara arkadaşının yüzüne baktı, sonra kararlı bir davranışla ve portatif detektörü elinde olarak ünitelere doğru ilerleyip gözden kayboldu.
Bu arada Kay Rem, kapsül girişinde dikilp ormana bakmaya başlamıştı bile.
Dışarıda akşam oluyor, orman yavaş yavaş karanlıklara gömülüyordu. Doğanın o büyüleyici taptaze ve yemyeşil örtüsü şimdi karanlıklarda kaybolmaya başlamış, yerini sessiz sedasız ve öyle olduğu kadar da ürkütücü bir derinlik almıştı.
Astronot birdenbire huzursuzlandığını sezinledi. Gerçekte, içinin derin bir tedirginliğin etkisinde olduğunu biliyor fakat bu tedirginliğin bilinçaltından bilince çıkmaması için bunu itiraftan alabildiğine çekiniyordu. Kay Rem, içinde bulunduğu durumun hiç de kolay açıklanamayacağının farkındaydı: Çünkü; yeryüzünden yani kendi öz ve öz dünyasından çekiniyor, nedenini kesinlikle bilmediği halde, ondan ürküyordu. Bu doğruydu. Şimdiye dek hiçbir garipliğini görmediği, tüm olaylarını fizik yasalarla çözümleyebildiği kendi gezegeninden korkmaktaydı. Kendisine göre; nedeni pek bilinmeyen bir korkuydu bu. Belki de nedeni bile yoktu ve yorgun duyu organlarındaki basit yanılmalardan kaynaklanmaktaydı. Yine de Kay Rem, bundan kesinlikle emin değildi.
Astronot elindeki portatif detektörünün birdenbire sinyal vermeye başladığını fark etti. İçini kaplamış bulunan tedirginliğin etkisiyle olmalı ki, sinyali görür görmez çektiği lazerini gittikçe kalınlaşmakta olan karanlığa doğru çevirdi:
- Kim var orada? ..
- Benim, Rem…
Ses yabancı değildi ve sesi izleyerek kapsülün yanında Doktor Emmol Lek ‘in ortaya çıkmasından seslenenin o olduğu anlaşılmıştı. Bununla birlikte, durumu ilk anda kavrayamayan Fotonist Kay Rem ‘in tedirginliğini bu ortaya çıkış bile önleyemedi:
- Dur orada…
Doktor Lek bulunduğu yerde şaşkınlıkla sendeledi:
- Bu da ne demek oluyor Rem? .. Benim, ben… Lek… Tanımadın mı yoksa? ..
Kay Rem ister istemez sesini yumuşatmak zorunda kaldı:
- Bağışla doktor… Ama kontrol etmeden yaklaşmana izin veremem…
Doktor Lek haykırdı:
- İyi ama, neden beni kontrol edesin? .. Ne gerek var buna? ..
- Gerek var doktor… İş, bildiğin gibi değil… Zira, çok garip şeyler oluyor burada…
Doktorun şaşkınlığı sesinden belliydi:
- Burada, kapsülde mi? ..
- Evet doktor, burada; kapsülde…
Emmol Lek yanıt vermedi. Detektördeki sinyalin kararlı durumundan, doktorun olduğu yerde kıpırdanmadan kaldığı anlaşılıyordu. Elindeki portatif detektörle yetinmemişe benzeyen Kay Rem, bu kez detektör bankasını devreye soktu. Aygıt beklenen yanıtı anında verdi:
- Görüntü önbilgilerle çakışmıştır… Kontrolü istenen varlık Doktor Emmol Lek ‘tir…
Kay Rem ana detektörü devreden çıkardı. Portatif detektörünün sinyalini belleğe aktarırken:
- Geçebilirsin doktor. Dedi. Bağışlamalısın. Zorunluydum.
Yaklaştıkça daha bir belirginleşen Doktor Emmol Lek, tam kapsüle girmek üzereyken aynı kadın çığlığı hoparlörlerden bir kez daha duyuldu. Söyledikleri anlaşılamayan ve sürekli bir haykırış halinde duyulan Çarup ‘un sesi, doktoru bulunduğu yere çivilemeye yetmişti. Astronotun yüzünde birtakım seğirmeler olduğu gözden kaçmamaktaydı. Sözcüğün tam anlamıyla ürktüğü söylenebilirdi. Nitekim ürpererek:
- Çarup bu… Diye mırıldandığı duyuldu. Ne zaman döndü? .. Neden haykırıyor? ..
Fotonist Kay Rem ‘in yanıtı doktoru rahatlatacağına, korkusunu ve şaşkınlığını arttırmıştı:
- Çarup buradan seninle birlikte ayrıldı ve ne yazık ki bir daha da dönmedi.
Doktor Lek iyice afallamıştı:
- Nasıl? .. Diye haykırmaktan kendini alamadı. Dönmedi mi? .. Çarup burada; bu kapsülde yok mu şimdi? ..
- Yok doktor… Çarup bu kapsülde yok…
Bu son sözleri söyleyen Fotonist Kay Rem değil, Teğmen Vag Lom ‘du. Genç astronot, üniteleri ilk üniteden ayıran kapıya sırtını dayamış bir halde umutsuzluk ve tedirginlikle kendilerine bakmaktaydı.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman ‘ından > 267-284/731)
Kayıt Tarihi : 7.10.2007 21:48:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!