Ana Karnına Dönüş - 2.3

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Ana Karnına Dönüş - 2.3

2.3
İnanılmaz Olaylar Yağmuru

Genç kadın, astronotlardan ayrılmış ve tek başına ormana dalmıştı.
Karşılaştığı olaylarla yorulan ruhunun dinlendiğini sezinliyor ve içinde, sözcüklerle anlamasına olanak bulunmayan derin bir rahatlama duyuyordu. Bulunduğu yöre gözalabildiğine uzanan yüksek çamlarla örtülüydü. Oldukça yükseklerden hafif hafif estiği anlaşılan, ancak aşağılarda varlığı hiç de sezinlenemeyen bir ilkbahar yeli çamların en üst dallarını eğip eğip geçmekteydi.Genç kadın havayı sık sık içine çekerek ormandan yayılması gereken çam kokularını duymak istiyor fakat ortada böyle bir kokuya her nasılsa rastlayamadığını sanıp duruyordu. Kabukları yarılmış çamların yaralarını onarmak için çıkardıkları o sarı sıvıdan ibaret bulunan reçinenin, ormanı bir baştan bir başa tatlı kokular içinde bırakması gerektiğinden kuşkusu olmamakla birlikte, nasılsa bu anda bundan bir türlü yararlanamıyor fakat üstünde durarak nedenini de aramıyordu. Çam reçinelerinin yapışkan ökselerine yakalanmış olan küçücük böceklerin ve ince, narin yapılı sineklerin varlıkları onu bundan daha çok ilgilendiriyordu. Koskoca çam ormanı, bir yandan genç kadının içindeki çocukluk günlerini cana getiriyor, bir yandan da dikkatini o sayısız ağaçlar arasında kaybolma tehlikesine çekiyordu. Tüm bunlara karşın, bir kendi kendini alamamanın içine düşmüş gibiydi. Yürüdükçe yürümek, ilerledikçe ilerlemek, gittikçe gitmek, daha derinlere, ta en derinlere ulaşabilmek istiyordu. Ormanın insanı büyüleyen, ona kendi kendini unutturan bir özelliği ve derin bir gizemli gücü vardı. Çarup bunu öteden beri biliyor, yolunu yitirme korkusunu yüreğinin ta derinliklerinde duyuyor fakat ilerledikçe ilerlemekten de kendisini alamıyordu. Genel anlamıyla bu bir tür ölüme gitmek gibi bir şeydi. Nitekim, ormanın büyülediği insan, yolunu çok büyük bir kolaylıkla yitirebileceği derinliklere itile itile, zorlana zorlana değil, isteye isteye, seve seve gidiyor, gidiyor, gidiyordu.
Genç kadının düşünceleri zaman zaman çocukluğuna doğru uzanmaktaydı. Çarup işte bu düşüncelerle çevresini saran ormandan sıyrılıp kurtulmuşa benziyordu. Bu anda sanki uçsuz-bucaksız bir ormanda değil de, bedenini son derece büyük bir zevkle yumuşak dalgalarına bıraktığı masmavi bir denizdeydi. Attığı her kulaçta kollarının ve ellerinin yanlarında bembeyaz köpükçükler oluşuyor; kaygan gövdeli, gümüş pullu, ürkek balıkların, bedeninin şurasına-burasına değip kaçtıklarını sezer gibi oluyordu. Birazcık dinlenmek amacıyla her durmak istediği anda; başını çevirip çevirip arkalarında kalan kıyılara bakıyor, orada; altından kumların bembeyaz köpüklerle öpüştüğü kıyıda çılgınca eğlenen, yüzen, konuşan, sevinç çığlıkları atan bir kalabalığın kaynaştığını görüyordu. Bu ona daha etkin bir güven duygusu verdiğinden, içinden habire kulaç atmak, daha daha çok kulaç atmak geliyordu. Denizin enginliklerinde insanı büyüleyen, sımsıkı pençelerine alan, sağlam iplerden yapılmış bir ağ gibi sarıp sarmalayan bir özellik vardı. Çeken, isteyen, sürükleyip götüren, alan ve bir daha geri göndermek istemeyen bir özellik. Bilinmeyeni bilebilmek, görünmeyeni görebilmek, ulaşılamayana ulaşmak, başarılamayanı başarmak sevdasının buram buram tüten dumanı gibi. Çarup, ancak kolları yorulduğu anda daha derine gidebilme olanağı bulamayacağını anlamıştı. İstemeye istemeye geri döndüğünde; o altın kumlu, beyaz köpüklü kıyıyı, o çılgınca eğlenen, haykıran, gülüşen, yüzen, konuşan ve bunun için de kendine güven veren insan kalabalıklarının kaynaştığı kumlukları bulmakta zorluk çekti: Kıyıda gece vardı ve karanlıkların sarıp sarmaladığı kumlarda derin bir sessizlik, ürkütücü bir yalnızlık hüküm sürmekteydi. Kıyı artık, sonsuzluğa dek yüzse varamayacağı bir yer olmuştu. Kollarındaki gücün yarısını dönüş için saklaması gerekirken bunu bir hayli geç anlamıştı. Daha doğrusu; enginin büyüsü bunu ona unutturmuşa benziyordu.
Genç kadın kendine geldiğinde ormandaydı ve ormanın büyüsünün bir bakıma denizin büyüsünden farksız olduğu kanısına varmıştı.
Yolunu yitirmemek, geçtiği yerleri kolaylıkla bulabilmek için ağaçlara birtakım izler koymayı, yakın aralıklarla onlara çentikler atmayı düşünmekteydi. Bu düşünceyle yerdeki iri ve keskin kenarlı bir taşa uzandıysa da, taşı tutamadı.
Genç astronotun ilk ürperişi, ilk tedirginliği ve ilk korkusu ilk kez böyle ortaya çıktı.
Taşı her keresinde tuttuğunu sanıyor fakat sonra avucunda taş falan olmadığını, onun yine yerinde durmakta olduğunu son derece büyük bir şaşkınlıkla, son derece büyük bir tedirginlikle, son derece büyük bir korkuyla görüp duruyordu.
O ilk yararsız çabadan sonra, bu kez öncekinden daha küçük bir taşa uzandı.
Gözlerine, duyularına, mantığına asla inanamıyordu. Birbiri ardınca gerçekleştirmek istediği tüm benzer denemeler aynı sonuçları verdiğinde; Etimolog Şur Çarup derin bir korkuyla ve birilerinin yardımına gelmesini bekleyen bir tutumla dört bir yanına bakındı. Şaşkınlıktan gözleri olduğundan da iri bir hal almıştı. Her keresinde dokunmak, avuçlamak, kaldırmak istediği halde, taşlara dokunamadığını, onları avuçlayamadığını, haliyle yerden de kaldıramadığını güçlükle anlayabilmiş fakat mantığının direnişi karşısında bunu aynı kolaylıkla kabullenememişti.
Şur Çarup içinde bulunduğu duruma bir türlü inanamıyordu. Evet, onlar; taşlar oradaydı ve kendisi ne denli denerse denesin, ellerini bunlara değdiremiyordu.
İkinci bir kez çevresine korkuyla bakındı. Sonra iliklerine dek ürpererek gerisin geri döndü. Olanaksız olduğunu bildiği halde habire sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu. Böylesine bir olayı başkalarına kabul ettiremeyeceğini, kabul ettirmekte direndiği takdirde alay konusu olabileceğini çok iyi bilmekteydi. Genç kadın yine de durumu sinirlerinin yorgunluğuna bağlamaktan, yersiz bir paniğe kapılmış olduğu kanısına varmaktan kendini alamıyordu. Daha doğrusu; bunun böyle olmasını dileyip duruyordu. Şaşırtıcı bir problemi bu denli kolay çözdüğünü zannetmenin kendi kendini kandırmaktan öte bir şey olmadığının elbette ki bilincindeydi fakat kendisini panikten kurtarabilmesinin bu bilinci kabullenmemekle olanak içine gireceğine de inanmak istiyordu. Önceden geçmiş olduğu yerleri aklında kaldığınca bulmaya çalışarak geldiği yöne doğru ilerlerken salt bunun içindir ki hafif bir şarkı tutturmak zorunda kaldı. Böyle yapması da bir bakıma kendi çıkarına oldu. Zira, şarkı söyledikçe üstündeki tedirginlik eriyip kayboluyordu. Şarkı söyleyebilmek ne güzel şeydi. Her nasılsa, şarkıda, melodide, müzikte, her şeyin yolunda gittiğini belirten ve dinleyenlere güvenlik içinde bulunduklarını fısıldayan gizemli bir güç vardı.
Genç kadının korkudan kaynaklanan şarkısı kısa bir süre sonra bitti. Bu kez, melodisini anılarından çekip çıkardığı bir yeni bir şarkıya başladı. Bu da sona erince daha bir başka şarkı tutturdu. Sonunda şarkılara doydu. Üstünde alabildiğine yoğun bir isteksizlik ve sırtında, bir türlü kaldırıp atamadığı derin bir yorgunluk vardı. Adımlarını daha seyrek atmaya koyulmuştu. Bir süre durup çevresine bakındı. Ağaçlar önündeydi. Yerden yukarı epeyce bir kesimi çıplak, pul pul kabuklu, yukarısı, görünmeyen göklere dek dallı yapraklı ulu çam ağaçları. Ağaçlar arkasındaydı, ağaçlar solundaydı ve ağaçlar her yanındaydı. Orman, yürüdükçe büyüyor, sona erdiğini sandıkça başlıyor, seyrekleştiğini zannettikçe sıklaşıyordu.
Genç kadın şimdiye dek ormandan çoktan çıkmış olması gerektiğini düşünüyordu. Bu, ağaçlardan oluşmuş labirentten çıkabilmek için geldiğinden daha fazla yol yürümüş olduğu kanısına kapılmıştı. Yine de, erken ve gereksiz bir paniğe yakalanmamak için elden geleni yapmaktan geri durmuyor, yorgunluğun doğurabileceği bir tedirginliğin tehlikelerinden kurtulmak amacıyla kendisini az da olsa dinlenmeye zorluyordu.
Etimolog Şur Çarup yıllanmış çamlardan birinin dibine oturdu. Sinirlerinin yıpranmış olduğu ve bu yüzden kendini aldattığı konusundaki kuşkularını hala daha korumaktaydı. Fakat yalın gerçeğin buna pek olanak bırakmak niyetinde olmadığı anlaşılıyordu. Zira, genç astronot, çam ağaçlarından birinin dibindeki iri bir taşın üstüne oturmak istediğini çok iyi biliyor fakat nasıl olup da oturamayarak yere yuvarlandığını habire aramak zorunda kalmış bulunuyordu. Devrildiği yerden kalkabilmek için bir şeylere tutunduğunun fakat bu tutunduğu şeyin yanında-yöresindeki ağaçlarla, üstüne oturmak istediği halde oturamadığı taş olmadığının pek farkına varamadı. Esasen o anda, yerden neye tutunarak kalktığının kendisi için pek bir önemi yoktu. Onun için önem taşıyan sadece üstüne oturmak istediği halde oturamadığı taştı. Son derece derin bir ilgiyle bakışlarını taşın her bir yanında gezdirdi. Bildiği, tanıdığı taşlardan hiçbir farkı yoktu. Aynı şeyi yeniden denemeye çalıştı. Ancak bu kez oturmadı, kalçalarını taşa değdirinceye dek çömelmek istedi. Gerçekten garip şeydi. Çarup yeterince çömeldiği halde, altında kalmış olması gereken taşın varlığını algılayamıyordu. Gerçekte taş orada, işte altındaydı.
Sözcüklerle anlatamayacağını kesinlikle bildiği derin bir tedirginlikle doğruldu ve yeniden yürümeye koyuldu. Yürüdükçe yürüyor, ilerledikçe ilerliyor fakat bu bitmeyen ağaç denizinden bir türlü çıkamıyordu. İçini yeniden korku doldurmuştu. Kemerinden haberleşme aygıtını çıkardı ve bunu Doktor Emmol Lek ‘in frekansına ayarlayarak çalıştırıp seslendi:
- Etimolog Şur Çarup Doktor Emmol Lek ‘i arıyor… Etimolog Çarup Doktor Lek ‘i arıyor… Doktor Lek, yanıt verin lütfen… Doktor Emmol Lek, yanıt verin…
Tüm çabalarının boşa gittiğini gören genç astronot iliklerine dek ürpermekten kendini alamadı. Çağrılarına yanıt veren yoktu. Doktor Emmol Lek ‘in onu duymadığı ortadaydı. Belki de, içinde bulunduğu bu büyüleyici çam ormanı haberleşme sinyallerini engelleyip duruyordu.
O inanılmaz olay işte bu anda ortaya çıktı.
Genç kadının tam arkasında kalan biryerlerde birtakım kuru dalların çatırdayarak kırıldıkları duyulmaktaydı. Tanımlanması olanaksız bir korkuyla arkasına döner dönmez, olanca korkusunun silinip kaybolduğunu, yerini derin bir sevince bıraktığını sezinledi. Tatlı bir ürperti dalga dalga tüm vücudunu kaplamıştı ve Etimolog Şur Çarup, bu denli çabuk kurtulmayı hiçbir zaman ummadığını düşünmekten kendini alamamıştı.
Yüz metre kadar ilerisinde, çamlar arasında iki küçük çocuk vardı ve genç kadın gözlerine inanamamaktaydı. Bu nedenle ve bir an için, bunun yanıltıcı bir vizyon, gelip geçici bir görüntü olabileceği kuşkusuna bile kapıldı. Gördüklerine inanamayan bir tutumla gözlerini oğuşturup durmaya koyuldu. Fakat bu denli bir güvensizliğe gerek bile olmadığını çok çabuk kavradı. Çünkü; çocuklar vardı ve varlıkları bir gerçekti. Orman, onların, anlayamadığı bir dilden söylemekte oldukları şarkı sesleriyle çınlamaktaydı.
Şur Çarup önce onların ters yöne gitmekte olduklarını ve bu gidişle kendinden gitgide uzaklaşacaklarını sandı. Zira, oldukça uzaktaydılar ve arkaları dönük olduğundan genç astronot yüzlerini göremiyordu. Fakat bunun dışındaki tüm ayrıntıları ortadaydı. Giysileri birbirinin aşağı-yukarı benzeriydi. Çarup ‘un bundan önceki yaşantısında tek benzerine rastlamadığı bu giysiler, çocukların bir başka ulustan olduklarını açık-seçik ortaya koymaktaydı. Boyu ve bünyesi itibariyle 11-12 yaşlarında görünen büyük çocuğun başında geriye yatırılmış sivil bir kasket vardı. Sırtında ceket yoktu. Sırtına ceket yerine boydan boya çizgili, uzun kollu, kol ağızları kopçalı basit bir gömlek giyinmişti. Belinde alabildiğine sımsıkı bağlanmış ve uçları düğümlenmiş, kemer yerine kullanıldığı anlaşılan bir ip vardı. Ayağında paçaları borudan farksız bir pantolon göze çarpmaktaydı. Ayakkabı ve çorap bulunmayan ayakları çırılçıplaktı.
8-9 Yaşlarındaymış izlenimi bırakan ve arkadaşından daha kısa boylu olan obir çocuğun giyimi ve durumu da aşağı-yukarı berikinin benzeriydi. Aralarındaki tek giyim farkı başında kasket bulunmayışıydı. Nitekim, saçları başında kirpi dikenlerini andırmaktaydı.
Çarup çocukların her ikisinin ellerinde de ince, uzun birer değnek bulunduğunu açık-seçik görmekteydi. Oğlanlar bunları omuzlarına atmış, önde kalan uçlarından sıkıca kavramış, geride kalan uçlarına da, ağızları iri düğümlü, içi dolu, renkli bohçalar asmışlardı. Genç kadını korkutan bu ulu çam ormanını, pek umursamadıkları tüm tutum ve davranışlarından belliydi. Nitekim, arkaları kendisine dönük olarak o anlaşılmaz şarkılarını söyleye söyleye geriye doğru geliyorlar, geliyorken yürümüyorlar, ayakları üstünde zıp zıp zıplayarak ritmik sıçrayışlarla gerisin geri koşuyorlardı.
Çocukların her yerde çocuk olduğunu, hangi ulustan olursa olsun, hangi yüzyılda bulunursa bulunsun çocuğun çocuktan başka bir şey olmadığını düşünen Etimolog Şur Çarup gülümseyerek çocukların o afacan davranışlarına ve tutumlarına göz gezdirdi. Ve böylece çocukları, ta kendi yanına ulaştıkları saniyeye dek bekledi. Tam yanına geldiklerinde, ürkütmekten alabildiğine çekinen bir tutumla ve kadifeden daha yumuşak bir sesle:
- Selam… Diye seslendi. Bakalım ki; benim dilimi anlayabilecek misiniz? .. Veya ben sizinkini? ..
Gerçekten şaşılacak şeydi: İki küçük çocuğun davranış ve tutumlarında en küçük bir değişiklik bile olmamıştı. Genç kadının anlayamadığı bir dilden söyledikleri şarkılarıyla gerisin geri yürüyüp gitmeleri kesintisiz devam etmekteydi:
- Yav mülüg yav…
Etimolog Şur Çarup çocukların bu umursamazlıklarında garip bir şeyler bulunduğunu sezinlediyse de, bunun ne olduğunu bir türlü bulup çıkaramadı ve üstünde de pek durmadı. Bu kez yüzlerine karşı:
- Selaaam… Diye bağırdı. Bana yanıt vermeyecek misiniz? ..
Bir şey tüm yaşantısında ilk kez genç etimoloğu bu ölçüde şaşırtıyor, ilk kez bu ölçüde dehşete düşürüyordu. Zira, iki çocuk genç kadının bu bağırışını duymamışa benziyorlardı. Astronotun bunu onların sağırlığına yorabilmesine de imkan yoktu. Çünkü, kendi sorularına hiç de yanıt vermedikleri halde, birbirlerinin sözlerine garip bir dille karşılık vermekten geri kalmamaktaydılar. İşin garip yanı; tam önlerine dikilerek durmasına karşın kadını asla görmemiş gibi davranmaya çalışmalarıydı. Söz gelişi, sağır bile olsalar; bu, onların kör olmalarını da gerektirmezdi. Şur Çarup onların kendisini görmüş ve duymuş olmaları gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu koşullar altında, artık bir değil, belki birçok olasılık aklına yağmur gibi yağmaya başlamıştı. İki küçük çocuğun, onlar için alabildiğine şaşırtıcı olması gereken kendisi gibi bir şeye gereken tepkiyi göstermemeleri için ortada hiçbir geçerli neden yoktu. Gerçekten de, ormanda rastladıkları bir astronotun onlar için olağanüstü bir şey sayılması gerekmekteydi. Üstelik de, o hem bir kadın, hem de anlamadıkları dilden konuşan bir yabancıydı. Sırtında onlara alabildiğine garip gelmesi gereken uzay giysileri, koltuğunun altında türlü donanımlarla güçlendirilmiş, önü pencereli, top gibi yuvarlak bir kaksı, kemerinde birbirinden görkemli, birbirinden karöaşık aygıtları, ayaklarında yüksek tabanlı botları, ellerinde; konçları bileklerini kapatan eldivenleri vardı.
Genç ve güzel dilbilgini bir ara, çocukların kendisini görmediklerini, sesini duymadıklarını düşünüp bu düşüncesini kabullenmeye çalıştıysa da; mantığı bunu şiddetle yadsıladı.
Çocuklar her bir ayakları üstünde birer kere zıplayarak baştan beri sürdürdükleri tempoyla ve hem de Çarup ‘a doğru baka baka arkalarında duran ağaçlar arasına dalıp nerdeyse gözden kaybolmak üzereydiler.
Çıkışını bilmediği ulu bir ormanda yalnız ve umutsuz kalabileceği düşüncesi genç kadını ateşten bir çember gibi sarıp sarmalamıştı. Korkunun el atmaya başladığı sinirlerinden, onları bir anda kurtuluşa kavuşturan bir elektrik akımı geçer gibi oldu. Bunun kendisine sağladığı olağanüstü bir güçle çocuklara doğru koşmaya koyuldu. Şimdi artık hem koşuyor hem de bağırıyordu:
- Heeey, beni bekleyin… Sağır da olsanız, kör de olsanız beni bekleyin…
Ne denli yazıktır ki; iki küçük çocuğun onu duyduklarını ve gördüklerini kanıtlayabilecek tek bir belirti bile yoktu ortada. İlerlerde iyice sıklaşan ağaçlara doğru gerisin geri ve zıplaya zıplaya gidiyorlardı, o kadar. Zıplama tempolarında da, o garip şarkılarının melodilerinde de en küçük bir değişiklik bile olmamıştı:
- Yav mülüg, yav…
Genç dil bilgini koşmaya hiç de elverişli olmayan giysilerine karşın çocuklara yine de ulaşabilmişti. Kadınlığından pek de beklenmeyen bir yüreklilikle çocuklardan büyük olanını her iki eliyle birden belinden kavramak istedi. Çocuk belli-belirsiz bir ürperişle ve aynı garip ve yavaş akışlı dille arkadaşına seslendi:
- Idalkoy liarza ineb…
O anda nasıl olup da bayılmadığına genç kadının kendiside şaşmıştı. Çocuğu her iki eliyle tutmak, kavramak, öfkeyle sarsmak istediğinden, her ikisinin de yüzüne yüzüne bağırdığından kesinlikle emindi. Buna karşın, bir bu denli emin olduğu tek bir şey daha vardı ki; o da, çocuğun varlığını elleri arasında bulamamış olmasından ibaretti. Bu nedenle içine yuvarlandığı o derin şaşkınlık Etimolog Şur Çarup ‘u durduğu yere çivilemeye yetmişti. Acaba çocuğu değil de, boşluğu mu tutmaya, kavramaya çalışmıştı elleriyle? Yoksa tüm bunlar yorgun sinirlerinin kendisine oynadığı bir oyun, sarsıntılar geçirmiş beyninin gözlerine ikram ettiği uyduruk birer görüntü müydü? Pek sanmıyordu. Zira, gözlerinin önünde sürüp giden aktüel yaşantıda bu çocuklar vardı ve kendileri de tıpkı şarkıları gibi yalın gerçekti. Konuşan, zıplayan, zıplaya zıplaya gerisin geri koşan iki gerçek. İşte, gözlerinin önünde zıplaya zıplaya, aynı tempoyla aynı şarkıyı söyleye söyleye gerisin geri gitmekteydiler.
- Yav mülüg, yav.
Genç kadın, giysilerinin, yorgunluğunun ve korkularının alabildiğine zorlaştırdığı bir çabayla yeniden çocuklara doğru koşmaya çalıştı:
- Beni bekleyin… Bekleyin beni lütfen… Kim olursanız olun, nasıl olursanız olun fakat durun ve beni bekleyin…
Koştuğu yerde, önündeki bir taşın üstünden ona basarak atlamak isteyen ancak, gerçekte böyle bir taş bulunmadığından üstüne basamadığı için ayağı boşa giden genç astronot, olanca hızıyla yüzüstü yere kapaklandı. İlk düşüş anında burnunun kanadığını sandıysa da, eliyle yokladığında; avucuna bulaşanın burnundan akan kan değil, alnından süzülen ter olduğunu anladı. Yere çarptığını zannettiği avuçlarında ve dizlerinde boş yere sıyrıklar aradı. Zira, bedeninde en küçük bir yarası-beresi, kesiği-sıyrığı bulunmadığı gibi giysilerinin dizlerinde ve dirseklerinde de herhangi bir yırtığı-söküğü yoktu. Canı-manı acımıyordu. Sadece yorgundu, tümü o kadar.
Genç kadın, uzanıp kaldığı yerden nasıl doğrulup kalktığını kendi de anlayamadı. Çevresinde çocuklardan en ufak bir iz bile kalmamıştı. Her ikisi de sık ağaçlıklar arasında kaybolup gitmişlerdi. Gözün görebildiği derinliklerde ağaçlardan başka hiçbir şey mevcut değildi.
Astronot boyutlarını bir türlü kavrayamadığı değişken bir korku içindeydi. Belki bir gören, belki bir yardıma koşan olur umuduyla belindeki lazerini çekip çam ağaçlarının dalları arasından göğe doğru ateşledi. Anında maddeleşen alabildiğine ince, alabildiğine uzun bir ışık çizgisi ormandan göğe doğru yükseldi.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in etimoloğu Şur Çarup kendini alamayarak:
- Buradan, bu kargışlanası ormandan çıkamayacağım…
Diye inledi.

Teğmen Vag Lom başını çevirmeden:
- Enerji yetersiz Rem. Diye söylendi. Kondansatörleri biraz besleyemez misin?
Fotonist Kay Rem proje masasından başını kaldırarak:
- Bellek bankasını ve aygıt kontrol kanalını devreden çıkar Vag. Didi. Öyle yaparsan, enerjinin az da olsa artacağını sanırım.
- Doğrusunu istersen bunu ben de düşünmüştüm. Fakat sonra bundan caymak zorunda kaldım. Zira; bellek bankaları sana, kontrol kanalı da kaptana gerekli.
- Evet, bu doğru.
Vag Lom ekledi:
- Foton motorlarından birini çalıştıramaz mısın Rem?
Fotonist Kay Rem yerinden kalktı:
- Komuta kabinindeki foton motorlarının ancak olağanüstü koşullarda kullanılması gerektiğini biliyorsundur herhalde. Ana fotonları gemiyle birlikte elden çıkarmak zorunda kaldık. Ne kadar yazıktır ki; kapsül fotonlarını destekleyen onlardı. Bu nedenle sana pek de yararlı olacağımı umudedemiyorum. Ama yine de, bu işe bir çözüm bulmaya çalışacağım.
Fotonist kemerinden aldığı telekontrol aygıtıyla bölmelerden birinin metalik kapısını yanlara doğru kaydırıp açtı:
- Ana kondansatörden sana biraz enerji vermeyi düşünüyorum.
Metalik kapı Kay Rem ‘in arkasından kapandı.
Teğmen Vag Lom haberleşme aygıtının başında, gözleri enerji göstergesine dikili olarak beklemeye koyuldu. Bekleyiş uzun sürmedi. Gösterge birdenbire yükselmeye başladı ve optimal enerji düzeyini gösteren çizginin az altında durdu. Gizli hoparlörlerden yükselen Kay Rem ‘in sesi:
- Yeterli mi Vag? .. Diye sormaktaydı. Bundan fazlasını sağlayamam. Kondansatörlerde kapasite noksanı mevcut.
Teğmen Vag Lom seslendi:
- Yeteceğini sanmıyorum. Gösterge optimal düzeyin altında kaldı. Çizgiye bile ulaşmıyor.
Fotonist diretmekteydi:
- Bundan ötesi olanaksız Vag. Bağışla beni.
Vag Lom omuzlarını silkti:
- Aldırma; yetinmeye çalışacağım.
Metalik kapıda yeniden görünen Fotonist Kay Rem, proje masasındaki şebeke sisteminin başına dönerken Haberleşme Teğmeni Vag Lom atmosfere elektromanyetik sinyaller göndermeye başlamıştı bile. Fotonist Kay Rem, haberleşme masasından yükselen çağrıların kendisini rahatsız etmemesi için:
- Bağışla Vag, buna zorunluyum.
Diyerek proje masasıyla haberleşme masası arasına boydan boya bir yalıtma perdesi çekti. Distribütörden gelen enerjinin azlığı nedeniyle yeterince kalın tutulamayan bu görünmeyen perde, sesleri tümden önleyememekle birlikte, Kay Rem bunun şimdilik yeterli olabileceği kanısındaydı. Bu kanıda haklı olduğu hususu da, haberleşme masasındaki teğmenin en yüksek sesli çağrılarının bile proje masasından hafif mırıltılar halinde duyulmasından kolaylıkla anlaşılmaktaydı. Bu kadarcık bir olanakla bile rahatını az-çok sağlamış olan fotonist, elindeki akülü pergeliyle önündeki şebeke sistemine eğilip yeniden çalışmalarını sürdürmeye koyuldu.
Teğmen Vag Lom işin bu ölçüde kolay olacağını pek düşünmemişti. Yakalamakta asla zorluk çekmediği radyo dalgalarının tümü sinyal yüklüydü.. Uzun dalga, orta dalga ve kısa dalgada yayın yapan radyo istasyonlarının büyük bir çoğunluğu yayınlarını aralıksız sürdürmekteydiler. Bunlardan sadece frekansları belli oldukları halde, yayınlarına ara verdikleri anlaşılanlar çalışmıyordu.
Fakat her nedense, işin içinde Teğmen Vag Lom ‘u şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen, niteliği bir türlü anlaşılamayan, ne anlam verileceği bir türlü kestirilemeyen garip bir nokta vardı. Ve bu nokta Vag Lom ‘un düşüncelerinin karmakarışık olmasına yol açıyordu. Nitekim, genç astronot, kendi anadili dışında geçerli üç ayrı yabancı dil bildiği halde, tek tek dinlemeye aldığı radyo istasyonlarından hiçbirinin, bildiği bu dillerden yayın yapmadığına şaşkınlıkla tanık olmaktan kendisini alamıyordu. Sanki kendi bildiği dillerden yayın yapması gereken tüm radyo istasyonları radyodifüzyondan çekilmiş, dalga uzunluklarında sadece teğmenin bilmediği dillerden yayın yapanlar kalmıştı. İki boyutlu televizyonlardan, üç boyutlu objevizyonlardan ve dört boyutlu polivizyonlardan ise ses-seda yoktu ve bunların üstlerine sanki ölü toprağı serpilmişti.
Teğmen Vag Lom ‘un bu andaki en büyük dileği; dil bilgini Şur Çarup ‘un yanında olabilmekti. İncelemeye çalıştığı radyo yayınlarındaki dillerden hangilerinin hangi uluslara ait olduğunu, kaostan kurtulan beş astronot arasında Şur Çarup ‘tan başka kimse bilemez, kimse anlayamaz, kimse çözemezdi.
Genç adam, tüm uğraşmalarına karşın kendi ülkesinin radyo istasyonlarından hiçbirini bulamıyordu. Frekanslarını, metrajlarını kesinlikle bildiği başkent radyosuyla obir kent radyoları, bulunmaları gereken yerlerde yoktu. Başka deyişle; bunlarla ilgili frekans ve metrajların tümünde yayın vardı ama teğmen bu yayınlardan bir tekinin bile dilini anlayamamaktaydı. Başkent ve obir kent istasyonlarının yayınlarında kullanılan dil tümden yabancı bir dildi. Bu nedenle Teğmen Vag bir an için, ülkesinin, yabancı bir ulusun eline geçmiş olup olmadığını düşünmek zorunda bile kaldı.
Astronotun ardına düştüğü tüm düşüncelerin sonu sürekli olarak boşa çıkıp duruyordu. Anlamsız, çözümsüz, şaşırtıcı bir boşa çıkış. Gerçekte, bunun böyle olmaması gerektiğini biliyor ama olması gerekene de bir türlü ulaşamıyordu. Tüm dalgalardaki bulabildiği istasyonların tümünü baştan sona bir kez daha tek tek dinledi. Bununla yetinmeyip aynı işlemleri birçok kere yineledi. Sonunda, yayın yapan tüm istasyonların dilinin kendisine yabancı düştüğünü kabullenmek zorunda kaldı. Sanki gizli bir güç, Teğmen Vag Lom ‘un bildiği dilleri radyo istasyonlarındaki yayınlardan tümüyle çekip almış ve bunların yerlerine astronotun hiç de anlamadığı dilleri koymuştu.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in haberleşme teğmeni Vag Lom beyninde derin bir yorgunluk sezinlemekteydi. Bu yorgunluk, giderek beyninden sanki bedenine atlıyor, etine, kemiğine, iliğine dek yayılıp duruyordu. Bu yayılıp durmanın biryerlerinde astronot, yorgun sinirlerinin kendisini sürekli olarak yanılttığını sanmaya başladı. Bu sanıya vardığı anda, cebinden çıkardığı plastik bir tüpten aldığı minicik, yatıştırıcı bir kapsülü dilinin üstüne koydu. Sonra komuta kabininden atmosfere gönderilen elektromanyetik sinyalleri otomatik komutaya bırakıp alıcıyı kapattı ve başını masasının üzerine dayadı. Nereden geldiği bilinmeyen ve dört bir yanını çelikten bir ağ gibi kuşatan bu ürkütücü ve inanılmaz karabasan, önünde-sonunda elbette ki dağılacaktı. Vag Lom ‘un bundan zerre kadar kuşkusu yoktu. Başını masaya yaslamış bulunmakla birlikte uyumuyor, uyku ile uyanıklık arasındaki biryerlerde elinde olmaksızın habire çocukluğuna dönüp duruyordu: “Anneciğim, tüm yaşantımda bir kez bile karşılaşmadığım, bir tek kez bile görmediğim, bir tek kez bile duymadığım, beni şaşırtan, beni aşan, birbirinden zorlu açmazlar içindeyim. Yaşantımın bu anlarında sanki, bir türlü bitmek bilmeyen bir telefon rehberi okur gibiyim: Yaşamaya başladığım olaylar itibariyle; önümde adlar var, numaralar var fakat konularla sonuçlar yok. Adı konuya, numarayı sonuca bağlamak istiyorum, tutmuyor. Her zoraki tutturmak isteyişimde; sonuç konuya, konu ada, ad da numaraya karışıp duruyor. Ve ben onları birbirinden ayırmaya çalışırken yoruluyorum. Gerçekte, yorulanın ve yanılanın duyularım olmadığını, bunun salt bilincimden ibaret bulunduğunun farkındayım. Zira, yorgun bir bilincin, algıları yeterince değerlendiremediğini kesinlikle bilmekteyim. Ama var olmadığı halde sanki varmış gibi algıladıklarımı bilincimin yanılma payı olarak kabul etmek zorunda oluşumu biliyor olmam durumu değiştirmiyor. Güneş altında rastlamadıklarıma güneş altında rastladığım için çözümü de güneş altında arıyor fakat kendimi yine de karanlıklardan kurtaramıyorum.”
Teğmen Vag Lom başını masadan kaldırdı: Yatıştırıcı özellikteki minicik kapsülün etkisi kendisini göstermişti. Bedeni ve düşünceleri yeni yeni cana gelmekteydi. Çalışmalarına bu dinçlikle yeniden döndü. Yayın yapmakta olan birbirinden değişik radyo istasyonlarının kulaklıklara aktarılan seslerini tek tek dinlemeye koyuldu. Ülkesindeki başkent radyo istasyonu yine her zamanki yerindeydi ve yayınını sürdürüp durmaktaydı. Dilini bildiği obir radyoların yine kendi frekanslarındaydı ve onlar da kendi yayınlarıyla baş başaydılar. Ancak, bu yayınlardan hiçbirinin dili Teğmen Vag ‘ın bildiği dillere uymuyordu.
Teğmen Vag Lom, önüne bir türlü geçemediği derin bir şaşkınlık içindeydi:
- İşte bu olamaz… Hayır, bu olamaz… Sanki, dilini bilmediğim bir ulus, dilini bildiğim bütün bu ülkelerin tümünü elegeçirmiş ve sanki tümünün radyo istasyonlarına eller koymuş ki; işte bu olamaz… Bu saçma… İşte bu çok saçma…
Genç astronot, bir süreden bu yana önlerinde keleplenen gizlilikler ve açmazlar zincirine yeni bir halka daha eklenmesi gerektiğini düşünmekten kendini alamamaktaydı.
Ülkesindeki uzay kontrol merkezine ulaşmak, onlarla haberleşme bağlantısı kurmak için gösterdiği çabaların hiçbiri olumlu bir sonuca varamamıştı. Buna karşın, çabalarına elbette ki son verecek değildi. Bu konuda, yapılanlardan daha bir başkasını yapmak gerektiğini düşünerek kilovat gücü bir hayli yüksek olan elektrik jeneratörünü yeniden çalıştırdı. Frekans gücünün yüksekliği dolayısıyla kısa dalgaları orta ve uzun dalgalara yeğ tutuyor ve çarpılarını bu dalgalar aracılığıyla dur durak bilmeksizin yineliyordu. Gönderdiği elektromanyetik sinyallerin uzay üssüne çoktan ulaşmış olması gerektiği halde, ortada bunların alındığını gösteren en küçük bir belirtiye dahi rastlanmıyordu.
Teğmen Vag Lom, bir ara uzay merkezinin yayın frekansını yakalamayı başardı. Bu başarı üzerine bedeninden derin bir ürperti geçti. Fakat başarısına sevinme olanağı bile bulamadı. Zira, umduğu sonucu yine çıkaramamıştı. Nitekim, kendi uzay merkezlerinin göndericisinde, dilini hiç de tanıyıp bilmediği bir yabancı, aynı dilden konuşan birileriyle habire görüşüp durmaktaydı. Bundan da garibi; adamın kendi çağrılarına aldırış bile etmemesi, mesajlarına yanıt bile vermeğe gerek görmemesiydi. Bir bakıma, Teğmen Vag Lom sanki merkezin almaçlarında mevcut bile değildi. Astronot tam bu anda bir şeyler sezinler gibi olduysa da, bunun ne olduğunu bir türlü bulup çıkaramadı. Bulup çıkarmak istediği şeyin uzay merkezinin konuşmacısıyla ve ona mesaj verdiği anlaşılan kimseyle ilgili olduğunun bilincindeydi ama bunun ne olduğunu veya ne olması gerektiğini açık-seçik bulamamaktaydı. Teğmen ‘in bildiği tek şey; uzay merkezine ulaştığı, onun başkalarıyla görüşme yaptığına yanık olduğu, kendi elektromanyetik dalgalarının oraya varmaması için ortada herhangi bir neden bulunmadığı, bunlara karşın da, çağrılarına tek bir yanıt alamadığıydı.
Genç astronot ikinci kez ortaya çıkan yorgunluğunun bir öncekinden çok daha güçlü olduğunu sezinler gibi oldu. İçinden, alabildiğine rahat, alabildiğine sessiz bir köşeye çekilmek, orada bir saat, on saat, on gün, on ay, on yıl uyumak ve bir daha da uyanmamak geliyordu.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in haberleşme teğmeni Vag Lom, kapsülden gönderilen elektromanyetik dalgalara bindirilmiş çağrı sinyallerini otomatik komutaya bağladı, radyo alıcısının potansiyometresini sıfıra getirdi ve gittikçe ağırlaşan başını haberleşme masasının üstüne yaslayıp kendinden geçti.

Fotonist Kay Rem alnında biriken terleri sildi. Uğraşıp durduğu yerde, masaları ayıran incecik enerji perdesinin yeterince önleyemediği haberleşme çağrılarını hafif fısıltılar halinde duyuyor, bunların düşüncelerini karıştırmaması için bazan avuçlarını kulaklarına kapatıyor, bazan da alabildiğine işine dalarak çevresine aldırış bile etmiyordu.
Kay Rem ‘in çalışma masası manyetik bir güçle donatılmıştı. Bulunduğu yerde öylece durmasını sağlayacak ayak veya destek türünden fazlalıkları yoktu. Masa, ortasında fotonistin oturduğu dairesel bir yüzeyden ibaretti. Gerektiğinde bir ekran, gerektiğinde ışıklandırılmış bir cam, gerektiğinde üç boyutlu bir podyum, gerektiğinde parlak veya mat bir düzlem olarak kullanılabilen bu yüzey, kendi altındaki bir itici güçle, kapsül zeminindeki bir başka itici güç sayesinde boşlukta öylece durabilmekte, yere olan yüksekliği bu iki güçten yararlanılarak ayarlanmaktaydı. Üstünde, yuvarlak yüzeyin tümünü kaplayan ışığa duyarlı bir kağıt vardı. Kağıdın üzerinde, orijin noktası fotonistin tam önünde bulunan, absisi 360 derece dönüşlü, binlerce ordinat ekseni olan bir koordinat sistemi ve bunlarla ilgili birbirinden karmaşık temel yön vektörleri yer almaktaydı.
Fotonist Kay Rem, elindeki bir ışık kalemiyle ordinat ekseninin bazı noktalarından absis eksenine, bunun bazı noktalarından da ordinat eksenine dikmeler çizmekte, kağıdın üstünü birbirinin benzeri olan bazı karelerle doldurmaktaydı. Bu çalışmalarını sürdürürken arada bir duruyor, edindiği bazı bilgileri karşısındaki küçük bir bilgisayara veriyor, masasını bazan televizyon ekranı, bazan üç boyutlu bir podyum olarak kullanıyor, verilerine aldığı yanıtları bellek bankalarına yüklüyor, bazan eline bir karartma silgisi alarak ışıklı çizgilerden bir bölümünü siliyor, bunu izleyen yeni bilgiler için bunlara benzer işlemlere başvurup duruyordu. Bir ara bellek bankasından aldığı birtakım üç boyutlu ve renkli hayalleri masadaki podyuma yerleştirdi. Bunları sabitleştirip ölçtü, birbiriyle orantıladı, bedeninin solundan yola çıkardığı ışıklı ve üç boyutlu minicik bir cismi çevresinde koşturarak sağ elinin yanına getirip durdurdu. Sonra boyutlandırılmış hayallerin tümünü silip podyumu bir tuş dokunuşuyla ortadan kaldırdı ve hemen arkasından masayı örten kağıda bazı işaretler koydu.
Fotonist Kay Rem, bir ara, masanın ortasındaki yerinde dairesel bir hareket yaparak geriye döndü ve öne doğru eğilerek o kesimde bulunan bir noktaya şaşkınlıkla bakmaya başladı. Bu anda bedeninde, sanki elde etti sonucu yadırgayan bir ürperme sezinledi. Yanılıp yanılmadığını anlayabilmek için bazı bulgularını yeniden gözden geçirmeye koyuldu. Fakat bu yeni çabalarının şaşkınlığını arttırmaktan öte bir yararı olmadığını çok çabuk anladı.
Kay Rem alnında birikmeye başlayan terleri kurularken ıslanıp alnına düşmüş olan saçlarından bir bölümünü eliyle geriye attı. Elde etmiş bulunduğu bilgilerden bazılarını yeniden bilgisayara verdi. Sağladığı yeni yanıtlar yanılmadığını açıkça ortaya koymaktaydılar. Saptamalarında hiçbir yanlışlık yoktu. Bulgularının yalın gerçeği yansıttığından artık kesinlikle emindi. Atmosferden inişlerinde, inmeleri gereken noktayla indikleri nokta arasındaki sapma konusunda ulaştığı sonuç Fotonist Kay Rem ‘i şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklemişti. Gözlerini bulundukları yerin koordinatına dikmişti ve öfkeli bir tutumla habire mırıldanıp durmaktaydı:
- Böyle bir şey nasıl olabilir? .. Bu denli saçma bir şey olabilir i? .. Ne işimiz var burada bizim? .. Akla-mantığa sığar bir durum değil bu… Bir yanlışlık olmalı… Kesinlikle bir yanlışlık olmalı bunda… Ama yok ki… En küçük bir yanlışlık bile yok ki…
Fotonist Kay Rem bıkmadı, yorulmadı, yılmadı, hesaplarını yeniden gözden geçirdi, bulgularını yeniden değerlendirdi, sonuçlarını yeniden kontrol etti. Tüm bunlara karşın, şaşırtıcı sonucu değiştirebilecek en küçük bir yanlışlık bile bulamadı. Bulundukları yerin koordinatı, bir önceki çalışmaları sonunda bulduğu koordinatın aynıydı.
Astronot, çözülmesi gerçekten zor olan bir problemi bir hayli uzun uğraşlardan sonra çözmüş olmasına karşın, elde edebildiği sonuca zerrece sevinememiş, tam tersine; bundan alabildiğine ürkmüştü. Elinde olmaksızın, varılan sonucun kendilerini dertten derde, felaketten felakete sürükleyeceğini düşünüyor, ancak bunların nasıl dertler, nasıl felaketler olabileceğini şimdilik asla kestirememenin tedirginliğini yüreğinin ta derinliklerinde duyuyordu.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in genç fotonisti Kay Rem, ne karar vereceğini bilememenin tedirginliği içindeydi. Önüne geçilemeyen, kolay tanımlanamayan garip bir ürperti tüm bedenini aynen bir örtü gibi sarıp sarmalamış, beyninin içine içine saldıran bulguları, sahip bulunduğu tüm pozitif düşünme yeteneğini, bir kasırganın cılız bir fidanı sarstığı gibi sarsmaya başlamıştı.
Ne yaptığının farkında olmaksızın, tam ortasında oturmakta olduğu dairesel masasını bir tuş dokunuşuyla ortası oyuk bir yarım daire biçiminde topladı. Altında ayak bulunmayan ve salt yuvarlak bir yüzeyden ibaret olan manyetik taburesiyle manyetik masasını telekontrol aygıtıyla kendinden öteye gönderip duvardaki yerlerine oturttu. Saçlarını geriye atarak başını çevirip çalışma masalarını ayıran görünmez enerji perdesine doğru baktı. Teğmen Vag Lom orada, görünmeyen enerji perdesinin az ötesindeki haberleşme masasının başında uyuklamaktaydı. Uyuyor da olsa; yakınında birinin, bir yakınının, bir arkadaşının bulunması Fotonist Kay Rem ‘i güçlendirdi. İçinde ılık bir rahatlık duyarak ayakta elini başına götürüp düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, yeniden değerlendirmeye başladı.
- İnanılmayacak, anlaşılması çok zor, kabullenilmesi olanaksız bir şey bu… Diyerek mırıldanmaktaydı. Belki de bir yaşam boyu çözemeyeceğimiz, çözsek bile; sonuçlarını kabullenemeyeceğimiz bir problemle karşı karşıyayız… Bu anda yanımda işsiz-güçsüz bekleyen bir dolu bilginlerim olmalı ve ben onları başıma toplamalı, onlara birer birer sormalıyım… Böyle bir açmaza düşmüşler midir? .. Böylesine dar bir köşede sıkışıp kalmışlar mıdır? Bu tür bir karabasanla bu denli yakından yüz yüze gelmişler midir?
Fotonist Kay Rem, varlığından tedirgin olduğu koordinatla ilgili bulgularını bilgisayara yeniden verdi. Oradan aldığı bilgileri komuta kabininin bellek bankalarına yeniden aktardı. Bankanın vereceği yanıtları beklerken sinirli bir davranışla saçlarını habire düzeltip durmakta, ne yaptığının bilincinde bile olmaksızın sol eliyle çenesini ovuşturmaktaydı.
Bellek bankalarının mekanik sesi en sonunda komuta kabininde yankılanmaya başlamıştı:
- Koordinatları verilen yer Koyulhisar ‘dır. Bu bir ilçe adıdır. İlçe, Ordu ilinin 158 kilometre güneyinde yer almaktadır. Üzerinde bulunan vadiye “Kelkit Vadisi” adı verilmiştir. “Kelkit” sözcüğünün “Gal-Git” sözcüğünden kaynaklandığı sanılmaktadır. Denizden yüksekliği 800-850 metreyi bulmaktadır. İlçenin yüzölçümü 946 kilometrekare, nüfusu 32,000 dolaylarındadır. 49 Köyü vardır. Bunların tümü Ortakent ve Merkez adları verilen iki bucağın sınırları içindedir. İlçenin toprakları Kelkit Vadisi ile bu vadiyi güneyden ve kuzeyden kuşatan dağları kapsar. İlçede tarım, hayvancılık, kerestecilik ve madencilikle uğraşılır. Tarım ürünleri arasında buğday ve arpa başta gelir. Bunu çavdar, mısır, nohut, mercimek, fiğ, fasulye ve patates izler. Meyveciliğe oldukça önem verilmiştir. Bunlar arasında en çok yetiştirilenler şeftali, kaysı, dur, erik ve elmadır. İlçe Ordu ili yönünde son derece sık çam ormanlarıyla örtülmüş bulunmaktadır. Koyulhisar İlçesi yönetim yönünden Sivas İli ‘ne bağlıdır. Bu il Türkiye denilen ülkenin sınırları içindedir. Türkiye, Asya anakarasının güneydoğusunda bulunan bir ülkedir. Yüzölçümü 780,576 kilometrekare ve nüfusu 100 milyondur. Asya ‘daki topraklarına Anadolu, Avrupa ‘daki topraklarına Trakya adı verilir. Başkenti Ankara, yönetim biçimi laik ve demokratik cumhuriyettir. En kuzey ucu 42 derece 06 dakika kuzey, en güney ucu 30 derece 29 dakika güney enlemlerine rastlar. Doğuda 44 derece 47dakika, batıda 25 derece 39 dakikalık boylamlar arasındadır. Topraklarının yüzde dördü ekili alanlardır ve bu alanlar nadasa bırakılmamaktadır. Ekili alanın yüzde biri sebze ve meyvelere ayrılmıştır. Ormanlar toprağın yüzde yirmiüçünü kaplamaktadır. Kalan yüzde otuzbeşi çayır ve otlaklardan oluşurken yüzde sekizinden ürün alma olanağı bile yoktur. Ülke, sanayide söz sahibi olan ülkelerdendir.
Ayrıntılı koordinat noktası Koyulhisar ‘la Ordu arasındaki ormanlık alanla çakışmaktadır. Yakın çevrede Muradın Köyü, Say Deresi ve Hoşoluk yöreleri yer alır. Koordinat noktasının ilçeye uzaklığını foton hızıyla ölçebilme olanağı yoktur. Zira, söz konusu uzaklığın foton hızıyla ışık hızı karşısında dikkate alınabilecek bir değeri bulunmamaktadır. Fakat bu uzaklığın saatte 120 kilometrelik bir hız yapabilen ilkel bir mekanik güçle bir saatte alınabileceği konusunda bir fikir verilebilir. Ülkedeki dinler…
Bundan ötesini dinlemek bile istemeyen Kay Rem, tanımlanması son derece güç bir şaşkınlık içine düşmüştü. Bellek bankalarındaki kaydın kodunu elektronik defterine geçerken duyduklarına bir türlü inanmak istememekte, ayakta durduğu yerde öylece kendi kendine mırıldanmaktaydı:
- Nasıl inanılabilir buna? .. Böyle bir şeye inanmak olanaksız… Olağanüstü koşullarda Atlas Okyanusu ‘na inmek üzere programlanmış bir kapsül, buraya; böyle bir koordinata nasıl inmiş olabilir? .. Komutayı devralan, kendiliğinden program seçme ve uygulama yetkisi ve yeteneği bulunan, sicilinde de tek bir kötü notu olmayan bir bilgisayar böylesine korkunç bir iniş açısı sapmasına nasıl fırsat tanıyabilir? .. Bunun milyonda biri oranındaki bir sapma uzayda olagelse; bu tür bir yanlışlık herhangi bir uzay gemisini ta sonsuzluğa dek güneşin azat kabul etmeyen bir uydusu, tutsağı yapmaya yeter de artar bile… Olmalı… Tüm bu anlaşılmaz olayların kaynaklandığı bir nokta, tüm bu zorlu problemlerin de bir çözümü kesinlikle olmalı… Fizik, dinamik, aeronotik ve astrofizik kurallarıyla mantık kurallarına uygun bir açıklaması olmalı… Önceden programa alınmış koskoca bir Atlas Okyanusu ile programla hiçbir ilintisi olmayan bir duyulmamış, tanınmamış, bilinmemiş Koyulhisar İlçesi ‘nin ne ilgisi var? .. Bu nasıl iştir? .. Ne arıyoruz biz buralarda? .. Bizi buralara hangi bilinmez, hangi gücüne akıl ermez kuvvet gönderdi? ..
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in genç fotonisti Kay Rem şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözlerle uzaklarda bulunan fakat neresi olduğu bilinemeyen bir noktaya bakıp durmaya başladığında, enerji perdesinin az ötesinde bulunan Teğmen Vag Lom uykusundan yeni yeni uyanmaya çalışmaktaydı.

Doktor Emmol Lek tüm yaşantısında bu ölçüde sevinçli olduğunu pek anımsamamaktaydı.
İçinden koşmak, sıçramak, atlamak, bağırmak, bilebildiği şarkıların tümünü ardarda söylemek, gözalabildğine uzanan bu çiçek ve çimen denizinin üstünde yatıp yuvarlanmak geliyordu. Tüm ahlak, tüm kültür, tüm görgü kurallarını kaldırıp kaldırıp bir yana fırlatmak isteyen doktor Emmol Lek, içindeki bu derin sevincin havadaki oksijen bolluğundan kaynaklandığını sanıyordu. Hava, güzelliğini içindeki oksijen bolluğuna, doğa da büyüleyici durumunu çevreyi kuşatan şu ulu çam ormanına borçlu olmalıydı. Doğada gerçekten büyüleyici bir güzellik hüküm sürmekteydi. Orman; yakınlarda seyrek, uzaklarda sık görünüyordu. Ilık bir ilkbahar yeli, varlığını, çiçekler, çimenler ve ağaç dalları üzerindeki izleriyle göstermek istercesine bunların tümünü yere doğru yatırmaya çalışıyor, bir yandan bir yana esip gidiyordu. Doktor Emmol Lek, derin derin soluklar alarak çevrede bir reçine kokusu, bir ot, bir çiçek kokusu bulmaya çalışıyor ve bu arada da, kokunun organizma için bir uyaran olduğunu düşünüyordu. Bu konuda da en küçük bir kuşkusu bile yoktu. Ona göre; kokunun bir uyaran, hem de en etkili bir uyaran olduğu kesindi. Nitekim; en küçük ve en hafif bir koku bile, belleğin uzun yıllar üst üste, yan yana, arka arkaya depoladığı bilgilerden oluşan karmaşık arşivin kapısını aralamaya yetiyor, arananı bunların arasından çok büyük bir kolaylıkla çekip çıkarıyordu. Ortada kendisini etkileyen, uyaran, anılarına geri gönderen herhangi bir koku olmaksızın anılarına gömülüp gidivermişti. Fetel Ad, onu en son gördüğü günkü davranış ve tutumuyla gözlerinin önündeydi. Uzun sarı saçları yanağına ve omzuna değiyor, kendisi, elindeki keskin cep çakısıyla ulu bir çam ağacının taptaze kabuğuna “Em Fet ‘i seviyor” dan ibaret iki-üç sözcüğü yazmaya çabalıyor ve bunları izleyen genç kız başını geriye ata ata, bembeyaz ve güzel dişlerini göstere göstere kahkahalarla gülüp duruyordu. Anının bunu izleyen bölümlerinde Fetel, turistik bir geziye çıkıyor ve oradan da bıçkın bir oğlanla evlenmiş olarak dönüyordu. Kendisi tam o sıralarda, yeni sevgililerinin adlarını yeni çam ağaçlarına kazımakla gün geçirmekteydi. Ve sonra yine yıllar yılları kovalamış, bir gün bir toplantıda, uzaktan-yakından tanımadığı biri, alabildiğine yakından tanıdığı bu eski sevgilisini kendisine “Fetel” diye tanıtmaya kalkışmıştı.
Doktor Lek anılarından sıyrılıp içinde bulunduğu ana döndü. Eski günler artık çok gerilerde kalmıştı. Anıların bu denli derinliklerine indikten sonra ta oradan şimdiye gelmek, ister istemez insana yorgunluk veriyordu. Yaşadığı zamana geri dönmek Doktor Emmol Lek ‘e, karanlık ambarlardan gün ışığına çıkmak gibi gelmişti. Gün ışığı gerçekti. Mızrak gibi bir gerçek. Hayal kurmaya kolay kolay olanak tanımıyordu. Doktor Lek, hayalcilerin neden karanlık gecelerin arkasına sığınmak zorunda kaldıklarını şimdi daha bir iyi anlamaktaydı.
Derin bir inatla havayı yeniden koklamaya başladı. Her koklayışında şaşkınlığı biraz daha artmaktaydı. Teğmen Vag Lom ‘un inatçı hayali gelip karşısına dikilmişti ve gitmek de bilmiyordu. Sonunda genç adama hak vermek zorunda kaldığını fark etti Gerçek öyleydi. Tıpkı onun söylediği gibi. Yani havada reçine,, çiçek, ot kokusu falan yoktu. Kendisini iyice bir irdelediğinde; ormanı gördüğünü, çam ağaçlarını tanıdığını, belleğindeki bir eski reçine kokusunu çıkarıp bunlarla birleştirdiğini, sonunda da ormandan reçine kokusu aldığı kanısına vardığını kabullenmek zorunda kaldı. Bu salt çam ağaçları için değil, çiçeklerle otlar ve kokusu olan herşey için böyleydi. Doktor Lek, gerçekte ortada koku falan bulunmadığını, bunun, Teğmen Vag Lom ‘un ileri sürdüğü bir kurguyla ortaya çıktığını şimdi daha bir iyi benimsiyordu. Düşüncelerini yokladığı zaman kendisini anılarına döndürenin koku olmadığını, salt çam ağacı görüntüsü olduğunu ürpererek sezinledi. Havayı ardarda kokladıkça bu konudaki kuşkuları iyice ortadan kalkıyor, kendisini şaşkınlığa düşüren gerçekle yüzyüze kalıyordu.
Tüm bulgularına karşın yine de bunlarla yetinmek istemiyor, çevresinde bulgularını iflas ettirecek birtakım kanıtlar aramaya kalkışmış bulunuyordu. Bu düşünceyle ayaklarının dibinde yayılan rengarenk çiçeklerden birkaçına uzandı. Fakat bu davranışı ve çabası onu yeni yeni şaşkınlıklara sürükledi. İncecik saplı ve narin yapılı çiçeklerden birkaçını her koparmak isteyişinde, elleriyle onlara dokunamadığını, onları algılayamadığını, içlerinden bir tekini bile koparamadığını görüp ürperdi. Doktor Emmol Lek, yaşantısında böylesine bir şaşkınlığa düştüğünü hiç de anımsamıyordu. Şaşkınlıktan ne yapacağını, neye karar vereceğini bilememekte, mantığına ve duygularına da artık inanamamaktaydı. Hava böylesine güneşli değil dei kapkaranlık, zaman böylesine gündüz değil de, gece olsaydı; şaşkınlığının korkuya dönüşeceğinden kesinlikle emindi.
Doktor Emmol Lek, yeniden yere doğru eğildi. Tutamadığı, değip dokunamadığı, koparamadığı çiçeklerden birini, beşini, onunu kokladı ve bu davranışı da şaşkınlığını arttırmaktan öte hiçbir yarar sağlamadı. Çiçeklerin hiçbirinde koku yoktu. Tümü, plastikten yapılmış, tümü gerçeğine benzetilmiş kokusuz, yapma çiçekleri andırıyorlardı.
Doktor Emmol Lek ‘in davranışları belirgin bir biçimde garipleşmişti. Bulunduğu yerde büyük bir tedirginlikle başını sağa sola çeviriyor, çevresini kokluyor, gezdiği, dolaştığı yerlerde otların, çimenlerin, çiçeklerin ayakları altında nasıl olup da ezilmediğini bir türlü bulup çıkaramıyor, bunlara karşın aynı otların, aynı çimenlerin, aynı çiçeklerin, aynı ağaçların görünmeyen tatlı bir esinti altında tatlı tatlı esnediklerini, salındıklarını, yaylandıklarını, eğilip eğilip doğrulduklarını gördükçe tedirginliğinin çoğaldığını sezinliyordu. Tedirginliği gerçekten çoğalmıştı. Zira, şimdi otları, çimenleri, çiçekleri, ağaçları ve kokuları bırakmış, bir tatlı esintinin, bir görünmeyen ilkbahar yelinin ardına düşmüştü. Yel var mıydı, vardı. Bunu onun çimenler, otlar, çiçekler, ağaçlar üzerindeki etkisinden anlamak kolaydı. Doktor Emmol Lek ‘i tedirgin eden nokta ise; yelin kendisini etkilememesinden ibaretti. Otları, çiçekleri, ağaçları etkisi altında bırakan bir yel, kendisini nasıl olur da etkileyemezdi, Doktor Emmol Lek işte bunu anlamakta güçlük çekiyordu. Sanki öyle yapınca daha bir iyi sezebilirmişcesine elini ileri doğru uzattı ve ilkbahar yelini eliyle duymaya, eliyle bulmaya çalıştı. Oysa; ortada Doktor Emmol Lek için herhangi bir bahar yeli yoktu. Yelin bahar yeli olduğunu doğanın o andaki görünüşünden, tatlı tatlı estiğini otlar, çiçekler, ağaçlar üzerindeki ılımlı etkilerinden anladığının artık bilincindeydi. O nedenle bu kez, bahar yelini ve kokuyu bırakıp ilgisini görüntüler üstünde yoğunlaştırmaya girişti. Bulunduğu yerdeki otlar, çiçekler ve çimenler üstünde küçük adımlarla dört bir yöne doğru habire yürüyüp duruyor, hopluyor, zıplıyor, tepiniyor ve sonra durup şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmış gözlerle bunlar üzerinde bırakmış olabileceği izleri araştırıyordu. Ne denli yazık ve ne denli şaşırtıcıdır ki; Doktor Emmol Lek ‘in görünürlerde en küçük bir izine rastlamak bile kesinlikle olanaksız görünmekteydi. Astronotun gerçekten izi yoktu. Gezdiği, dolaştığı, tepindiği, hoplayıp zıpladığı yörede ne bir tek ot, ne bir tek çimen, ne bir tek çiçek, ne de bir parçacık toprak ezilmişti. Buradaki herşey onlara ilk rastladığı andaki dokunulmamışlığıyla dipdiri durmakta ve kendi öz yaşamını sürdürüp gitmekteydi.
Doktor Lek ‘i şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüren olaylar bu kadarla da kalmadı. Pek az sonra, eskisine oranla kendisini daha da şaşırtan bir şey ortaya çıktı: Astronot önce ayağının altında kırılan ve kırılırken ses çıkaran kuru bir dala, sonra varlığını botunun altında tüm sertliğiyle algıladığı bir taşa rastladı. Üstelik bu dalı da, taşı da görebildi., tutabildi, yerden kaldırıp inceleyebildi. Ayağının altında kırılmış olan dal iki parçaya ayrılmıştı ve taş birkaç metre bile taşıyamayacağı bir ağırlıktaydı.
Doktor Emmol Lek, artık neyin gerçek, neyin gerçekdışı olduğunu seçip ayıramıyor, neye inanması ve neye inanmaması gerektiğini bir türlü bulup ayırt edemiyordu. Adım attığı yerlerde izi yoktu. Geçtiği yerlerdeki tüm otlar, çiçekler ve çimenler sanki ayaklar altında kalmamışlarmış gibicesine ezilmiyor, örselenmiyor, yassılmıyorlardı. Ve sanki astronot çiçeklerle, çimenlerle, yer yer toz-toprak ve çakıllarla kaplı bir zeminde değil de, bunların hiçbirinin bulunmadığı bir başka, bir yumuşak, bir değişik zeminde yürüyordu. Tüm bunlara karşın, elinde ortasından ikiye kırılmış, küçük bir dal parçası ve yerde, başından bir türlü ayrılamadığı bir ağır taş vardı. Ve işte bunların varlığını algıladığından da kesinlikle emindi.
Doktor Lek, ne denli homurdanırsa homurdansın artık bunda yerden göğe dek hakkı bulunduğuna inanmaya başlamıştı:
- Fakat bu olanaksız… Diye homurdanıyordu. Bu olanaksız… Nasıl bir dünya bu benim öteden beri bildiğim dünya? .. Benim gezegenimde, benim öz ve öz dünyamda mı rastlıyorum ben tüm bu tutarsızlıklara, tüm bu saçmalıklara? .. Gerçekte var bile olmadığı halde, varmış gibi kokladığım reçine, çiçek, çimen, ot, toprak kokuları, elleyemediğim, dokunamadığım, tutamadığım çiçekler, otlar, çimenler, taşlar, esen ve eserken yüzbinlerce otu, çimeni, çayırı ve tüm ağaçların dallarını yanlara yatıran fakat varlığını elimde, yüzümde, şuramda-buramda sezinleyemediğim bir ilkbahar yeli, ayaklar altında ezilmeyen otlar, çiçekler, üstünde ayak izi kalmayan toprak… Nedir bütün bunlar? .. Gerçek desem gerçek değil, kuruntu desem kuruntu değil… Evet, ne gerçek, ne de kuruntu; sanki bir karabasan bu… Kusursuz bir karabasan… Peki ama onlar karabasansa, bunlar; şu elimdeki kırılmış dal parçaları, şu önümdeki kapkara, koskocaman taş nedir? .. Ben bunları görüyorum, bunlara dokunuyorum, bunları tutuyorum, ben bunlardaki kuru dal kokusunu, taş kokusunu alıyorum… Üstelik şu kuru dal ayaklarımın altında kırılırken ben kırılma sesini duydum. Dal parçalarını yeniden ve birer birer kırsam aynı sesi bir kez, beş kez, on kez daha duyabilirim… Öyleyse ben ne anlam vermeliyim bunlara? .. Ne yapıp da ben bu açmazların içinden çıkabilmeliyim? ..
Ormanın azaldığı sınırda baltalardan artakalmış, toprağa gömülü ağaç kökleri göze çarpmaktaydı. Toprak buralarda acınacak ölçüde çıplaktı. Bu çıplaklık, eğimli bir alan boyunca yayılıp gidiyor ve ta gerilerde kalan yozlaşmış dağlara doğru uzanıyordu.
Gitgide kendini biraz daha toparlamaya ve içinde bulunduğu durumu daha bir gerçekçi tutumla değerlendirmeye çalışan Doktor Emmol Lek, kendine göre bir yoldur ki tutturmuş gidiyor, ne denli çok yürürse yürüsün ayaklarındaki yorgunluğu anlayamamanın, bastığı zeminin gördüğü zemin olmadığını kabullenememenin şaşkınlığında bocalamaktan kendini alamıyordu. Yürüyor fakat üstünde yürüdüğü şeylerin hiçbirine değip dokunamıyordu. Sanki ayaklarının altında o sert görünüşlü, el değmemiş toprak yoktu ve sanki kendisine, pamuk yığınlarının üstünde yürüyormuş gibi geliyordu.
Doktor Lek, yaşamı boyunca alışkanlık haline getirdiği homurtularından birini daha salıvermeden edemedi:
- Ve ben galiba, doğayı gerçeklere göre değil de, duygularıma göre yargılamaktayım.
Doktora göre durum gerçekten böyleydi. İnsan aynı bir doğayı kendi değişik ruhsal durumlarına göre algılıyor ve öyle de değerlendiriyordu. Bu değerlendirmeler mutluluk anlarıyla mutsuzluk anlarında bir ve aynı değildi. Mutluluk anında doğada güzel olan, mutsuzluk anındaki çirkinliği sembolize ediyordu. Mutsuz anlarda bir türlü geçmek bilmeyen bir zaman, mutluluk anlarında insana şaşılacak ölçüde kısa gelmekteydi. Gerçekte; algılanan aynı, algılayan aynı fakat algılar değişikti. Hayır, bilincin değerlendirmesinde kusur falan yoktu. Onu böylesine değerlendirmelere iten, verilerdeki yani duygulardaki yanlışlıktı.
Doktor Emmol Lek kendini alamayarak güldü. Acaba koklama duyusunu görme merkezine bağlayabilse kokuyu görebilir miydi? Yahut işitme organını koklama merkezine bağlasa kokuyu görebilir miydi? Görüntüyü ses gibi işitebilir miydi? Görüntüyü koklayabilir miydi? Sesin lezzetine ulaşabilir, onun ekşi mi tatlı mı olduğunu anlayabilir miydi?
Doktor Emmol Lek az önceki tedirginliğinden kurtulmak üzere olduğunu sezinliyordu. Düşünceleri bir başka yöne yönelmişti. Şimdi, doğanın karmaşıklığıyla insan vücudunun karmaşıklığını orantıya vurmaya çalışıyor, ikisini de birbirinden karmaşık buluyordu. Olmadık çelişmezliklerin bir aynı şey içinde buluşup bağdaşabilmeleri doktoru öteden beri şaşırtıp durmaktaydı. Aynı ağzın üfleyerek sıcak çorbayı soğutması, hohlayarak soğuk suyu ısıtması gerçekten şaşılacak şeydi.
Doktor Emmol Lek bir ara kendisini derin bir vadiyle karşı karşıya buldu. Orman sınırından bu yana çıplak bir görüntü sergileyen toprak yeniden bitki örtüsüyle bezenmeye ve yemyeşil bir hal almaya başlamıştı. Vadinin bir yanındaki yüksek kayalıklar arasında bulunan tozlu-tozaklı bir patika dolaşa-büküle aşağılara doğru uzanıyor ve yürüdükçe daha bir kolay duyulan bir su çağıltısı yukarılara dek ulaşıyordu.
Doktor Emmol Lek, kamp kurmayı tasarladıkları yerde suya haliyle gereksinme duyacaklarını çok iyi biliyor, bunun için de, aşağıda; bu gitgide sıklaşan kayalıkların dibinde bir nehir veya ırmak bulmayı umudediyordu. Bu umudu pek de boşa çıkmışa benzememekteydi. Nitekim, attığı her adımda, duyduğu su sesi hem artıyor, hem de yakınlaşıyordu.
Doktor Lek, önündeki kayalıkların çevresini dolaşınca düşüncelerinde yanılmadığını anladı. İçini, umduğundan da derin bir sevinç dalgası kaplamıştı. Bulunduğu yerde kayalıkların arasına çömeldi. Sevinçten pırıl pırıl parlayan gözlerle akıp gitmekte olan ırmağa baktı. Sonra bakışlarını ırmak kıyılarında gezdirdi. Yamaçlar boydan boya ağaçlarla örtülüydü ve boydan boya yemyeşildi.
Doktor Lek, böylesine güzel bir kamp yeri bulabildiği için arkadaşlarının bir hayli sevineceklerini düşünüyordu. Kendisine verilen görev az-çok yerine getirilmiş ve ekibin kamp sorunu da çözülmüş sayılırdı. Kapsülün bulunduğu yerle ırmağın çevresi arasında pek aşırı bir uzaklık bulunmaması önemli bir avantajdı. Kampı bu çağıl çağıl akan ırmağın kıyılarında, bu ırmak kıyısındaki ağaçlar arasında kurmaları her şeyi değilse de, hiç olmazsa birçok şeyi düzeltebilecekti. Komuta kabininin yani kapsülün ırmak kıyısına taşınmasında pek fazla bir zorluk mevcut değildi. Zira, kapsülü bir bütün halinde taşıyabilecekleri gibi, gerekirse demonte ederek ünite ünite de taşıyabilirlerdi. Mevcut antigravite aygıtlarının bu problemi çözmesi için bir-iki saat yeterliydi. Kampın kurulmasından sonra işlerin daha bir kolaylaşacağı ve her şeyin daha bir yoluna gireceği ortadaydı. Doktor Lek ‘in bu konuda en küçük kuşkusu bile yoktu. Astronota göre; böyle bir yerde kapsülle uzay merkezi arasındaki haberleşme bağlantısı daha çabuk kurulabilir, yakın çevrenin yardımı daha iyi sağlanabilir, ilgililerin duruma elkoymaları daha bir kolay hale getirilebilirdi.
Doktor Emmol Lek ‘in düşünceleri işte bu noktada darmadağın oldu ve astronotun bir süreden beri içini dolduran o derin sevincinden en küçük bir iz bile kalmadı. Gerçekten de; az önceki o derin sevincin yerini şimdi son derece büyük bir şaşkınlık ve doktorun bedenini ürpertiler içinde bırakan derin bir tedirginlik almıştı. Astronotun uğradığı şaşkınlık, ellerinin titremesinden, çene kaslarında ortaya çıkan tiklerden, alnında-şakaklarında beliren ter damlalarından, iri iri açılmış olan gözlerindeki o şaşkın bakışlardan ve dişlerinin birbirine sımsıkı kenetlenmesinden kolaylıkla anlaşılmaktaydı. Doktor Lek ‘in solukları şimdi alabildiğine hızlanmıştı ve göğsü artık hızlı hızlı kalkıp iniyordu. Kulaklarında zonklama, yanaklarında kızarma ve dudaklarında garip bir uçukluk vardı. Sanki, bilinen ve tanınan Doktor Emmol Lek gitmiş, yerine onun beceriksiz, korkak, titrek, şaşkın bir kopyası gelip oturmuştu.
- Hadi canım sen de… Böyle bir şey asla olamaz…
Kendini uyanıkken düş gördüğüne inandırabilmek için boşu boşuna zorlayıp duruyor, sanki öyle yaptığında önündeki görüntü değişebilirmişçesine ellerini habire görüntüye doğru uzatıp uzatıp sallıyordu.
Haliyle çabaları boşa gitti ve değişen hiçbir şey olmadı. Gerçek, karşısında demirden bir mızrak gibi durmaktaydı. Pozitif bilimlerle yetişmiş, gerçek adına hayalcilerle savaşmayı prensip edinmiş bir insan olan Doktor Emmol Lek, tüm yaşantısında belki de ilk kez gerçeği kabullenmemek için kendi kendini zorlayıp durmaktaydı. Hem de gerçeğin gerçek olabilmek için benimsenmeye gereksinmediğini bile bile. Hiçbir direnişin, hiçbir inadın gerçeği gerçek olmaktan çıkaramayacağının farkına vara vara. Beş duygunun ortaya koyduğu gerçeğin, en az altı duygu olmadan az da olsa; çürütülmesine olanak bulunmadığını yine kendi beş duygusuyla onaylaya onaylaya.
Gerçeğin direnişi Doktor Emmol Lek ‘in direnişinden daha güçlü olmalıydı. Nitekim, onu görmemek için başını kerelerce öteye-beriye çevirmeleri, terleyen avuçlarıyla kulaklarını sımsıkı tıkamaya çalışmaları en küçük bir yarar bile sağlamadı ve ruhunun ta derinliklerinde artık onu kabullenmesi gerektiğinin kök salmaya başladığını fark etti.
Kendi öz hayal gücünden bir ayrı gerçek yaratmayı başaramayan Doktor Emmol Lek, yeniden yaratılmasına gerek bulunmayan yalın gerçeğe botun eğdi.
Doktor Lek, yeryüzündeki gelmiş gitmiş ve gelip henüz gitmemiş milyarlarca insan içinde bu tür bir gerçeği gören ve onu kabullenmek zorunda kalan tek insandı.
Kıyıları yemyeşil ve sık ağaçlarla çevrili kayalıklar arasından akmakta olam ırmağa bedeninin her bir zerresine kadar ürpererek baktı:
Irmak iniş aşağı değil, yokuş yukarı akıyordu.
Kaygan kayaları yıkayarak yükselen sular, derin kesimlerde toplanarak birikiyor, buralardan taşıp çok daha büyük kayalara doğru ilerliyor, buralarda köpük köpük köpükleniyor, büyük bir hızla kayalara yukarı koşuyor, bembeyaz köpüklerle yükseklere yükseklere tırmanıyor, sarp ve ıslak taşlar arasından aşağıdan yukarı aka aka gidiyor ve ta ötelerdeki yüksek bir darboğazda gözden kayboluyordu.
Suların alttan yukarı akışında hiçbir aksama yoktu. Çağıltı, iniş aşağı akan herhangi bir ırmağın çağıltısından farksızdı. Suları iniş aşağı akan bir ırmakla suları yokuş yukarı akan bu ırmak arasındaki tek fark, akış yönünün birbirine oranla değişik olmasından ibaretti. O andaki görünüşe göre; bu ırmak tersine çevrilmek istense, sularının yukarıdan aşağı doğru akıtılmasına yine de olanak bulunamazdı.
Doktor Lek, gözlerinin önündeki bu inanılmaz görüntüye, ansızın bir şeyler olup da değişecekmiş ve o yokuş yukarı akan sular yeniden iniş aşağı dönecekmiş gibi umutla bakıyordu. Gerçekle, bilinen jeolojik ve fizik kurallarla bağdaşmayan, düşlere, karabasanlara yakışan bir olaydı bu. O nedenle hayalde yaratılması veya gerçek olarak benimsenmesi bir hayli zordu.
Astronot bir ara, düşte olduğuna kendisini yeniden inandırmaya çalıştı. Sonra, belki de ırmağın başlangıç ve bitiş yönlerini bilmediğinden akış yönü konusunda yanıldığına inanmaya uğraştı. Ne yazık ki; onun hiçbir davranışı, hiçbir tutumu ve hiçbir düşüncesi ortadaki gerçeği değiştirmeye yetmiyordu. Suyun akış yönünü anlayabilmesine yardım eden ögeler göz önünde durmaktaydı. Kıyıdaki ağaçlar ve kayalıklar hala yerli yerindeydi ve ırmak hala bunların önünden geçiyor, tersine şelaleler halinde kayaların, taşların, uçurumların üstüne çıkıyor, aşağılardan yukarılara doğru akıyor, akıyor, akıyordu.
Doktor Emmol Lek böylesine görülmemiş bir olaya asla inanmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu konuda ileri sürebileceği nedenleri bile vardı. her şeyden önce; burası, doğal koşullarını bilmediği yabancı bir gezegen değildi. Öz ve öz kendi dünyasıydı. Burada doğmuş, burada yaşamış ve buradaki koşulları deneye deneye, göre göre, duya duya, okuya okuya, yaşaya yaşaya öğrenmişti. Dünyadaki olayların kendilerine özgü kuralları vardı ve onlar ancak bu kurallara göre oluşmak zorundaydılar. Bu bakımdan dünyada hiçbir şey kendi başına buyruk değildi. her şeyin doğuşu, gidişi, nasıl doğması, nasıl olması gerektiği önceden belirlenmiş, önceden çerçevelenmişti. Hiçbir şeyin gücü bu çerçevelerin dışına çıkmaya, bu kendi öz sınırlarını aşmaya yetemezdi. İnsan ancak insan kadar olurdu. İnsanın karınca kadar küçük, fil kadar büyük olabilmesi olanaksızdı. Fırlatılan taş düşer, ateş yakar, su söndürür, duman tüterdi. Sıvılar sıcak karşısında buharlaşmak, soğuk karşısında katılaşmak, mıknatıslar çekmek, serbest düşüş yönü aşağı doğru olmak zorundaydı. Soğuk üşütür, sıcak ısıtırdı. Sakal yukarı doğru uzayamaz, tavuklar kişneyemez, atlar havlayamaz, asmalar kiraz vermez, balıklar miyavlayamaz, örümcekler bal yapamaz, arılar ağ kuramazdı. Tüm bu olayların kendine özgü kuralları, tüm bu dünyanın kendine göre çizilmiş bir sınırı vardı. Gelişim bu sınırlara saygı göstermekle yükümlü tutulmuştu.
Doktor Emmol Lek, işte buna benzer biryerlerde kendini alamayıp haykırmaya başlamıştı:
- Nasıl olup da yokuş yukarı akabiliyor bu ahlaksız ırmak? .. Nasıl? .. Nasıl? ..
Elleriyle başını sımsıkı kavradı. Şakakları zonkluyor, gözleri kararıyor, yüreğinin, vücudunun içinde değil avuçlarının arasında çarptığını sanıyordu. Beynine saldıran düşünce ordularıyla tam bir savaş halindeydi. Kafasını arılarla dolu bir kovana sokmuş gibiydi. Özgür uslamlama yapamıyor, yapamadığını da çok iyi biliyordu. Gerçekte, bunun böyle olmaması gerektiği kanısındaydı. Zira, dünyada mevcut olan bir yerçekimi vardı. Bu çekim yasası ırmağın yuarıdan aşağıya doğru akmasını gerektirirdi. Onun bildiği dünyadaki hiçbir akarsu alttan yukarı akamaz ve tüm akarsular işte bunun içindir ki, karaların en alçacık yeri olan denizlere dökülürdü. Dünyanın tüm değişmez kurallarına karşın, eğer ki şu ırmak aşağıdan yukarı akıyormuş gibi görünebiliyorsa; bunun bir tek açıklaması olabilirdi ve bu açıklama da, duyularının kendisini aldattığının açıklamasından öte hiçbir şey olamazdı.
Doktor Emmol Lek kendisine, kendisinin bile inanmadığı kolay bir kurtuluş yolu bulduğunun bilincindeydi. Gerçekten de bu yol çok kolay ve çok ucuz bir yoldu: Duyuları kendisini aldatıyor ve kendisine yaman bir oyun oynuyorlardı ve bu inanılmaz olay da salt bundan ibaretti. Doktor Lek ‘e göre; olmaması gereken bir şey eğer olabiliyor veya olabilmiş görünüyorsa; bu görünene “Gerçek” değil, “Kuruntu”, “Sanrı” demek gerekirdi.
- Sanrılar içindeyim… Abukluyorum… Gerçekle olan ilgim her nasılsa tümden kesildi…
Doktor Emmol Lek kendini çok yorgun bulmaktaydı. Gözkapaklarında kurşun ağırlığı vardı. Koları ve bacakları karıncalanıp duruyordu.
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in sağlık uzmanı Doktor Emmol Lek İ
- Kimsecikler çıldırdığıma karar vermeden yeterli bir biçimde dinlenmeliyim.
Diye mırıldandı.

Kaptan Çi Vaştar elindeki antigravite aygıtını yere savurdu. Bu işte, ne olduğunu bir türlü anlayamadığı ve belki de hiçbir zaman anlayamayacağı bir gariplik vardı. Şu iki kurşun bileşimi kaya parçası ne tür bir özellik ve ne tür bir giz saklamaktaydılar? Fotonist Kay Rem ‘le Teğmen Vag Lom ‘un antigravite aygıtları bu kaya parçalarını yerlerinden bile kımıldatamamış, enerji durumlarından kuşkulanılarak aygıtlar kontrol kanalında denemeye alınmış ve ilk tutarsızlık da işte o zaman kendini göstermişti: Aygıtlarda hiçbir bozukluk ve enerjilerinde hiçbir eksiklik yoktu. O nedenledir ki; bu kez Kaptan Çi Vaştar kendi aygıtıyla yeni bir denemeye girişmişti. Fakat ortada değişen bir durum yoktu. Kaya parçaları antigravite aygıtının güçlü vibrasyonlarına görülmemiş bir inatla karşı koyup duruyorlardı. Komutan, bu iki kaya parçasındaki görünüşün, ağırlıkları konusunda herhangi bir yanılmaya yol açıp açmadığını düşündüyse de, böyle bir olasılığı hemen yadsıladı. Zira, kurşun konusundaki bilgisi kusursuzdu. Nitekim, bunun periyodik sistemin dördüncü A grubunda sınıflandırılmış bir metal olduğunu, atom numarasının 82, atom ağırlığının 207, yoğunluğunun 11.35 gr/cm küpten ibaret bulunduğunu, 327 derecede ergidiğini ve 1555 santigrat derecesinde kaynadığını çok iyi biliyordu. Bu koşullar altında, bu kaya parçalarını saf kurşun olarak dikkate alması bile olanaksızdı. Zira, Kay Rem de bunların birer kurşunsülfür bileşiği olduğundan söz etmişti. Gerçi bunlar kurşunsülfür bileşiği değil de seruzit veya anglezit de olsalar, durumu yine de değiştiremezlerdi. Bu nedenlerle bu kaya parçalarının antigravite aygıtlarının gücüne karşı koyabilmesi şaşırtıcı bir şeydi.
Kaptan Vaştar bir-iki kaya parçası karşısında bu denli yetersiz kalışını bir türlü hazmedemiyor, böyle bir durum onu son derece garip düşüncelere sürüklüyordu. Bir bakıma, bunun kendi yetersizliği olmayıp bilimin yetersizliği olduğunu ileri sürebilirdi. Hal böyleyse; kendisinin ne yapması gerekirdi? Yetersiz de kalsa; bilimin inanırlığını bir yana atıp metafizik güçlere ni inanmalıydı? Komutan böyle bir düşünceye hemencecik omuzlarını silkti. Fizikle metafizik hiçbir zaman bağdaşamazdı. Metafizik hemen her zaman fiziğin önüne geçmek, onu her zaman engellemek istemişti. Zira, gerçeğin maddede değil, maddenin dışında aranması gerektiğini öne sürmekteydi. Onun bu davranışı pozitif sayılmasının en büyük engeliydi. Düşünceleri, önerileri, savları vardı ama kanıtları yoktu. Oysa insanoğlu hiçbir savı kanıtsız benimseyemiyordu. Kaptan işte bu noktada tutarsızlığa düşeceğinden korktu. Acaba insan maddeci olduğu için mi gerçeklere kanıt arıyordu, yoksa gerçeklere kanıt aradığı için mi maddecilikten yakasını kurtaramıyordu?
Kaptan çi Vaştar bir ara maddenin yalın gerçeği yeterince yansıtamadığına inanır gibi oldu. Çünkü; fizik gerçek işte burada; gözlerinin önünde iflas etmekteydi. Olayı fizik kurallarla açıklayabilme olanağı yoktu. Acaba çözümü metafizikte mi aramak gerekiyordu? İşte bunu yapabileceğine inanmıyordu. Zira, kaptana göre; fizik kurallar böylesi durumları açıklamakta yetersiz kalabiliyorsa; bu onların kendi yetersizliklerinden değil, yeterince bilinmeyişlerindendi.
Kaptan Vaştar ‘ın öfkesi geçmişti. Eğildi ve öfkeyle fırlatmış bulunduğu antigravite aygıtını yerden aldı. Gözlerine bir süre inanamadı. Hernasılsa, öfkeyle kalkan bu kez zararla oturmamıştı. Kızgınlık sonucu tüm gücüyle yere vurduğu aygıtta en küçük bir eziklik, en küçük bir kırıklık ve en küçük bir zedelenme bile yoktu. Yere vurulduğu anda tuzla buz olması gereken aygıt sapasağlam ve pırıl pırıldı. En şaşılacak şey ise; aygıtın camının bile kırılmamış olmasıydı. Nitekim, kaptan, komuta mandalına dokunur dokunmaz camın altında yanan minicik bir kırmzı ışık aygıtın derhal devreye girdiğini belirtmekteydi. Astronot bir an için antigravite aygıtını yere değil de, yumuşacık bir pamuk yığınına fırlatmış olduğunu sanmaktan kendini alamadı. Böyle bir şeye inanmak alabildiğine zordu. Çünkü kaptan, tüm gücüyle yere savurduğundan kesinlikle kuşkulanmamaktaydı. Bu nedenle kaptanın aklı aygıtın neden zarar görmediğini bir türlü almıyordu. Acaba büyük bir öfkeyle yere vurulan bu aygıtın kırılmayışıyla onun şu iki kaya parçasını yerinden oynatamayışı arasında gizli bir ilişki mi vardı?
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in komutanı Kaptan Çi Vaştar, içinde derin bir tedirginlik duydu. Çözümü olmayan bir problem karşısında bulunduğuna inanmaya başlamıştı. Yine de kendisini korkusunun boş olduğuna inandırmaya çalışmaktaydı. Antigravite aygıtının vuruştan en küçük bir zarar bile görmediği konusundaki bulgusu, belki de bir eksik görme ve eksik incelemeye dayanıyordu. Zaten başka türlüsü de olamazdı. Zira, etki ve tepki sürekli olarak ikili ilişki halindeydi. Etkinin olduğu yerde tepki de olmalıydı. Gel gör ki; antigravite aygıtı yere etki yapmış fakat tepki de görmemişti. İyi ama neden?
Kaptan Vaştar içindeki tedirginliğin gitgide artmakta olduğunu sezinledi. Ve bunu fizik kuralların boşlukta kalışından kaynaklanan bir huzursuzluk olarak tanımlamak zorunda kaldı.
Komutan ansızın elinde olmayarak irkildi.
Az ötesindeki çalılarla çevrili kayaların arasından bir adam doğrulmuştu. Adam oryantal filmlerde rastlanabilen Asya ‘lı köylü tiplerini andırıyordu. Başında yağlı, kirli, tereği ortadan ikiye ayrılmış bir eski kasket, sırtında vatkaları çıkmış asker parkasını andıran bir garip ceket, altında oluklu kadifeden, dizleri kabarmış, paçaları saçaklanmış, kirli ve buruşuk bir pantolon vardı. Boyasız ayakkabılarının tabanları içeri basılmış ve beli kemer yerine bir iple sıkılmıştı.
Henüz nereye inmiş olduklarını bilmeden ve herhangi bir güvenlik önlemi almadan başkalarınca görülmek kaptanın hiç de hoşuna gitmemişti. Bu nedenle adamın az ötedeki komuta kabinini görmemesini dileyerek önündeki kurşunsülfür kayasının arkasına saklanmaya çalıştı.
Hangi ulustan olduğunu kestiremediği yoksul giyimli yaşlı adamın davranışları insanı şaşırtacak ölçüde garipti. Bir ara kaptan salt bu nedenle onun yitirdiği bir şeyleri aramakta olduğunu sandı. Zira köylü, yerlere baka baka gerisin geri yürüyüp durmaktaydı.
Adam tutum ve davranışlarını değiştirmeksizin geri geri yürüyerek gelip arkasında kaptanın saklandığı kurşunsülfür bileşiği kayanın önünden geçti ve bir-iki adım daha atarak az ötedeki kapsülün imdat kapısından içeri girdi.
Kaptan Çi Vaştar, bilinçsiz bir davranışla ultrasonik flütünü çıkardı ve iki adımda kabin kapısına ulaştı.
Kapsülde Fotonist Kay Rem proje masasında işinin başındaydı ve yakınındaki haberleşme masasında bulunan Teğmen Vag Lom, elindeki plastik bardaktan bir şeyler içmekteydi.
Fotonist kaptanın içeri girdiğini sezer sezmez başını ona doğru çevirdi. Kaptan Çi Vaştar ise, ne denli şaşkın ve ne denli heyecanlı olduğunu saklamaya gerek görmeksizin:
- Rem… Diye haykırdı. Nereye gitti? ..
Kay Rem soruyu anlamışa benzemiyordu:
- Vag mı? .. İşte, orada, kaptan…
Kaptan Çi Vaştar parmakları arasında ultrasonik flütü olduğu halde habire çevresine bakınıp durmaktaydı:
- Vag ‘ın orada olduğunu görüyorum… Adam… Ben adamı soruyorum… Yaşlı adamı…
Fotonist Kay Rem ortada garip bir şeyler bulunduğunu anlamış, meraklanarak ayağa kalkmıştı:
- Ne adamı, kaptan? .. Hangi yaşlı adam? ..
Berikilerin heyecanlı davranışlarından kuşkulanan Teğmen Vag Lom, masalar arasındaki görünmeyen incecik enerji perdesini yalıtarak yanlarına geldi. Kay Rem:
- Vag… Dedi. Yanlış duymadımsa kaptan bir adam arıyor kapsülde… Yaşlı bir adam…
Kaptan heyecanlı bir sesle onayladı:
- Evet, adamı arıyorum… Bu denli şaşacak ne var bunda? .. Yaşlı adamı arıyorum…
Soruya doğrudan yanıt vermek istemeyen Fotonist Kay Rem arkadaşına benzer bir soru yöneltti:
- Kapsülde yaşlı bir adam gördün mü Vag? ..
Teğmen Vag Lom başını salladı:
- Ben adam falan görmedim.
Fotonist bu kez kaptana döndü:
- Yanılmış olmalısınız kaptan. Çünkü ben de görmedim böyle birinin kapsüle girdiğini.
Kaptan Çi Vaştar az önceki tedirginliğinin içini yeniden kapladığını sezinledi. Duygularını belli etmemeye çalışarak:
- Dinle Rem. Dedi. Sarhoş değilim. Aklım-başım yerinde. Duygularıma güveniyorum ve henüz bunamadım. Az önce, o kurşunsülfür bileşimi kaya parçalarını antigravite aygıtımla buraya taşımaya çalışmaktaydım. Kayalarla çalılar arasından köylü giyinişli, yaşlı bir adamın çıktığını ve yürüyüp imdat kapısından kapsüle girdiğini gördüm. Bilmem anlıyor musun? Gördüm diyorum.
İki astronot inanamayan gözlerle kaptanın yüzüne yüzüne bakıp duruyorlardı. Kaptan bu durağan bakışlarda derin bir kuşkunun bulunduğunu sezer gibi oldu. Belki de arkadaşları onun akıl dengesinin yerinde olup olmadığını merak etmekteydiler.
- Bakmayın yüzüme öyle dik dik… Diye haykırdı. Akıl dengem yerinde ve ben size sadece o adamı, o yaşlı adamı sormaktayım…
Fotonist Kay Rem bakışlarını kaptandan saklamaya çalıştı:
- İnanın bana kaptan, ben adam falan görmedim.
- Ya sen Vag?
- Görmedim kaptan.
- İnanın diyorsunuz ama inanmam kolay değil. Çünkü ben gördüm. Az önce şu kapıdan buraya, bu kapsüle girdi.
- Ama kaptan bu olanaksız. Vag ‘ı bilmem fakat ben bu kapsüle dışarıdan hiç kimsenin girmediğine kesinlikle eminim. Pozisyonum da buna elverişli işte. Kapıya yakın olan benim ve bulunduğum yerden bu kapsüle girebilecek herkesi görmem gerekir. Tıpkı, girerken sizi gördüğüm gibi. her şeye karşın, bana görünmeden içeri girebilmiş olsa bile, benim yanımdan bir adım bile öteye gitmiş olamaz.
- Neden gidebilmiş olmasın?
Soruyu Teğmen Vag Lom karşıladı:
- Zira, haberleşme çabalarım kendi çalışmalarını engellemesin diye Rem masalar arasına görünmeyen bir enerji perdesi çekmişti.
Fotonist Kay Rem arkadaşının yanıtını onayladı:
- Enerji azlığı yüzünden incecik bir perde çekebilmiştim. Bu nedenle hiçbir canlı varlık ortalığı ellialtıya vermeden Vag ‘ın yanına ve oradan da obir ünitelere ulaşmayı başaramaz bu koşullarda.
Kaptan Çi Vaştar derin bir kuşkuyla astronotların yüzlerine bakıyor, kendisinin görebildiği bir şeyi nasıl olup da onların göremediğini bir türlü anlayamıyor, onlara mı yoksa kendisine mi inanması gerektiğini asla bilemiyor, çözümü bulur gibi olduğunu her sanışında, kafasını çıkmaz bir sokağın kör duvarına vurup vurup duruyordu. Sonunda, kemdi gördüğüne onların göremediklerinden daha çok inandığının farkına vardı:
- Rem… Dedi. Ünitelerde canlı bir kimse bulunup bulunmadığını saptaması için detektörü devreye sok ve bu arada tüm üniteleri tek tek ana podyumdan geçir. Biz bunları yaparken sen imdat kapısı önünde nöbette kal Vag.
Tek bir canlı varlık izine rastlayabilmek için tüm üniteleri titiz bir taramaya alan detektör çalışmaları olumsuz sonuç verdi. Astronotlar, üç boyutlu görüntüleri ana podyuma aktarılan ünitelerin titizce incelenmesinden de herhangi bir fayda sağlayamadılar. Anlaşıldığı kadarıyla, kaptanın gördüğü yaşlı köylü, komuta kabinine girmiş ve orada varlığından iz bile bırakmaksızın kaybolup gitmişti. Nitekim, kendisiyle görüşmeye geldiklerinde; Teğmen Vag Lom ‘un elindeki detektörüyle hala daha kapı önünde nöbet tutmakta olduğunu gördüler ve canlı çıkış kaydedemediğini öğrendiler.
Herne halse; Kaptan Vaştar konunun ardına düşmekten birdenbire caymışa benziyordu. Nitekim, astronotlar onun:
- Çalışmalarınıza geri dönün.
Dediğini şaşkınlıkla duydular. Bununla birlikte komutu da ikiletmediler.
Kaptan Vaştar düşünceli bir tutumla bulunduğu yeri arşınlıyor, arada bir bazı aygıtlara, bazı göstergelere göz gezdiriyor, bakışlarını bazan Fotonist Kay Rem ‘in, bazan da Teğmen Vag Lom ‘un çalıştığı yönlere doğru çeviriyordu.
Kabin içindeki bu amaçsız dolaşması sırasında hava durumunu belirlemekte kullanılan aygıtların önüne gelen Kaptan Çi Vaştar ansızın haykırdı:
- Fakat bu rüzgar tersine esiyor… Duyuyor musunuz Rem? .. Tersine esiyor bu rüzgar…
İki astronot aynı anda ve derin bir şaşkınlık içinde ayağa fırladılar. Bir kaptanın tutarsız davranışlarına, bir de birbirlerinin yüzlerine baktılar. Aralarından kendisini ilk toplayabilen Fotonist Kay Rem oldu:
- Ne dediğinizi pek anlayamadım kaptan.
Komutan beklenmedik bir sertlikle bağırdı:
- Sağır mısın sen? .. Size “Bu rüzgar tersine esiyor.” Dedim…
Teğmen Vag Lom büyük bir şaşkınlıkla mırıldandı:
- Nasıl? .. Tersine mi esiyor rüzgar? ..
Kaptan Vaştar sakinleşmeye çalışıyordu:
- Sözlerim açık ve kesin… Dolaşık-bulaşık hiçbir yanı yok… Nasıl olup da anlayamıyorsunuz, şaşıyorum…
Fotonist Kay Rem yürekli bir tutumla:
- Fakat kaptan… Diye direndi. Rüzgarların, estikleri yönlere göre adlandırıldıklarını biliyorsunuz.
Teğmen Vag Lom safça ekledi:
- Kuzeydoğudan esene poyraz, güneybatıdan esene lodos, güneydoğudan esene keşişleme, kuzeybatıdan esene de kıble denildiğini.
Kaptan hala sinirliydi:
- Eksik bilgi… Diye söylendi. Tropiklerden ekvatora doğru esen rüzgarlara alize, ekvatordan kutuplara doğru esene üstalize, karalarla okyanuslar arasında esenlere muson, sıcak rüzgarlara föhn, sirocco, hamsin, soğuk rüzgarlara mistral, bora, krivetz denildiğini de biliyorum.
Astronotlar kaçamak bakışlarla birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı. Kaptan homurdanarak:
- Rüzgar nedir Rem? .. Nedir ha? ..
Diye sordu. Kay Rem kararsızdı:
- Bazı şeyleri tanımak kolay fakat tanımlamak gerçekten zor kaptan. Dedi. Nitekim, herkes herhangi bir para kupürünü çok büyük bir kolaylıkla tanıyabilir ama kupürün ön veya arka yüzünde neler bulunduğunu yeterli bir kesinlikle bilemez yani o kupürün tam bir tanımlamasını yapamaz. Bu nedenle bu konuda yeterli bir rüzgar tanımlaması yapabileceğimden pek emin değilim.
Teğmen Vag Lom atıldı:
- Ben de.
Kaptan Çi Vaştar sinirli sinirli homurdandı:
- Öyleyse dinleyin. Bizim “Rüzgar” dediğimiz şey; gerçekte, atmosferin hava hareketleridir. Bildiğiniz üzere; yeryüzü değişik sıcaklıklarda değişik basınçlar altında kalmaktadır. Sıcaklığın hüküm sürdüğü bölgelerde bir alçak basınç, soğuk havanın etki alanı altındaki yerlerde de bir yüksek basınç olur. Hava akımları, işte bu yüksek basınç alanlarından alçak basınç alanlarına doğru yönelir. Rüzgar da hava akımlarının bu durumudur. Bu, doğanın değişmez yasalarından biridir. Anlayacağınız kadarıyla; dünyada değişik basınç alanları bulunmasaydı, biz hiçbir zaman rüzgarlardan söz edemezdik. Ne yazık ki veya ne mutlu ki; bu iki değişik basınç alanı her zaman vardır ve dünya durdukça da varlığını sürdürecektir. Zira, rüzgarlar bizim için kesinlikle gereklidir. Buraya dek söylediklerimde sizi şaşırtacak hiçbir şey mevcut değildir. Ancak; bundan sonrasını pek de normal karşılayacağınızı sanmamaktayım.
Komutan bir el hareketiyle iki astronotu meteorolojik kayıt aygıtlarının yanına çağırdı ve parmağıyla barografı gösterdi:
- Eğer bu aygıt bozuk değilse; bizim bulunduğumuz bu bölgede rüzgar tersinden esmektedir. Alışılmışın tam tersinden. Yani yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru değil, alçak basınç alanından yüksek basınç alanına doğru.
Astronotların şaşkınlıkları görülmeye değer bir şaşkınlıklardandı. Duydukları bu sözler karşısında ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Bu yüzden ortaya çıkan sessizliği ilk bozan Teğmen Vag Lom oldu:
- Fakat bu olanaksız…
Fotonist Kay Rem yineledi:
- Evet, olanaksız…
Kaptan Vaştar oldukça rahatlamış görünüyordu. Yumuşak bir sesle:
- Ben… Dedi. İşin başında, rüzgarın ters estiği hususunu tescil etmek istemiyorum. Önce bundan kesinlikle emin olmalı, ondan sonra durumu tescil etmeliyiz. Rem, sen barografı kontrol kanalına al. Vag, sen de şu elektrik akımını stablizatörden geçir. Akım değişikliklerinin kayıtlara etki yapmadığından emin olmak gerek.
Fotonist Kay Rem, boşaltıcı kollara basarak barografı yerinden çıkardı, aygıtı kontrol kanalına doğru götürdü. Bu arada Teğmen Vag Lom, elektrik akımını stablizatörden geçirmeye çalışıyordu.
Çok kısa bir süre sonra Fotonist Kay Rem, yüzü sararmış bir halde yeniden göründü:
- Kaptan, bu barograf sağlam.
Diyerek elindeki barografı gösterdi. Fotonistin bu sözleri Teğmen Vag Lom ‘u bir hayli etkilemekle birlikte, kaptanı hiç şaşırtmadı:
- Bunun böyle olacağından emindim Rem. Diye karşıladı. Barografı yerine tak. Bir de akımla deneyelim. Kararı bundan sonraya bırakmamız doğru olur.
Kay Rem barografı yerine oturttu. Kaptan aygıtı devreye soktu. Değişen hiçbir şey olmadı. Yargı kesinleşmişti.
Rüzgar tersine esiyordu.
Kaptan Çi Vaştar:
- Bu durumda… Dedi. Ya alçak ve yüksek basınç alanlarının yer değiştirdiğini, ya da rüzgarın fizik kurallarının tam tersine, alçak basınç alanından yüksek basınç alanına saldıran hava akımlarından doğduğunu kabul etmek zorundayız.
Teğmen Vag Lom atıldı:
- Fakat kaptan, bu aynı zamanda meteorolojik kuralların da altüst olması demek değil midir?
- Evet Vag, öyledir. Ne kadar şaşırtıcı bir şeydir ki; fizik kuralları altüst eden bir durumla karşı karşıyayız.
Fotonist Kay Rem:
- Fakat bu olanaksız… Diyerek başını salladı. Hava akımının alçak basınç alanından yüksek basınç alanına yönelebilmesi, bir bakıma, boşluğa bırakılan bir taşın yere düşmeyip göğe yükselmesi kadar saçma oluyor. Her ikisinde de olasılık oranının kesinlikle sıfır olması gerektiği ortada.
Kaptan Vaştar durgun bir sesle mırıldandı:
- Basınç alanlarının yer değiştirdiğini kabul etmek zorunda kalmak gerçekten saçma. Fakat kabulden öte de çıkar yolumuz yok. Yani ne denli saçma olduğunu bile bile. Çünkü; alçak basınç ancak sıcak bölgeler üstünde oluşabilir. Tıpkı yüksek basınç alanının soğuk bölgeler üzerinde oluşabilmesi gibi.
Fotonist Kay Rem dalgındı:
- Alanlar yer değiştirmiş olamazlar mı kaptan?
- Alanların yer değiştirdiklerini kabullenmek bile bu durumun değişmesini gerektirmez. Sonuç aynı sonuçtur. Çünkü rüzgar, birinci derecede, sıcak ve soğuk hava bölgeleriyle değil, alçak ve yüksek basınç alanlarıyla bağıntılıdır. Kural ortadadır ve şimdiye dek tersi kanıtlanamamıştır. Boşalma yani hava akımının yer değiştirmesi yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğrudur.
Teğmen Vag Lom şaşkınlıktan kurtulamıyordu:
- Oysa burada hava alttan yukarı doğru boşalıyor. Yani alçak basınç alanından yüksek basınç alanına doğru akıyor.
Fotonist Kay Rem söylendi:
- Çözülmesi olanaksız bir problemle karşı karşıyayız belli ki.
Kaptan Çi Vaştar düşünceli bir tutumla başını salladı:
- Durumu küçümsediğinizi sanıyorum Rem. Karşımızda bir değil, birçok problem var. Problemler bence o kaynağı bilinmeyen kaosla başladı. Arkasından o garip santrifüj kuvvet…
Teğmen Vag Lom ekledi:
- İniş açısındaki o inanılmaz sapma ve denize inmemiz gerekirken bilgisayarın bizi karaya indirmesi.
Fotonist Kay Rem söze girdi:
- İmdat kapaklarımızın açılmayışı. Antigravite aygıtlarının pes edişleri.
Teğmen arkadaşının sözünü kesti:
- Detektör bankasının dünyanın nüfusu konusunda verdiği o yanlış bilgi.
Kaptan Çi Vaştar mırıldandı:
- Ve zincirin en garip halkası; gözümün önünde kapsüle girip kaybolan adam.
Kay Rem sordu:
- Şimdi gerçekten böyle bir adamla karşılaştığınıza inanalım mı kaptan?
- Yani şimdi bu, senin hala daha inanmadığını mı gösteriyor anlattıklarıma?
- Doğrusu evet. Fakat kabul etmelisiniz ki; kolay inanılır şey değil anlattıklarınız. Nitekim, siz yoksul giyimli, yaşlıca bir adamın kapsüle girdiğini söylüyorsunuz ve biz aradığımız zaman böyle bir adamı izine bile rastlayamıyoruz.
Kaptan Çi Vaştar başını salladı:
- Ne yazık ki; bu konudaki anlattıklarımı kanıtlayamayacak duruma düştüm.
Teğmen Vag Lom söylendi:
- Tıpkı barografın fizik kurallara ters düşen kayıtlarının yanlışlığını kanıtlayamadığımız gibi.
Fotonist Kay Rem ansızın haykırdı:
- Laser kaydı kaptan… İki derece gücünde…
Parmağıyla ekranlardan birinde belirip gözden kaybolmak üzere olan parlak beyaz bir ışık çizgisini göstermekteydi.
Kaptan Çi Vaştar:
- İmdat isteyen biri bu…
Diye mırıldandı. Teğmen Vag Lom heyecanla:
- Detektör kaydına göre ormandan geliyor olmalı…
Dedi. Teğmenin bu sözleri Kaptan Çi Vaştar ‘ı kendine getirmiş olmalıydı:
- Çarup… Diye haykırdı. Çarup olmalı bu…
Kaptan kapsülden dışarı fırlarken içeride kalan astronotlara seslendi:
- Kapsülü boş bırakmayın…
Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in komutanı Çi Vaştar koşarak çam ormanına daldı ve ağaçlıkların arasında gözden kayboldu.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman ‘ından > 215-267/731)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 3.10.2007 21:46:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu