Ana Karnına Dönüş - 2.2

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Ana Karnına Dönüş - 2.2

Şaşırtıcı Bir Olay

Fotonist Kay Rem başındaki kaksını çıkarıp koltuğunun altına alarak:
- Kaptan… Diye haykırdı. Olağanüstü bir görüntüyle karşı karşıya olduğumuzu, artık kaksa ve oksijen tüpüne gereksinmeyeceğimizi muştulayabilirim.
Birbirlerinin ardı sıra sırtlarındaki oksijen tüplerini çıkarıp kabine bırakan, giysilerinin küresel başlıklarını ellerine alan astronotlar, büyük bir sevinç içinde, lazerle kesilmiş imdat kapısından dışarı fırladılar.
Dışarıda görülmeye değer bir doğa bir başına hüküm sürmekteydi.Kabinin yakınlarından başlayan bir düzlük, oldukça ilerilerde yumuşak eğimli tepelere dek ulaşmıştı. Sık ağaçlarla örtülmüş olan tepelerde avuç içi kadarlık bir toprak parçası bile görünmemekteydi. Nitekim, zemin her yanda yemyeşil çimenlerle ve eşi-benzeri görülmemiş rengarenk çiçeklerle bezenmişti. Bu göz ve gönül okşayan yabanıl çiçek tarlasında rengarenk sınırlarıyla birbirlerinden ayrılan milyonlarca çiçek, zemini yer yer ayva rengi sarıya, kan rengi kırmızıya, deniz rengi maviye, çimen rengi yeşile, kar rengi beyaza, tırnak rengi pembeye boyuyor, varlığı izinden sezilen sevimli bir bahar yeli bu renk ve güzellik cennetini bir baştan bir başa dalgalandırıyor, çiçeklerin önce gövdeleriyle narin başlarını öne yatırarak gidiyordu.
Etimolog Şur Çarup:
- Aman tanrım… Diye haykırdı. Paradoksal yörüngedeki o cehennemden dünyadaki bu cennete çıkabilmek ne güzel…
Tatlı bir bahar esintisi altında esneyen dallarıyla iğne biçimindeki yemyeşil yapraklarıyla parlak güneş altındaki çiçek tarlalarını yelpazeleyen çam ağaçlarından çevreye gönülleri tutsak eden bir reçine kokusu yayılmaktaydı.
Doktor Emmol Lek gözlerini yarı yarıya kapatmış, derin soluklarla bu reçine kokusu dolu havayı ciğerlerine çekip duruyordu. Kaptan Çi Vaştar bakışlarını çevresinde gezdirmekteydi. Kapsülün çevresinde oldukça güçlü bir orman yangınının izleri vardı. Fakat bu yangının yakın bir zamanın yangını olmadığı daha ilk bakışta anlaşılmaktaydı. Gerçekten, denize değil, karaya inmişlerdi ve gerçekten kabin tabanının üstünde değil, sağ yanının üstünde yere oturmuş bulunmaktaydı. Görünürlerde, antenlerin ve radarın sinyal ve bilgisayarın boyutlu görüntü almasını zorlaştıracak herhangi bir engel yoktu. Fotonist Kay Rem durduğu yerde habire başını sallamaktaydı:
- Kaptan, bilgisayar bizi tam yerine indirmiş doğrusu. Denize inmemiz gerekirken karaya inmemize yol açan şu gizemli açı sapmasının yaptığına bir bakın. El-alemin varını-yoğunu harcadığı, yine de bulmakta zorluk çektiği bir buluntuya biz hiçbir zorluk çekmeden konduk.
Doktor Emmol Lek geriye dönerek homurdandı:
- Sen hangi buluntudan söz ediyorsun, defineci?
Soruyu Kaptan Çi Vaştar yanıtladı:
- Konuşmalarımız şu ileride görünen kaya parçaları üstüne doktor.
- E, ne varmış yani o iki kaya parçasında?
Fotonist Kay Rem gülüp duruyordu:
- Ne olduğunu ben söylemesem, inan ki; sen kendiliğinden bulup çıkaramazsın doktor.
Doktor Emmol Lek ilk kez olarak kendisini alamayıp kısa bir kahkaha kopardı:
- Doğrusunu söyleyeyim ki; ben de öyle sanıyorum.
Kay Rem söz konusu kaya parçalarını parmağıyla uzaktan göstererek:
- Doktor… Dedi. Senin “Kaya” deyip geçtiğin o iki parça olduğu gibi kurşun.
Doktor Lek omuzlarını silkti:
- Beni belki tıb konusunda kandırabilirsin ama kimya konusunda asla. Bunu ki; aklından çıkarma çilingir. Zira, benim bildiğim kurşun mavimtrak beyaz renkte, yumuşak bir madendir.
Fotonist bildiğinde diretip duruyordu:
- Senin şöyle ya da böyle demen durumu asla değiştirmez doktor. Bal gibi kurşun onlar. Elbette ki saf halde değiller. Fakat kurşunsülfür filizleri halinde olduklarını kolaylıkla söyleyebilirim. Belki de bu nedenle onlara “Kurşun” değil, “Galen” dememiz gerekecek. Yine de, sen istersen “Simli Kurşun” da diyebilirsin. Zira, o gördüğün parıltılı lifler gümüş doktor, gümüş.
Doktor Emmol Lek kurtuluşu homurdanmakta buldu:
- Sen şuna zengin olduk desene.
- Nedense işte onu diyemem.
- Niçin?
- Niçini ortada: Kurşunsülfür içinde taş çatlasa bindebir oranında gümüş bulunur. Açıkcası; tam bir ton kurşunsülfür kavurmadan bir kilo gümüş bile elde edemezsin.
- Öyleyse sevinmeye değmez.
- O kadar da değil. O gördüğün kaya parçalarının her bir yüz kilosundaki kırkbeş kilosuna kurşun gözüyle bakabilirsin.
Kaptan Çi Vaştar söze karıştı:
- Kurşunu, onu arayanlara bıraksanız çok daha iyi olur. her şeyden önce sizlere birer maden çavuşu olmadığınızı anımsatmak isterim.
Doktor Emmol Lek güldü:
- İnan ki Vaştar… Dedi. Maden çavuşu olup kara kayadan gümüşlü kurşun çıkarmayı astronot olup imdat kapakları ancak lazerle açılabilen havasız bir kapsülde ölümü beklemeye yeğ tutarım.
Komutan gülümseyerek omuzlarını silkti:
- Artık dünyaya ikinci gelişinde öyle yaparsın.
- Ben bu sözcükleri beğenmedim. bir şeyi tanımlarken de böyle yapıyor, aşırı eskimiş düşünceleri kullanıyorsun. Küf kokuyor bu sözün adeta.
- Neden?
- Böyle bir söz, her şeyin salt bu dünyada olup bittiği, insanoğlunun dünyadan bir adım bile uzaklaşamadığı ilkel çağlara yakışır da ondan. Bizim durumumuz öyle midir? Dünyadan çok büyük kolaylıkla ayrılıp yine çok büyük bir kolaylıkla geri dönebildiğimizi unutmasan ne iyi olur.
Kaptan Vaştar ‘ın alabildiğine neş ‘elendiği kopardığı kahkahadan kolaylıkla anlaşılmaktaydı:
- Ben ölümden sonraki gelişten söz ediyorum doktor. Ölümden sonraki gelişten. Yani yeni bir doğuştan.
Doktor Lek umursuzca başını salladı:
- O umuda boşuna yatırım yapmaya kalkışma Vaştar. Üzülerek söyleyeyim ki; ölenler için herhangi bir geri geliş yok. Şimdiye dek olmadığı gibi bundan sonra da olmayacaktır.
- Bunu sen mi söylüyorsun?
- Benden önce de çağlar boyunca birçok bilim adamı ve din adamı söyleyip durmuşlardır.
- Ben seninle bahse tutuşmak isterdim bu konuda Lek.
- Nesine?
- Nesi kolay. Bahsi yitiren, şu anda kabinde yapılması gereken ve bizi bekleyen işleri yapıp tamamlasın, olmaz mı?
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- Neden olmasın. Önce o işleri tamamlayalım, sonra da bahse tutuşalım.
- Anlaştık.
Kaptan Çi Vaştar, bulunduğu yerden ayrılmaksızın, herhangi bir şeye dokunmaksızın bakışlarıyla çevreyi gözden geçirmekte olan Etimolog Şur Çarup ‘a seslendi:
- Hey Çaruuup… Hemen iş başına… Kabinde yapılacak işlerimiz var…
Komutanın genç kadına seslendiğini duyan Teğmen Vag Lom kapsülün arkasından dolanıp çıkarken:
- Kaptan… Diyerek sokuldu. Bana pek şaşırtıcı gelen bir-iki şeyden söz etmek istiyorum.
Komutan merakla teğmenin yüzüne baktı:
- Ne var Vag?
- Bilmem sizin de ilginizi çekti mi? Bu gözalabildiğine uzanan yemyeşil çam ormanının dibi yüzbinlerce çiçekten oluşmuş bir tarlayı andırıyor.
Kaptan Vaştar elinde olmaksızın kaşlarını çattı:
- Evet ama neden ilgimizi çekip çekmediğini merak ediyorsun bunun? Görüntü olarak elbette ki çok güzel. Fakat bu güzelliği dışında ilgi çekici bir yanını pek göremiyorum.
- Dinleyin kaptan. Çam ağacının kendi türüne özgü bir bitki olduğunu biliyorum. Bu ağaç kuzey yarımküresinin ağaç sınırından tropikal bölgelere dek uzanan bir kuşakta yetişir. 1200 Metre ile 2600 metre yükseklikteki yerlerde ormanlar oluşturur. Yetişmek için suya pek gereksinmez. Ama bol ışığa, bol besine bayılır. Boyunun ortalama 40-50 metre kadar olabilmesindeki neden de budur.
Kaptan Vaştar yüzünü buruşturdu:
- Yine de bunun ilginç bir yanını göremiyorum.
Teğmen Vag Lom sözlerini sürdürdü:
- Ben de işin bu yanının yeterince ilginç olduğunu ileri sürecek değilim.
- Öyleyse söylemek istediğin nedir?
- Çam ağacı bol besine bayılır kaptan. Bunu az önce belirttim sanırım.
Doktor Emmol Lek söze karıştı:
- Peki ne var bunda Vag? Her bikri besine bayılır.
- Çam ağacı kadar değil doktor. Bu ağaç bol ışıktan yararlanabilmek için yükseldikçe yükselmek zorundadır. Bu nedenle obir ağaçlara oranla çok daha bol besine gerek duyar. Boyunun bazan 100 metreyi bulduğunu göz önünde tutarsanız, düşüncelerimde ne denli haklı olduğumu anlarsınız.
Söylenenlerden pek bir şey anlamadığı açık-seçik anlaşılan Doktor Emmol Lek tam sözlerini kesmek isterken teğmen basit bir el hareketiyle onu durdurdu:
- Çam ağacı, gereken bu bol besini alabilmek için çevresini sömürür durur. Benim bilebildiğim kadarıyla; sonuna dek sömürür. Bu nedenle çamın bulunduğu yerde obir bitkiler kolay kolay barınamazlar.
- Burada da barınamamış işte. Zira, görünürde çamdan başka tek ağaç yok.
Teğmen Vag Lom sözlerinin altını çizmek gerektiğini sezinledi:
- Gözalabildiğine uzanan ve insanı adeta büyüleyen bu rengarenk çiçek tarlasını ve şu zümrüt rengi çimenden oluşmuş bitki örtüsünü unutuyorsunuz galiba. Benim de üstünde durmak istediğim budur.
Kaptan Çi Vaştar sıkıntılı bir tutumla mırıldandı:
- Bunun bana pek öyle çelişik geldiğini söyleyemem Vag. Zira, insanın böyle bir çelişikliği ileri sürebilmesi için çok yeterli bir botanik bilgisine sahip bulunması gerek.
Teğmen bu savı benimsemedi:
- Bağışlayın kaptan. Dedi. Sizinle aynı kanıda değilim. Evinin bahçesinde tek bir çam yetiştirmiş bir insan bile kolaylıkla bilebilir bunu.
Komutan düşünceli düşünceli bakmaktaydı:
- Gerekirse bunun üzerinde durmaya çalışacağım Vag.
Teğmen Vag Lom bakışlarını kaptanla doktorun üstünde gezdirip duruyordu:
- Kaptan, biliyor musunuz? Ben bu çiçeklerin kokularını alamıyorum.
Kaptan gülümsedi:
- Nezleye yakalanmış olmayasın Vag?
- Lütfen kaptan. Bunu bana niçin doktor söylemiyor da, siz söylemeye kalkışıyorsunuz?
Doktor Emmol Lek takıldı:
- Bilmiyorsan öğren meraklım: Nezleye yakalanıp yakalanmadığını sorması gereken kimse kaptandır. Ben bir doktor olarak sadece çiçeklerin plastik olup olmadıklarını sorarım.
- O halde yanıtlayayım doktor. Çiçeklerden bir teki plastik değil ve ben de nezleye falan yakalanmadım henüz.
Doktor Lek homurdandı:
- Öyleyse neden alamayasın kokularını çiçeklerin? Bu tümüyle olanaksız Vag.
- Bunun olanaksız olduğunu ben de biliyorum doktor. Ama ne yazık ki; gerçek bu. Çiçeklerin kokularını alamıyorum. İşin ilginç olan yanı da bu zaten.
Kaptan Çi Vaştar inanamayan gözlerle teğmene bakıp duruyordu:
- Peki bu insanı sarhoş eden reçine kokularını da mı alamıyorsun Vag?
Doktor Emmol Lek tamamladı:
- Bu şahane çam reçinesi kokularını?
Genç astronot soruları soruyla karşıladı:
- Siz, her ikiniz, sözünü ettiğiniz o kokuları alabiliyor musunuz?
Belli belirsiz bir kuşkuya kapılan Kaptan Vaştar ister istemez çevresini koklamaya koyulmuştu. Fakat sonuçtan pek de memnun olmuşa benzemiyordu. Kekeleyerek:
- Vag… Dedi. Doğrusu ben… Şey… Pek emin değilim ama ben bu kokularımı aldığım kanısındayım.
Teğmen Vag Lom üsteledi:
- Ya sen doktor? Sen de bu kokuları aldığından emin misin?
Doktor Emmol Lek de koklama duyusu konusunda kuşkuya kapılmıştı. Yine de yanıldığını söylemekten çekinirmiş gibi bir tutumu vardı:
- Evet. Diyebildi. Eminim.
Vag Lom inatçı bir tutumla söylendi:
- Hayır doktor, değilsin. Sen de, kaptan da, her ikiniz de bu kokuları duyduğunuzdan emin değilsiniz. Çünkü; bu kokuları almanıza zaten olanak yok. Gerçekten, bizim bu kokuları falan almamız olanaksız. Evet, biz bu kokuları almıyor fakat aldığımızı sanıyoruz. Zira, koşullu bir refleksin etkisi altındayız ve bünyesel yapımız itibariyle istesek de bunun dışına çıkamayız.
Kaptanla doktor aynı anda mırıldandılar:
- Koşullu bir refleksin etkisi altında aldığımızı sanıyoruz.
Teğmen Vag Lom sözlerini sürdürdü:
- Bu bir tür sinema kurgusuna benziyor. Önce, kardın solundan sağına doğru ilerleyen ve kadrdan çıkan bir adam görüyorsunuz. Sonra, aynı yerden girip aynı yerden çıkan bir ikinci adam daha görünce; ikincinin birinciyi izlediği kanısına kapılıyorsunuz. Bu aslında bir kurgudur ve kurguyu yapan sizi böyle koşullandırmak istemiş ve bunda da başarı sağlamıştır. Bir ikinci örnek daha vereyim. Hangi sinema salonunda oturursanız oturunuz. Konumu yani yönleri itibariyle kendinizi hep aynı sinema salonunda sanırsınız. Bu da bir koşullu reflekstir. Siz, elinizde olmayarak, perdeyi önünüzde görür görmez, kendi tanıdık sinema salonunuzun iyice bildiğiniz dört yönünü hemen bu perdeye göre yerlerine yerleştiriverirsiniz. Oysa bu, gerçeğe her zaman uymaz. Çünkü her sinema salonunun perdesi aynı yöne yerleştirilmemiştir. Burada da durum aynı. Çam ormanını ve parlayan güneşi, hatta çamın sızmakta olan reçinesini görüyorsunuz ve bunu esasen belleğinizde mevcut olan bir eski reçine kokusuna bağlıyorsunuz yani salt kurgu yapıyorsunuz ve gerçekte reçine kokusu falan almıyorsunuz. Bu, karşınızdaki şu ilkbahar, şu yüzbinlerce renkli çiçek, şu çiçekleri bir yönden bir yana yatıra yatıra esen ilkbahar yeli için de böyledir. Çünkü; ortada ne reçine, ne bahar, ne de çiçek kokusu var.
Kaptan Çi Vaştar ve Doktor Emmol Lek kendi kendilerine güvenemeyen tutumlarla dört bir yanlarına döne döne havayı koklayıp durmaya başlamışlardı. Onların bu konudaki düşüncelerini açıklamaya fırsat bırakmayan Fotonist Kay Rem:
- Kaptan… Diyerek araya girdi. Çok mantık dışı bir olayla karşı karşıyayız.
Havayı koklamayı bırakan komutan bu kez Kay Rem ‘e döndü:
- Sen nasıl bir olaydan söz ediyorsun Rem?
Genç astronot şaşkınlığını belli etmemeye çalışmaktaydı:
- İlk anda, çevremizdeki bu orman yangınına bizim yol açtığımızı sanmış, biraz da üzülmüştüm. Fakat incelediğim zaman durumun hiç de sandığım gibi olmadığını çabucak anladım.
Kaptan Vaştar gözlerini fotoniste dikti:
- Yani şu kömür yığınlarına dönmüş, yanmış kavrulmuş, yapraksız, dalsız ağaç kalıntılarına bizim fren jetlerinden püsküren alevlerin yol açtığını sandın.
- Evet kaptan,öyle sandım. Fakat durum hiç de sandığım gibi çıkmadı. Yani kapsül etrafındaki ağaçlar, fren jetlerimizin yere püsküren alevleriyle yanmış değiller.
- Peki ama bunu nasıl anlamış olabilirsin?
Kay Rem ‘in gözlerinde garip bir parıltı vardı:
- Bunu, bilgisayarın herhangi bir yangın söndürme çabası göstermemesinden anladım kaptan.
Salt kaptan değil, onunla birlikte yanında bulunan obir astronotlar da elde olmayan bir şaşkınlığa düşmekten kendilerini alamadılar ve bilgisayarın neden herhangi bir yangın söndürme çabası göstermediğini ilk öğrenmek isteyen de Kaptan Çi Vaştar oldu:
- Nasıl olur da bilgisayar yangın söndürme girişiminde bulunmaz Rem? Onun böyle bir girişimde bulunmadığından emin misin?
- O konuda kuşkum yok kaptan. Gereken tüm kontrolleri yaptım. Bilgisayar, kapsülün yere inişini izleyerek herhangi bir yangın söndürme girişiminde bulunmamış.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- İyi ama neden? Alınmış her türlü soğutma önlemlerine karşın bir uzay kapsülünün atmosfere girişte, sürtünme nedeniyle aşırı bir biçimde ısındığını, bunun bir başına bile böyle bir çam ormanında kolaylıkla yangın çıkarabileceğini bilmiyor mu bu makine? Yani şu akıldânâsının aklı yoksa, burnunun delikleri de mi yok? Bildiğiniz üzere; kapsüldeki fren jetlerimizin püskürttüğü alevler değil böyle bir yörede, hatta koskoca bir ülkede bile yangınlar çıkaracak özelliktedir. Diğerini göz önünde bulundurmasa bile, bilgisayarın en azından bunu dikkate alması gerekmez miydi?
Fotonist Kay Rem belli belirsiz gülümsedi:
- Konunun tam burasında önemli bir noktaya değinmek istiyorum doktor. Pozitronik bir beyinle silikon hücrelerdeki bilgilere dayanarak düşünen, uslamlama yapan ve reaksiyon gösteren şu aygıtı küçümsemeyelim lütfen. Ola ki gururuna dokunmuş bulunuruz. Bilgisayarın görevinin fren jetlerimizden çıkan alevleri değil, bu alevlerin yahut kabin sıcaklığının yol açacağı yangınları söndürmeye yönelik olduğunu özellikle belirtmek istiyorum. Aygıtın görevi fren jetlerindeki alevleri söndürmek olsaydı; atmosferden yere ne denli inersek inelim, fren yapmamıza yani yumuşak inişi gerçekleştirmemize hiçbir zaman olanak kalmazdı. Çünkü; jetler fren yaptıkça bilgisayar habire alevleri söndürüp durmak suretiyle ister istemez jetleri çalışmaz hale sokardı. Esasen kendisinden beklenen de, fren jetlerimizin alevlerini söndürmek değil, bu alevlerin veya kapsül sıcaklığının yol açabileceği yerel yangınları önlemektir. Ve bildiğiniz üzere; bilgisayar bu bölüme ilişkin yangın söndürme görevini de, yangın çıkması olasılığı bulunan veya yangın çıkan yerlere sulandırılmış sülfürik asit sıkmak suretiyle yerine getirir. Oysa; kapsülün yere inişinde aygıt böyle bir görev yapmaya gerek görmemiştir. Bunu hem bilgisayarın devreye girmemiş olmasından, hem kapsülün indiği alanda yangın izi ve sülfürik asit kalıntısı bulunmamasından, hem de; kabinin tabanının üstüne değil, sağ yanının üstüne yere oturmasından anlamaktayız. Aygıt gerçekten görev yapmaya gerek görmemiştir. Zira, indiğimiz alanda sulandırılmış sülfürik asit kalıntısı yoktur. Olması da olanaksızdır. Çünkü; bilgisayarın asit dolu olan deposundaki sülfürik asit düzeyi eksilmemiş yani bir damlalık bir asit bile kullanılmamıştır. Bu da bir yana, halihazırda kapsülün sol yönünde bulunan doğa parçasında en küçük bir yangız izine bile rastlanmamaktadır. Oysa; böyle bir ize, yani herhangi bir yangın belirtisine rastlanması gerekmekteydi. Zira, tabanı üstünde yere inmesi gereken komuta kabini yere sağ yanının üstüne indiği için tabanı sol yanımıza ve tepesi sağ yanımıza gelmiştir. Böyle bir pozisyonda fren jetlerimizden püsküren alevlerin solumuzdaki çam ağaçları arasında yangın çıkarmamış olması akla sığmaz, mantığa ters düşer. Oysa; sol yanımızdaki doğa parçasında doğa kendi eski yaşantısını aksaksız sürdürmektedir. Ben kendime güveniyorum; bu dediklerimi hemen kontrol edebilirsiniz. Bir saniye bekleyin. Henüz bitmedi. Çünkü; dahası var. Ve bu dahası, önceki anlattıklarımdan çok daha önemli gibi gelmektedir bana. Kapsülün pozisyonu ortada. Açıklığa kavuşturmak gerekirse; kabin sağ yanının üstüne yatmış bulunmaktadır. Yani yere tabanının üstüne değil, sağ yanının üstüne inmiştir. Onun bu pozisyonu, az önce de söylediğim gibi; kapsül tabanının sol yanımızda kalmasına yol açmıştır. Anlatabileceğim kadarıyla; biz atmosferden yere inerken fren jetlerimiz yere doğru değil, sol yanımıza doğru fren yapmıştır. Haliyle alevleri de o yöne püskürüp durmuştur. Şimdi sözlerimin altını çizmek istiyorum: Bu koşullar altında hiçbir uzay kapsülünün yumuşak iniş yapmasına olanak yoktur. Ve şimdi nefes alıyorum. Çünkü; biz bu yumuşak inişi gerçekleştirdik. Peki, nasıl olabildi bu? Ben aradım, çözemedim. Çözümünü size bırakıyorum.
Kaptan çi Vaştar ‘ın ne düşündüğü belli olmuyordu. Doktor Emmol Lek tüm yaşantısında belki de ilk kez homurdanmayı unutmuştu ve görgüsüzlük sayılıp sayılmayacağını düşünmeksizin dört tırnağıyla birden kafasını öne doğru şiddetle kaşımaktaydı. Teğmen Vag Lom, kirazını değil, terazisini satmış olan aptal satıcıları andırmaktaydı. Etimolog Şur Çarup ortada olağanüstü bir şeyler döndüğünü sezerek yanlarına dek gelmiş olmakla birlikte, konu öncesinden haberi bulunmadığı için kırışmış suratlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu.
Bununla birlikte, batan geminin kurtarılması pek uzun sürmedi. Kendini toplayıp toplamadığı henüz belli olmayan fakat ortadaki probleme dokunmamakla şimdilik yarar gördüğü daha ilk bakışta anlaşılan Kaptan Çi Vaştar az-çok durulmuş bir sesle:
- Vag ‘a yardım et Rem. Dedi. Şu iki kurşunlu kaya parçasını buraya dek getirin.
Bu beklenmedik direktif üzerine, görevlendirilen astronotlar kemerlerinden antigravite aygıtlarını çıkardılar. Durdukları yere dek yürüyüp sözü edilen kaya parçalarını havalandırarak berikilerin bulundukları yöreye götürmeyi denediler. Fakat salt birinin değil, ikisinin de bu çabaları beklenen yararı sağlamadı.
Öfke dolu bakışlarını elindeki antigravite aygıtında gezdiren Fotonist Kay Rem:
- Benim antigravite aygıt karasevdaya fazla dayanamamış Vag. Dedi. Seninkini denesene.
Teğmen Vag Lom sıkıntılı bir sesle sızlandı:
- Görmüyor musun denediğimi? .. Şaşmamak elde değil… Benimki de iş görmüyor… Bu ahlaksızın değil bu kaya parçalarını, hatta bir pireyi bile havaya kaldırabilecek yeteneği kalmamış…
Durumu ta uzaktan sezinlediği anlaşılan Kaptan Çi Vaştar:
- Vaaag… Diye haykırdı. Şarjetmeyi unutmuş olmayasın? ..
Teğmen son derece büyük bir şaşkınlıkla bir elindeki antigravite aygıtına, bir de az ötesindeki kaya parçalarına bakmaktaydı.
- Sanmam kaptan… Diye bağırdı. Zira, ben de aynı soruyu Rem ‘e sormaya hazırlanıyordum. Çünkü; onun aygıtı da işe yaramayacağa benziyor.
Komutan haykırışını yinelemekteydi:
- Belki de kaya parçaları aygıtın havalandırabileceği yükten daha ağırdırlar.
- Böyle bir olasılık söz konusu bile değil kaptan. Bunu siz de biliyorsunuz. Zira, Bu aygıt 5 tonu 3 metre yukarıya kaldırıp 10 kilometre öteye taşıyabilecek kapasitede.
- Haklısın herhalde Vag. O kaya parçalarından hiçbirinin 5 tondan daha ağır olabileceğini sanmıyorum. Ne dersin Rem? Kaya parçalarının kurşunsülfür bileşiği olduklarını öne süren sensin.
Fotonist Kay Rem bir hayli yüksek bir sesle yanıtladı:
- Aynı kanıdayım kaptan. Kurşunsülfür bileşiği de olsa; bu kaya parçalarından değil birinin, hatta ikisinin birden 5 ton çekebileceğini ummam.
Teğmen Vag Lom yarı duyulan, yarı duyulmayan bir sesle söylendi:
- Evet, ikisinin toplam ağırlığı bile 5 ton etmez bunların.
Kay Rem ekledi:
- Etse bile vızgelmesi gerek antigravite aygıtlarına.
Kaptan Çi Vaştar seslendi:
- Getir şu aygıtları bana Vag… Her ikisini de… Onları kontrol etmeden suçlamamız gereksiz…
Teğmen Vag Lom arkadaşının antigravite aygıtını alarak getirip kendisininkiyle birlikte kaptana uzattı. Kaptan Çi Vaştar, arkasında Doktor Emmol Lek ve Etimolog Şur Çarup olduğu halde kapsüle girdi. Aygıtları kontrol kanalında denetleyip çıkardı. Yüzünde anlatılması zor olan bir şaşkınlığın izleri belirmişti. Kabinden çıkarak her iki astronotun yanına gitti:
- Durumun sizleri de en az benim kadar şaşırtacağından eminim ve ne denli şaşarşanız şaşınız, sizi kınayamam. Zira, bu aygıtların her ikisi de sağlam. Her ne koşul altında olursa olsun 5 tonluk her bir tür yükü 3 metre yükseğe kaldırıp 10 kilometrelik bir uzaklığa kolaylıkla taşıyabilirler.
Astronotlar birbirlerine bakıştılar. Aralarından ilk konuşan Teğmen Vag Lom oldu:
- İşte buna gerçekten şaşılır. Ağırlığı 5 ton bile gelmeyen bir-iki kaya parçası, sapasağlam bir-iki antigravite aygıtına boyun eğmiyor.
Fotonist Kay Rem derin bir şaşkınlık içindeydi:
- Sanki kendi dünyamıza değil de, tümden yabancı bir gezegene inmiş gibiyiz. Bu tür inanılmaz olaylar çıksa çıksa salt yabancı gezegenlerde ortaya çıkabilir.
Teğmen Vag Lom çevresine bakındı:
- Oysa burası bizim kendi dünyamız. Kendi gezegenimiz. Doğum yerimiz. Evimiz-barkımız. Bu ağaçlar bizim ağaçlarımız. Bu gözalabildiğine uzanan çam ormanı bizim. Bu ayvadan sarı papatyalar, bu akasyadan beyaz salkım çiçekleri, bu deniz mavisi dağ menekşeleri, bu gül rengi yüksükotları, bu yanak pembesi dağyıldızları bizim. Bunlar bizim kendi gezegenimizin, kendi dünyamızın yüzbinlerce çiçekten oluşmuş samanyolları. Şöylesine uzansam; Asya ‘ya, böylesine yürüsem; Amerika ‘ya ulaşacağımdan kuşkum yok. Ve Avrupa ‘ya, Afrika ‘ya, Avustralya ‘ya.
Fotonist Kay Rem ‘in şaşkınlığı arkadaşınınkinden geri kalmamaktaydı:
- Dünya bizim dünyamız ama olaylar bizden değil.
Kaptan Vaştar ‘ın ne düşündüğü yüzünden belli olmuyordu:
- Ortada anlaşılmaz bir şeyler var ama acaba ne?
Fotonist:
- Bir değil kaptan. Dedi. Ortada anlaşılmaz birçok şeyler var. Nereden çıktığı bilinmeyen bir kaos bizi vektörel rotamızdan alıp paradoksal bir yörüngeye soktu. Arkadaşlarımızın tam 120 sini birden Analiz ve Sentez Ünitesi ‘ne gönderen bir santrifüj kuvvet başımıza işler açtı. Uzayda yer merkezimizle haberleşme bağlantısı kuramadık. Anlayamadığımız bir biçimde atmosferden yere inerken iniş açımızda garip bir sapma ortaya çıktı. Nasıl olduysa oldu, denize inmemiz gerekirken karaya indik. 5 Tonluk yükleri 3 metre havaya kaldırıp bana mısın demeden 10 kilometre öteye taşıyabilen antigravite aygıtlarımız basit ve hafif iki kaya parçasını yerinden bile kıpırdatamaz duruma düştü. İçinde bulunduğumuz uzay kapsülümüz tabanının üstüne yere konacağına sağ yanının üstüne oturdu. Fren jetlerimiz yere doğru püskürmesi gereken alevlerini boşluğa doğru püskürttü. Böyle bir inişle başımıza işler açması gereken kabin her nasılsa toprağa yumuşak iniş yaptı. Püskürttüğümüz alevler çevremizde en küçük bir yangın bile çıkarmadılar. Tüm bunların yanı sıra kendi dünyamızın 6 milyar olması gereken nüfusunun 5 milyondan ibaret bulunduğunu sicilinde tek kötü notu bulunmayan detektör bankamızdan öğreniverdik ki; bu da her şeyin üstüne yaman bir tüy dikmiş oldu.
Teğmen Vag Lom öfkelendi:
- Ve bizim akıl gücümüz şimdi bunları çözmeye bile yetmiyor.
Kaptan Çi Vaştar dalgındı:
- Evet. Diye mırıldandı. Bazı olağanüstü olaylar karşısında bulunduğumuza ben de inanmaya başladım. Umarım ki; tüm bu gizemli olayların inandırıcı birtakım çözümlerini bulabilelim. Fakat bize her neye mal olursa olsun bunları şimdilik daha sonraya bırakmak zorundayız. Zira, her şeyden önce yapılması gereken önemli işlerimiz var. Bu nedenle ben buradaki işlerimizi artık bitmiş sayıyorum. Şimdi lütfen hep birlikte kapsüle dönelim.
Komutan önde, astronotlar arkada olmak üzere hep birlikte yürüyüp kabine girdiler.
Tümünde derin bir yorgunluk havası vardı. Doktor Emmol Lek bunun bir oksijen yorgunluğu olduğu kanısındaydı. Koltuklarına oturup bir süre dinlenmelerini öğütlediği arkadaşlarına da durumu böylece açıklamaya girişmişti. Yolculuğunun daha ilk anlarında başladığı yere dönmüş bir kapsülden ibaret kalan Yıldızlararası Uzay Gemisi Foton 1 ‘in doktoruna göre; bu yorgunluk, ciğerlerin oksijene uyumsuzluk göstermesinden ortaya çıkan bir bitkinlik haliydi. Hem geçici, hem de fizyolojik olduğu öne sürülebilirdi. Nitekim, kabinde bulundukları sürece, iç atmosferi oluşturan azot-oksijen karışımını solumuş, jeneratör yetersiz kalınca; farkına bile varmadan gizli bir soluk alıp verme bunalımı geçirmiş, hiçbir alıştırma yapma olanağı bulamadan doğruca doğanın kucağına atılmışlardı. Yorgunluk işte bu önlemsiz ve ivedi davranışın ortaya çıkardığı bir sarsıntıydı. Konuya tüm uzmanlığıyla el atan Doktor Lek, şimdi ciğer küskünlüğünden söz etmekteydi. Pek önemli sayılmayan, az bir sürede düzeleceği belirtilen bu ciğer küskünlüğü konusundan sonra, beş astronot, bir süre de antigravite aygıtlarının kaya parçaları karşısındaki o garip yetersizliklerini görüşüp durdular. Doktor Emmol Lek. Arkadaşları üstünde bazı yeni sağlık testleri yaptı. Bu da tamamlanınca:
- Şimdilik istediğiniz kadar tek vurup çift sıçrayabilirsiniz. Dedi. Onları sana teslim ediyorum Vaştar.
Kaptan Vaştar ciddi bir tutumla karşıladı:
- Teşekkürler Lek.
Kaptan koltuğundan kalkmaksızın:
- Arkadaşlar… Diyerek sözlerini sürdürdü. Bildiğiniz üzere; henüz güneş uzayındayken karşılığını çok pahalı ödemek zorunda kaldığımız bir felakete uğradık. Yapılması gereken işlemleri öğrenmek amacıyla başvurduğumuz haberleşme çabaları sonuç vermedi. Uzay üssümüzle bağlantı bile kuramadık. Haberleşme aygıtlarımız kusursuz çalıştıkları halde, uğraşlarımız karşılıksız kaldı. Merkez bizi duymadı veya duyamadı. Bu nedenle yolculuğu sürdüremeyip dünyaya geri döndük. Bizi denize indirmek üzere programlanmış olan ve fakat koşullara göre program uygulama yeteneği ve yetkisi bulunan bilgisayar bizi deniz yerine karaya indirdi. Yanlışlığa iniş açısındaki bir sapmanın yol açtığını az-çok anladık. Fakat sapmanın bilgisayarla ilgili bir nedenden mi, yoksa onun dışındaki bir husustan mı kaynaklandığını henüz öğrenemedik. Önümüzde hem olağanüstü, hem de çok zor çözümlü bir takım olaylar bulunduğu inkar edilemez. Rotamızı çıkmaza sokan o gizemli kaos, santrifüj kuvvet, kurulmasına olanak bulunamayan haberleşme bağlantısı, iniş açımızdaki garip sapma, detektör bankasının dünya nüfusu konusunda yaptığı saptamalara dayanarak verdiği gerçek dışı bilgi, imdat kapaklarımızın inanılmaz kilitlenmesi, antigravite aygıtlarının bir-iki kaya parçasına söz geçiremeyişi bunlardan bazıları. Ve bunlar; kesinlikle çözmek zorunda olduğumuz fakat belki de asla çözemeyeceğimiz bazı tutarsızlıklar. Bir bakıma bunların çözülmesini sonraya bırakmak bana en doğru yolmuş gibi görünmektedir. Zira, önce yapılması gereken daha başka işlerimiz var.
Kaptan Vaştar sözlerinin etkisini ölçebilmek amacıyla bakışlarını bir süre arkadaşlarının yüzlerinde gezdirdi. Üç erkek astronot arasında bir güzellik tanrıçası gibi oturmakta olan Etimolog Şur Çarup ‘un gözlerinin bu derece güzel olduğunun ilk kez farkına varmaktaydı. Bakışlarını genç kadının cesur bakışlarından kaçırmaya çalışarak sözlerini sürdürdü:
- Meteor yağmurunda parçalanmış bir uzay gemisinden artakalan bir kapsülle koşullarını bilmediğimiz yabancı bir gezegene inmek zorunda kalmayışımızı şansımızın açık olduğuna kanıt sayabiliriz. Nitekim felaket bizi uzayın bir başka bölgesinde de yakalayabilir veya ateşlemek istediğimizde; yörünge jetlerimiz çalışmayıp bizi sonsuzluğa kadar o paradoksal yörüngede tur çekmek zorunda bırakabilirdi. Meteor yağmurundan burnumuzun ucu bile kanamadan kurtulabilmemiz de böyle. Bu nedenlerle ve kolaylıkla, şansımıza çok şeyler borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle de bizi yine kendi dünyamıza geri gönderdiği için. Kendi dünyamızdan söz edişim sizi hemen sevindirmesin. Çünkü; bu koşullar altında burada bulunuşumuzla yabancı bir gezegene inmiş olmamız arasında pek fazla bir değişiklik vardır diyememekteyim. her şeyden önce, kendi dünyamıza inmiş olmakla birlikte, yer olarak nerede bulunduğumuzu bilememekteyiz. İndiğimiz yer kendi topraklarımız olabileceği gibi, dost veya düşman bir ülkenin toprağı da olabilir. Zira, iniş açımızdaki sapmanın gerçek değeri konusunda herhangi bir bilgi edinmiş değiliz. Bu konuda bilebildiğimiz tek şey; iniş açımızda sapma olduğu ve denize inmemiz gerekirken karaya inmiş bulunduğumuzdur. Dost veya düşman topraklarından birinde bulunmamızın doğuracağı avantaj veya dezavantajlar üzerinde durmayı şimdilik gereksiz buluyorum. Çünkü; bunun önemini tümümüz bilmekteyiz. Bu koşullar altında ilk önce, iniş açımızda ortaya çıkan sapmanın gerçek değer ve önemini saptamak, bulunduğumuz yerin koordinatlarını öğrenmek, uzay üssümüzle, olmazsa; kendi ülkemizle, olmazsa; toprağında bulunduğumuz şu veya bu ülkenin yetkilileriyle temasa geçmek zorundayız.
Doktor Emmol Lek:
- Vaştar… Diye söz aldı. Sen bize her şeyden önce şunu söyle: Tehlikede miyiz, değil miyiz?
Kaptan Çi Vaştar yanıtladı:
- Bunu şimdilik söyleyebileceğimi sanmıyorum Lek. Bence durum, dost veya düşman bir ülke toprağında bulunmamıza göre değişebilir.
Etimolog Şur Çarup ayrıntıya indi:
- Ya da kendi topraklarımızda bulunup bulunmadığımıza göre. Yanlış mı düşünüyorum?
Kaptan Vaştar:
- Doğru düşünüyorsun. Diye onayladı. Durum işte böyle koşullara bakılarak değerlendirilmelidir.
Fotonist Kay Rem yerinde kımıldandı:
- Siz bu durumu normal görebiliyor musunuz kaptan?
- Hangi durumdan söz ediyorsun Rem?
Fotonist Kay Rem:
- Kaptan… Diyerek sözlerini sürdürdü. Atmosferden inişimizin başkalarınca görülmemiş olma olasılığı bence sıfırdır. İndiğimiz görenler mutlaka olmuştur. Bu nedenle, kapsülün inmiş olduğu yere kimseciklerin gelmemiş olmasını normal karşılamamıza olanak yoktur.
Doktor Emmol Lek homurdandı:
- Evet, bunda bir anormallik var. Birilerinin kesinlikle bizi görmüş olması gerek.
Kaptan Vaştar:
- Bu konuda haklı olabilirsin Rem. Dedi. Ancak, birilerinin bizleri görüp görmediği hususuyla daha sonra uğraşmak istiyorum. Şimdilik, önümüzdeki tutarsızlıkları çözmeye uğraşacak zamanımız olduğunu sanmıyorum. Zira, öncelikle bazı temel bilgilere ulaşmak ve kendi özgüvenliğimizi sağlamak zorundayız.
Bir anlık bir sessizlikten sonra komutan sözlerini sürdürmeye koyuldu:
- Şimdi işbaşına… Vag, sen, yer merkezimizle bağlantımızı kurmaya çalışacaksın, merkezin yakınında, uzağında, kendi ülkemizde, dost veya düşman topraklarda, her nerede bulunursak bulunalım, her koşul altında durumumuzu uzay üssümüze bildirmekle yükümlü durumdayız. Bu nedenle bağlantımızı elden geldiğince ivedi bir biçimde sağlamaya çalış ve başarıya ulaşır ulaşmaz da bana haber ver.
Kaptan Fotonist Kay Rem ‘e döndü:
- Bulunduğumuz yerin koordinatlarının saptanması işleriyle seni görevlendiriyorum Rem. Elinden gelen her şeyi yap ve nerede olduğumuzu bana ivedilikle bildir. Bu kadarının bile bize yetmeyeceğini biliyorsun sanırım. O itibarla; bulunduğumuz yörenin hangi ülkenin topraklarında yer aldığını, uzay üssümüze olan uzaklığını, yabancı bir ülkedeysek; bu ülkenin devletini, yönetim biçimini, ulusunun hangi kliklerden oluştuğunu, hangi dili veya dilleri konuştuğunu, hangi dinin peşinden gittiğini, kısacası; böyle konularda gereken her bilgiyi bellek bankalarından çıkarmanı ve önümüze eksiksiz olarak koymanı beklemekteyim.
Komutan son kez parmağıyla Doktor Emmol Lek ‘in göğsüne hafifçe dokundu:
- Ve sen Lek. Dedi. Siz ikiniz; sen ve Çarup hemen çevre araştırmasına çıkın. Ancak ben bu araştırmayı ayrı ayrı yapmanızı istiyorum. Çünkü; bize hem iyi, hem güzel, hem de güvenli bir kamp yeri bulmanızı umudetmekteyim. Zira, şimdilik burada yani kapsülün yakınında kamp yapmamızın doğru olacağı kanısında değilim. Haliyle böyle düşünmemi gerektiren nedenlerim var. Bu itibarla; tehlike olasılığı az olan bir yerde kamp kurmamız daha iyi ve daha yararlı olacaktır. Bu bakımdan sizin bu araştırma gezinizden beklediğim biri; böyle bir kamp yerinin bulunması, obiri ise; bolca çevresel bilgi sağlanmasıdır.
Kaptan Vaştar sözlerinin burasında, arkadaşlarını uğurlarcasına ellerini açarak gülümsedi:
- Haydi, şimdi tümünüz görevlerinizin başına.

(Hikmet BARLIOĞLU (1933 – 2003) ‘nun
Ana Karnına Dönüş İsimli Kurgubilim Roman ‘ından > 192-214/731)

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 7.9.2007 12:06:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmet Barlıoğlu