1.2
Fotonist Kay Rem
Doktor Emmol Lek:
- Rem…
Diye bir sevinç çığlığı kopardı. Gözlerine inanamıyordu. Kaosun ilk etkileri altında kendisinin gemide kalan son canlı olduğu yanılgısına kapılmış ve bunun sonuçlarını düşünmek bile istememişti. Fotonist Kay Rem, bu beklenmedik kaosun sisli yıkıntısı içinden yavaş yavaş beliren bir anıt gibi çıkıvermişti. Kumanda kabininin oksijen tanklarına açılan otomatik kapısına sırtını dayamış, öylece duruyordu. Fotonistin sol dirseğinden aşağıya kanlar sızmaktaydı ve sol kol oldukça aşağı sarkmıştı. Eli eldivensizdi ve kan açık parmaklarından aşağı damlıyordu. Eldivenli olan sağ elini kabinin duvarına yaslamıştı. Giysileri sırtında buruşmuş, saçlarının kanla ıslanan bir tutamı sol kaşının üzerine yapışmıştı.
Doktor Emmol Lek, kendisinden daha uzun boylu olan esmer, zayıf ve 27 yaşlarında kadar görünen delikanlıya yaklaştı. Gözlerinde yılardır özlem çektiği bir dosta kavuşmanın sevinci okunuyordu:
-Rem, yaralısın…
Fotonist, olduğundan sarı görünen solgun yüzüne karşın tatlı tatlı gülümsedi:
- Bu o denli önemli değil, doktor. Dedi. Ölümden kurtuldum.
Doktor Lek delikanlının kan damlayan parmaklarını incelerken:
- Önemli olmadığından emin misin? Diye sordu. Dirsek bir hayli parçalanmış.
- Kahvaltı için eldivenimi yeni çıkarmıştım. Sağ eldivenim ise kilitlenmedi. Botlarımın elverdiği kadarıyla iç çepere savrulduğumu anımsıyorum. Bir bakıma ölümden döndüm sayılır. Doktor, sen dirseği parçalandığı halde dizleri acıyan insan gördün mü hiç?
Doktor Emmol Lek yere çömeldi. Fotonistin manyetik fermuarlarını şaklatıp açarak botlarını çıkardı. Giysinin üzerinden bacaklarının dizden aşağılarını ayrı ayrı yokladı. Fotonist haykırmamak için kendisini güçlükle tutmaktaydı. Doktor doğrularak:
- Basit bir burkulma. Dedi. Anlaşılan santrifüj kuvvet elektromiknatısları zorlayacak ölçüde güçlüymüş.
Kay Rem duvara dayalı olan sağ elini uzatarak gülmeye çalıştı:
- Ayni kanıdayım. Bu koşullar altında manyetik eldiven fabrikasındaki ortaklığımdan caymak zorunda kalacağımdan korkarım.
Fotonistin sağ elindeki eldivenin dıştan iki katı ve son üçüncü katının el tabanına rastlayan bölümü parçalanmıştı. Delikanlının elinin tabanında yerel soyulma vardı. Kanlanma yüzeyseldi ve doktor üzerinde durmaya bile değmez olduğunu söylüyordu. Bu bakımdan, dirsek için yapılan bir küçük ilkyardımla yetinmek zorunda kalındı.
Ana kabinin ışıkları birdenbire güçlendi. İki astronot bakıştılar. Neden sonra fotonist:
- Pozitronik enerji merkezinde hasar az, doktor. Dedi. Soyulmuş bir dirsekle bile yedek merkezi devreye sokabilmiş olmamdan anlaşılmıyor mu?
Emmol Lek sordu:
- Ne kadar süre yedek merkezi devrede tutabilirsin?
Fotonistin yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı:
- Birkaç gün kadar.
- Emin misin?
- Kesinlikle.
- Öyleyse; önce çalışma, sonra toparlanma. Uğradığımız bu felaketin bize neler getirdiğini ve bizden neler götürdüğünü saptamak zorundayız.
Fotonist:
- Göreceklerimiz hoşumuza gitmeyecek olsa da mı? Dedi.
Doktor Emmol Lek gözlerini kaçırarak cevap verdi:
- Sonucu hoşumuza gitmeyecek olsa da.
Astronotlar önce kumanda köşküne baktılar. Köşk bomboştu. Kumanda radarı parçalanmıştı. Çerçeve, içinden fırlamış olan nükleer röleleri, endükleme bobinleri, transistör ve ültrasistörleri, kristalleri, emyant-kuvars kırıkları, silikon bankaları ve sayısız helezoni kablolarıyla barsakları dışarı dökülmüş, buharı henüz tütmekte olan bir görevi andırmaktaydı. Bellek bankalarında sızıntı vardı. Kabin altından dış çepere bağlanan ve termik yalıtma kalkanına giden uyargaçlarda yer yer patlaklar ortaya çıkmıştı. Patlakların en yoğun olduğu noktaların merkez-çevre doğrultusunda yayıldıkları daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Kabin paraşütünün hiç hasara uğramadığı metalik bölmenin yarasız pozisyonundan ve pozisyon göstergesindeki lambanın hala yanıp sönmesinden belliydi. Kozmik ışın bombardımanını önleyen itici kalkanlar hiç zarar görmeyen aygıtlar arasındaydı. Kalkanlar görevden çekilmemişlerdi ve kabinde henüz kozmik radyasyon yoktu. Bağımsız cisimler ana kabinin iç çeperi dibinde dairesel bir biçimde serpilmişlerdi. Sert cisimlerin çarptıkları yerlerde iç çeper çöküntüleri vardı fakat bu çöküntüler şimdilik önemsiz görünüyorlardı.İç çeperde, bu çepere sımsıkı yapışmış ve biçimini çoktan yitirmiş metalik lifler sarkıyordu.
Fotonist sevincini belirten bir tutumla parçalanmış eldiven bulunan sol elini havaya kaldırdı. Her iki astronot konuşmadan yürüdüler. Sağlamlığını kanıtlamak istercesine elektronik gözü derhal devreye sokan ve sessizce ortadan ikiye ayrılıp açılan kapıdan geçtiler. Koridoru aşarak enerji ünitesine ulaştılar. Enerji ünitesini koridordan ayıran kapı gelenleri umursamadı. Fotonistin belinden çıkarıp yönelttiği uyarı aygıtı da kapıya komuta edemedi. Genç astronot kapıyı ultrasonik fülütüyle tam ortadan ikiye kesmek zorunda kaldı. Fülütün yayınladığı ultrasonik titreşimlerin sinirlerinde doğurduğu sarsıntının geçmesi birkaç saniye sürdü. Doktor Emmol Lek, gıcıklanmayı önlemek için cebinden çıkardığı plastik bir tüpten iki mikrokapsül aldı. Bunu gözlerinin alt kapaklarına sürdü ve sonra tüpü fotoniste uzattı. Fotonistin ayni önlemi almasını izleyerek her iki astronot birbiri ardı sıra enerji ünitesine girdiler.
Doktor Emmol Lek olduğu yerde kalakalmış, ünitede bir noktaya takılı duran gözlerini kırpmadan bakıyordu. Fotonist Kay ‘ın yüzünden ise ne düşündüğünü anlayabilmek olanağı yoktu.
Enerji ünitesindeki ilk kayıpları İyonist Ül Dav ‘dı. Delikanlının ölüsü plazmalı motorun az ötesindeki ünite çeperinin dibinde yatıyordu. Botları tam 17 metre ötesinde, her zaman görev yaptığı eksantrik bölmesinin yanında, metal zemine yapışık durmaktaydı. Her iki botta da manyetik fermuar patlaması vardı. Botlar, kilitlendikleri zeminden ayrılamamış, nereden geldiği bilinmeyen santrifüj kuvvet fermuarlarını patlatarak Ül Dav ‘ı çekip almış ve tüm gücüyle çepere çarpmıştı. Kafatasının tam arkasında şaşılacak ölçüde bir parçalanma göze çarpıyordu. Byin dokusu ünitenin metal çeperine bulaşmıştı. Doktor Emmol Lek ölümün bu derece acımasız olabileceğini pek düşünmemişti. Bakışlarını Ül Dav ‘ın yüzünden ayıramıyordu. Çekimin kuvvet merkezini oluşturan kafatasının çöküp boşalması gücü arkadan öne aktarmış, genç iyonistin burnu ve gözleri içeri çökmüştü. Doktor Emmol Lek, insanın bu alışılmamış derinden bakışının ruhunu ta içinden ürperttiğini sezinledi. Gözlerini Ül Dav ‘dan bir türlü ayıramıyor, başını bir türlü başka tarafa çeviremiyor, delikanlıdaki kas yırtılmalarını, omurga sivrilmesini, dirsek parçalanmalarını gözlerinin önünden silip atamıyordu.
Astronot Kay Rem foton emisyon tanklarının dibine çömelmiş kusmaktaydı. Felaket ilk anda değerlendirdiği ölçüde ucua değildi. Bunu Kay Rem ‘e gerçek değerleriyle Ül Dav açıklamış oluyordu. Hem de anılarından asla çıkmayacak şanssız bir gövde gösterisiyle.
Fotonist Kay Rem, tüm yaşantısında daha ilk kez arkadaşına arkasını dönüyordu. İsteksiz adımlarla enerji ünitesini dolaşıyor ve ilk hasar konusunda üstünkörü de olsa herhangi bir kanıya varmak istiyordu. Genç astronot arkadaşlarından hiçbirini sağ bulamayacağının korkusu içindeydi ve düşüncelerinden asıl kovmaya çalıştığı da işte bu korkuydu. Bu nedenle, boşunalığı tümden belli olan bir çabayla aygıtları incelemeye uğraşıyordu.
Kay Rem, enerji merkezindeki lokal kompütürün foton motorlarını devreye sokmuş bulunduğunu biraz geç fark etti. Oysa bunu çoktan anlayabilmiş olması gerekirdi. Çünkü; belirti ortadaydı ve elektromiknatıslı botlar epeydir görev dışı kalmış, yürümesini kendi normal ağırlığına bırakmışlardı.
Genç astronot foton motoruna komuta eden emisyon geliştiricisinin frekanstaki sapmayı gitgide düzeltmeye başladığını gördü. Fotonların hızını yükselten nükleer reostayı uyarıcısıyla düzenledi. İyonlu kontrol jetlerini besleyen hidrojen peroksit yani oksijenli su tanklarındaki düzlemi güçlendirdi. Sıvı hidrojeni ısıtan atom reaktörü 1090 santigrad derecedeki sıcaklıkla pençeleşmekteydi. Reaktör 10 derecelik sıcaklık noksanını saniyenin yüzbindeikisi kadarcık bir sürede kapatabileceği için üzerinde durmadı.
Fotonist, monoergol propelentlerle ilgili yakıt güçlendirilmesini gözden geçirirken Doktor Emmol Lek yanına kadar gelmişti. İki astronot hiç konuşmadan enerji hatlarını incelediler. Daha doğrusu bunu kendilerine maske edinerek kayıp canlı aradılar. Ne yazık ki; kayıp canlı bulmak için özel bir çaba göstermelerine de pek gerek yoktu. Beklenmedik felaket sonuçları elden geldiğince sergileyerek bunu çoktan kanıtlamıştı bile. Teknisyenlerden üçünün ölüsünü kerozen yakıt tanklarıyla ilgili vibratörlerin çevresinde buldular.
Hastabakıcı Arit ‘i ölüm yapaybilinç çadırının kapısında parçalamıştı. Revirdeki tek hasta astronot ise; yatağında, yatak kilitlenmesi sayesinde uyur gibi duruyordu. Dudaklarındaki yoğun morartı ve sırtüstü yatmasına karşın göğüs kafesinde ortaya çıkan çökük, uğradığı basınç konusunda gereken bilgiyi vermekten hiç de geri kalmamaktaydı.
İmdat çıkışı koridorunda 15 ölü vardı ve tümü koridor duvarları dibine sıralanmıştı.
Kitaplık ünitesinde, her zamanki gibi arkabellek bankası önünde oturan Yüzbaşı Yot ‘un karın boşluğuna, santrifüj kuvvetle yerinden kopup çepere fırlamak isteyen metalik bir panel saplanmıştı. Yaradan hala daha koyu kırmızı bir kan akıyordu ve yerlerde göllenen kan pıhtılaşıp paslanmaya başlamıştı.
Astronotlar, kurtarma ünitesinden salt Teğmen Vag Lom ‘u canlı bulabildiler. Vag ‘da yerel sarsıntı, dirsek parçalanması, her iki elde eldiven yırtılmaları, botlardan birinde de farkuar patlaması vardı.
Çepere fırlamayışını, ana kolonlardan birine yaslanmış durumdayken kaosu karşılamış olmasına borçluydu. Uğradığı yerel sarsıntı, kolon çevresinde gövdesinin yarım tur yapmasında ileri gelmişti. Uzun süreli fakat geçebilecek türden bir sarsıntıydı. Yine de, arkadaşlarının kendisini hidrolik yastıkla revire götürdüklerini sezemeyecek durumdaydı.
Doktor Emmol Lek hastayla birlikte revirde kaldı. Onlardan ayrılmış olan Kay Rem, bacağına fazla yüklenemeyeceğini anladığı için yürüyen banda atlamaktan başka çare bulamadı. Sonra bundan caydı. Zira, şeridi yöneten burçta yaylanma vardı. Nitekim, şerit birkaç adım sonra duruverdi. Fotonistin devir kapısını uyarıcısıyla açmasından sonra yeniden harekete geçti.
Genç astronoto kafeteryada biri erkek, ikisi kadın olmak üzere üç ölü bekliyordu. Kay Rem, Biyolog Gava ‘yı, alüminyuım rengi dalgalı saçlarından tanıdı. Genç kadının yüzü banko kıyısında, elektronik gözü bozulduğu için kapalı kalan metalik kapıya çarpmıştı. Kuvvet etkisini yitirince; ters dönüp düştüğü anlaşılıyordu ama bu paramparça yüz artık Gava ‘nın değildi. Ölüm o gösterişli gövdeyi yerden bir sinek gibi kaldırmış, duvarda acımasızca parçalayıp posasını geri tükürmüştü. Yaşantısının henüz baharında bulunan Gava artık osilomikroskopunun altında mikroorganizmaların o gizemli dünyalarına inemeyecek, çıplak gözle görülemeyen mikroskopik klorella yosunundaki protein, karbonhidrat ve yağ oranlarını geliştiremeyecek, klorella yosunundan aminoasit kristali üretemeyecekti.
Genç astronot tanımlanamayacak ölçüde sarsıldığını sezinliyordu. Anlatılması olanaksız bir durumdaydı. İçinde doyurulmak isteyen bir şeyler vardı ama o bunların ne olduklarını kesinlikle kavrayamıyordu. Kusmak gibi, ağlamak gibi bir şey… Ölmekle ölmeye çabalamak arası, mutsuzlukla mutluluk arası bir şey…
Delikanlı ölülerde canlılık belirtisi aramayı gereksiz buldu. Ölüm bir kez ortaya çıkınca varlığını kanıtlamasını çok iyi biliyor, tek bir kuşkuya yer bırakmıyordu. Nereden çıktığı, nereden geldiği bilinmemekle birlikte, nereye, ne yana gittiği az-çok bilinen ölüm. “Bunlar benim” Dedikleri her zaman ve kesinlikle onundu. Mülkiyeti tamdı. Teknoloji geliştikçe, uygarlık ilerledikçe; ölümüm metodları da gelişiyor, tekniği daha bir ilerliyordu. Bu, geçmiş çağlarda bu tür ölümlerin görülmeyişinden açık-seçik anlaşılmaktaydı.
Kafeteryada yapılacak iş kalmamıştı.
Haberleşme ünitesinde, ölüm Operatör Etammar ‘ı çok boş yakalamıştı. Kaos anında botlarının güvenlik mandallarının çalışmadığı, santrifüj kuvvetin adamı ultrasonik haberleşme kanalları başından kapıp ünite duvarına çarpmasından kolaylıkla anlaşılıyordu. O gizemli santrifüj güç bozulan güvenlik mandallarını çok kötü bir anda devreye sokmuştu. Zira, kuvvetin doğuşunda çalışmayan botlar, adam duvara çarptıktan sonra çalışmış, bu yüzden operatör botlarıyla metal duvara kilitlenmiş, güç ortadan kalkınca kilitli ayakların taşıyamadığı gövde baş aşağı sarkmıştı. Etammar hala daha asılı bulunduğu yerdeydi. O istenmeyen kilitlenme duvar üzerinde tersten oluştuğu için sarkma sonucu her iki bacak tam dizkapakları düzeyinde dıştan içe kırılmıştı.
Fotonist Kay Rem donuklaşmış bir yüzle ve mekanik davranışlarla arkadaşının duvara asılı, ters dönmüş ölüsüne doğru yürüdü. Başka hiçbir zaman bu cesareti gösteremeyeceğinden emindi. Düşte olmadığını biliyordu. Acının gerçek olduğunu düşünmekten kendini alamamaktaydı. Rem ‘e göre; insanın salt acı karşısında, felaket karşısında, mutsuzluk karşısında yaşadığını ve yaşantısının sandığından daha uzun olduğunu anlayabiliyordu. Matematik mutlak zaman kendisinin ayniydi. Değişken olmadığı için değişmiyordu. Onu değişken sanan, bazen kısa, bazen uzun olarak niteleyen insanlardı. Ayni bir zaman birimi zevk alan insana çok kısa geldiği halde, acı çeken insana çok daha uzun gelmekteydi. İnsan, varlığını acı karşısında daha bir iyi fark edebiliyordu. Zira; acı yalın gerçekti. Organizmanın türlü nedenlerle bunu duymaması onun gerçek oluşunun engeli olmaktan uzaktı.
Delikanlı arkadaşının cansız gövdesini kavradı. Botların kilitlenmiş güvenlik mandallarını elleriyle açtı ve ölüyü asılı bulunduğu yerden alıp döşemeye özenle yatırdı. Arkadaşının yüzündeki anlatımı görmemek için habire gözlerini kaçırıp durmaktaydı. Operatör Etammar ‘ın içbenini boynundaki kordonundan çıkardı. Bu mikro aygıtı avucunda bir süre inceledi. Sonra istemeye istemeye uyarı düğmesine bastı. Ayni korktuğu gibiydi: Etammar ‘ın içbeninde can yoktu. Her zaman ve herkeste öyleydi. Yaşam sona ermiş ve içben tüm devrelerini tatil etmişti. Doğuşundan başlayarak insanın kalp atışlarına, kan analizlerine, tüm tansiyonlarına, bilinç frekanslarına ve tüm duyu merkezlerine manyetik telekontrolle bağlanan bu minicik aygıt, Operatör Etammar ‘ın yaşantısını artık yaşamayacak, artık onun belleğini taşımayacak, onun duygularıyla artık etkilenmeyecek, artık onun öz kişiliğiyle tartışmaya girişemeyecek, onun zevklerini artık bölüşemeyecek, artık onunla ayni acıları çekmeyecekti. Doğumdan buyana süregelen bağlılıkları ölümde tükenmişti. Zira, her ikisi birden yol ayırımına gelmişlerdi. Bu yol ayırımında, Operatör Etammar ‘ı analiz-sentez ünitesindeki fosfat fırınına götürecek olan yol bekliyordu. İçben ise, bir ikinci yolun başında karşılanacak, incelendikten sonra üzerine gerekli olan ölüm kayıtları düşülecek ve sonsuza dek saklanmak koşuluyla devletin içbenler arşivine kaldırılacaktı. Ta ki; yetkili yargı organlarınca, herhangi bir olayı aydınlatmada tanıklığı gerekli görülüp gerekli izin alındıktan sonra devreleri bağlanıp yargı divanınca hizmete alınıncaya dek bu içben bir daha Etammar ‘ı yaşayamayacaktı. Onun acılarını, zevklerini, başarı ve başarısızlıklarını duymayacak ve duyuramayacaktı.
Fotonist Kay Rem, içbeni yeniden Operatör Etammar ‘ın boynuna asarken gözlerinin ıslanmasını engelleyemedi. İlk kez o anda kolundaki acının farkına varabildi. Doktor Lek ‘in vurduğu manyetik bandların altında kan durmuştu ama acı sürüp gidiyordu. Dudaklarını ısırarak iç güverteye çıkmak üzere dipteki kapıya yürüdü. Etki alanına girdiği halde kapı açılmamaktaydı. Ya elektronik göz bozulmuştu, ya da kapının komuta devrelerinde görünmeyen bir hasar vardı. Belinden çıkarttığı uyarıcıyı kapıya yönelttiyse de sonuç alamadı. Yanında sinir yatıştırıcı kapsül bulunmadığından ültrasonik fülütle kapıyı kesmekten çekiniyordu. Zira, kapı görev yapmadığına göre düzlemlerinden birine aşırı bir yük bindiği kuşkusuzdu. Devresi güç bindirimine uğramış metal bir kapıda direncin artacağı kesindi. Bu nedenle levhayı kesebilmek için fülütün yayınladığı sesin megaherz olarak ikiyüzbin frekansa çıkması gerekiyordu. Fülütün manyetronu yani elektriksel salınımlar yapan mikroelektron tüpü bu yükü kolaylıkla kaldırabildiği halde, duyulmayan titreşimler yerel de olsa; koruyucu üniformayı aşıyor, sinirlerde uzun süre iz bırakan bir gıcıklanma ile organizmada sinirsel çekilme hali yaratıyordu.
Fotonist Kay Rem için geldiği kapıdan çıkmaktan öte yol yoktu. Bu da hiç gerekmeyen yerleri dolaşmasına, zaman yitirmesine ve dolayısıyla araştırmasının gecikmesine neden olacaktı.
Genç astronot biraz önce geldiği kapıdan çıkınca; yürüyen bandın normal düzeninde çalışmakta olduğunu görüp irkildi. Bu, gemide kendilerinin dışında canlı kimse kaldığının bir belirtisi olabilirdi. Zira, band burçlarının robot komutadan direktif almadığı band akışındaki duraklamalardan anlaşılıyordu. Eğer band akışı gerçekten normale dönmüşse; onarımda insan eli bulunup bulunmadığı konusu az-çok düşünülmeğe değerdi.
Fotonistin içini aydınlatan bu umut kıvılcımı ne yazık ki çok çabuk söndü. Çünkü, az ötesindeki koridor dirseğinden, hızını yetersiz bulduğu için hareket halindeki band üzerinde yürüyerek zaman kazanmaya çalışan Doktor Emmol Lek görünmüştü.
Kay Rem ‘in yanına ulaştığında bandan ayrılan Doktor Lek soluk soluğaydı. Fotonist, gözlerini arkadaşına dikerek mırıldandı:
- Yürüyen bandın burçları robot komutadan direktif almıyordu, doktor. Oysa şimdi alıyor.
Doktor Emmol Lek başını salladı:
- Onları robot kumandanın direktifine ben soktum.
Fotonist kekeledi:
- Ben sanmıştım ki bir başkası… Yani kaostan kurtulabilen daha başka birileri…
Doktor Lek fotonistin yüzüne bakıyordu:
- Rem, düşüncelerinin bir bakıma doğru olduğunu söyleyebilirim. Galiba bu gemide kaostan kurtulmuş olan biri veya birileri daha var.
Fotonist kulaklarına inanamadı. Alık alık arkadaşının yüzüne bakınırken Doktor Lek:
- İyi misin Rem?
Diye seslendi. Kay Rem ‘in sesi pek de inandırıcı değildi:
- İyiyim, iyiyim.
Doktorun uyarısı üzerine yanlarından akıp gitmekte olan banda geçtiler. Zamandan kazanmak için bandın kendi hızıyla yetinmeyip üzerinde yürümeye koyuldular. Şimdi duvarlar yanlarından sel gibi akıp geçmekteydi. Doktor Emmol Lek:
- Rem… Dedi. Sanırım Vaştar sağ. Uğradığı yerel sarsıntıyı gidermek için revirde Teğmen Vag Lom ‘u trankilizasyon aygıtına almak üzereydim. Radyasyondan zarar görmemesi için, önce dirsek berelenmelerini onarmak ve sonra gövdesinde görünmeyen yara-bere olup olmadığını anlamak üzere kontrol aygıtından geçirmem gerekiyordu. Çünkü; yanlış bir davranış yani yaralı-bereli bir bedeni trankilizasyon aygıtına sokmak resmen ölüme çağrı çıkarmak demektir. Zira, aygıtın radyasyonu öldürücü gamma ışınlarından kurtarılmış olmakla birlikte alfa ve beta ışınlarına tümüyle açıktır. Bu ışınlar ise ancak solunum yoluyla veya herhangi bir yara-bereden alınmak suretiyle ölüme yol açabilirler. Solunum otomat reaktöre bağlı olduğundan, gözden uzak tutulması gerekecek olanlar salt yaralar-berelerdir.
Doktor Lek bir an için başını çevirip geldikleri yöne baktıktan sonra sözlerini sürdürdü:
- Çok mutlu bir rastlantı, Rem. Reaktörde direnç azalması sezdim. Bu koşul altında haliyle kapalı devre enerji santralini çalıştırmam gerekiyordu. Olanları işte o sırada fark ettim: Santral kontrol masasındaki genel volüm aygıtında belli belirsiz titreşimler vardı.
Fotonist Kay Rem:
- Volüm aygıtındaki en hafif titreşimin doğurduğu inilti bile bir foton motorunun homurtusuna eşdeğerdir, doktor.
Dedi. Doktor Emmol Lek:
- Evet. Diyerek sözünü tamamlamaya çalıştı. Birisi; burada, bu gemide olan birisi aygıta takılmak istiyor fakat düşünceleri aygıtta bir türlü boyut kazanamıyordu. Uğraşlarım yarar sağlamadı. Boyut titreşimleri kondansatörleri asla dolduramıyor, her nedense optimalin yani yeterli ölçünün altında kalıyordu. Birleşmesi gereken dört boyuttan biri durumundaki yükseklik optimale bir türlü ulaşamıyordu. Bu yüzden, aygıta takılmak isteyenin düşünceleri birbirine karışan enlerden, boylardan ve zamanlardan ibaret kalmaktaydı. Zaman saniyelerle boyutlaştıkça enlerde ve boylarda sonsuz salınımlar doğuruyor, yüksekliğin boşta kalışı nedeniyle düşünceler cisimleşemiyor ve ortada salt zamanlı düzlemler kalıyordu.
Kay Rem:
- Volüm aygıtında düşüncelerini boyutlaştırmak isteyen her kimse, bu anda bir tür yarı komada mıdır dersin, doktor?
Diye sordu. Doktor Emmol Lek:
- Sanmam. Dedi. Bir kere bu kullandığın terim pek doğru sayılmaz. Zira; koma komadır. Komanın yarımı, tamı olamaz. Ara-sıra derin bir komadan söz edilirse de, bu; komanın süresini belirtmek içindir. Yani bu terimle komanın az mı, yoksa çok mu sürdüğü anlatılmak istenir.
Doktor Emmol Lek bir süre sustu. Durumu kendi kendine tartışıp sonuca bağlamış gibi bir hali vardı:
- Hayır hayır, sanmam. Diye söylendi. Komaya giren bir kimse düşüncelerini herhangi bir volüm aygıtına intikal ettiremez. Bazı boyutları eksik kalmak kaydıyla da olsa, düşüncelerini herhangi bir volüm aygıtına ulaştıramaz. Ulaştırsa bile orada boyutlaştıramaz. Zira, koma bir derin dalgınlık halidir. Bu duruma düşen bir kimsenin duyma, anlama, görme ve hareket etme yeteneklerini az-çok yitirmiş olması gerektiği düşünülebilmektedir. Yaşantıyı belirleyen bazı ögeler vardır ve bunlar belirli bir düzen içindedir. Komada bu düzen bozulmuştur. Çünkü; komayı oluşturan etkenler bu düzeni bozucu niteliktedirler. Örneğin; beyin tümörleri, eter, kömür, cıva, morfin, alkol, kloroform veya uyku ilacından ileri gelen zehirlenmeler, kafaya rastlayan şiddetli çarpmalar, beyin yumuşaması veya kanamsı, beyin zarı zedelenmeleri, şiddetli açlık halleri, donmalar ve buna benzer nedenler gibi. Bu gemide buna yol açabilecek olan tek neden kaos sırasında kafadan alınan şiddetli bir çarpma olabilir. Ki; böyle de olsa, kafasını çarparak komaya girmiş olan bir kimse mantıklı hareketten ve mantıklı düşünceden az-çok yoksun olmak gerekir.
Fotonist Kay Rem, olumsuz bir yanıt almaktan korkarcasına:
- Doktor… Dedi. Santrifüj kuvvetten doğma kalıcı bir titreşimin volüm aygıtındaki o belirtileri doğurmuş olduğu düşünülebilir mi_
Doktor Emmol Lek gözlerini arkadaşına dikti:
- Yani sen, ortada düşüncelerini volüm aygıtında boyutlaştırmak isteyen herhangi bir canlı yoktur, bu olsa olsa santrifüj kuvvetten artakalan bazı titreşimlerdir falan mı demek istiyorsun?
- Evet. Bence olan budur.
Doktor Emmol Lek şiddetle başını salladı:
- Hayır Rem. Benden iyi bilirsin ki; santrifüj kuvvetin doğurduğu titreşim bir etki-tepki titreşimidir. Çünkü kuvvet cisimlere enerji verir, cisimler de bunu karşıt bir enerjiyle yanıtlarlar. Ortaya çıkan titreşim kalıcı değil, gidicidir. Şiddetle orantılı olarak azalır ve sonunda yokolur. Ses titreşimleri de böyledir; kalıcı değillerdir. Rezonans da, vibrasyon da yani cisimlerin titreşimleri de, sesin tınısı da dört boyuttan yoksundur. Öyle olmasaydı; titreşimler de, tınılar da cisimleşebilirdi ve yani biz onları görebilirdik. Oysa öz sesi de, öz titreşimi de görme olanağımız yoktur.
Fotonist Kay Rem:
- Öyleyse… Dedi. Gemide bizden başka canlılar kaldığına eminsin. Herhalde bu gidişimiz de boşuna olmasa gerek.
Doktor Emmol Lek onayladı:
- Boşuna değil. Bana göre; volüm aygıtında boyutlaşmaya çalışan düşünceler, olsa olsa, yaralı fakat bilincini yitirmemiş birinin düşünceleridir. Yani gemide senden, benden ve Teğmen Vag ‘dan başka biri daha var ve bu her kimse, bizim onu yaralı bir durumda bulacağımıza inanıyorum.
Kay Rem:
- Evet… Dedi. Böyle birinin var olmasını candan dilerim.
Doktor Emmol Lek konuşmasını sürdürdü:
- Düşüncelerin aygıta tam olarak ulaşamayışını başka nasıl yorumlayabiliriz.
Doktor Lek konuşmasını daha da sürdürmek istiyordu ama bellekli asansöre ulaşmış olmaları buna olanak bırakmadı. Nitekim, asansör önünden geçmekte olan band olağan sinyali verdi ve bu sinyali alan asansördeki elektronik göz metalik kapıyı alttan yukarı açarak kabini aydınlattı. Astronotların içeri girmesinden sonra kapı aşağıya doğru kayarak kapandı.
Doktor Emmol Lek:
- Dördüncü kat, üçüncü sol koridor…
Diye seslendi.
Asansöte komuta eden bilgisayar, aldığı bu sesi belleğe işledi, işlediğini ışıklı şemada gidilecek yeri göstermek suretiyle belirtti. Birkaç saniyelik bir süre içerisinde, önce dikey bir hareketle dördüncü kata, sonra yatay bir hareketle üçüncü sol koridora ulaştı ve kapıyı açıp bellek kayıtlarını silerek kapıyı kararttı.
Fotonist Kay Rem:
- Burada canlı birini bulabileceğimize emin misin, doktor?
Diye sordu. Doktor Emmol Lek:
- Değilim. Dedi. Yine de aramaktan geri durmayacağız. Zira; sözünü ettiğim o boyutlaşma çabaları sırasında, aygıtın dördüncü kat, üçüncü sol koridor lambasıyla beşinci kat, ikinci sol koridor lambaları birlikte yanıyordu. Yayınlanan düşüncelerdeki güç eksikliği yüzünden lambalararası bir yansımadan söz edilebilir ama lamba parlaklığını göz önünde tutmak gerekince, bu üniteden sonuç elde edebileceğimizi söyleyebiliriz.
Koridorda belli belirsiz bir duman kokusu vardı. Yerlerde ise pek belirgin olmayan bir ıslaklık göze çarpmaktaydı. Fotonist Kay Rem kemerinden çıkardığı dedektörüyle ıslaklığı uzaktan inceledi. Sonra:
- Sülfirik asit… Dedi. Sulandırılmış sülfirik asit. Anlaşılan; brifing platosunun kapı devrelerinde yangın çıkmış. Bilgisayar tam zamanında işe el koymuş olsa gerek. Zira, yangını söndürmek için bu sulandırılmış sülfirik asidi buraya bilgisayardan başkası sıkmış olamaz.
Doktor Emmol Lek havayı koklarken:
- Az da olsa duman kokusu var.
Dedi. Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra Fotonist:
- Umarım kapılar görev yapıyordur.
Diye söylendi. Doktor Lek başını salladı:
- Hiç sanmam.
Brifing platosunun koridora bakan kapısı onların varlığına karşı herhangi bir tepki göstermedi. Bu da elektronik gözün görevden çekildiğini kanıtlamaktaydı. Nitekim, elektronik göz, Kay Rem ‘in uyarı aygıtına da yanıt vermiyordu. Genç astronot huzursuzlanmıştı:
- Bu gidişle gemide kesilmedik kapı bırakmayacağız, doktor.
Bu sözleri karşılıksız bırakan Doktor Emmol Lek, plastik tüpünden iki mikro kapsül aldı ve tüpü arkadaşına uzattı. Kapsülleri gözlerinin alt kapaklarının memelerine sürdüler. Bu önlemlerden sonra Fotonist Kay Rem, ültrasonik fülütünü çıkardı. Kapıya yöneltip üfledi. Bir an içinde brifing platosunun koridora bakan dış kapısı üzerinde, her ikisinin de kolaylıkla geçebilecekleri büyüklükte, dikdörtgen biçimli bir delik açılmıştı. Kesilen parçanın plato içine düşmesi üzerine delikten geçip platoya girdiler Birkaç adım ileride bulunan ikinci kapı da ayni inatçılıkla ve kapalı olarak karşılarında dikilivermekteydi. Kay Rem, uyarıcısıyla kapının yanıt vermeyen elektronik gözünü zorlarken:
- Santrifüj kuvvetin gemide yangın çıkarabileceğine inanasım gelmiyor.
Dedi. Doktor Emmol Lek düşünceliydi:
- Üçüncü kapıyı da ültrasonik fülütle kemden gerekirse; sinirlerimizde oluşacak sarsıntıyı kapsüllerin bile engelleyemeyeceği ortada, Rem.
Fotonist aldırmadı:
- Başa gelen çekilir, doktor. Üstelik birinin yaşamını kurtarmakla ilgiliyse.
İkinci kapının ortasından kesilen levhanın bıraktığı boşluktan, birkaç metre ötedeki üçüncü kapının da kapalı olduğu görülüyordu.
Fotonist homurdandı:
- Bu aynen, bir kapalı kutuyu açınca içinden bir başka kapalı kutu çıkmasına benmziyor. Dedi. Neyse ki; bu üçüncünün arkasında açılması gereken bir dördüncü kapalı kapımız yok.
Doktor Emmol Lek bu söze karşılık vermedi. Büyük bir merakla ve ivedilikle arkadaşının üçüncü kapıyı kesmesini bekliyordu. Fotonistin metalik kapıyı fülütle gerekli düzende kesemediğini görünce sinirlerinin bir dördüncü kapıda başkaldırabileceği kanısına kapıldı. Neyse ki; brifing platosunu çevre platolardan ayıran bir dördüncü kapı yoktu.
Öncekilere oranla bu kez pek de düzenli kesilememiş olan metalik levha kapının tam ortasından döşemeye düşer düşmez, astronotlar bir ağızdan haykırdılar:
- Kaptan…
(Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) 'nun
Ana Karnına Dönüş isimli Kurgubilim Roman 'ından > 22-41/731)
Kayıt Tarihi : 13.8.2007 22:24:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!