I.
Elleri el gibi kocaman
Beyazda bir nokta gibi kocaman
Kocaman boşluğun küçülttüğü her şey gibi
Biriyle kendini artırıyor durmadan
Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini
Ayaklarını gizliyor bir köpekle
Evine dönerken sonsuza geçen
Göğü kullanıyorken maviye
Günümüzden sesler alıyor, sesleri
Sürekli, dingin, acısız
Acımaktan kurtulmuş yerlerine
Sonra duvardan duvara çizilerek
Ölü bir korkunçluğu taşıyor
Sen, hey, duvarlar gibi öldürülmek!
En yeni tam-tamları dünyamızın
Ya da kendisiyle bırakılması insanın
Sizi
Sizleri selamlıyor işte.
Doğrusu elinizden ne gelir ki
Siz dolgun yaşamaya bakın günleri.
II.
Çıkacaksanız çıkın, daha karar vermediniz mi?
Baktıkça bakıyorsunuz kendinize
Yetişir! bu da hiç konuşmayan adam yapıyor sizi
Körükler, dev kapılar, balık solungaçları gibi
Emiyor sizi yalnızlık
Kurtarıp rahata geçirin ellerinizi
İşte bir kadın kadına geçiyor yürürken
Sizi alıyor, sizi ölçüyor, sizi yapıyor kendinize
Açığa koyuyor sizi
Bilip de söyleyemediklerinizi
Eve dönmeyi, yemek yemeyi, uy
..........
..........
Kayıt Tarihi : 1.6.2001 19:42:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Edip Cansever](https://www.antoloji.com/i/siir/2001/06/01/amerikan-bilardosuyla-penguen-2.jpg)
Her şey biraz öyledir: açtık ve solduk
Yapraklarımızın yontulmamış topaz renginde
Çocukla gülün, gülle geçmişin
Karışık tenimizde sesi
Koyu kırmızı sesi
Her şey biraz öyledir: açtık ve solduk.
Belki sonra unuttuk, mevsimler de değiştirmedi yılanı
Yılan değişse bile
Durdu bir helezon gibi gömleği
Sırtı yontulmamış topaz renginde.
Dalgınız şimdi
İçinde yağmurlar yağmurlar...
Edip CANSEVER
Günün şiiri seçmekle ruhlar aleminde kendini kral gibi görüp dokunulmazlığı olduğunu sanan,millete ders verirken kendi şarlatanı,şebeği diline dolayan,ağzından çıkanı kulağı işitmeyen zavallı:)
hiç yorulmana gerek yok salt alttaki yorumlarını oku yeter!
ne ekerseniz onu biçersinız,
elbette kimse altında kalmaz ziyadesiyle geri iade eder..
lütfen iki düşünüp bir söylemeyi öğrenin ve altından kalkamayacağınız sözler sarfetmeyin!
ve lütfen görüşlerini dile getiren yorumcuların ardından bir karabasan gibi çöküp baskı kurmayın...
işinize gelmeyen yorumcunun sayfasına uçup bir şiirini alıp Günün şiirinde alaycı bir tavırla sunmayın bu aynı zamanda seçtiğiniz şiire ve şairine de hakarettir...
o sayfada beğenenleri olduğu kadar beğenmeyenlerin görüşlerine de saygı duymayı öğrenin..hoş ben beğendim de ne oldu ardımdan şarlatan,v.s bir sürü yorumu yazıp sildiniz ben de huyunuzu bildiğim için ve hala ısrarla saygısızlığa devam ettiğiniz için ne yazdığınızı görmeniz adına getirdim kopyelediğim yorumu sundum sayfada...
ben geliyorum bu değerli sayfa öksüz kalmış diye üzülüyorum,görüşümü yazıyorum ,hazmedemiyor ardımdan kendi deyimiyle tartışma üslubundan uzak kelimeleri sayıyor gidiyor....
e tabi kendini Günün şiiri seçmekle dokunulmazlığı olmayan bir kral gibi görüyor ya:)
biz de yazdığı abuk-subuk yorumunu yutup,sessiz-sedasız toz olacağız sayfadan...
yok öyle yağma!
şiirini yayınla ve git yoluna!
milletin önünden, ardından sayfaya bir karabasan gibi çöküp baskı kurma!
şekil A'da görüldüğü gibi(bakınız bugünün şiirine,
ooooooo beyefendi silmiş bile!...
biliyordu elbette başına geleceğini...
.............................
İbn-i turab
İzmir
21.08.2007 00:08
ben yorum yazınca; Ahmet Erdem bey kızıyor.
ahmet beyi kızdırmamak için yorum yazmıyacağım.onlar yazsınlar biz okuyalım.
bizler küçük adamlarız(!)yorum yazmaya falan hakkımız yok(!)
bizler şairmiyizki(!)şiirden anlayalım?bunca meşhur şairin(!)çok manalı (!)şiirleine yorum yazmak haddimiz değil(!)
.....
diyen üyenin sayfasına uçup bir şiirini alıp Günün Şiiri'de alay edip,egosunu tatmin ettikten sonra silmiş...
şuna kanaat getirdim ki gerçekten bir ruh hastası...
zamanını şiirseverleri şiirden yıldırıp, soğutmak amacıyla kendi dediğini yaptırma adına mütemadiyen olumsuz yorum yazıp,üzüp amacına ulaşıp pes ettiren zavallı bir hasta..
İbn-i turab kardeşimiz öylesine yılmış ki pes etmişe benziyor ama biliniz ki pes etmeyip, haddinizi bildirenler de çıkacak karşınıza...
üstadımızın sayfasına birbirinden güzel güllerini dikip gitmiştim, güller...güller...güller koksun diye...
sağolsun Ramazan bey de gül güzelliğindeki yorumuyla eşlik etmiş değerli şiirlere ama bu güzelliği çekemeyip,şeytanca hortlayıp, kötülük tohumlarını serpip gitmiş yine...
doğrudan,güzelden yana bozulan ruh sağlığının sıhhate kavuşması, değerli üstadımızın kemiğini daha fazla sızlatmaması dileğiyle diyor,
sayfaya olan duyarlılığı, nazik yorumu için Ramazan beye teşekkür ediyor,
üstat Edip CANSEVER'in o çok ama çok sevdiğim şiiriyle,
kötülüklerden arınmış gül kokan bir dünya diliyorum rabbimden...
GÜL KOKUYORSUN
gül kokuyorsun bir de
amansız, acımasız kokuyorsun
gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun
dayanılmaz birşey oluyorsun, biliyorsun
hırçın hırçın, pembe pembe
öfkeli öfkeli gül
gül kokuyorsun nefes nefese.
gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
ve acı ve yiğit ve nasıl gerekiyorsa öyle
sen koktukca düşümde görüyorum onu
düşümde, yani her yerde
yüzü sararmış, titriyor dudakları
şakakları ter içinde
tam alnının altında masmavi iki ateş
iki su
iki deniz bazan
bazan iki damla yaz yağmuru
mermerini emerek dağlarının
şiirler söylüyor gene
ölümünden bu yana yazdığı şiirler
kızaraktan birtakım şiirlere
büyük sular büyük gemileri sever çünkü
ve odur ki büyüklük
şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse
o zaman ölünce de şiirler yazar insan
ölünce de yazdıklarını okutur elbet
ve senin böyle amansız gül koktuğun gibi
yaşamanın herbir yerinde.
gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
bu koku dunyayı tutacak nerdeyse
gül, gül! diye bağıracak çocuklar bütün
herkes, hep bir ağızdan: gül!
ve herşeyin üstüne bir gül işlenecek
saçların, alınların,göğüslerin üstüne
yüreklerin üstüne
bembeyaz kemiklerin
mezarsız ölülerin üstüne
kurumuş gözyaşlarının
titreyen kirpiklerin üstüne
kenetlenmiş çenelerin
ağarmış dudakların
unutulmus çığlıkların üstüne
kederlerin, yasların, sevinçlerin
ve herşeyin üstüne bir gül işlenecek.
bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
yıllarca esecek belki
ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
göreceğiz ki
biz dunyamızı gerçekten görmemişiz daha
geceyi, gündüzü, yıldızları
görmemişiz hiç
tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.
öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzluklari bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasiz kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese...
Edip CANSEVER
yüreğimizdesin büyük üstat!
gün gelir umarım gül kokar bu dünya,
hayallerimizin gerçekleşmesi umuduyla...
Değerli Şiir_Perisi hanımefendiye asaletinden ötürü can sever minnetinden ötürü takdirlerimi sunarım.
Rumuz: Ahmet Erdem'
bulunamazsınız çünkü şeytan ruhlu, komplekslisiniz...dünyanın dört bir yanından gelen derken ev adresimize seslendirmemiz ricasıyla postalananları kasdettim....örneğin şu an Memet Fuat Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi 1.ve 2.ciltlerini okuyordum... bu kitapları çok saygıdeğer büyüğüm sayın Aydın AKSU değerli bilgileriyle katıldığı TRT RADYOSU BİLGİ YARIŞMASI'ında kazanmış ama bu kitaplar senin kitaplığına yakışır kızım biliyorum ki bu kitaplarda yer alan ünlü şairlerin şiirlerine ses olacak,bizim de ruhumuzu aydınlatacaksın değerli seslendirmelerinde diyerek armağan etmişti sağolsun...bir ölünün şiir seslendirme rica edemeyeceğini kavrayamayacak kadar anlama özürlü desem kibar düşecek yazmış olduğu saçma ve hayvansal yorumu ile kendi şarlatanlığını, kendi şebekliğini kanıtlayan bir geri zekalıya...
bu arada bizler sadece ev adresimize şiir kitaplarını,ya da sayın Aydın AKSU gibi şair olmadığı halde üstat şiirlerini seslendirmemizi rica ederek kitaplar yollayan sevgili dostlarımızın haricinde okumaya değer gördüğümüz,bizleri dinleyen,şiirde sese önem veren saygıdeğer dostlarımızın şiirlerini de onlar istemeden seve seve ses oluyoruz zaman,zaman...hatta sitemizdeki dostlarımıza da zaman zaman yaptık bu jestleri...sağolsunlar kendiyle barışık olan sevgili şiir dostlarımız gayet mutlu oldular....bir daha sizle muhatap olmayacağımı yazmıştım ama yine şeytani duygularla konuyu saptırdığınız için salt dostlarımız adına ve üstadımızın sayfasında haddinizi bilip,saygısızlığınızı sonlandırmanız adına yaptım bu açıklamayı..değersiz,kaile alınmayacak yorumunuzla seslendirmeye karşı olan antipatinizi tekrar dile getirmiş oldunuz..neyse üzülmeyin sizin gibi kadir,kıymet bilmeyen,sesten,şiirden anlamayan birinin şiirlerine emek verip ses olmaz zaten hiçbir kimse... kendiyle barışık olan ve seslendirildiğinde mutlu olan,şiire verilen emeğin kıymetini bilen dostlarımızın şiirleri seslendirilsin yeter...
kötü söz sahibine aittir ama şebekten de küçük bir beyninizin olduğunu,algılama kabiliyetinizin sıfır olduğunu, yaptığınız tek işin boş, boş mantıksızca konuşmak, saçmalak olduğunu, bilmem hatırlatan oldu mu size?
bir şebek eksikti bu sayfada...
sızlattınız üstadın kemiklerini haddinizi bilin!
üstadın sayfasını terkedip sayıkladığınız şebeklerinizin yanına hayvanlar alemine dönün...
insan olana ikaz bir kez yapılır,ama tabi ki insansa....
bu değerli sayfanı şebekle değil, şiirlerinle süslemeye geldim,
kemiklerini sızlatana inat bu sayfaya konan en son şey, seçtiği şiire saygısızın koyduğu şebek değil, birbirinden güzel eserlerin,güllerin olacak ve sayfan gül kokacak büyük üstat!
hem de inadına,amansız kokacak..
RAHAT UYU!
SIZLAMASIN KEMİĞİN!
ESERLERİNE,SAYFANA SONUNA KADAR SAHİP ÇIKIP, SENİ DAİMA SAYGIYLA ANACAĞIZ BÜYÜK ÜSTAT....
* * * * *
EDİP CANSEVER: 'BEN NEDEN bBİR OTEL KATİBİYİM? / HASAN ALİ TOPTAŞ
Hasan Ali Toptaş’ın kaleminden 28 Mayıs 1986’da kaybettiğimiz Edip Cansever’in hatırasına...
HASAN ALİ TOPTAŞ
2000 yılından bu yana arada bir beni şaşırtacak türden çeşitli armağanlar alıyorum. Kimi zaman akıl almaz kılıklara bürünerek ne yapıp edip hiç beklenmedik bir anda bana bizzat hayatın kendisi kendi elleriyle sunuyor bu armağanları. Kimi zaman da, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen dostlarım sunuyor. Üstelik sadece güzel değil, aynı zamanda paha biçilmez de oluyor bu armağanlar. Sözgelimi, geçen ay Devlet Tiyatroları oyuncusu sevgili dostum Ahmet Türkoğlu’nun kitaplığından çıkarıp verdiği armağan böylesi bir armağandı; Çağdaş Eleştiri Dergisi’nin bütün sayıları...
Doğrusu, 1982’de yayımlanmaya başlayan bu derginin bir sayısını bile görmüşlüğüm yoktu. O yüzden, eve gelir gelmez masanın üstünü temizleyip hepsini önüme koydum ve içimi yakan bir gecikmişlik duygusu eşliğinde, her birini alıp büyük bir iştahla tek tek okumaya başladım. Sevinçten ne yapacağımı şaşırmıştım tabii, tek tek okuyayım derken birini bırakıp aceleyle ötekini alıyordum elime. Derken, derginin Haziran 1982’de yayımlanan dördüncü sayısına gelince durdum. Orada, Edip Cansever’le yapılan bir söyleşiye rastlamıştım çünkü. Derginin neredeyse on beş sayfasını kaplayan bu söyleşinin sorularını Adnan Benk, Tahsin Yücel ve Nuran Kutlu soruyordu.
Tabii, kalemi aldım ve Edip Cansever’in söylediği bazı sözlerin altını çizmeye başladım hemen. 'Bütüne gitmek için ayrıntıları da biraz silmek gerekiyor, çünkü şiir hiçbir zaman ayrıntı değildir, hatta sanat hiçbir zaman ayrıntı değildir. Ayrıntı vardır ama görünmeyen, silinmiş ayrıntılardır. Resimde de bu böyle, sen resmi sık sık ele aldığın için söylüyorum. Baktığımız zaman, işte bu ağaç, bu ağacın yaprağı, bu da altındaki yaprağın damarı diye bakmıyoruz resme. Bu ayrıntılar silindikten sonra kalan şey oluyor resim. Bir şeyi yürütmek, sürdürmek için ayrıntı gerekli ama ayrıntıların okurun gözünde yok olması da zorunlu. Ayrıntı bir marifet gibi kalmamalı,' sözlerinin altını çizdim önce. Hemen ardından, 'Cam işçisine, üflemeye ne zaman başlayıp ne zaman son veriyorsun diye sorsak herhalde şaşkın şaşkın yüzümüze bakar. Nasıl yaptığını çok iyi biliyordur ama, bir ‘anlatılmaz’ı biliyordur. Şiirin de bitişi bazı şeylere bağlıdır. Bazen anlam bile biter de, insan gene de bir ses koymak ister yanına, ya da ses biter anlam bitmez,' sözlerinin altını da çizdim. Sonra, 'Ben güzel şiir yazmak istemiyorum' cümlesiyle 'Şiir kavramlarla yazılmaz' cümlesinin yanı sıra, 'Bir insan yüzünde birçok insan yüzü vardır,' cümlesinin altını da çizdim. Sonra, bu sözlerin hepsini daha önce başka bir yerde okuduğum hissine kapıldım birden. Şiirlerine yüzlerce kez yakından baktığım ve bu denli çok sevdiğim bir şairin sözleri bana elbette yabancı gelmeyecek, diye bu duyguyu pek önemsemedim ilkin. Ama söyleşinin sonuna yaklaşırken, aynı duygu yeniden sardı içimi. Düşüne düşüne nerede okuduğumu hatırladım sonra, Edip Cansever’in birinci ölüm yıldönümünde (Mayıs 1987) Adam Yayınları tarafından yayımlanan 'Gül Dönüyor Avucumda' adlı kitabı açtım ve biraz şaşırarak, vaktiyle orada da aynı satırların altını çizmiş olduğumu gördüm. Hatta, Edip Cansever’in ayrıntılara değinirken resim sanatından da söz ettiği satırların yanına, '26. ve 27. sayfaya, Cansever’in hayatına git, Tanpınar’la ilişkisine bak,' diye bir not düşmüşüm.
'Beni bir sardunya büyüttü'
Bunları görünce, belleğimi tazelemek için 'Gül Dönüyor Avucumda'nın ilgili sayfalarına gidip Cansever’in hayatını kendi kaleminden yeniden okumaya başladım tabii. Sonra, komşuları Nigâr Hanım’ı (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kardeşi) anlattığı 26. sayfaya, oradan Ahmet Hamdi Tanpınar’la olan ilişkilerine, oradan da 17-18 yaşlarındaki Edip Cansever’in, şiirlerini göstermek için Tünel’deki Narmanlı Yurdu’na gidişine geldim. Edip Cansever’in anlattığına göre, o gün gözlüğünü takıp şiirleri tek tek okuduktan sonra, 'Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel, ama hiçbiri şiir değil!' diyor Tanpınar. Ardından da, odanın ortasına bir sürü resim yayıyor ve Cansever’e, uzun uzun resme nasıl bakılacağını anlatıyor. Hatta, resim üzerinde çok durmasını, resmi çok sevmesini öğütlüyor.
Bu paragrafın kenarındaki boşluğa da tutmuş, 'Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’ine git, Romana ve Romancıya Dair Notlar II’ye bak,' diye bir not düşmüşüm ben. Bu notun yanına da, altını kırmızı kalemle iki kez çizerek, 'resim-edebiyat ilişkisi: Hugo, Goethe, Zola, Baudelaire...' yazmışım. Belli ki, bir yazı konusu için kendime güzergâh çizmiş ve onu öylece unutmuşum orada.
Bütün bunları gördükten sonra, bu kez de tutup kendimi başka yere gönderirim diye, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 'Edebiyat Üzerine Makaleler'ine gitmedim tabii. Onun yerine kalktım, 'İlkyaz Şikâyetçileri'nin, alışılmış vakit tanımlamalarının, 'Armalar'ın, çarliston günlerinin, kiliselerin ve tentelerini toplayan pazarcıların arasından geçerek, bana görme biçimleri armağan eden sevgili şairimin yarattığı semtlerden birine, 'Bezik Oynayan Kadınlar'ı seyretmeye gittim. Gidince de, Cemal’i gördüm önce; iç konuşmalarıyla birlikte, buğulu bir camın arkasında öylece duruyordu. Hem ut seslerine benziyordu durduğu yerde hem karşı bahçeden havalanan kokulara hem de hiç var olmayan Manastırlı Hilmi Bey’e. Aynı zamanda, Cemal’in dudaklarını yüzerek geçen kırmızı balığa ve bu balığa bakan annesine de benziyordu Cemal. 'Anlaşılmayanın ta kendisi'ne de benziyordu. Aynı zamanda zamana dönüşmüş buğulu bir sesle, 'Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları/Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum,' da diyordu sanki. Sonra, işte Cemal orada 'susmanın su kenarında'ymış gibi dururken, 'iki sesi taşıyan bir ses' edasıyla Cemile’nin, Seniha’nın ve Ester’in kalbinden geçip başka sokaklara doğru yürüdüm ben ve başka sokaklar dediğim bu sokaklarda, 'Beni bir sardunya büyüttü belki,' diye mırıldanan hayal meyal bir adamla karşılaştım. 'Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi'ne benziyordu bu adam, bir hayli solgundu, 'kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi ince'ydi ve kendi dalgınlığını dalgalandırmaktan korkarcasına hem yavaş yavaş yürüyor hem de tuhaf bir sesle arada bir bana dönerek, 'Ben Ruhi Bey Nasılım,' diye soruyordu. Daha doğrusu, bendeki kendisine soruyordu bu soruyu. Bendeki denizlere, bendeki bitki ve hayvan konumlarına, bendeki uzaklara ve bu uzakların uzağındaki boşluklara soruyordu.
'Edip uyanıyor...'
Sonra, işte bu 'nasıl olan Ruhi Bey' kayboldu aniden. Bir kadının ölüsü değilse bile içinden yanmış bir konağın enkazı kaldırıldı da, gövdesi hafifleyip uçuverdi sanki. Ben de, çiçeklerin aralıklarına bakan hüzünlü bir çiçek sergicisinin, içinde yaz kırıkları taşıyan bir meyhane garsonunun, sağ bileğinden yaralanmış patronun ve kürk tamircisi Yorgo’nun yanından geçerek, Umutsuzlar Parkı’nı geride bırakıp otellere doğru yürüdüm o sırada. Amacım oteller arasında duran Otel Otel’inin en üst katındaki hayali odalardan birine gidip oradan hem şehre bakmak hem de adı bende saklı bir şairin şiirini okuyup ölüm yıldönümünde Edip Cansever’i anmaktı.
Kelimelerden yapılmışa benzeyen otelin kapısından girdiğimde, 'Eskiyim, renksizim, kimsesizim,' diye mırıldanıp duran otel kâtibiyle karşılaştım gene; tedirginliğiyle birlikte, silik bir soru işareti gibi öylece oturuyordu. Ben onun bir şey sormasına ('-ki otel kâtipleri sorar') zaman kalmadan merdiven basamaklarını tırmandım hemen, odama girdim ve cebimdeki şiiri çıkarıp okumaya başladım; 'bir ipeğin dokunuşu geri işliyor işte / kapatınca gözlerini / karanfil / karanfile çarpar gibi / yokluğuna akıyor susuzluğum yokluğundan / büyüyen büyüsün artık geleceğime // bu sokakları yürüme desem / içimizi dolanan / bu arzularla uyuma // her elin gölgesi ekmeğe benziyor işte / her kirpiğin ucunda bin düş yanıyor / ve şiirin çiçekevinde her sabah / karanfil / karanfilden artar gibi / Edip uyanıyor'
Ardından da, şehre baktım. Şehrin ışıklarına, çizgilerine, seslerine, aşklarına, kavgalarına ve bütün bunların arasında bir belirip bir kaybolan sıkıntılı boşluklarına baktım daha doğrusu. Hatta bir oldu Cemile, bir oldu Cemal, bir oldu Ester, bir de oldu ille de Ruhi Bey gibi baktım. Ben bakarken, otel kâtibi de aşağıda yeniden mırıldanmaya başlamıştı. Söylediği ilk şey şuydu elbette; 'Anlamadığım şu / ben neden bir otel kâtibiyim'.
EDİP CANSEVER
(1928-1986)
MASA DA MASAYMIŞ HA
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
İNFİLÂK
Ben gidince hüzünler bırakırım
Bu senin yaşadığındır
Bir ev sıkılır kadınlardaki
Bir adam sıkılır kadınlardaki
Seni sevmek bu kadar mı
O benim yaşadığımdır.
Bazan da bir yerde kuşlar vardır
Ne uçmak ne görünmek için
Bir karanfil pencereyi deler
Bir kapı kendiliğinden kapanır
İstesek sevişirdik, ama olmadı
Biz değil yaşayan acılardır.
Gitsem de her yerde biraz vardır
Hatırda zamansız bir plak
Bir otel kapısı, biraz istasyon
Vardır o seninle birlikte olmak
Buluşur çok uzaktan ellerimiz
Ve nasıl gözgözeyiz ansızın bir infilâk.
İÇİNDEN DOĞRU SEVDİM SENİ
İçinden doğru sevdim seni
Bakışlarından doğru sevdim de
Ağzındaki ıslaklığın buğusundan
Sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de
Beni sevdiğin gibi sevdim seni
Kar bırakılmış karanlığından.
Yerleştir bu sevdayı her yerine
Yüzünde ter olan su damlacıklarının
Kaynağına yerleştir
Her zaman saklamadığın, acısızlığın son durağına
Gül taşıyan çocuğuna yerleştir
Ve omuzlarına, daracık omuzlarına
Üşümüş gibisin de sanki azıcık öne taşırdığın
Tam oraya işte, uçsuz bucaksız bir düzlükten
Bir papatya tarlasıyla ayrılmış göğüslerine yerleştir
Ve esmerliğine bir de, eski bir yangının izlerinin renginde
Saçlarının yana düşüşüne, onları bölen ikiliğe
Alnından başlayan ve ayak bileklerinde duran
Yani senin olmayan, seni boşluk gibi saran hüzne yerleştir
Yerleştir onu bir kentin parça parça aklında tuttuğun
Kar taneleri gibi uçuşan
Ve her gün biraz daha hafifleyen semtlerine
Yerleştir bu sevdayı her yerine.
Ekledim ben tattığım her şeyi denizlere
Bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden
Sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen
Sevdayı
Ve köpüklendir
Ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın
Ama dur, her deniz yaşlıdır zaten
Öğrenmez ama öğretir mutluluğu
Bizim sevdamız da öyledir, iyi şiirler gibi
Biraz da herkes içindir, Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli
Var eden kendini birincisinden
Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren.
Ben şimdi bir yabancı gibi gülümseyen
Tanımadığın bir ülke gibi
İçinde yaşamadığın bir zaman gibi
Tam kendisi gibi mutluluğun
Beni bekliyorsun
Ve onu bekliyorsun beni beklerken.
YERÇEKİMLİ KARANFİL
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysa ki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şukadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.
MANASTIRLI HİLMİ BEYE DÖRDÜNCÜ MEKTUP
Yıllar geçmedi, yıllar eskidi
Dokunduğum yerde kalıyorum
Yaşlı bir kelebek gibi.
Yeni bir renk buldum bugün, suyun akışı rengi
Oyuğumdan çıktım
Çıkmamı duydum
Bir süre yürüdüm yürüdüm
Hiç kimsenin ağzını dayayıp da
Suyunu içmediği bir çeşme gibi durdum
Durdum ki
Önce bir elektrik mavisi çöktü içime
Sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
Ben
Benzersiz bir geyiği okşar gibi
Yol boyunca insanların
Sevgisizliği okyaşıp geçtim
Yol boyunca insanların
Uzak yakınlığını
Okşayıp geçtim
Sinema girişlerindeki fotoğraflara baktım ?bir süre?
Çürük elma kokulu bir sokağa girdim
Küçük bir alana çıktım
Cemal'i okuldan aldım
Sonra...
Kestiydim saçlarını çoktan
Gözleri bir çift medüza şimdi
Cemal'i
Kurtuluş'ta unutulmuş bir bahçe için
Bahane Cemal
Kolları iğreti, kısa
Kır yolları gibi tekdüze bir anlatım yürüyüşünde
Anlamsız
Ve yanyana gelince beton yapılarla
Hep aynı soğuk ve yapışkan hüzün
Yedeğine alıyor ikisini de
Oysa pencerelerden sarkan ışıklar bile
Herbiri başka başka
Acılar başka başka
Her günkü sözler, her günkü konuşmalar
Aynı plaklarla aynı şarkılar
Tutmuyor hiç birbirini
Ve
Mutluluk
Bir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.
Eski bir lokantadayız Hilmi Bey
Beyoğlu'nda, arka sokaklarda
Karşıdaki vitrinde
Yeni cilalanmış bir tabut
Bu garip gün sonundan sanki
Pespembe üç haç eklenmiş ağzına
Cemal'in
Sadece pasta yiyor şimdilik
Duvardaki denizkızına bakıyor ara sıra
Bir düğmesi kopuk ceketinin
Tırnakları tertemiz
Gömleği buruşuk ?biraz?
Bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşunca
Sözleşiyor kafasında insanın:
Bu çocuk beni hiç sevmedi
Sevmeyecek.
Kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?
Bezik oynuyoruz, rakı içiyoruz
Ve konuşmuyoruz gerekmedikçe
Arada mektup yazıyorum sana
Ah, olmayan sana. Hiç olmadın ki
Bunu kendime, Cemile'ye söylüyoruz.
Bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
İki kaktüs gibiyiz Cemal'le ben
Kendi çöllerimizden koparılmış.
YAŞ DEĞİŞTİRME TÖRENİNE YETİŞEN ÖYLE BİR ŞİİR
Tomris Uyar'a
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yaraşırsa ancak Monet'nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Yok bir yanıtın nereye diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler'den Hisar'a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar'dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.
İLKYAZ ŞİKÂYETÇİLERİ/VI
ANLAMIYORUM
Anlamıyorum, hiç anlamıyorum
Bu bungunluğun altı uysal bir deniz
İlkyaz papatyaları çocuk dişleri gibi
Bir gündüzün ortasında bir güpegündüz
Öptükçe öpüyor bir yavru serçe
Sapıyla birlikte bir karanfili
Ama anlamıyorum, hiç anlamıyorum.
Gördüm mü görmedim mi, bilmiyorum da
Güneşle sarmalanmış limon çiçekleri mi
Elimi uzatınca hemen kaybolan
Elimi çekince ele veren kendimi
Bir bungunluk ki işte, bilmem ne yapsam
Öyle bir kulp gibi biçimlenip de
Bir yerlere mi boşaltsam kendimi.
Anlamıyorum, hiç anlamıyorum
Nisandan hazirana
İki oğlu olmuş bir kadın gibi
TÜM YORUMLAR (31)