Ve gerçekten de bu oğul yaşar, büyür. Okul çağına gelir ama okula-mokula gidemez. Baba hem biraz tutucu, hem yoksul, hem de kimsesizdir. Okula öğrenci değil, işe-tarlaya, çifte-çubuğa ırgat gerekir ve Yaşar da ırgat olarak yaşasın istenir.
Okumaya, öğrenmeye karşı içinde büyük sevgiler beslediği halde Yaşar bir türlü okuyamaz, onüç yaşına gelinceye dek çift sürer, hayvan güder, tarlada ırgatlık, evde hamallık yapar durur.
Onüç yaşında belleğine o ana kadar tanıyamadığı duygular egemen olmaya başlar. Bunlar ince ince duygulardır. Bu duygular onu arkadaşlarından, yaşıtlarından ve kalabalıklardan uzaklaştırıp derin yalnızlıklara götürürler.
Yaşar ‘ın bu kaçışları, bu kayboluşları anayı, babayı, komşuları tedirgin eder, her arayışlarında onu, köyün ta ötelerindeki Kaygana Deresi ‘nin suları, otları, çiçekleri arasında yatarken veya birbaşına düşünüp dururken bulurlar ve bu davranışlarına kolay kolay da anlam veremezler.
Oğlunun bu bitip tükenmek bilmeyen birbaşınalıklarından korkuya kapılan ve onun aklını bitirmesinden çekinen Recep Ağa, belki hava ve yer değişikliği iyi gelir umuduyla evini-barkını Avlar Köyü ‘nden kaldırıp Pasinler ‘in Aşağı Tahir Hoca Köyü ‘ne taşır.
Yaşar, Aşağı Tahir Hoca Köyü ‘ne geldiğinde, gerçekte, aradığına geldiğinin bilincinde bile değildir. Ama aradığı oradadır, doğmuştur, büyümüştür, kendisini beklemektedir. Adı ‘Hatun’ dur ve ne kadar yazıktır ki; işte o, acımasızlığı dillere destan gerçek Ağa ‘lardan birinin kızıdır.
Gelmiş-geçmiş her aşığın başına gelendir: İlk görüşte Hatun ‘a aşık olur. Kendisi de Hatun ‘un aradığı, beklediğidir.
Yanar yanar tutuşur, tutuşur tutuşur ateşler, alevler içinde kalır. Kendine dönüklüğü derinleşir. Gönlünün yarası yüreğine kökler salar, bedenini sarar sarmalar. Deli Dumrul Köprüsü ‘nü bir besmeleyle geçebileceğini sanır ve bir zaman sonra, kıçına bakmadan Hasan Dağı ‘na oduna gidip aracılarla Ağa ‘dan Hatun ‘u istetir.
Bilmez ki; bu dilek ancak kendisine göre; ‘Allah ‘ın buyruğu, Peygamber ‘in sözü’ dür ve bilmez ki; Ağa ‘ya göre; ne ‘Allah ‘ın emri,’ ne de ‘Peygamber ‘in kavli’ dir.
Yanıt Yaşar ‘a haddini bir güzel bildiren yanıtlardandır: ‘Bizim, elinde saz, dilinde söz, dere-tepe gezen adama verilecek kızımız yoktur.’
Yaşar, ardına kadar açık sandığı bir kapının sımsıkı kapalı olduğunu tüm yaşamında ilk kez görmekte ve baltalar sallasa; açılmayacağını ilk kez anlamaktaydı. Elleri-kolları kırılıp yanına düşmüş, el attığı dallar elinde kalmış, güvendiği dağlara karlar yağmıştı. Yaşamında ilk kez, varlığının bir Ağa karşısında ne denli değersiz olduğunu sezmekte, umarsızlığına başka başka umarlar aramaktaydı.
Gizli bir buluşmalarında, yüzünü-gözünü kızarta kızarta Hatun ‘a ‘Benimle kaçar mısın? ’ diye sordu. Hatun babasını pek tanımıyor olmalıydı ki; umutluydu ve ‘Hele biraz dur bakalım. Belki Ağa ‘m insafa gelir.’ Demekteydi.
İkisi de, Ağa ‘dan insaf beklemenin ölü gözünden yaş beklemekten farkı olmadığını bilmiyorlardı. Ağa ‘nı derdi insafa gelmek değil, köylünün diline sakız olmamaktı. Bu yüzdendir ki; kızı için bir başkasına çarçabuk söz kesmiş ve keser kesmez de düğün hazırlıklarına başlamıştı.
Hatun ‘u Yaşar ‘la kaçmaya zorlayan da bu oldu.
Bir gece vakti, Hatun ‘un elinde bohça, Yaşar ‘ın elinde de saz olduğu halde, köyden gizlice ayrıldılar.
Gel gör ki; bu kere atı alan Üsküdar ‘ı geçemedi. Ağa acımasız olduğu kadar da güçlüydü. Adamlarını atlarına bindirip peşlerine düşürdü. Gizli kaçış ıssız ve kanlık bir çayırda çabucak noktalandı. Hatun ‘un katı yürekli babası, daha ilk anda hançerini çeker çekmez Yaşarı ‘ın üstüne yürüdü ve Yaşar ‘ı delik-deşik edilmekten araya giren kahya kurtardı. Adam kendisini aşığın önüne korunak yapmış, ellerini makas makas açmış, Ağa ‘sına yalvarmaktaydı: ‘Bağışla Ağa ‘m. Elini kana bulama. Şanına yakışmaz. Bırak, Allah ‘ından bulsun.’
Ağa Yaşar ‘ı bırakmış, Hatun ‘u saçlarından kavramış, atının terkisine atmış, hayvanı mahmuzlamış, kendine yakıştırdığı işi de Allah ‘a bırakmıştı: ‘Doğduğuna-doğacağına pişman edin soyhayı…’ Demekte ve giderayak ardındaki feryatları dinlemekteydi.
Sanki Ağa ‘larının kızları değil, kendi kızları kaçırılmış gibiydi. Biri bırakıp biri vuruyor, biri tokatlarken obiri tekmeliyor, beriki gırtlağını sıkarken, öteki küfürler savuruyordu. Yaşar, nereye yıkıldığının, nereye çökertildiğinin, nereden kaldırılıp nereye savrulduğunun, başının-bedeninin hangi taşa, hangi tümseğe vurulduğunun bilincinde bile değildi. Kendisi kanlar, yaralar, bereler içinde kalmış, göğsü sedef işlemeli, sapı püsküllü sazı göğsünde parçalanmış, giysileri yırtılmış, umudu kırılmış, amanı kesilmişti.
Sabahleyin iki çoban çocuğun kollarında, halden-yoldan, şekilden-biçimden çıkmış olarak köye dönebildiğinde; köy, davul-zurna sesleri ve sarhoş nağraları içindeydi. Düğün, istemediği birine zorla verilen Ağa Kızı Hatun ‘un düğünüydü.
Yaşar sevdalıydı, karasevdalıydı. Hatun sevdalıydı, kara kara sevdalıydı. Ölümlere dayanabilen ayrılığa dayanamıyordu. Yıl geçmedi, düğünle-dernekle istemeye istemeye girdiği elevinden Hatun ‘un ölüsünü çıkardılar.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 -2003) ' nun
ALVARLI AŞIK REYHANİ isimli Araştırma-İnceleme 'lerinden > 20-24/201)
Devam-3
Kayıt Tarihi : 7.1.2005 18:41:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!