Sadakat kelimesini, tınısı, manası ve insana göre değişebilen alacalı rengi itibarıyla içinde binlerce farklı türden canlı yaşatan laciverdi bir okyanus gibi algılıyorum. Dolayısıyla, ‘sadakatin’ ahlakla kurduğu ilişkiden ziyade her defasında başka maskelerle aramızda dolaşması ilgimi çekiyor. Sadakatle ‘itaat’ arasında yalpalayanların medcezirli ruh hali, aynı zamanda siyasi bir varlık olduğunu unutan insanı da iyi anlatıyor çünkü.
Neredeyse bir asırdır karşılaştığınız yasaklar listesini, onu güçlendiren yasalar koyan, ‘toplum mühendisliğini’ evvel ezel seven yöneticilerin sisteme ‘sadakat tutkusunu’ gördüğünüzde ne hissediyorsunuz? Sadakatin bir ‘görev’ olduğunu mu yoksa o erdemin, kalleşliğin, menfaat düşkünlüğünün, vefasızlığın tersi olması gerektiğini mi? Ben haliyle kendilerine bir önceki neslin hoyratlığından miras kalan o acımasız ‘vazife aşkını’ görüyorum.
Ve böyle yorgun zamanlarda yine edebiyatın iyileştirici gücüne sığınıyorum. Yazı bütün hayatımıza istila eden zehirli unutkanlığın kapılarını kelimelerin büyüsüyle aralayıp, insanın şuursuzluğunu mağrur baş kaldırışın şiiriyle derinden hissettiriyor. Geçmişe merhamet eden bir yazarın, ‘küçük şeylere’ akıldan ve vicdandan yoksun bir körleşmeyle bağlanan insanları anlattığı ‘Almanca Dersi’ni okuyunca hüznü ve sevinci bir arada yaşıyorum. Hâlâ dünyada büyük bir kalabalığın bu romanın inceliğinden, anlatımından etkilendiğini bilmek ‘yasaklarla’ hırpalanan ruhumu sağaltıyor. Sonra insandaki ‘görev duygusunun’ giderek bir takıntı halini aldığını, bunun hemen her çağda ve coğrafyada kendine has koşullarla sıkıcı bir döngü içinde tekrarlandığını bilmek beni umutsuzluğa sürüklüyor.
Çağdaş Alman edebiyatının klasikleşmiş eserlerinden biri olan Sigfried Lenz’in başyapıtı kabul edilen roman, Siggi isimli bir çocuğun ‘görev tutkusu’ konulu kompozisyon ödevini yazmadığı için ıslahevine konmasıyla başlıyor. Siggi, kompozisyonu yazmak istiyor ama öğretmenlerinin ondan istediği gibi değil. Kasabanın polisi olan babası, 1943’de nasyonal sosyalistler tarafından ressam Nansen’i resim yapmaktan men etmek ve yasağa uyup uymadığını kontrol etmek ve devlete rapor edip cezalandırmakla görevlendiriliyor. Aldığı talimatları hiç sorgulamadan yerine getiren baba karakteri, kuşkusuz tüm zamanların totaliter rejimlerini de temsil ediyor.
Beğenilmediği için yıkım emri verilen heykelleri, müstehcen bulunduğu için dört yüz sene sonra yasaklanan tiyatro metinlerini, çağdaş oyunları, kitapları, kireçlerin altına taammüden gizlenen resimleri her gün hatırlatmaya lüzum var mı? Lenz, bir çocuğun gök kuşağı renkleriyle beslenen hayal gücünü, ‘göreve’ değil hayata, duyguya, yaşanmış olana sadık kalma bilincini, arzusunu, ilk bakışta baş döndüren benzersiz bir tablo gibi resmetmiş. Milyonlarca okur, başta Thomas Mann ve Goethe olmak üzere pek çok saygın ödüle sahip bu yazar sayesinde hâlâ küf kokan ‘yasaklar’ karşısında kendini güçlü ve sağlam hissedebiliyor. Yasak koyanların hazin yenilgisi de her zaman bu oluyor!
Kitabın iz bırakan cümlelerinden biri: “Yalnızca itaat etmeyi bilenler emir verebilir”. Genellemelerden korkarım lakin bu cümlenin çelişkili sertliği pek çok zehirli hırsı da gün ışığına çıkarıyor. Etrafınıza bir bakın. Bırakın yaşadığınız ülkeyi yönetenleri, işyerinizde, mahallenizde, evinizde hiç sorgulamadan itaat etmenizi isteyen ifadesini yitirmiş yüzlere dikkatlice bakın. Ne görüyorsunuz? Lenz, size o hastalıklı ruh halinin yazıdaki tılsımlı karşılığını gösteriyor işte.
İki farklı zamanda geçen kitabın anlatıcısı Siggi, suçlu çocukların ıslah edildiği bir adada yaşıyor. O yaşadığı sert gerçekliği ‘şimdiki zamanda’ eğip bükmeden anlatırken, ‘suskun defterleri’, sislerin arasından gördüklerini büyülü bir masala dönüştüren cesur ve romantik bir korsan misali konuşuyor okurla. Lenz, bu romanı yazarken ekspresyonist ressam Emil Nolde’den esinlenmiş. (1867-1956) . Kaynaklar, Lenz’le aynı dönemde yetişmiş ressamın, Nazi döneminde büyük bir gizlilik içinde yaptığı, sonradan ‘yapılmamış resimler’ diye adlandırılan bin üç yüz resimden oluşan bir seriye işaret ediyormuş.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta