Kızılca kıyametin alevleri sarmıştı Hamami Köyü’nü. Evler, hayvanlar, insanlar yanıyordu. Çığlıklar ayyuka çıkmış, dumanlar arasında tam bir can pazarı vardı. İhtiyar adam kan ter içinde uyandığında, rüyanın etkisiyle diğer odalara koştu. Torunları uyuyordu. Gece telaşlı olarak yastığa baş koymuştu. Bu yüzden kâbus mu görmüştü yoksa?
İdlib’in köyleri birkaç gündür bombalanıyordu. Gecenin geç vakti olmasına rağmen patlama sesleri işitiliyordu. Sıranın kendi köylerine geldiğini sezmekteydi. Günlerdir oğullarıyla tartışıp duruyordu. Savaşmak ama kiminle? Sonuçta ölenler, aynı ülkenin insanları değil miydi? Tek çare kalıyordu geriye. Çoluk çocuğu alıp, komşu ülke Türkiye’ye sığınmak… Hem kendileri de Türkmen’di. Osmanlı’dan sonra sınırlar çizilince kendi köyleri Suriye tarafında kalmıştı. Türkiye’nin zorda kalanlara kucak açacağını biliyorlardı.
Ahmet Dede sabah namazı için abdest alırken, kulakları sağır eden bir patlama ile elindeki ibrik düştü. Zelzeleyi aratmayan sarsıntı ve gürültüyle evlerin camları yere inmişti. Az önce gördüğü rüya gerçek olmuştu. Korkuyla ayağa kalkan küçük torunları, tir tir titriyor, dedelerinin bacaklarına sarılıyorlardı. Dede soğukkanlılığını yitirmeden tekbir getiriyor, bir taraftan da çocukları kucaklayıp korkularını yatıştırıyordu. Bir süre sonra patlamalar durunca, oğlu ve geliniyle istişare etti. Yanlarına birkaç gün yetecek kadar ekmek, su ve birkaç parça giyim eşyası ile battaniye alarak şafakla beraber yola koyuldular. En azından çocukları ve kadınları kurtarmak gerekiyordu bu cehennemden. Erkekler dönüp tekrar mücadele edeceklerdi. Kendileri gibi düşünen onlarca aile de yollara düşmüştü. Evlerini, bahçelerini, hayvanlarını bırakıp canlarını kurtarma telaşındaydılar. Birkaç günlük yorucu yolculuktan sonra Hatay sınırına ulaştılar. Güveççi Köyü sınırında bulunan Türk askerlerine teslim oldular. Çocukların babası Heysam, köyde kalan ablalarını da alıp getirmek için ailesiyle vedalaştı. Geriye dönmemek de vardı. Evlatlarıyla uzun uzun kucaklaştı. Onları kokladı. En kısa zamanda geleceğini söyleyerek geri döndü.
Ahmet Dede, gelini ve üç torunuyla otobüse bindirildi. Mülteciler için hazırlanan Yayladağı’ndaki çadır kente getirildiler. Savaşın kaç ay, ya da kaç yıl süreceği belli değildi. Şubat ayı soğuktu. Keldağı’nın zirvesinde kar vardı. Yüzlerce çadırın üzerine yağmur geçmemesi için muşamba örtüler serilmişti. İçine ise elektrikli ısıtıcılar konmuştu. Yeme, içme, giyinme, sağlık ihtiyaçları karşılanıyordu. Yine de insanın kendi evi gibisi yoktu. Yeni bir ortama alışmak kolay değildi. Geldikleri bir haftayı bulmuştu. Oğlu Heysam’dan henüz bir haber yoktu.
Bir gece vaktiydi. Yorgunluk çöken yüzlerce çadırda ağır bir uykunun demiyle insanlar kendinden geçmişti. Biri hariç… Ahmet Dede’nin yüreğindeki ateş, evlatlarını düşünmedeki telaş ve gözlerindeki yaş kendisini uyutmuyordu. Torunlarını öptü. Üzerlerini battaniyeyle örttü. Dua edip sağ yanına kıvrılıp dinlenmeye çekildi. Dışarıda çadırların muşambalarında yağmur şıpırtısı, sınır köylerden ise patlayan topların gürültüsü kulakların aşina olduğu seslerdendi.
İhtiyar adamın gözleri artık uykusuzluğu kaldıramayacak kadar ağırlaşmıştı. Kendinden geçti, savaşın yakıcı alevleri rüyaları terk etmiyordu. Oğlu Heysam elinde kova, alevleri söndürmeye çalışıyordu. Etraftaki feryat figanın etkisiyle uyandığında, kendi çadırlarının tutuştuğunu gördü. Çocukları ve gelini uyandırıp dışarı çıkardı. Zehirlenmekten ve yanmaktan son anda kurtulmuşlardı. Fakat yan çadırdakiler onlar kadar şanslı değildiler. Üç kadın, altı çocuk kalıyordu yandaki çadırda. Her çadır bir dramdı aslında. Garibe Nine, hem oğlunu hem de damadını savaşta kaybetmişti. Kızı, gelini ve torunlarıyla beraber uyurken elektrik sobasını kapatmayınca, battaniye tutuşmuş ve alevler kısa sürede tüm çadıra yayılmıştı. Diğer çadırdakiler ve itfaiye seferber olsa da üç torununu yanmaktan kurtaramamışlardı.
Günler, aylar geçiyordu fakat savaşın biteceği yoktu. Oğlu Heysam’ın hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordu Ahmet Dede. Torunlarına sevgi gösteriyor, babalarının bir gün mutlaka geleceğini söylüyordu. Torunlarından Emine beş, Ahmet üç ve Hamza henüz bir yaşındaydı. Kampa bahar gelmişti. Çadırların etrafındaki çimenler rengârenk kır çiçekleriyle bezenmişti. Çocuklar güle oynaya çiçek topluyorlardı. Emine, dedesine: “Babama çiçek topladım, geldiğinde vereceğim.” deyip yarısına kadar su dolu bir bardağa sıkıştırıyordu papatya demetini. Onlar birkaç gün sonra kuruyunca yenilerini topluyordu. Emine ve Ahmet, çocuklar için kampta açılan anasınıfına gidiyorlardı. Emine çizdiği aile resimlerinde ortada babasını kocaman çiziyordu. Aynı sayfada onunla olmanın mutluluğunu yaşıyordu körpe yüreğinde. Boyadığı güneş umut olup, Keldağı’nın ardından gülümserken, kuşlar özgürlüğe kanat çırpıyordu…
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.