Alaman Pınarı Şiiri - Haki Buhari

Haki Buhari
17

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Alaman Pınarı

Deneme Hikayeler
Bizim Çocukluğumuz

Çukurova yazın kavurucu sıcağını göstermeden, biz hazırlığımızı yapmıştık bile. Eski hurda işi yapan Niğde’ li Osman amcadan paslı da olsa ikisi büyük, ikisi küçük bilyalarımızı biriktirdiğimiz harçlıklarımızla alıp, çaktırmadan annemin kızken biçki-dikiş kursundan kalan gözü gibi bakıp koruduğu, zetina dikiş makinasının plastik yağdanlığıyla, bir güzel yağlayıp, kiri pası aktıktan sonra güzelcene bezle silerek, bir elimizle şöyle nasıl döndüğüne bakmak için, elimizi içindeki kasnağa sokup, diğer elimizle hızlıca döndürüp cırrrr diye sesi duyunca bu işte tamam diyoruz dayımın oğlu Aşık Memet ve teyzemin oğlu İsmail ile birlikte. Ha Aşık Memet’in o ünvanı boşuna aldığını da sanmayın. Ceyhan’daki büyük çarşı yangınında, yanan Hasan dayımın manifatura dükkanındaki pırtı ve basmaları kurtarırken, galleden dökülen bozuk paralarla bisikletine yazdıracağımız yazı için, ganimet paralarını saydık biz. Paramız yetmeyince, tabelacı birer türkü söylememizi ve böylece ödeşeceğimizi isteyince Ömer dayımın oğlu Memet, “dane dane benleri var yüzünde, can alıcı bakışları var gözünde” türküsünü söyleyince adam mahalleden komşu kızı Handan’ı seven dayımın oğlunun bisikletine Aşık Memet yazmıştı.

Sabah namazına kalkan babam ve annem hummalı bir çalışma içerisindeler, eski savanlara sarılan yorgan, döşek ve yastıklar, kolilenen mutfak eşyaları, akşama dayımın getireceği kamyona yüklenmek üzere hazırlandılar. Babam, evdeki işler bittikten sonra çarşıdan alınacakları liste yapıp, evden çıkıyor.

Biz ise yerimizde duramıyoruz, daha yarın sabaha kadar nasıl bekleyeceğiz yaa, diye heyecanımızdan kalbimiz duracak gibi oluyor. Annem evin son işlerini bitirmek üzere, ipe serilen çamaşırları topluyor, tel dolaptaki bozulacak sebze ve meyvaları çıkarak, komşulara dağıtıyor.

Bir müddet sonra babam, iki file dolusu alınacaklarla geliyor, neler yok ki, İngiliz yapımı lüks, lüks gömleği, dolu küçük tüp, bir bidon gazyağı, gaz lambası, bir tane küçük el radyosu ve bir yığın eşya.

Sabah saat beş’ te evin önünde bir homurtu ile duran eski leyland kamyon, akşamdan dayımların ve teyzem gilin eşyaları yüklenmiş, en son kalan kısmına da hep bir elden bizim eşyalar yükleniyor, kalın sicimlerle çapraz olarak bağlanan eşyaların üzerine doluşuyoruz. Biz küçük olduğumuz için orta yere bizi oturtuyorlar. Şöför herkes hazır mııı? diye yukarıya doğru bağırınca Ömer dayım, Allah kaza bela vermesin tamamdır, kaptan diyor.

Her yıl tekrarlanan bu heyecanlı yolculuğumuz, bu yıl daha da güzel olacak gibime geliyor. Heyyt savulun biz geliyoruz dağlar, yollar, Keklik Pınarı, Fındıklık, Çaylık ve Kızılcık kirazlarının her birinin ayrı bir dağın yamacında veyahut tepesinde olduğu, Alman Pınarı Yaylasına doğru, yüzümüzü yalayan çukurova’ nın henüz yakıcı olmayan sıcağını, son kez içimize çekerek ağır ağır ilerliyoruz.

Kanlıgeçit’ ten sonra artık rampalı ve yılan gibi kıvrım kıvrım yollar, kamyonun üzerinden düşmeyelim diye, eşyaların bağlandığı sicimlere sıkı sıkıya tutunuyoruz. Zorlana zorlana yokuş tırmanan kamyonların egzozundan çıkan dumanlar ile, yukarıdan aşağıya doğru gelen araçların yaptığı frenin balata kokusu birbirlerine karışmış, açık alanda yolculuk yapmasak, kusmamak işten bile değil. Kızıldere’ nin çok dar ve dik virajından sonra, köyün içerisinden geçiyoruz, köy kahvesinin önünde tahta iskemlelere çökmüş, yaşlılar yorgun ve bezgin gözlerle, tüm geçen yaylacıları olduğu gibi, bizi de gözden uzaklaşıncaya kadar, takip ediyorlar.

Dünyaca ünlü Kırgız romancı Cengiz Aytmatov’ un aynı adlı romanından uyarlanan, Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in oynadığı, “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminin çekildiği, Kaypak köyü’ nün altındaki Kalecik baraj gölü, yamaçlarındaki çamın rengini almış, kartpostallara malzeme olacak kadar, tüm ihtişamını bizlere sunuyor.

Uzaktan görünen Fettahlıoğlu aşiretinin yaşadığı Hasanbeyli’yi geçtikten sonra, Baş Pınar, ardından Dutlu Pınar’ ın virajı geçer geçmez sona ermesi ve, eskilerin tabiri ile Alaman Pınarı’ na hoş geldiniz.

Fırının karşısındaki yolun köşe başındaki Muharrem amcanın bakkal dükkanı ile, yayla dernek başkanı Faruk Demir’ lerin evinin yanından sola dönerek en son bizim eşyalar yüklendiği için, ilk bizim yükler indirilecek. Tahta barakadan, arkası dağ olduğu için, babamın her yıl evin arkasını seki haline getirdikten sonra, evimizi bir arkaya yeniden yapması, evimizin önündeki bahçeyi epeyce genişletmişti. Bahçemiz, can eriği, elma ağacı, ceviz ağacı, kiraz ağaçları ile dolu, daha çiçeklerini yeni açmış, mis gibi bahar kokuyor. Kuş cıvıltıları, sessizliği bozuyordu.

Vadi boyunca evlerin serpiştiği yaylamız, sağlı sollu birbirine paralel dağların iki yamacı, bahçe içlerinde çoğunluğu tahta barakalardan yapılma, tam orta yerde buz gibi karpuzu bile çatlatan pınarı, yaylamızın mesciti ve asırlık bir çınar ağacı, içi oyulmuş, ateşle yakılmış gibi simsiyah olmuş, örümcek ağıyla kaplı yadigarımız.

Yaşlıların, yatsı namazından sonra bize devrettikleri çay ocağını işleten ali emminin de lüks lambalarını söndürüp, evine gittikten sonra, tahta sandalyeler üzerinde sabahlara kadar mukallit Tamer’in uydurma hikayelerini dinleyerek, geçen zaman, geceyarısını geçtikten sonra, yerini korku hikayelerine bırakıyor, en sonunda hikayeci Tamer’ in benim ciğerimi sen mi aldın? Diyerek bizi korkutmasıyla, şimdi eve nasıl gideceğiz, hadi yolda hortlak çıkarsa korkusu sarmaya başlıyor. Bizi daha fazla korkutmasına müsaade etmeden, panik havası içinde dağılmaya başlıyoruz, hikayeci Tamer’ in nereye gidiyorsunuz lan, daha yeni başlamıştım demesi ile hiç durmadan, arkamıza bile bakmadan kaçışmamıza neden oluyor.

Sabah erkenden uyandırılıp, evimizin eteklerine kadar inmiş sise ve yağan zom zoma aldırmadan, ellerimizde tahralarımız ve iplerimizle, dazlak tepe’ yi geçip, dağın zirvesine kadar çıkıyoruz, dağın öbür yüzündeki Karafenk köyünün davar çobanları sürüleri ile bizim bulunduğumuz zirveye doğru tesbih taneleri gibi dizilmiş keçileri, arkasında ve önünde kangal köpekleri ile bize yaklaşmadan bir an önce işimizi bitirmeliyiz. Zirvede en uzunlarının olduğu demircik ağaçlarının düzgün olanlarını kesmeye başlıyor, kesilenlerin kollarını ve budaklarını temizleyerek, evimizin önüne kuracağımız hayma’nın salma direklerini yapıyoruz. Mubarek ağaç o kadar sert ki, bir gün sonraya kalsa çivi bile geçmiyor, çivi yamuluyor. O gün haymalarımızın direkleri ve üst çatısı hazırlanıyor, devrisi gün biraz daha aşağılardan meşe dalları keserek, üzerine gölgelikte yapıldıktan sonra, bizim işimiz bitmiş oluyor. Ama her gün sırayla, bizim evin altındaki pınardan su taşıma görevimiz, yayla dönüşüne kadar devam ediyor.

Yaylamızda elektrik yok, akşam odalarda gaz lambası, yatana kadar da evimizin sofasında lüks yanıyor, babamın el radyosundan akşam haberlerini dinledikten sonra, arkası yarın programı merekımız kaldığı yerden devam ediyor. Bazen da babam haberlerin sonunda çok kızarak, dinlediği İran radyosuna yorum yaparak, vay münafık vay! diye iç geçirince, ben merakla anlamadığım bir dil olduğundan, niye öyle dedin? Baba diye sorunca, oğlum Humeyni kendi sesiyle konuşuyor, onu dinliyorum diyor. Babam Urdu’cayı ve Fars’çayı bildiğinden, konuşmasında Şah’ ın zulmü Ömer’ in zulmünü geçmişti diye konuşunca, dayanamadım, adalet timsali, dört büyük halifeden birisine dil uzatıyor diye cevap veriyor.

Her gün akşamüzeri bütün yaylacılar yol boyuna çıkarlar, biz gençlere fırsat doğar ve anneleri ve komşuları ile yürüyen kızlara, kızların gençlere kur saati başlamış olur ve uzun saçlarımızı kızlarla göz göze gelince elimizle tarar gibi yaparak hava basıyoruz.

Bir gün sonra da bilyalılarımızı hazırlıyor, sürükleye sürükleye yaylamızın Fevzipaşa tarafına doğru, en yüksek rampaya kadar çıkıp, Ortadoğu’ya tek çıkış olan daracık asfalt yoldan gelen ve giden otobüslerin, kamyonların ve tek tük geçen turist otomobillerinin arasında hızla elimizle sıkı sıkı sarıldığımız kalın ipten direksiyonumuzu, ustalıkla kullanarak asfalttan aşağıya doğru kayıyor, ölüme meydan okuyoruz. Arada bir zaten yavaş yavaş tırmanan kamyonların muavini aşağıya atlayıp, sille tokat bizi ve bilyalı arabalarımızı şarampole yuvarlarken, ölümünüze mi susadınız lan gavatlar diye, bağırarak geri sağ kapıdan kamyona yetişip biniyorlar. Biz de inat bu ya, bu sefer de yaşça bizden büyükler yük taşıyan kamyonların arkadan kasalarına asılarak, taşıdığı yükler işe yarar ise, brandanın altından aşağıya atıyor, bize de toplayıcılık görevi düşüyordu. O günün ziyafetinde şansımıza ne çıkarsa tabiî ki. Bazen yük kamyonunda karpuz, şeftali, kola ne varsa yiyecek cinsinden asfalt korsanları olarak, Dişçi Ekrem amcanın oğlu ismet, yüksekçe bir ağacın üzerindeki gözlemci kulesinden el işaretini yapınca bizimkiler pusuya yatıyor, kamyon geçer geçmez bir panter çevikliğiyle, iki kişi birden kamyona dalıyorlar, dikiz aynasından şoför ve muavin çakmadan işimizi bitirmemiz gerekiyor, aynı yoldan geçen ve daha önce bilen kamyoncular tedbirli oluyor, tehlikeli bölgeyi geçene kadar yüklerini kolluyorlar.

Yaylanın bir de gelip giden yolculara hizmet veren yol lokantası var. Otobüsler durdukça yapılan anonsu hep bir ağızdan biz de yapmaya başlıyor, eğleniyoruz. “Lütfen dikkat! İstanbul istikametinden gelip, Şanlıurfa istikametine gitmekte olan Fındıklı Toros turizmin yolcuları, kaptanınız yarım saat yemek ve çay molası vermiştir.” Arkasından sırayla gelen ve sıra sıra dizilen otobüsler, Çayır Ağası, Gazanfer Bilge, Urfa Cesur….

Gelen yolculardan gazete var mı? Diye ilk isteklerimiz başlar, yabancı turistlerden ise çikolata ve sigara alarak, harçlık verirlerse de lokantanın yanındaki marketten lolipop şekerlerimizi alıp, ellerimizdeki deyneklerden at yapıp, biz de molanız bitmiştir anonsundan sonra sıraya dizilerek, önce küçük kale’ye, ardından da Almanların Hastane olarak kullandıkları Büyük kale’ye kadar çalılıkların arasındaki patika yollardan çıkarak, orada biraz dinlenip, yakıt ikmali yaptıktan sonra, yakıt ikmali derken yanlış anlaşılmasın, bizimkisi çalılıkların arasına küçük abdestimizi yaparak, geri dönüşe hazırlanır ve günü böyle bitiririz.

Akşam üzeri caminin yanındaki pınarda toplanıp, yarın radar tepesindeki çaylığa gideceğiz, herkes hazırlıklı gelsin, diye de planımızı yapar ve dediğimiz gibi büyük çamlığın oradan, mis gibi kekik kokularını çiğerlerimize çekerek yola koyulur, yoruldukça dinlenir, ya da ucu topuzlu otlarla yuvasından akrep çıkarır, öldürürüz. Zirveye geldiğimizde sarı çiçekleri ile taptaze dağ çayı, burcu burcu kokmaya başlar, ilk çay kümesinden sanki kalmayacak gibi saldırıya geçeriz, bağ yapıp, torbalarımaza doldurduğumuz çaylar aslında yayla dönüşü konu komşuya götürülecek yayla hediyesi içerisinde baş köşeyi tutardı. Dönüş yolu güzergahımızı değiştirir, yayla sakızı-kenger toplayarak görevini yapmış asker edasıyla evimizin yolunu tutuyoruz.

Akşam, hikayeci Tamer’in bolca belden aşağı fıkralarını dinleyip, dağarcığımızı zenginleştirerek, sabah fırından aldığımız sıcacık pideleri, yan komşumuz Issızca’lı Panavurların Necat’ın annesinin sabah yaydığı, ayran kokan tazeyağ’la ekmekleri iyice yağlayıp, köy peyniri ve su bardağında bol şekerli çayımızla kahvaltımızı yapıp, enerjimizi depoluyoruz.

Lokmacı Metin’in orada soluğu alıp, bici yeriz, Şam tatlıcı Ali Emminin haydiiii çocuuuklaaar, diye bağırışıyla, fırından yeni çıkmış üzeri fıstıklı Şam Tatlısı yemek, Atomcu Sbri Bereket’in cebindeki atomlara sigara değdirip patlatarak geçen günler, kızların evlerde darbuka ile ortalığı çınlatmaları ve cami hocasının, Ceyhan’lı kızların zındıklık yapmamaları için verdiği vaazlar, çizgili entarisi ile hasanbeyli’den gelen deli Şeref’in peşine takılmalar ne güzel, ne hoş günlerdi.

Bu günkü keşfimiz, top sahasını geçerek ikinci bir dağ silsilesini tırmanmak, kirazlık diye tabir ettiğimiz bölgeye, kızılcık toplamaya gidiyoruz, kafile çok kalabalık bu gün, Ceyhan’lı Yusuf Mengi, Bahattin amcamın oğulları Sait ve Tevfik Akkoyunlu, Remzi hoca, Osmaniye eşrafından Atatürk’ün ilk meclisinde Cebeli-Bereket mebuslarından, Basri Demir’in torunları Celal, Hacı ve Erol Demir ve isimlerini bilmediğim bir yığın çocukla birlikte Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar diye tempo tutarak kirazlığa ulaşıyoruz. İslahiye tarafından gelip, meşe kömürü yapan bir ocakta amcalarla sohbet edip, elimizdeki muşamba torbalara, tapladığımız kızılcıkları dolduruyor, yetmiş olanlarını ve ağacın dibine düşenleri de ağzımızı buruşturarak yiyoruz.

Günler günleri kovalıyor, bir gün fındıklıktayız, daldan dala atlayan sincapları yakalamaya çalışırken de fındıkları topluyor, keçi çobanlarının torbalarından çıkardıkları azıklarına ortak oluyoruz. Öyle azık diyince toğga, ya da tarhana çorbası değil, hemen yanıbaşında yakalayıp, tasına sağdığı keçi sütüne taze incirin sütünü birkaç damla sıktıktan sonra, yanıbaşımızdaki dereye koyup, mayalanmasını beklediğimiz teleme ve bandıra bandıra hiçbir yerde bulamayacağınız yufka ekmekle yediğimiz katıklarımız. Ardından tabakadan çıkarılan tütünü, sigara kağıdına özenle yerleştirip, dudağımızla ıslatıp, sonra da dişimizle tırtıkladığımız Arapça yazılı sigara kağıdını tükrüğümüzle yapıştırıp, cebimizde nemlenmiş kibritle, ya da çobanların gazlı çakmakları ile yakarak, öksüre öksüre yaylada alışıp, içtiğimiz cıgaralar.

Artık Ramazan ayı girdi, biraz ağırlaştık ve cami hocasına gidip, kursta öğrendiğimiz Kuran-ı Kerimimizi anneleremizin diktiği bez kabına koyup, üç defa öptükten sonra, ikindi namazından sonra okunan toplu hatim indirme merasimlerine katılıyoruz, namazda muzipliklerimiz hiç bitmiyor, aynı safa ve yan yana gelmemeye dikkat etsek te bazen denk düşüyor ve hocamızın; Allahuekber demesiye birlikte birimiz gülünce, caminin içi tüm çocukların gülme yarışına giriyor, yaşlı amcalardan bazıları namazı bozmadan bizi uyarmak için sesli ve sertçe Allahuekber diyerek uyarıyor. İlk selamla birlikte, Basri amca kendisine en yakın çocuğun kulağından tutarak dışarıya atarken, biz hep birlikte dayak yememek için namazı yarım bırakıp, kaçıyoruz. Arada bir de bakkaldan aldığımız zeytin, peynir, karpuz ve ekmeklerle askeriye’nin havuzuna gidip, oruç bozuyoruz, havuzda akşama kadar serinledikten sonra da, akşam evde herkesle birlikte hiç çaktırmadan iftar açıyoruz.

Babalarımızın olmadığı bir güne denk getirip, sabah erkenden yola koyularak, beş kilometrelik yürüyüşümüzden sonra aşağıda harita gibi görünen Amik ovasını, bizi uçuracak gibi esen poyrazın eşliğinde, saçlarımız dalgalana dalgalana seyre dalıyor, biraz daha yürüdükten sonra alemcilerin zaman zaman kullandıkları Keklikpınarı’na varıyoruz. Gerçekten de biz yaklaşınca pınardan su içip, gap gap gubarak diye ötüşen keklikler ve yavruları sağa sola kaçışmaya başlıyorlar. Elimizi yüzümüzü yıkayıp, suyumuzu içtikten sonra yola revan oluyoruz, artık tırmanma bitmiş, amik ovasına doğru üzüm bağlarının arasından bal gibi üzüm salkımlarını koparıp, yiye yiye iniyoruz. Bir müddet sonra atılacağımız maceranın ilk durağına vardık. 1933 yılında yapımı biten, Fevzipaşa-Bahçe arasındaki demiryolu tünelinin tam ağzındayız, tünelin içerisinden buz gibi bir hava geliyor, bu tünelin diğer ucuna geçmeye karar verdik. Tamı tamına beş kilometrelik Türkiye’nin en uzun demiryolu tüneli, bir el fenerimiz bile olmadan, elimize bir ağaç çubuk alıp, tünelin kenar duvarını kaybetmeyelim diye sürerek yol alıyoruz. Buz gibi tünelin içerisinde her elli metreye yapılan sığınak tipi girintilerde bazen su şırıltılarının sesiyle, elimizle yoklayıp, oluklu çeşmeden su içiyoruz. Göz gözü görmez halde, bin bir pişmanlıkla yola devam ediyoruz, yaşça bizden küçük olanlar ağlıyor, perişanlık diz boyu. Arada bir geçen Kara Tren’in bizi içine cekecek gibi rüzgarıyla korkumuz biraz daha artıyor, neyse ki iki saat sonra tünelin ucu görünüyor ve Bahçe tarafından çıkıyoruz, sadece gözlerimizin beyazı görünüyor, kimse kimseyi elbiselerimiz olmasa tanıyamayacak haldeyiz. Birbirimze bakıp gülüyoruz. Bir bakkaldan sabun alıp, çeşmede elimizi yüzümüzü iyice sabunlasak ta is tamamen çıkmıyor, ekmek arası zeytin yemeğimizi yiyerek gerisin geri, geldiğimiz yoldan dönmek için kafile olarak harekete geçiyoruz. Yolda bizi gören büyükler kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi soruyorlar, biz de Almanpınarı yaylasından tüneli geçerek geldiğimizi söyleyince oğlum siz dellendiniz mi? Sizin ananız babanız yok mu? Akıl kârı mı bu yaptığınız oğlum, ya tren sizi altına alsa diyerek bir güzel haşlıyorlar. Sakın aynı yoldan gitmeyin diye de sıkı sıkı tembih ediyorlar. Nasıl gideceğimizi sorunca da, tünelin üzerindeki dağları işaret ederek, aha buradan gidersiniz diyerek cavabımızı almış oluyoruz, fakat aha buradan dedikleri dağları aşmaya ne bizim takatimiz kaldı, ne de zamanımız. Genç olanı bir de bizimle dalga geçiyor, ben size yolu tarif eydim mi? Diyor. Nasıl gideriz abi deyince de? Şu gördüğünüz dağın ardında bir dağ var, onun ardında bir dağ daha var, eeee diyince de onun ardında bir dağ daha var, ondan sonra asfalta ulaşırsınız diye cevap verince, bizim Remzi hoca yaşça hepimizden büyük ama Allah akıl versin, o da bizim kafilede ve sessizce ebenkiiiii diyor.

Issız dağlarda gece vakti domuzlara yem mi olacaktık ki? Tünelin ağzına geldik, bir nöbetçi koymuşlar, adam buradan gidemezsiniz yasak diye tutturdu, yalvarsak ta yakarsak ta, olmaaaz oğlum, şimdi sizi ayağımın altına alır, çiğnerim deyip üzerimize yürüyor.

Nafile, yalvarmak yakarmak fayda etmeyince, hava yavaş yavaş kararıyor, güneş dağların arkasına doğru saklanmaya başladı. Bari gidip biryerlere saklanalım, bekçi birazdan ayrılır ve biz de usulcana yeniden gelip tünele gireriz diyoruz. Gerisin geri dönüp, biraz ilerideki bodur bir sabunluk ağacının arkasına saklanıp, bekçiyi gözetlemeye başlıyoruz. Gerçekten de bekçi bir müddet sonra sağına soluna bakınıp, oradan ayrılıyor. Biz sevinç çığlıkları atarak yeniden tünel yolculuğumuza başlıyoruz. Bu sefer biraz tecrübeliyiz ve daha rahat düşmeden, çarpmadan hızlı adımlarla yolun üçte birini aldık. O da ne! Karşımızda sesi olmayan bir tren geliyor, Allah Allah diyoruz, bu nasıl tren sessiz ve ışığı zayıf. Biraz yaklaşınca tren yolu bakımcıları, el gücü ile bir aşağı, bir yukarı hareket ettirdikleri kol ile giden araçları ile yanımıza yaklaşıp, birisi aşağı inerek hayretler içerisinde, siz de kimsiniz, ne arıyorsunuz burada diye sert, sert bağırıyor. Kısaca anlatmaya çalışırken, kime vurduğunu da tam seçemiyoruz, bir sille, bir daha derken, diğer demiryolu işçileri de aşağı atlayıp, bizi geldiğimiz yöne kovalıyorlar. Tecrübe, korkudan artık bir işe yaramıyor, düşe çarpa gerisin geri Bahçe’de soluğu alıyoruz.

Artık hava iyiden iyiye kararmaya başlıyor ve bizim serüven başa dönmüş oluyor. Yine saklandığımız yerden, yeniden hareket derken, yatsı ezanında, asfalt yola ulaşıyoruz, fakat hiç birimizde mecal kalmadı. Yazın sıcak asfaltı bile buz gibi olmuş ama hepimiz boylu boyunca asfalta uzanıyoruz. O saatte bir araç geçse ama hangi birimizi alacak ki, diyoruz kendi kendimize. Yaşça bizden küçükleri alsın diyor, Selahattin. Tamam diyoruz ama ne gelen var, ne de giden derken, bir dorsesiz tır beliriyor yolda. Hep birlikte tır’ın önüne atılıyoruz, adam bizi tepelemeden zor duruyor ve daha bir şey demeden ağlaya ağlaya yalvarmaya başlıyoruz. Amca ne olursun bizi yaylaya kadar alıp, götürürmüsün diye…

Neyse ki, adam merhamete geldi ve küçükleri şoför mahalline, bizi de sakın düşmeyin ve sıkı sıkı sarılın diye talimat vererek arkaya aldı. Adamcağız bize bir şey olmasın diye, yavaş yavaş giderek yaylanın girişindeki Çay Bahçesinin önünde durdu. Biz arkadan, devam amca caminin orada ineceğiz deyince yeniden hareket etti. Biz de bu sefer evdekilerin korkusu başladı. Hiç bu kadar habersiz gecikmemiştik.

Gerçektende hepimizin ailesi yollara düşmüşler bizi arıyorlar, aralarında taksim yapmışlar, gecenin geç vaktinde olabileceğimiz her yeri aramaya başlamışlar ama nafile. Nerede bunlar, yer yarıldı da içine mi düştüler diye dövünmeye başlamışlar ki, bizi gören koşar adımlarla yanımıza gelip, yakaladıklarını eşşek sudan gelinceye kadar dövmeye başladılar. Zaten bitmiş vaziyetteyiz, ne kacacak mecalimiz var, ne de karşı koyacak durumdayız. Gerçekten de suçluyuz ve biz bunları hak ettik.

Arsız, arsızlığından vazgeçer mi? Bir gün sonra yine bildiğimizi okuyoruz ve yayan yapıldak Hasanbeyli’den daha aşağıdaki Kazım Fettahlıoğlu’nun havuzuna gidip, akşama kadar günümüzü gün edip, dönüşte de Hasanbeyli’den aldığımız karpuzumuzu Ayvalıdere’de bir güzelcene yiyor, bakkaldan aldığımız Bafra ve Gelincik sigaralarımızı tüm pakettekiler bitene kadar içip, yaylanın yolunu tutuyoruz.

Cumartesi akşamüzeri babalarımız geleceği için, son posta minübüslerin yolunu gözlüyoruz. Yaylada bulunmayan eksik gediklerin taşınmasına yardım edelim ve annelerimizin şikayetlerine aldırış etmesin diye, eve gelene kadar yağcılık görevimizi yerine getiriyoruz.

Cumartesi geceleri herkesin erkeği evinde ve akşam yemği yenilip, hava karardıktan sonra, ortalık önce tek tük, sonra tüm yayla çeşit çeşit ses çıkaran silahların sesi ile çınlayıp, yankı yapmaya başlıyor. Evlerimizin üzeri çinko olduğundan, bir müddet sonra havadan geri dönen kurşun ve tüfek saçmalarının sesi ile tıkır tıkır drdten geçilmez oluyor.

Pazar günü ise elimize tutuşturulan para ile, evde ağır misafir babalarımız var ya, kasaptan et alınacak. Yokuş aşağı koşa koşa indiğimiz toprak yoldan toz çıkarıyoruz. Yaylamızın meşhur kasabı iki kardeş, Atom Recep ve Hacı abi. Atom Recep’in bir de oğlu var ismi Kaplan, Kaplan ağabeyin Java motoru var ki, kız gibi. Bir defasında arkasına bindim de, aynı uçak gibi hızlı sürüyor ve yol kenarındaki ağaçlar aynı perde gibi oluyordu. İndiğimde korkudan tir tir titremiş ve bir daha mı? Tövbe diye kendi kendime yemin etmiştim. Öyle hemen et almakta kolay değil di. Bekleyeceksin, büyükler alacak, et bitince pınarın kenarında yenileri kesilip, askıya alınacak ve sıra bize geldiğinde istediğimiz yerden veriyormuş gibi yapar, yağlı kağıdın altına bolca etin yağlı yerinden çaktırmadan atar ve tartacağı zaman da kilo yerine kullandığı taşların birini alır, diğerini koyar terazinin kefesine, en sonunda da eşeğin kuyruğuna bak diye bizim dikkatimizi o yöne çekerek, yukarıdan pat diye yağlı kağıttaki eti teraziye atar ve düşme ağırlığı ile terazinin et olan kefesi aşağıya doğru inmesi ile Atom Recep’in kapması bir olur ve evdekilerden bir yığın fırça yememiz kaçınılmaz olur.

Artık ağustos ayı’nın sonlarına yaklaşıyoruz ve yayla mevsiminde geri göç başlamak üzere. Tam meyve ve sebzelerin yeni çıktığında, yayladan da dönülür müymüş demeyin. Mecburen dönülecek ki, buğday kaynatılacak, salça çıkarılacak, bir yığın iş bekliyor. Okullar açılacak ve siyah okul önlüklerimiz dikilecek. Yavaş yavaş eşşek kasalarında çevre köylerden sebze ve meyveler de gelmeye başladı ve ne zaman geri göçeceksek, bir iki gün öncesinden Hasanbeyli’nin meşhur domatesinden Ökkeş emmiye siparişler verilir, taze fasulye ve elma stokları yapılır. Çalı süpürgeleri alınır, kullanılmayan eşyalarımız yavaş yavaş toplanmaya başlanır. Dernek başkanına bekçi parası makbuz karşılığı ödenir.

Yaylayı en son çadırlarda yaşayan sepetçi ve davulcular terk ediyor, hırsızlık yok denecek kadar az ve insanların gönül huzuru içerisinde bir yayla sonuna daha gelmiş oluyoruz. Seneye yeniden buluşmak üzere arkadaşlarımızla sarılarak hüzünlü bir şekilde veda vaktimiz yaklaşıyor, şehrin gürültülü, ve boğucu ortamına dönmek hüznümüzü biraz daha artırsa da elden ne gelir ki?

Ormanlarında çeşit çeşit yaban hayvanlarınla, alabak kuşunla, kayaların üzerinde hiç durmadan zıplayan gallilerinle, gökyüzünde hareketsiz süzülen şahin ve atmacalarınla, ağaçlarında rengarenk tırtıllarınla ve renk cümbüşü kelebeklerinle sana elveda, seneye görüşmek dileğiye, Alaman Pınarı….
13.01.2014

Haki Buhari
Kayıt Tarihi : 3.2.2014 13:09:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Haki Buhari