Sırrıma ermek için çok düşler kurdum
Oyun oynamadığım belliydi hayatta
Renkler içinde kurulmuş yaşarken
Umutların yittiği yerler vardı dünyada
Medeniyet diye öğrendiğim bencilliği
Liberal düşünceyle egemen kılmışlardı
Umarsızca, birey aklının tavana vurduğu
Lüks yaşamların insanlık adına kutsandığı
Unutulan tüm insancıl değerler konuşulurken
Kendini kurtarma savaşı vardı ekmek kapısında
Bilinç bireyin çıkarına yöneldiğinde
İlk önce Tanrı’sına karşı savaş açtı
Liberal hümanizm insanı kutsallaştırdı
İnsan kutsallaşınca öne aklını çıkardı
Nizam kurdu kendine, hedefinde çıkarları
Canının her istediğini yapmak kutsallığında
İlkesi artık özgürce “bırakın yapsınlar”dı
Oltanın ucuna takılan şatafatlı söylemlerle
Liberalleşen insanın önünde hiçbir şey kalmadı
Aklını kullanıp toplumdan sıyırtan, tepeye çıktı
Neden, nasıl, niçin sorularının artık bedeli vardı
Sistem kuruldu, çıkara kurban insanlar
Oyunlar oynanıyor, sanki ortada canlar
Rotasını tutturan durmadan kazanıyor
Umarsızca toplumdan ayrılıp yükseliyor
Medeniyet buydu işte, bir tarafta fakirlik
Liberal, çıkarcılar diğer tarafta zenginlik
Uyuşma yoktu yaşamlarda tam eşitsizlik
Lafta kalan bütün değerler kapı ardında
Umarsızca çevriliyordu sürekli paraya
Kural belliydi, her şey yasa çıkarılınca
Liberal, bireyci yaklaşımlara uygunca
Alkışlanır oldu tüm insanlıkta adalet adına
Rahat ettirildi toplumun tepesinde burjuva
Istıraplı yaşamların üzerine basılan hayatta
Paylaşım, özgün inançların özünde yatıyordu
Ancak çağ, yalancı insanlık sevgiyle yürüyordu
Yalana, riyaya bulaşmamış insan aramaksa
Liberal, bireyci, çıkarcı düşünceler uzağında
Aklını, kendine, ailesine, topluma sunacak
Şeksiz şüphesiz inançlı insanlarla olacaktı
Istırabın olduğu yerlere çare olmaya çalışacak
Rahatını, huzurunu bütün insanlık için kaçıracak
11.04.2008 - İzmir
Mehmet ÇobanKayıt Tarihi : 11.4.2008 00:17:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sorumluluk bilinci olan sorumlulukları paylaşır. Hepimiz yaşamdan aldığımız bilgi ve kültürle hayatta yaşarken türlü çelişkileri yaşarız. Yaşadığımız çelişkilerin nedenini, özünü araştırdığımızda, öğrendiklerimizle, yaşadığımız gerçek hayatın ilintisizliğidir. İnsan, insanlık adına edindiğimiz tüm kutsal değerlerin, gerçekte hayatta çıkarlara kurban edildiğini gördükçe, değerler peşinde koşmanın fakirlik, rezillik, sefillik olduğunu, çıkarlar peşinde koşmanın ise zenginlik, sefahat, rahat yaşamlar olduğunu görürüz. Ancak gördüğümüz başka bir gerçek vardır. Adalet içinde, insanların birbirleriyle paylaşım esasları üzerinde yaşayacağı bir hayatın kurallarında herkes müttefikken, sanki neredeyse hiç kimse böyle bir şeyin gerçekleşeceğine inanmamaktadır. Gemisini kurtaran kaptan hesabıyla hareket eden insanlık içinde ne yazık ki bizlerde varız. Hiç birimiz gerçekte insanlığa kendimizi adayamayız. Zira insanlık için kendimizi adamak için kurulu düzenlere karşı çıkmaktır. Kurulu düzen nedir? Günümüzde kurulu düzen dediğimiz zaman insanın birey olarak öne çıkarıldığı düşüncelerin egemen olduğu düzen olduğunu görüyoruz. Her ne kadar söylemlerde toplumculuk, insanlık sözleri insanların kulaklarını çınlatıyorsa da, işin aslı böyle değildir. Pratik eskiden olduğu gibi, şimdi de, kürke olmaktadır. Kısaca kurulu düzen, cebe, görselliğe, hayatta yerini bulmayan yalan söze itibar etmektedir. Cebin gücü, bütün değerlerin gücünün üzerindedir. Görselliğin gücü, insanları kalbinden vuran müthiş bir cazibe merkezidir. Yalan söylem ise, çaresizlikten bunalmış insana yalandan da olsa teselli için gerekli bir serap gibidir. Kurulu düzen, cebinin gücü, görselliğinin cazibesi ve teselli için umutsuzlara yöneldiğinde söylediği yalanlar ile müthiş bir güç oluşturmuştur. Günümüzdeki kurulu düzenin bu görüntüsünün ardında yatan gerçekleri tarih içinde izlersek orta çağla bugün arasında çok fark yoktur. Orta çağdaki duruma bir bakalım. Cebin gücü burjuvadır. Burjuva silah gücü ile toprakların sahibidir. Sahip olduğu topraklar üzerindeki insanlar, hayvanlar onlara aittir. Burjuva varlıklarından söz ederken, arazisinin büyüklüğünden, arazinin üstündeki insan ve hayvan sayısından söz eder. Bir burjuva ile diğer burjuva arasındaki cebin gücünü belirleme ölçüleri bunlardır. Görselliğin cazibesine gelince, Avrupa’da şatolar, doğuda saraylar görselliğin gücünü gösterir. Devasa binalar, binaların dışında ve içinde onları koruyan süslü giyinmiş askerler, asılmış büyük bayraklar, burjuvanın giydiği elbiseler görselliğin cazibesini oluşturur. Burjuvanın takıları, ziynet eşyaları, altın pırlanta döşeli şatoları, elbiseleri onların görsellik yoluyla ulaşılmaz bir cazibe merkezi yaratma gayreti içindir. Yalan sözlere gelince, burjuvanın hakim olduğu insanlara söylediği, “bizler olmasak sizlere kimse hayat tanımaz. Sizlerin koruyucusu, besleyicisi biziz”dir. Halbuki işin özünde halk onları besler. Zira üretici halktır. Burjuva ise tüketicidir. Burjuvaya asker olan halktır. O şatoların yapımında çalışanlar da halktır. Halk hem kendisini, hem de burjuvayı beslemek için çalışır didinir. Boğaz tokluğuyla yaşar. Burjuvayı zenginlik içinde yaşatır. Ancak işin bu gerçek yanı asla burjuva tarafından halka gösterilmez. Bu gerçeklerin üzerini örtecek, dinsel, kültürel, bilimsel bilgiler sürekli halka söylenir. Burjuvanın halka söylettiği dinsel, kültürel, bilimsel bilgilerin hepsi yalandır. Gerçekleri gizlemek için örtülür. Burjuva sisteminde, Din adamları, halk ile Tanrı arasına girerek, yeni bir din önerirler. Tanrı bütün insanların eşit olarak yaratıldığını, dünyadaki varlıklardan eşit haklara sahip olarak hak sahibi olduğunu vurgulasa da, araya giren din adamları, bu hakların çoğunun burjuvaya, azının halka ait olduğunu ifade edecek şekilde din üretirler. Kültür ve bilim üzerine uğraşıp, bilgilerini halka sunanlar ise burjuvanın beslediği, koruduğu, ürettiği insanlardan oluşur. Yani bunlar şatoların kütüphanelerinde, şato odalarında yaşayanlardır. Halktan kopuklardır. Onlar şatolardaki burjuva eğlencelerinin baş konukları olarak itibar görürler. Halbuki gördükleri itibar bilgilerine değil, burjuvaya yapmış oldukları yalakalıklarınadır. Yalakalıklarıyla, gerçek dışı kültür, bilim üreterek, halkı burjuvaya bağlarlar. Batıda ve doğuda burjuva kendi renk ayrımlarıyla yaşarken, batıda halk burjuva düzenine karşı başkaldırdı. 1789 yılında Fransa’da gerçekleşen kültür devrimi, bütün dünyayı etkisi altına aldı. Kültür devrimi sonunda kurulu düzenle ilgili ortaya ne çıktı? Kısaca gözden geçirelim. Kurulu düzenin ana teması olan, Cep el değiştirdi. Burjuva yıkıldı. Cebin bütün halka ait olduğu vurgulandı. Yani dünyadaki varlıklar, topraklar, üretim tüketim ilişkilerindeki tüm araçlar halkın olacaktı. Görselliğin getirdiği cazibede bütün halk cazibesine göre yer alacaktı. Görselliğin kaynakları olan, zenginlik, fizik, akıl güçleri devreye girecekti. Devrim olduğu anda, zenginlik kavramı ortadan kaldırıldı. Zira eskiden zenginlik burjuvaya aitti. Burjuva ortadan kalkınca zenginlik bütün halka ait oldu. Fizik, kadınların fiziklerini ortaya çıkararak cazibe merkezi olmalarını öne çıkardı. Artık kadınların açılması, biz buradayız, güzelliklerimiz ortada cazibe merkezi olarak duruyor çağrıları onlara büyük gelir sağladı. Böylece görsel medya, kadının reklam aracı olarak kullanılması, kadın fiziğinin cazibe merkezi olarak görülmesinin sonuçlarıydı. Devrimden sonra geliştirilen kapitalist ekonominin en gözde cazibe merkezi kadınlar oldu. Üreticiler mallarını kadın üzerinden satmayı. Kadın fiziğiyle ürünlerini tanıtmayı esas aldılar. Böylece yeni bir hayat başladı. Görsellik kadın üzerine dayalı. Cazibe merkezi kadın. Sonuçta yeni bir dünya kuruldu. Erkeklerin gittikçe kapandığı, sıkı giyinmeye başladığı, kadınların ise alabildiğince serbest tavırlı, açık giyimli, ortalıkta fiziklerini sergileyen insanlar konumu ortaya çıktı. Liberal ve kapitalist ekonominin ulaştığı bu sonuç elbette kolay değildi. Uzun uğraşlar verdi. Tabi kadının görsellikte cazibe merkezi olarak görülmesi ve buna yönelik uygulamalarda verdiğim örnekler işin masumane yanıydı. İşin bir de öbür tarafı vardı ki, özgür olmayı, açılmayı hedefleyen, cazibesini, fiziğini ortaya koymak isteyen kadın üzerinden yeni bir ticaret sektörü geliştirildi. Fuhuş ve eğlence merkezleri, müzik / dans erotiğinde kadını öne çıkardı. Böylece sermaye kendine büyük bir Pazar edindi. Maalesef toplumsal düzenlerde sermayenin istekleri yönünde, fuhşu, erotik eğlenceleri yasalaştıran çalışmalarıyla kadının görsel cazibe adına istismar edilmesine katkıda bulundu. Zenginlik ise devrimle beraber halka indirgenirken, liberal düşünce ve arkasından kapitalist ekonomi üretildi. Liberal düşünce ile söylenen öz, “bırakın aklı olan kullansın. Aklı olan ilerlesin. Aklını kullanabilen başarsın. Bırakın yapsınlar. Bırakın gitsinler” Yani insan önüne, insan aklı önüne engel dikmeyin. Bütün gücünüzle insanın ve insan aklının ilerlemesi için düzeni, yasaları kolaylaştırın. Düşünceler ve toplumsal düzen anlayışı bu noktaya gelince şöyle bir öz görüyoruz. Aslında bütün insanlar burjuva olmak yanlısıdır. Yani toplumla bir şeyleri paylaşma yerine, toplumda özel konum edinme, belirli statülere ulaşma peşindeler. Ancak geçmişteki burjuva sisteminde bütün insanlar için böyle bir durum müsait değildi. Zira burjuva sisteminde, toplumda belirli statülere ulaşma, genelde aileden, soydan gelen bir unsurdu. Burjuva yıkılınca aileden, soydan gelen anlayış yerine, akıllı olan, aklını kullanan, fırsatları değerlendirenler, geçmişte burjuvanın ulaştığı zenginlik mertebelerine gelebilir anlayışı doğdu. Anlayış bu noktaya gelince, Fransız devrimi, yeni bir düşünce, yeni bir düzen oluşturdu ve sermaye / sermayedar kavramları gündeme geldi. Sermaye, yani zenginlik artık eskisi gibi, sadece burjuvanın hakkı değil, toplum içinde aklını kullanan, zengin olmasını bilen, fırsatları değerlendirebilen herkesin hakkı olacaktı. Peki toplum ne olacaktı? Sorusuna verilecek cevap bellidir. Toplum yine eskisi gibi, geçmişte burjuvanın kulu kölesi olarak yaşarken, şimdi de sermayenin kulu kölesi olarak yaşayacaktı. Yani toplumun geneli için değişen bir şey yoktu. Sonuçta bugün burjuvanın yıkılışından sonra gelişen olaylarda, adı burjuva olmayan, ama burjuvaziye taş çıkartan sermaye güçleri ortaya çıktı. Onların cebi, artık her şeyi satın alabilecek güçe ulaştı. Görselliğin akıl gücüyle ortaya konulması ise insanlık için olumlu bir gelişmeydi. Ancak aklın ilk yaptığı şey, devrimle beraber, kendini din adamlarına karşı özgürleştirirken, sınırlarını zorlayarak kendini Tanrı’sına karşı da özgürleştirdi. Böylece etik değerlerini oluşturan günah / sevap kavramlarının dışına çıktı. Günah sevap kavramlarının dışına çıkan insan için dünyada yaşamak algısı, kendi bireyinin çıkarlarını korumak olarak algılanmaya başladı. Nitekim Hümanizm düşüncesi ile, insan aklının tanrısallaştırılması, insanın kutsallaştırılması karşılığında, din insanın vicdanına bırakıldı. Sonuçta hiçbir zaman “ayranım ekşidir” demeyecek insan, kendi vicdanını rahatlatmak için, laik düşünceye ulaştı. Laik düşünüşün temeli, insanın Tanrı’sına karşı özgürlüğünü ilan etmesidir. Fransa’da laik düşünüş ortaya çıkartan temel anlayışı, yapısı buydu. Bu düşünüşe göre kısaca insan Tanrı’sına demektedir ki, “Ey Tanrı, varsan varsın, senin varlığını ister kabul ederim, ister etmem, ancak sen benim dünyama egemen olamazsın. Madem ki dünyamı ben yaşıyorum, öyleyse dünya kurallarımı oluşturma hakkı benimdir. Sen benim dünyama ait kural oluşturamazsın”. Böylece kendini Tanrı’ya karşı özgürleştiren insanın kendi çıkarını düşünmekten başka yolu yoktu. “Önce can, sonra canan” esprisi tamamen insanlığa hakim oldu. İnsan bu düşünceye vararak, hem Tanrı’sıyla arasına girenlere, hem de Tanrı’sına karşı aklını özgürleştirerek bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Laikleşen insan için artık günah / sevap kavramları sadece vicdan işidir. İnsanın vicdanını zorlayacak Tanrı en büyük güç olarak refüze edilmiştir. Böyle olunca insanın vicdanını etkileyecek insan iradesi “önce can” dediğinde, toplumsal paylaşım nasıl olacaktır? Bir zaman doğru veya yanlış, eksik veya tam, Tanrı’sına karşı sorumluluğu dolayısıyla toplumsal paylaşıma yönelen insan, kendi iradesiyle baş başa kaldığında ne kadar başarılı olacaktır? Günümüzde insanların toplumsal paylaşımı esas alan görüntüsü ortadadır. Politik çıkarlar kaygısıyla veya devlete vereceği vergiden indirmek maksadıyla yapılan sosyal tesislerin dışında, toplumun gerçekten paylaşımı nedir? Bu konuda istatistikler çok önemlidir. Yakın zamanda izlediğim bir programda, dinsel yapısı olan toplumlarda, aile içi, toplusal paylaşımların hala var olduğunu, ancak, laik kültürü benimseyerek modernleşen insanların arasında artık eskisi gibi aile içi, toplumsal paylaşımların azaldığı görülmektedir deniliyor. Hatta buna en çarpıcı örneğin, huzur evlerine yatırılan insanların geldiği aileler incelenerek, o ailelerin hangi tür inançlara ait olduğu çokluğunda bir değerlendirme yapılmıştır. Genelde dine inançları olan insanlar büyüklerini, hastalarını, kendi evlerinde kendileri bakarlarken, modern, laikliği benimsemiş, çağdaş yaşamdan yana olanlar, büyüklerinden ve hastalarından bir an önce kurtulmak için onları huzur evlerine göndermişlerdir. İzlediğim programda verilen çarpıcı örnekler istatistikli çalışmalar, artık insanların paylaşım duygularının modern anlayışlarda, bireyin çıkarlarına kurban gittiği görülmektedir. Kaldı ki, huzurevleri de, bakıma muhtaç olanlara bedelsiz bakma eğiliminde değillerdir. Huzurevlerine bağışlanan mal varlıkları, karşılık gösterilen emekli maaşları referansları ile sıraya girilebilmektedir. Aksi halde hiçbir şeyi ortada olmayanlar zaten açıkta kalmışlardır. Kurulu düzenin yalan üzerine dayanması konusuna gelince, devrimden önce burjuvanın yalanlarının çoğunu din adamları üretiyordu. Tanrı ile insanlar arasına girerek, insanların burjuva sisteminde mutlu ve bahtiyar yaşamaları telkinlerinde bulunuyorlardı. Burjuva düzeni yıkılıp yerine liberal, laik, kapitalist düzen dünyada egemen olunca, din adamları sınıfı ortadan kaldırıldı. Din insanların vicdanına bırakılarak insanlar Tanrı’ya karşı özgürleştirildi. Ancak, liberal, laik, bireyin çıkarına göre gelişen düşüncelerin doğurduğu kapitalist düzen sayesinde, farklı bir burjuva, yani sermaye karşımıza çıkmıştı. Sermaye, eski burjuva gibi, sadece toprak ve üzerindeki değerlerin sahibi değildi. Sermaye aynı zamanda, toprakların, paranın, sanayinin, ticaretin, ekonomik kaynakların, ülkeleri yöneten politikacıların para kaynağı oldu. Sermaye, burjuva gibi, toprak üzerinde yaşayan insanlar benim demiyordu. Aksine, bütün insanlar kendisinindir. Ben onlara ihtiyaç duyarsam ücretini verir işlerimde çalıştırırım diyordu. Tabi verdiği ücret, emeğin doğurduğu kar payına göre değil, tam tersine, kendi takdiri ile belirliyordu. Böylece kar payının çoğu kendinde toplandığı için gittikçe zenginleşti. Zenginleştikçe, bilimsel bulguları kendi çıkarlarına göre kullandı. Bilimsel bulguları kendi çıkarlarına kullandıkça sanayi gelişti. Sanayi geliştikçe emeğin değeri düştü. Sonuçta, sermaye ile halk / emek arasında korkunç bir sınıf farkı çıktı. Burada şöyle bir paragraf açmak istiyorum. Genelde kabul edilen görüş Fransa’daki kültür devriminin arkasından bilimin, sanayinin çok geliştiğidir. Aslında gerçek bu değildir. Keşif ve icatlara dayalı bilimsel çalışmalar dünya tarihinde her zaman olmuştur. Her zaman keşiflerden ve icatların türevleri olan bilimsel gelişmelerden yararlanan güçlüler olmuştur. Fransız devriminden önce, burjuva, krallıklar, imparatorluklar, padişahlıklar bilimsel bulguları emperyalist hedefler için kullanmışlardır. Fransız devriminden sonra da yine aynı şey olmuştur. Oluşan sermaye ve sermayenin oluşturduğu / desteklediği ülkeler de bilimi, bilimsel bulguları emperyalist amaçlar için kullanmışlardır. Fransız devriminden önceki bilim ile bugünkü bilimi kıyasladığımızda görünen büyük fark, elektrik ve elektronik üzerindeki gelişmelerdir. Bu gelişmelerin başlangıç zamanı Fransız devriminden öncedir. Burada şuna işaret etmek istiyorum. Dünyada aklın, akılcılığın aydınlanmasıyla, gelişmesiyle bilim gelişti tezini temel sayanlar için diyorum ki, gerçek böyle değildir. Gerçek olan, dünyanın bütün tarihi boyunca bilimsel gelişmeler vardır. Ancak bazı gelişmeler keşiflere bağlıdır ki, keşifler üzerine icatlar yapılabilir. Elektrik gibi bir gücün keşfi, üzerinde icatlar yapılmasını sağlamıştır. Suyun kaldırma gücünün, tekerleğin, aynanın keşfi gibi. Bilimsel temel bazında dünyada görebildiğim son keşif elektriktir. Henüz o günden bu yana yeni bir bilimsel keşif yoktur. Bu gün var olan bütün bilimsel gelişmeler, icatlar, elektrikle gelişmiştir. Bunu anlamak için, çalışmasında, temelinde elektrik olan bütün bilgi, makine, alet ve edevatları ortadan kaldırınız. O zaman doğacak sonuçla, elektrik temelinde ne çok şey üretildiğini, çağın elektrik çağı olduğunu, elektrikten bu yana, yeni bir temelin keşfedilmediğini görürsünüz. Yani şunu söylemek istiyorum. Fransız kültür devriminden sonra, dünyayı değiştirecek yeni bir keşif yoktur. Gelişen tüm bilgiler, bilimsel bulgular, icatlar, eski keşiflere dayalı olarak yapılmıştır. Paragrafı eklememdeki amaç, günümüz aydınlarının topluma söyledikleri “Fransız devrimiyle dünyaya akılcılık egemen oldu ve akılcılık bilimsel gelişmelere hız verdi anlayışının” aslında gerçeği yansıtmadığını belirtmek içindir. Aslında işin doğrusu, Fransız devriminden önceki bilgi ve bilimsel gelişmeler Fransız devrimini doğurarak, ortaya liberal, laik, kapitalist bir mirasyedi çıkarmıştır. Ve yeni dönem önceki keşiflerin üzerine bir çok icatlar yaparken, yeni bir keşifle henüz tanışmamıştır. İnsan vücudunun da elektriksel çalıştığının tespit edilmesiyle anatomide gelişen bilgiler, DNA üzerindeki gelişmeler yeni buluş olarak algılanmamalıdır. Hepsinin temelinde yatan elektriğin keşfidir. Konuya dönersek, 19. yüzyılda sermayenin doğurduğu, sermaye / emek çatışmasındaki sınıfsal farklılıklara karşı tepki olarak doğan sol anlayış maalesef kapitalizme karşı düzen denemelerinde başarı sağlayamayarak çöktü. Bugün solu, eski heyecanı ve ideallerinde görmek olası değildir. Hele ülkemizde meşhur 68 kuşağı solcularının bir kısmı artık sermaye veya sermaye içinde yer alan birimler haline geldiler. Zaten ülkemizdeki siyasi partilere de bakarsak, solu, sağı, dini, milliyetçiliği temsil eden partilerin sermaye / emek çatışmasında doğan sınıfsal farklılıklar için öne sürdükleri köklü çözümleri yoktur. Genelde, neredeyse hepsinin ortak katkısı, ortak hedefi, ülkenin daha büyük sermaye olan AB’ye girerek, sınıfsal farklılıkların artmasını sağlama yönündeki politikalarıdır. Bugün girmek istediğimiz AB ülkelerinde ve Amerika’da sermaye emek arasında korkunç fark vardır. Onların görüntüsüyle ülkemizin görüntüsü arasındaki fark, onlarda emek sahiplerinin ülkemize göre biraz daha iyi hayat şartlarına sahip olmalarıdır. Ancak bu iyi olan hayat şartının sermaye ile arasındaki uçurumu göz ardı etmemizi sağlayacak yanı da yoktur. Bundan birkaç yıl önce, ülkemizde hatta İzmir’de görev yapmış bir İngiliz aile ile tanıştım. Türkiye’de İngiltere adına sağlık sahasında görev yapmışlar. İngiltere’nin sağlık yasasından emekli olmuşlar. Ülkemizde yaşıyorlar. Güzelde Türkçe konuştukları için sohbetimiz iyi oldu. Onlara şunu sordum. Niye İngiltere’ye gitmediniz? Veya niçin çocuklarınızın yaşadığı Almanya’ya gitmediniz de Türkiye’de yaşıyorsunuz? Verilen cevap Türkiye’yi sevdik idi. Ben ise ekonomistim. Bu tür cevaplara pek itibar etmem. Sorumu geliştirdim. Kaç para emekli maaşı alıyorsun? Cevap 600 Paunt. Peki 600 pauntla İngiltere’de yaşabilir misin? Dedi hayır. Almanya’da yaşayabilir misin? Dedi hayır. Ama burada TL’ye çeviriyor, gayet zengin yaşıyorsunuz. Niye gidesiniz ki? Deyince, güldü. Çok farklısın dedi. Elbette çok farklıyım. Kayınpederim Almanya’dan emekli oldu. 700 Euro civarında emekli maaşı alıyor. Hadi gitsin Almanya’da yaşasın. Mümkün mü? Verdiğim örneklerden sanıyorum ne demek istediğimi anladınız? Kısaca emek kapitalist düzenlerin hangisinde olursa olsun değersizdir. Kurulu düzen toplumda oluşan sınıfsal farklılıkları izole etmek için eskiden burjuvazinin kullandığı din adamları yerine bugün bilim adamlarını, ülkenin aydınlarını kullanma eğilimindedir. Hem dünyada, hem de ülkemizdeki görüntü maalesef bu yöndedir. Laik düşünüş ile din adamları sınıfı çökertilmiş. Din adamlarının burjuva ile halk arasındaki uyuşmayı, uzlaştırmayı esas alan çalışmaları, günümüzde sermaye artı siyasiler (yeni burjuva) ile halk arasındaki farklılıkları çelişkileri açıklama, izah etme, uyuşma, uzlaşma işi, yani burjuvayı haklı çıkarma girişimleri aydınlara ve bilim adamlarına bırakılmıştır. Kısaca ve üzülerek söylemekteyim ki, bugünün aydınları, bilim adamları, sanki burjuva döneminin din adamlarının yaptığı işlevi yapmaktadırlar. Geçmişin din adamları, Tanrı ile insan arasına girerek, yaşamdaki çelişkileri açıklamaya çalışırken, Bugünün aydın ve bilim adamları, insan aklı ile insan arasına girerek, sermaye ve siyasilerin (yeni burjuvanın) yarattığı yaşamdaki çelişkileri açıklamaya çalışmaktadırlar. Yani, geçmişin din adamları kul ile Tanrı arasına girerken, bugünün bilim adamları ve aydınları kul ile aklı arasına girerek işi düzlemeye çalışırlar. Kısaca eski ile yeni arasında pekte fark yoktur. Birileri sürekli kulların arasına girerek, haklarının yenmesini sağlamaktadır. Geçmişte din adamları burjuvayı rahat ettirirken, bugünün aydınları ve bilim adamları sermaye ile günümüz siyasilerini rahat ettirmektedirler. Yani gözlediğim şey, burjuvanın yıkılmasıyla değişen bir şey olmamıştır. Burjuva yıkılarak yerine sermaye gelmiştir. Dün burjuvayı ayakta tutan kurulu düzen, cebe, görselliğe ve yalana başvururken, bugün sermayeyi ayakta tutan kurulun düzen de yine, cebe, görselliğe ve yalana başvurmaktadır. Peki her iki düzenin ortak yalanı nedir? Bütün insanlar eşittir. İnsanlar arasında sınıfsal farklılık yoktur. İnsanlar arasında eşitlik ilkesine göre adalet hakimdir. Peki bu yalana siz inanıyor musunuz? Geçmişte hiçbir zaman burjuva karşısında halk kendinin eşit olduğuna inanmıyordu. Bugün siz halktan biri olarak sermaye karşısında eşit olduğunuza inanıyor musunuz? Kurulu düzenin her yerinde, sermayenin işlerinin görüldüğü gibi, halkında işlerinin anında görüldüğünü, işlerinizin tıkırında gittiğine inanıyor musunuz? Eğer hayır diyorsanız Fransız devrimi boşuna yapılmıştır. Kanımca, bir insanın bireysel, aile ve toplumsal sorumlulukları ancak, sorumluluk bilinciyle sağlanabilir. Aklını vicdanına teslim eden, sonra önce “can” diyen, Tanrı’sına savaş açmış bir toplumun, toplumsallaşması hayali belki film ve dizilerde olabilecektir. İnsanca, insanlığa paylaşımlar hiçbir zaman bireyci düşüncelerle ortaya çıkamaz. Dolayısıyla liberal, laik, bireyin çıkarlarına göre oluşan / oluşturulan hiçbir düşünce, toplumsal paylaşım ilkesini hayata uygulayamaz. Kurulu düzenler, cebe, görselliğe ve yalana başvurdukça toplumsallıktan, eşitlikten, adaletten söz etmek olası değildir. Toplumculuğu öne çıkaran sol düşüncenin ise, ne kadar toplumcu olduğu, uygulandığı ülkelerin tecrübelerinde çok acı ve sert gerçekleriyle görülmüştür. Görülmüştür damgasını yediğinden bu yana, sol artık akıl eden, düşünen vicdanlarda sadece “teselli için kurulan hayaller” olarak kalır. Belki de arabeskin değişik bir türü olarak algılamak daha yerindedir.
saygılarım sonsuz size
Liberalleşen insanın önünde hiçbir şey kalmadı
Aklını kullanıp toplumdan sıyırtan, tepeye çıktı
Neden, nasıl, niçin sorularının artık bedeli vardı
Bizler bu bedeli çok ağır ödedik ama gelecek kuşaklar bizden çok daha ağır ödeyecek sanırım.
Kaleminiz yine en derin yaramıza parmak basmış ve düşünmelere sevketmiş hepimizi.
Kutluyorum kaleminizi ve yüreğinizi. Saygılar yüreğinize ve tam puanımı bırakıyorum sayfanıza
TÜM YORUMLAR (25)