Ah be babam, yaşasaydın hatırlardın,
Sene kaç hatırlamıyorum...
Bir kurbanlık almıştın, ilk kez kesecektin...
Yememiş, içmemiş, dişinden tırnağından artırmış,
Bir Ak benekli koyun almıştın...
Kazim koş sana bir kurban aldım,
Gel bak demiştin...
Nasıl sevinmiştim, ellerinden öpmüştüm...
Kurbana daha iki gün vardı,
Koyunu sevdikçe içimi hüzün sardı,
Çünkü o kesilecek, eti dağıtılacaktı...
Bir gün babam ben koyunla konuşurken
Kömürlüğe girdi...
Koyun beyaz olduğundan adı Akbenek’di
Ak beneğim dedim,
Seni kestirmeyeceğim,
Ben babamla konuşacağım,
Onu ikna edeceğim,
Babam çok merhametlidir,
Seni azad ettireceğim...
Üzülme olur mu Akbeneğim dedim...
Arkamdan hıçkırık sesleri ile irkildim,
Koca adam, benim altın yürekli babam ağlıyordu,
O ağladığı için ben de göz yaşlarıma engel olamamış
Ak beneğe sarılmış ve ağlamıştım...
Babam o kurbanda ve hiçbir kurbanda kurban kesmedi,
Benim için sizin mutluluğunuz önemli
Ben kurbanım yavrularım sizlere dedi...
Hoş ben de hiç kurban kesmedim,
Hep Akbeneğimi hatırladım,
Hiç kurban eti yemedim....
Akbeneğime de birkaç sene baktım,
Sonra zavallı hayvancağız hastalandı öldü
Kahroldum...
Karar verdim evimde hiç hayvan beslemedim...
Çünkü Ak beneğime çok alışmıştım,
Aylarca ağlamıştım.
Başka ölümlere dayanamazdım...
Kazım DOĞAN
08.12.2008
Kayıt Tarihi : 8.12.2008 10:52:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Çocukluğumda ve yaşadığım her kurban bayramında rastladığım Kurbanlıkların sokak ortasında ve çocukların gözleri önünde boğazlandığına şahit oldum ve hiç bir bayramda kurban kesmedim ve kesilen kurban etini de yemedim...Bu benim inancım ve inancınıza saygı duyuyor sizlerinde benim inancıma saygı duymanızı rica ediyorum...
Ne mutlu size.../
Her kese nasip değildir böyle bir yürek...
Saygı ve sevgi bıraktım sayfanızın bi'köşesine; bir de 'Akbenek'in hükmünde tüm kürklü dostlarımız adına minnet ve teşekkürlerimi...
Hoş kalın...
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
KURBANCININ KANLI URGANI
Dünden beri dostlarımı, şu günlerde sokakları saracak olan vahşet, kan kokusu ve kurban iniltilerine karşı bir şeyler yapmaları, en azından kulak, burun ve gözlerini kapatmanın yolunu bulmaları konusunda uyarıyorum.
Kulak, burun ve göz dışında, ayrıca insan ruhu taşıyanlara ise çarelik yanıtım yok. Olsa, çaresiyle kendi ruhumun çırpınışını yanıtlardım.
Arkadaşımın minik kızları İdil ve Mira babalarına, “Türkiye’de gerçekten bütün kuzuları kesecekler mi?” diye sormuş. Arkadaşım, “Doğruladım, ama insanlığımdan utanarak!” diye aktardı bana yanıtını. Sonra, “Peki, kuzuları kurtarmak için sen bir şey yapamaz mısın?” diye sormuş minikler. Arkadaşım çaresiz kalmış, susmuş.
Evet, birkaç gün sonra, sokaklar kesimhaneye dönecek. Elleri bıçaklı adamlar, urganlarla bağlayıp yıktıkları hayvanları parçalayarak, ‘sevap rallisi’nde birbirleriyle yarışacaklar. ‘Bayram’larının dekoru kan, ilkellik, magandalık, vahşet, gösteriş... Fonda parçalanmayı bekleyen hayvanların iniltisi... Çocuklar çaresiz seyredecek.
Kurbanını besleyen, süsleyen tek canlı insan. Çocukken, renk renk boya ve kurdelelerle süslenmiş, bahçede kesilmeyi bekleyen kuzulara baktıkça yanar da yanardım. Kuzusundan kanlı bir bıçakla ayrılışın ateşi söner mi çocuğun kalbinde? Çocukların kalbine bu ateşi koyan anlayışa da, koyanlara da lanet olsun!
‘Miras’ı yazdığım sırada, gurbette bir dönem çalışmak zorunda kaldığım kesimhanedeki gözlemlerim, içimde hâlâ kanar durur. Duygusu kitaba da yansımıştı: “ Kesim günlerinde, yeri göğü melemelerin acı uğultusu sarıyordu. Aşama aşamaydı melemeler. Kesimhaneye geliş yolunda, hayvanlar direniş tonuyla meliyordu. Keskindi melemeleri. Kesim için bekleyecekleri bölmeye indirildiklerinde sesleri kırılmaya başlıyor, direniş tonu acının tonuyla yer değiştiriyordu. Kesim için seçilmeye başladıklarında yakarışa dönüşüyordu bağrışları. Kan kokusu solundukça, korkunun dalga dalga bulandığı bir iniltiye dönüşüyordu. Kesilecekleri köşeye götürülürken, adımlarını kilitliyordu hayvanlar; sürüye sürüye götürüyorlardı. Kahrın iniltiyi kamçıladığı bir sesti çıkardıkları. Ayakları bağlanıp yıkıldıklarında inilti derinleşiyor, titreyişle buluşuyordu. Çelmelenip yere yıkılan hayvan, tiril tiril titriyordu. Titreme melemelerde yankılanıyordu. Çaresiz kalışın lanetiyle sesi de titriyordu hayvanın. Kesicilerin dualarıyla birlikte, boynunda ileri geri dolanan bıçağın soğukluğunu canında duyduğunda, çaresizliğin en mahzun sızlanışıyla direnmekten vazgeçip, kendini bırakıyor, neden diye sorar gibi bakıyordu çevresindekilere. Artık, “kesmeeeee” der gibi mee…eee..eee..me.e.. bağrışları duyulmaz oluyordu. Kan olukları kaynar suyla köpük köpük yıkanırken, gün ağarmaya başlıyordu. Bense, Elde bıçak / dualar fısıldanıp / alazlanmış boynu üç kez sıvazlanan kurbanın / mahzun, yapayalnız çaresiz bakışlarıyla... Dağıtıma çıkıyordum. İşim bitince kulaklarımda çimenlerin uğultusuyla bahçelere doğru gidiyordum. Rüzgâr, tozdan ve çakıldan en pürüzlü diliyle yalasın da, kan kokusunu tenimden silsin istiyordum. Saçlarımın diplerine dek, kirpiklerime, gözevlerime, iliklerime dek sinmiş oluyordu kan kokusu. Kurudukça ekşiyen bir kokuydu. Çiçeğe, bebeğe sokulmayı engelleyen bir kokuydu; dokunduğu körpeliği solduran bir kokuydu...”
Evet, önümüzdeki günlerde sokaklar kesimhaneye dönecek. Okullarda çocuklara, ‘kutsal kitaplar’ ve ‘din büyükleri’nin sözleriyle ‘kurban’ı ve ‘bayramını’ açıklayacaklar. Diyanet, şöyle buyuruyor: “Allah’a yakın olmak ve rızasına ermek için, ibadet niyetiyle kurbanlık bir hayvan kesmek sünnettir”. Din ‘büyüğü’ şöyle başlıyor: “ Bizler çocuklarımıza, bayramlarımızın sevincini ve mutluluğunu, inanan insanın ruhani güzelliğini miras bırakmak istiyorsak şayet...”
Ve yalana, safsataya dayalı bir tarih, kan ve vahşet bulamacı efsanelerle çocukların körpecik beyinlerine işlenecek. Kan ve vahşetin içinde ‘bayram şenliği’ yaşamaları öğretilecek. Bu nasıl iş böyle: öldürme iştahıyla sevinç duygusu aynı şırıngada? Bu nasıl bayram böyle? Neden ‘Kurban Karagünü’ değil de ‘Kurban Bayramı’? Yani!
Öyle değil mi: ‘İslamiyet, Musevilik, Hıristiyanlık’ falan diye adlandırılan şu ‘tek tanrılı’ dinlerden önce, eski Mısır, Yemen, Hint, Yunan, Mezopotamya efsanelerinde, özü ‘inanç’a dayalı ‘adak vahşeti’ yok muydu? Nil Nehri’nin coştuğu Nisan ayında bakire kızların kurban edilmesi gibi. İnsanileşmek ve doğru tarih eğitimi, bir inanç uğrunda bir başka canı ‘kurban’ diye boğazlamanın yanlışlığını anlamak değil midir? Çocuklarımıza böyle anlatmak değil midir? Softa yırtınıyor: “Hayır, bu sadece kâfirin görüşüdür!”
O vahşetini, yalana, safsataya, efsaneye sararak, inanç diye sunacak! Bir elinde kurbanını yıkmak için urganı, bir elinde vahşet için bilenmiş bıçağı, sokağa inecek! Benden de ‘itaat’ bekleyecek! Ötesi: ‘bayram sevinci’ yaşamamı isteyecek! Öldürme duygusuna dönük bayram sevinci! Bildiğim hiçbir kavram, hiçbir küfür bunun lanetine yetmiyor!
Evet, ‘yalana, safsataya, efsaneye dayalı bir tarih’ diyorum. Öyle değil mi? Hazreti İbrahim’in, (nerdeyse Hüseyin Üzmez’i bile kıskandıracak türden) yüz yaşında iken nihayet genç ikinci karısından bir oğlan evladı olmuş da, tanrıya sözünde durmak için, onu kurban etmeye çıkmış da, taşa vuruğunda taşı ikiye bölen elindeki bıçak bir türlü oğlunun boynunu kesmemiş de, o sırada iki melek bir koç indirmiş de... miş de miş, mış da mış!
Benim merak ettiğim, bu Hz. İbrahim’in ne kadar koyunu olduğu ve bu ‘kurban reklâmı’ndan sonra, o kuraklık ve ekonomik sıkıntı döneminde tümünü satıp satmadığıdır! Din kitapları ve kurbanla ilgili yayınlar, onun ‘çok varlıklı’ olduğunu söylüyor. Hatta kendi ağzından, Allah’a ‘erkek evlat’ için yakarırken, “Bu kadar malım mülküm var, bir oğlum yok! Bana bir oğul ver, en sevdiğim şeyi sana kurban edeceğim!” dediği aktarılıyor. Bu, resmi, gayri resmi imamların da tasdik ettiği bir “gerçek”! Onun, döneminde varlıklı bir ağa ve büyük sürülerin sahibi olduğuna dair, gerçekçi, bilimsel ipucu arayanlar, söz gelimi Maxim Rodinson’un ‘İslam ve Kapitalizm’ kitabında ve benzeri kaynaklarda bulabilir. Bu Hz. İbrahim’in, İslamiyet, Musevilik, Hıristiyanlık falan gibi dinlerin tamamında ‘itibarlı hazret’ olması da ayrıca merak ettiğim konudur. Üflendi mi altından döneminin ‘deniz’ olmasa da ‘bozkır ya da çöl feneri’ falan çıkar mı diye düşünmeden edemiyorum! Evet, evet, Maxim Rodinson dikkatle okunmalı. Richart Dawkins ve Turan Dursun da... Yalan ve safsatanın izi, gerçekliğin ışığıyla sürülmeli ve yakalandığı yerde asıl onun, yani yalan ve safsatanın kafası koparılmalı! Gerçeklikte bilenmiş bilinçle...
‘Kurban Bayramı’nda büyüklerin yapacakları en hayırlı iş, çocuklara gerçeği anlatmalarıdır. Yalan ve efsanelerle örtülmüş vahşeti, bilim ve gerçeğin ışığıyla deşifre etmeleri; çocukları softanın yalanı ve kanlı iştahından uzak tutmalarıdır. Kuşkusuz, karanlık kafalının ağzındaki üfürükten, elindeki kanlı bıçak ve urgandan irkilme gibi insanî bir duygu, bilinç ve çocuklara karşı sorumluluk taşıyorlarsa. Çocukların, başına ne geleceğinden habersiz bir toplumda, (halk diliyle söylersek: kurbanlık koyun benzeri bir toplumda) yaşamalarını istemiyorlarsa...
www.sol.org.tr
N.Behram - 03.12.2008
pus çökmüş sokaklar ve her sokak
bir işkence düzeneği barındırır içinde
ondandır ki;asılmıştır tek ayağından insanlık...
Şiiriniz resim olarak canlandı gözlerimde; s,iz çocuk olarak her çocuk gibi geldiniz hayalime ama babanız....
Baba ve Oğula Saygılarımla
Zevk ve ihtiras için kurban edilen insanlara ağlıyorum
Saygılar...
TÜM YORUMLAR (29)