Bir ağacın dalı
Bir asmanın üzümü
Biz hüznün seli ve
Bir patlamanın sadece zerresi...!
Kimim ki ben;
Sevgiye layık olan
Zerresine kadar işlerken ruhuma
Geceden...Dost olur mu?
Gidişler seçerken verir argümanlarımı
Ezilmiş sigara izmaritlerim,,
Delice dönüşleri eşliğinde
Bırakılmış hüzün
Bir soğuğun ortasına
Eritsin buzları diye..
Bırakılmış muhabbet
Bir hüznün ortasına
Yeşertmeyi başarsın diye..
İnsan’ı zihinsel niteliklerini önceleyen bir varlık olarak düşünürsek,onu diğer yaratıklardan ayıran olgunun zihinsel(kalbi) altyapısı olduğu gerçeğini kabul etmek zorunluluğu da doğar. Bu gerçeği kabul etmek insan zihninin bomboş olarak oluşmadığını, ona bir takım programlar yüklendiğini(zihne kazınmış bilgi diyelim isterseniz) ve insan üst kimliği ile donanmasında bu programı işletebilir ve detaylandırabilir bir seviyeye getirmekle alakalı olduğunu da iddia edebiliriz. Bu iddiamıza örneklemeyi, konuşmaya yeni başlayan bir çocuğun çevreyi gözlemlerken sorduğu,bizlere yönelttiği çeşitli soruları düşünüp gözlemleyerek yapabiliriz.
Öyleyse nedir insandaki zihinsel yapının temel taşı? sorusu cevap arayışımızın ilk etabını teşkil eder. Günlük konuşma dilimize yerleşmiş bazı deyimler bizlere çeşitli ipuçları sunar niteliktedir. Misal; anlamayan, düşünmeyen ve zalimliği ilke edinmiş biri için ‘’ kalb gözü kapalı’’ tabirini rahatlıkla kullanırız. Bu kadar önemsediğimiz ve üzerinde düşünmekten kendimizi alamadığımız kalb, zihinsel yapılanmamızda ve hayata dair eylemlerimizde bu kadar yönlendirici oluyorsa, yürek diye adlandırılan bir et parçasıyla aynı şey olabilir mi? Bizler araştırma, sorgulama, analiz etme, şüpheye düşme, galib zann’a ulaşma, vehimlerimizi soruşturma, düşünüp fikir üretme, deneyip yanılma metoduyla bir sonuca (akletme) ulaşmaya çalışırken tüm bu işlemleri kanlı bir et parçasıyla yaptığımızı düşünürsek, yanlış bir yerden bakmış olmazmıyız? Burada bir Kızılderili Bilge’nin ünlü felsefeci Carl Jung’ a verdiği cevaptan bahsetmeden geçemeyeceğim;
‘’ Siz batılılar acaip şeyler söylüyorsunuz! İnsanın beyniyle düşündüğünü iddia ediyorsunuz. Halbuki; insan kalbiyle düşünür’’ mealinde bir serzenişti. Evet, insan kalbiyle düşünür,fikre ulaşır,iradesini kullanır ve eyleme geçer. Bütün bu fiillerinde yanılabilirde, isabette kaydedebilir. Ya da vardığı sonuç; o an için çözüm olabilecekken, başka bir zaman da fikir olarak dahi düşünülmez. Bütün bu eylemler akletmeye uzanan yolda bir km. taşıdır ve zann’ı ifade etmenin dışında bilimsel bir değeri yoktur. Aklediş; bir değerin veya kesinlik ifade eden bir gerçeğin,insan kalbiyle ulaşılan hüküm bildiren sonucun birebir örtüşmesidir. Hayatın binbir yüzünde var olan bu gerçek olguların tanımlanması ve açınımı için sürekli gösterilmesi gereken bir gayretin yaşama monte edilmesi çabasıdır da…
Burada yapılması gereken bir saptamada;
İnsanın bu gayreti bir veya birkaç konuda gösterebileceği,hayatın binbir yüzüne ilişkin gerçeklerin tümünde akledişe uzanamayacağını bilmektir. Öyleyse bize sorumluluk yükleyen akletme çabası nerelerde ‘’olmazsa olmazımız’’ olmalıdır? Sorusu cevaplarını aramak zorunda olduğumuz bir sorudur.
Hangi insan ‘’ ben kimim,neyim,nereden geldim,nereye gidiyorum,hayatın gayesi nedir? ’’ vs. gibi soruları sormadan durabilmiştir? Bu sorular bizlere yüklenmemiz gereken değerleri ve bu değerlerin yaşamsal açınımı üzerinde düşünmemizi beraberinde taşır. Bunları yaparken endişeler taşımak, vehimlerimizin cevaplarını bulmak,korkularımızı izah etmek,düşünüp ifade edebileceğimiz fikre ulaşmak ve hayata geçirilişinde kullanacağımız irade, kimliğimizin ve tarafımızın isimlendirilmesi olacaktır. Belirlediğimiz seçim kendi sınırlarımızla çevrelendiği için,geniş ve gözetici bir yol göstericilikle çakışan galib zanlarımızın bizi akıla götüreceği gibi, ona boyun eğmeyi ve sonsuz kuralın belirleyiciliğine hakkını teslim etmeyi de getirecektir. Nesnenin ve eylemin doğasına kazınmış bilgiye ulaşmak ve onu gerek insan ve gerek toplum için kullanılır ve işe yarar hale getirmeyi akletme olarak adlandırabiliriz. Bu sonuca ulaşmaya çalışırken gösterilen tüm eylemleri AKLEDİŞe giden yolda gösterilen çabalar ve ve varılan zann’lar olarak görebilir ve asla bu akıldır diye direkt irtibatlandırmayız. Aklediş kesin sonuçtur ve Akıl İLAHİ’dir. Tasavvurlarını yaptığımız,tahayyüllerini oluşturduğumuz,görmediğimiz ne varsa bilmeyi ve öğrenmeyi gerçekleştiren en önemli silahımız ve insan sayılma özelliğimizdir. Akletmeyen kalb; hastalıklı ve marazlı bir kalb’tir. Kesinlikle insan olma değerlerini anlamayan veya vehimlere saplanarak oluşturan,zanlara bilimsel kılıf uydurup,kendine yabancılaşan insanı tarif eden bir kalptir.
İnsanım ben,
Emeğiyle geçinmiş bir babanın,
Küçük oğlu...
Demir pasıyla kaplanmış,
Çatlak elleriyle tutunduğu insanlığı
Yükseklerde biryerde
Narsist sözler söyledi
Adam,
Vuruldu cümleleri,mütevazilik kurşunuyla
Cerahat kaptı kalbi,kapkara bir kinden
Okuyamadı,
Ilık bir gecenin içinde
yazası gelir insanın
- Aşk'a dair şeyler mesela-
Dolanırken,
sigara dumanlarının kıvrımlarına..
Gecenin koyu hali
yitik şehirde durur zaman.
Kentin öte yakasında bir yerli
griye boyamaya başlar loş aydınlığı,
bir eli tablada..
’ YA HEP, YA HİÇ’’ genellemesinin kabul gördüğü an’lar; ya çok zorda kaldığımız, ya da yüksek risk almanın gerektiği an’lardır. Böylesi zamanlar yargıya varmanın saliselerle ölçüldüğü, ya da yüksek risk’in normallik kazandığı anlardır ki, akli yönelmelerden çok, içgüdüsel yönelmelere meşruluk kazandırır. Olağan üstü olarak isimlendirilen bir durumda varılan yargının zihinsel ve düşünsel dayanaklara ölçü yapılması,takdir edersiniz ki akletme sürecinin ölçüsü olmaz. Fikrin mantığını çözmek ya da anlamak bize SÖYLENENE SÖYLEYENDEN ÖNCE DEĞER VERMEK gibi bir haslet kazandıracaktır. Bizleri insan yapan özelliklerimizden biri de zihinsel yapılanmamız ve akla dayalı tecrübelerimizdir(olgunluk diyebiliriz) . Bu özellikler bize seçme ve ayrıştırma gibi yetiler sunar. Bu yetiler zihnimizde veya toplumsal oluşumlarda doğacak sorunların çözümlerinde de yol gösterici olacak kanaatindeyim. Temel dayanağı ne olursa olsun, düşünen ve fikir üreten insanların,gerçeğin özüne ulaşma gayretinden ortaya çıkan anlama değer vermek en azından akla saygıdır. Bu açıdan bakılınca fikre karşı fikir üretmek,insani bir değer olmuştur. Değerli üretimler bünyelerinde tenkid ve yorum taşıdıkları için akla dayalı tenkid ve yorum da bir değerdir. Doğruyu ve iyiyi aramak,insanoğlunun yaşamında takip ettiği çok derin bir iz’dir. Doğru ve iyi kavramlarını yaşatmak için insanoğlunun düşünsel ve fikirsel gayretleri, bu uğurda ki çatışma ve savaşları belleklerde sürekli iz bırakmış ve anlam kazanmıştır. Sorunları çözme gayreti acı bir reçete karşılığında da olsa sonuç yaratan zihinleri, sorunları sürüncemede bırakmak kangren olabilen zihinleri yaratmıştır. Bu açıdan bakıldığında sonuç üreten zihniyet daha adil ve daha insani bir eylemin takipçisidir, sonuca varmak için savaşı çözüm görse bile! .. Sözü uzattığımın farkındayım fakat, bakmak,görmek,anlamak ve fikirleri hayata geçirmek birbirine bağlı eylemlerdir. Bütün bu sayılanların değer olması, zihinsel özgürlüğün ‘’olmazsa olmaz’’ bir dayanak kabul edilmesiyle mümkündür. Bu dayanak vazgeçilmez değer olunca kişiliklerden önce, fikirler ve düşünceler tartıya konulacak, kişilikler, savunuların uygulanabilirlikleriyle ölçülecektir. Zihinlerin özgür olmadığı her yer, toplumsal nekrofilyanın yaşam alanı bulduğu yerlerdir, yaşamın değil, ölümün değer olması en belirgin özellikleridir. Bu yapılanma yaşamsal içgüdülerine değer kazandırmak ve oluşan rant’ın sömürüsünü devam ettirebilmek için, düşünce üretip,fikir ileri süren her insana kuşkucu ve ihanet dolu bir nazarla bakacaktır. Varlığıyla sorun olduğunu unutup, çözüm arayanlara dayatma uygulayarak bireysel ve toplumsal dengeleri bozacaktır. İleri görüşlü olmak ve izi takip edilebilir olmak yaşanan zamanın sorunlarına uygun çözümleri yaşama monte etmekle mümkündür. İnsanın sözel nitelendirmelerle kendini vasıflandırması, insani değer yargılarına uygun eylemler üretmemesi ancak populist yaklaşımlar ve vehimler üretmesine olanak sağlayacak, takipçi değil, taklitçi olarak anılmasını kolaylaştıracaktır.
KISACA ÖZETLERSEK;
İnsan olgusundaki düşünsel üretimleri değer olarak görmek, insan vicdanında adalet(kendinle barışık olma hali) olgusunu harekete geçireceğini, zihinsellik-bedensellik dengesini kuracağını,denge unsurunu dayanak yapan insanın toplumda da,tabiatta da dengeyi gözeteceğini, zihinsel üretim gayretini insanı tanrılaştırmanın önüne geçirip, özeleştiriye prim vereceğine inanıyorum. Dengeleri bozan kendini bozar, kendini bozan toplumu bozar, toplumu bozan da tabiatı bozar. Her bozuluş en az bir doğru veya iyinin yok edilmesine zemin hazırlar. Bozuluşu değer yapanların, yokoluşları kader değil, hak ettikleri bir sonuçtur.
Selam ve saygılarımla..
Hayatın özünü anlamada en temel dinamiklerden birine göz atarak söze başlamak isterim. Bizi yönlendiren bu iki faktörü görmezlikten gelmemiz olanaksız. Bunlardan birine İYİ diğerine KÖTÜ diyoruz..insan yaratılış itibarıyla iyiyi sevmeye, kötüyü dışlamaya meyillidir. Hatta bunun bir doğma olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Zihinsel oluşumlarda iyinin,kötüye galebe çalmasına öncelik vermek aynı zamanda insani bir çabanın da tanımlanmasına verilecek isimdir.bu savaşımın gereğini yerine getiren ve getirmeye devam eden insan ve topluluklara da saygı duyarız. İnsan iyi ile kötünün savaşımına sahne olmasıyla,kendine anlam veya anlamsızlık katan bir varlıktır. Zihinsel oluşumumuzun temelinde mücadele ve gayret etkin bir rol oynar. Sevgi ve barış kavramları, bu mücadeleden sonra manasını bulur. Öncelik duygusallıkta değildir.iyi’yi veya iyi olanı sevmek, kötüye hınç duymak, kötü olandan nefret etmek ve onu yok etmeye çalışmakla anlam buluyor kanaatindeyim. Şu kanaate varmak sanırım pek yanlış sayılmaz;
Sevgiyi, sevme ve sevilmeyi dengeleyen unsurlar, hınç, nefret, korku gibi duygularımızdır. Sevgiye, sevmeye ve sevilmeye anlam katmak, bu duyguyu olumsuzlayan nesne ve manalara da karşıt duygular geliştirmeyi gerektiriyor.
George W. Bush’u ele alalım. Biz bu şahsı, bu ismi taşıdığı için mi sevmiyoruz; yoksa, hayata, insana, itikadlarına yüklediği anlam ve yüklendiği misyonun cisimsel görüntüsü olduğu için mi? Bize faraza 8 yaşında çekilmiş bir resmini gösterseler, hakkında kullandığımız olumsuz kelimelerin hiçbirini kullanmayız. Bizler hoşlanalım veya hoşlanmayalım, insanı fiziksel ve cisimsel görüntüsüyle değerlendirmeyiz. Fakat öz’üne(insan sayılma duygusuna) yüklediği mana ve fiillerin ifade ettiği anlamlara göre o kişiyi değerlendirir, sever, korkar, saygı duyar, nefret eder veya hınç duyarız. Bunları eyleme dönüştüren duygumuz akıl, çabamız akletme gayretidir. Bütün duyguların yönlendirilmesi ve değer olarak görülmesi ancak aklımızı eyleme dökmekle mümkün olabilmektedir.
Yine sevme duygusuyla devam edelim. Ölümü sevmek mümkün mü? Diye sorarsak ilk cevap ‘’hayır’’ olacaktır. Çünkü menfi bir anlam içeriyor. İnanılmaz acılar çeken, umutsuz bir hastalığın pençesinde sürekli kıvranan bir insan düşünelim; ölümü dilerken ne kadar samimi ve haklılık payı vardır değil mi? Sağlıklı insan için olumsuzlanan ölüm olgusu, birileri için nimet bile olabiliyor. Sevginin bilinçle idrak edilip, şuuruna varıldığı zaman anlamını bulduğuna inanıyorum. İçgüdüsel olarak yaşama yansıtıldığında bizleri dumura uğratacak niteliklere sahip. His ve duygularımıza yön veren kuvvet olarak akılı kabul edersek, sevgi duyusunu yönettiğinde de, sevme ve sevilme anlam kazanmış oluyor.
Sonuç olarak; her şeyi, herkesi, evrende olan ne varsa sevme fikri ve sevgiye böyle bir misyon yüklemek, hümanizm olarak anılmayı gerektirebilir veya bu isimle anılmasında bir sakınca olmayabilir. Önemli olanın insanın özü olarak nitelendirebileceğimiz değerlere uyup-uymadığını sorgulamaktır.
Selam ve saygılarımla..
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!