Biz güzellersiz olmazız Ahmed
Bülbülüz gülsitânsız olamasız
Ahmet Paşa
Dede Efendi’nin güfte yazarını bilmediğim hicâz yörük semâisinin sözlerinin bir bölümü şöyle:
Yine neş’e-i muhabbet dil-u cânım etti şeydâ
Yine bezm-i ayş-u vuslat edip ehl-i aşkı ihyâ
Durdun ya hayata böyle
Gün gelir
Bir şiir
Seni öpebilir
Bir dize belki
Aklına eser de
Nejat Basım Hocama
İçimde ıssız balıkların
Çekingen kabarcıklarla
Dolandığı
Mahzun bir akvaryum var.
Kim yitirmiyorum derse, çoktan yitirmiştir. Yaşamak yitirmektir. Yitiriyorsak, “elimizde” yitirdiğimiz var demektir. Bizde birşey var ki yitiriyoruz. Yitirirken var olduğumuzu, var olmuş olduğumuzu duyuyoruz. Ölürken yaşadığımızı anlıyoruz. Oysa, yaşarken ölmekte olduğunu anlayanımız pek az.
Yitirdiğimizi anlayınca, ağıyor yitirme duygusu, bir ağu gibi içimize ya için için ağlıyor ya ağıt yakıyoruz. Ağlamak edilgin, üstümüze üstümüze gelene karşı, olağan sayılabilecek tepkilerden biri. Ağıtsa, yitirilene karşı duruş: Bir etkinlik. Ağıt yakıyorum, başıma gelenler karşılaştıklarım, yitirdiğimi düşündüklerim, şiirlenmeye değer demek ki. İnsan kayıbını şiirleştirebilirse, ağıtlayabilir. Gerçeklilik üstüme gelirse kaçmam: Dururum karşısında. Ben insanım. Şiirleyen insanım. Ağıtlayan. Ağıtlama gücüm bir ağıt oluşumdan geliyor. Gelsin ne gelecekse, gelen her acı, hoş geldi sefa geldi, ağırlarım.
Acılarımı ağırlarım. İnsanım ben. Gerçeği ağırladığım için, ağıtım!
İnsan çevresindeki sorunlarla başedebilmek için, bir homofaber olarak üretir. Alet yapar. Teknolojiyi oluşturur. Bilim gözüyle anlamaya, seyretmeye (theoria) koyulur. Üreten, meydana getiren,ortaya ürün koyan varlık olarak homopoesisdir.
İşte benim yazıyla çilem bu: Kadınlar doğruyu söyledi ve yayıncılar aldattılar.
Yazdık, sesimiz askıdadır; harflerimiz kargaların gagalarında. Yazdık dünya değişmedi, namussuzlar okumadılar. Bir iki insan okudu; çok uzun boyluydular, göbeklerinde kaldım. Bir iki garibân kesekağıdından gördüler beni. Hep olmadığım yerde göründüm; yazmadıklarımı yazdım; demediklerimi dedim. Yayıncılar beni çok ucuza sattılar. Arayan kitaplarımı bulamadı. Bulanlar, çarpık dizilmiş, eksik çıkan, ırzına geçilmiş satırları okudular.
Gerçeğin cinleri hep yoluma çıktılar, beni hep çarptılar. Hakikat diye, güzellik diye methettiğim yârimi bir bâdeye oynattılar. Yazının rahmeti cinlerin üstüne olsun.
Durdum dükkânının sırrıyla önünde
Hallacım
Sevgilim
O kadar girmiş ki içim birbirine
Tift beni.
Yaşananın hakkını teslim etmiş bir gülümsemedir bende melankoli.
Sızıyla gelen, sızıyla ölen bir insanın açtığı çiçektir bende melankoli.
Sevip de diyememenin, deyip de yaşayamamanın, yaşayıp da doyamamanın adıdır bende melankoli.
Melankoli yârimdir. Bana “ölme emi” demiştir. Neden ölmediğimdir bende melankoli.
Sabah gözlerinde bir çağlayanla uçurumlarıma boşalan bir sevgili bakışıdır bende melankoli.
Dokunup da çaresiz yaşamımı sevince dönüştüren mahzun bir ney sesidir bende melankoli.
Güzel Acı Çekerdi Babam
Bin dokuz yüz ellilerin sonlarıydı. İstanbul o yıllar tenhaydı. O tenha İstanbul’un tenha bir köyünde otururduk: Çengelköy’de. Şimdi yazlarını bile sonbahar gibi hatırlıyorum. O zamanlar sık sık vapurların yanaştığı iskelesinden denize bakarken gelivermişti kalemimin ucuna: “Nasıl saklarım sonbahar olduğumu? ” Oysa o zamanlar on, on bir yaşlarındaydım. Bir anlamda ömrümün ilkbaharında bile değildim. Yaşlı çınarın, eski evlerin, tarih kokan sokakların o çocuk kalbime boşalttığı ıssızlığı zorlukla taşıyarak, Boğaz’ın tenha kıyılarında, denizden gelen rüzgârların tazelediği hüznümle yapayalnızdım.
Babam, o zamanlar otuzlu yaşlarının sonlarında, bir öğretmen yüzbaşıydı. Yakışıklıydı. İnsanları ürkütmemeye çalışan, kendi halinde, iç dünyasının derinliklerinde hâlâ yıkılmamış düşleriyle gizli, gizi olan bir insandı. Sabah erkenden, evimizden çıkar yürüye yürüye öğretmenlik yaptığı Kuleli Askeri Lisesine giderdi. Ne gibi düşleri olurdu yollarda? Bana gökyüzünden bir yerlerden geldiği için dünyaya hep yabancı kalmaya mahkûm bir insan gibi görünürdü. Atâ Bey diye çağırırlardı babamı, ikinci a harfinin uzun okunması gereken bu adıyla, atâ olan, ihsan olan, bu dünyaya bir bağış olarak düşüvermiş kırılgan bir ruhtu babam.
Sen hüznünü alsan
Ben de kendi hüznümü
Sen gizlice koysan çantana
Ben defterime yazarak gelsem
Varsak Ankara’da Gölbaşı’na
Kıyıda bir bahçede
Remzi ağabey…
Özürle başlayayım. Yıllar oldu. Yazamadım. Arayamadım. Demek sana ulaşabilmek acı olayların yaşanmasını bekliyormuş.
Acı! Çok acı. Önce, geçen yıl eşimi yitirdim. Trafik kazası. Bir ayağım koptu benim de. Ben, o “yanağından kan damlayan, aslan gibi adam”, sakat, ezik, bitkin, bıkkın, huysuz bir haline geldim. “Öleyim ulan” dedim, kendi kendime. Hayattaki tek varlığımı yitirmişim. (Karımı, bacağımı değil! Bacağım umrumda değil!) Çocuk yok, çoluk yok. Dost yok. Aylarca hastanede kaldım. Çalmadı kimse kapımı. “Rüştü, sağ mısın? ” demediler. İnsan sevgisiyle dolu, can sevgisiyle yanan yüreğiyle Rüştü’yü yapayalnız koydular. Allahtan birikmiş param vardı. Dükkanı ortağım çalıştırdı. Namuslu adam, hakkımı yemedi ama sevmedi beni, başımı bir gün olsun okşamadı. (Neden kimse başımı okşamıyor, abi? Sevgisizlikten eriyorum. Neden kimse dokunmuyor bana? Bir şeye ihtiyacın var mı diye sormuyor. Kainata ihtiyacım var benim. Cümle mahlukata. Taşa toprağa, güneş ışığına, deniz kokusuna. Senin anlayacağın sevgiye. Sevgiye ağabeyciğim, beni sever, başımı okşar mısın?) Diyeceksin ki eşek kadar adamın saçını okşamak da ne oluyor? İyi oluyor, be ağabeyciğim. Şu zalim dünyayı anlamak mümkün mü?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!