AHMET HAŞİM ÜZERİNE…
Bugün, edebiyat dersinden, bir bilgi daha eklendi dağarcığıma. Sınıf olarak, (tabii ki) müfredata göre işliyorduk konularımızı, derslerimizi. Fakat, edebiyat derslerinin işlenişi farklıydı ya da, bu dersin işlenişi benim gözümde çok farklıydı.
Tüm bunlara karşın, hareketli ders işlediğimiz söylenemez. Genellikle öğretmenimiz sorar, öğretmenimiz cevaplar. Ya da, benimle birlikte birkaç arkadaş derse katılır. Benim de, nadir de olsa derse katılmadığım zamanlar olur. Buna karşın dersi yani “ edebiyat” çatısında olan her şeyi sever ve o çatının altında, yağmurdan, kardan, soğuktan… Korunmak için bulunan o çatıda toplanan ve o çatıya sığınan o çatıda olmak isteyen her şey, her konu, her tür, her biçim, her şair, her yazar… Beni kendine sanki bir mıknatısmışçasına çeker.
Bugün, işlediğimiz derste, öğretmen bize Ahmet Haşim’den bahsetti. Önce, onun edebi yönü edebiyatımıza katkılarını, yaptıkları (Fecr-i Âti içinde) inceledik, yazdık. Ardından yazma işlemi bittikten sonra, öğretmenimiz biraz duraksadı. Bizleri o, gözleriyle bir kez daha süzdü. Sanki bizlerle bakınca on yedi yaşlarına, lise yıllarına geri döner gibiydi. Sanki sıra kokusunu, sıralara yazılan o isimlerin, şekillerin, kitap kokularının, o kitapları ilk aldığında; yaşanan heyecanın, burunlara dolan, doldurulan o kitapların yapraklarının kokusunu daha bir özlemişti sanki. Tamam. Öğretmendi fakat öğretmenlik, öğrenciliğin yerini (duygu ve heyecan olarak) alamaz. O yaşlar, bir daha geri gelmez o tatlı heyecanlar bir daha yaşanmaz…
Gözleri, her birimizi ayrı ayrı süzdü.Çatık kaşları, her zamanki gibiydi. Elleriyle, çenesinin altını kavramıştı. Başı, avuçlarının içindeydi. Sonra, bir sıkıntı dağılması… Sessizlikte, yanaklarını şişirdi ve derin bir “ooff” sesi duyuldu.
Bizlere, dedi ki:
Yohdur anun yanında bir kılca i'tibârum
İnsâf hoşdur ey ışk ancak meni zebûn et
Ha böyle mihnet ile geçsün mi rûzigârum