“ Ben halkımın mazlum ve gariban ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir onurdur. “
1927 yılında Diyarbakır'da doğan Ahmed Arif, ilk ve orta öğrenimini Diyarbakır'da tamamladı. 1950-52 yıllarında Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde öğrenciyken siyasal edimlerinin suç olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Yargılanarak hüküm giydi, hapiste yattı. Mahkûmiyet hayatı iki yıl sürdü. Hapishaneden çıktıktan sonra Ankara'ya yerleşti ve gazetecilik mesleğini seçti. Gazetecilik görevini sürdürürken, 1968 yılında ilk şiir kitabı olan 'Hasretinden Prangalar Eskittim' i çıkarttı. Şair, 1991'de Ankara'da hayata gözlerini yumdu.
Bir çokları tarafından yöresel bir şair olarak değerlendirilse, hor görülse de; örneğin: Ahmet Oktay “ gece defteri “ adlı günlüğünde şöyle der:
“ …/ Ahmet Arif’in şiir üzerine bir şeyler söyleyebileceğini sanmıyorum…/
Oysa o, kendi şiiri ve dünya şiiri hakkında ciddi bir fikir sahibiydi. O şiirlerini inşa etmeye başladığında garip ve ikinci yeni akımları biteli çok olmamıştı. Nitekim Ahmet Arif, 1970 yılında Ankara Birliği dergisine verdiği bir söyleşide, kendi şiiriyle ilgili şöyle der: “ O günler asıl yaygın moda Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaratılış gereği, biraz da şiirin, gıdıklama, alay ve ucuz esprilerle asla bağdaşmayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben doğuluydum. Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı. Halkımın duygularına ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olan bu moda akımdan başka bir şiir akımı yok muydu? Vardı kuşkusuz. Nazım diye bir okyanus vardı. Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suphi Taşhan ve Abdulkadir Demirkan gibi yürekli ağabeyler de vardı. Bunlar hapiste ya da sürgündeydiler. Şiire yeni başlamış bir delikanlının karşısına Nazım’ı dikerseniz, çocuk ya paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur, yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. –Hidrojen bombasına karşı Kürt hançeri ne yapabilir? - Üniversitede ve mapusanede bazı arkadaşlarım, “ Nazım’dan sonra şiir yazmak, boşuna bir gayret, hatta saygısızlık, “ diyordu. Onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. Çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. Ne var ki “Nazım gibi şiir yazmak” ile “Nazım’dan sonra şiir yazmak” arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı. Elbette Nazım’ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nazımdan’da, başka ustalardan sonra da şiir yazılacaktı. Yoksa Shakespeare’dan sonra trajedi, Moliere’den sonra komedi yazmak gerekmezdi. Nitekim, Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı…
Sadede gelelim: Kimini sevsem, kimini hiç takmasam da bu moda olmuş etkili şairleri kendi hallerine bırakmam gerektiğini her şeyden önce bir mertlik borcu saydım. İş bir kez “etki” ye dökülmesin. Etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez bence. Bu yol ile insan belki “deneyci” olabilir, ama şair olamaz. İşte bu inanç ve duygularla halkıma sığındım. Şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. Göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim. “
Tüm bu söylediklerini de şiirlerinde çarpıcı bir şekilde görmekteyiz. Yiğitlik, baş eğmezlik, umut; iliklerimize kadar işler. Ahmet Arif’in şiirine yönelik folklor, halk, türkü, gelenek gibi adlandırmaların tümü genellemedir; iyi incelenirse, tam tersine Ahmet Arif’in geleneği yıkıp, kendi duygu damarından çağdaş bir şiir kurduğu görülebilir.
Evrensel olanı, yöresel aksanla yazmış bir şairdir o. Doğru; folklorik, halkçı, türkü tadında ve gelenekseldir. Bunu zaten kendisi de kabul ediyor. Sosyal çevresindeki feodalizm hegemonyasından ve bu etkileşimin hayatını ve şiirlerini doğrudan etkilediğinden söz ediyor. Zira, bu etkileşmenin sonucu şiirlerinde son derece barizdir. Ama söylemindeki aksan, onu yöresel yapmaz.
Onun şiirlerindeki lirizm ve söyleyişindeki özgünlük bana; ne kadar da bu yurdun, bu dünyanın insanı olduğumu hissettirir. Zaten değil midir ki; şairin edimi yazmaktır, onları birbirinden ayıran ve bazılarını öne çıkaran ya da özel yapan; kavrayışını, ses ve tema bütünlüğüyle (sözcüklerle) dile getiriş biçimidir.
Ahmet Arif, ne yaptığını bilen sairlerdendi. Şiirinin bir ayağı derin acılarda, bir ayağı “yokluğun öbür adı olan cehennem” dedir. Bir yanda “demir kapı”, “kör pencere”; öbür yanda “yeşil soğan”, “karanfil kokan cıgara”, “dağlarına bahar gelmiş memleket”. İmgelerindeki bu incelikli denge, öfke ile yumuşama arasında gider, gelir. Onu duyguların acı sızısıyla yüz yüze getiren bu dengedir. “İçerde” şiirinde “Haberin var mı taş duvar? ” diye sorar, ardından “Demir kapı, kör pencere/ Yastığım, ranzam, zincirim.” gelir. Şiirsel sızı, uğruna ölümlere gidip geldiği mahzun resimdedir. Seçtiği sözcüklerle resim çizmez, her sözcüğü bir resimdir. Şiir dediğimiz de, sözcüklerin çağrışım alanlarını görüp, onu duyguya dönüştürmekten başka nedir? İnsanoğlunun yüreğindeki evrensel sızı, sanatın gücüyle ancak bu bağlamda çizilebiliyor.
Ve Ahmet Arif’in şiirleri, Nazım çizgisinde, daha doğrusu Nazım’ın da olduğu çizgide yürümüştür. İkisi de yurtsever, ikisi de yiğitlik temalı, lirik, epik şiirler yazdılar. Ama buna karşın, aralarında çok da ciddi bir fark var: Nazım şehirli bir şairdir. Okuruna ovalardan seslenir. Ahmet Arif ise, dağların uyruk tanımaz, bağımsız, yaşsız dağlardan haykırır. “(…) Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır. Kurdun, kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birden bire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs) , keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.
Onun şiiriyle ilgili; rakamlar, ölçüler içine sıkıştırılmış ozan söylemlerinin, bentlerini yıkarak özgürce akan bir çağlayana dönüştüğünü düşünmüşümdür hep.
Aynı şeylerden söz ettikleri şairlerle karşılaştırıldığında, o bana çok daha etkileyici gelmektedir. Sebebi derin lirizm ve evrensel bir konudan, bu kadar basit, yöresel bir anlatımla söz edebilme cesareti ve başarısıdır.
Neruda ne kadar yerelse, Ahmet Arif’te o kadar yereldir.
Şiirlerindeki büyük yurtseverlik, sevdaları, umutlar, hasretler, ihanetler (kendisini ihbar eden Enver Gökçe’yi asla affetmemiştir) puşt zulaları; kısaca insana ve yaşama dair her şey; kocaman bir yürek olarak karşımıza çıkar. 68 kuşağı’nın cengaver çocuklarının sancılarını birebir ve dolu dolu yaşamış bir yurtseverdi o. Bunu da şiirlerinde hiçbir yapısal endişe taşımadan, arkadaşıyla konuşan, “yarasını dosta gösterir gibi” içten, umutlu, inançlı bir delikanlı edasıyla yazmıştır.
Bir şairin sadece “ hasretinden prangalar eskittim “ demesi bile fazlasıyla evrensel bir laftır. Bir ustayla sohbetimde: “Ahmet Arif’in şiirleri Şişli’de, Moda’da yaşayan birine hitap etmez” demişti. Neden hocam, oralarda hasret çekilmiyor mu? Ha belki prangaları altındandır ama sonuçta hasret ve pranga evrensel iki kavramdır!
Ahmet Arif şiiri, garip akımı ve ikinci yeni’yi görmüş türk şiirinde; tüm bu dayatmaların gölgesinde, kendi özgün duruşunu yaratmış, gürül gürül, gümbür gümbür, pırıl pırıl, ne kadar yerelse, o kadar da evrensel, pırıltılı, coşkulu, inançlı, inatçı bir geçittir. Mezopotamya’nın kanla sulanmış toprağının derinliklerinden gelen; ateşli, namuslu, yurtsever, yiğit ve evrensel bir çığlıktır o.
……….
Hazır türk şiiri’nin belli başlı dönemlerinden söz etmişken; bu konuyla ilgili bir iki şey söylemek istiyorum:
Belli hareketlerin kesin tarihler arasına sıkıştırılıp, sadece o yıllarla değerlendirilmesini çok doğru bulmuyorum. Tarih bizi mutlaka bir şekilde hazırlamıştır ve o dönem bir sonuçtur. Şimdi; bu konuyla ilgili Çetin Altan’ın 24/3/2005 tarihli bir yazısından bir bölüm paylaşmak istiyorum:
…/ Üstünde Japonya ile barışın imzalandığı ABD donamasının en büyük zırhlılarından Missouri, İstanbul’a gelip Dolmabahçe önünde demirlediğinde; yıl sanırım 1946’ydı. Geminin komutanları halkın gemiyi gezmesine izin vermişlerdi. Dolmabahçe rıhtımındaki kayıkçılar; “ 25 kuruşa Amerika! “ diye bağırarak, müşteri topluyorlardı. Naim Tirali de, öykülerini 25 KURUŞA AMERİKA adlı bir kitapta topluyordu. Beyaz üniformalarının geniş yakalı, kıyıları mavi çizgili Amerikan askerleri, kafayı bulmuş olarak Beyoğlu’nda zikzaklar çiziyorlar; bazen de Pazar günleri asılan bayraklara musallat oluyorlardı. Burhan Felek, Cumhuriyet gazetesinde; “ biz de bayrağımızı daha yükseğe asalım ki, kimse dokunamasın “ diye yazmıştı… Kimsenin, ne Postdam konferansında alınan kararlardan haberi vardı; ne ismet Paşa’nın dış politikanın rotasını tümden Amerika’ya çevirdiğinden; ne de “ adam başına düşen ulusal gelir birimiyle, bütçe yasasından hangi bakanlıkların ne kadar pay aldığından… Sadece Sovyetler’in Kars’la Ardahan’ı istedikleri ön plandaydı; bir de hamasetçi söylemlerle, hamasi şiirler…
Ahmet Arif’in tutuklanıp, yargılandığı yıllar tam da bu hareketliliğin yaşadığı günlere denk geliyor. Adnan Menderes iktidarı. Ülke kaynıyor. Yani İnönü komutasındaki CHP’nin yenilgiye uğrayıp, komünizmin Türkiye’de yeni yeni varlığını hissettirmeye başladığı ve ülke için en büyük tehlike olarak görüldüğü, aynı zamanda “ 68 Kuşağı “ efsanesinin tohumlarının atıldığı yıllar.
Ahmet Arif tüm bunları; yurdun orta yerinde, yangının ortasında kalmışcasına, derin ve duyarlı bir şekilde yaşadı. Döneminin diğer cengaver çocukları gibi o da eli kolu bağlı oturmayıp “ bir şeyler yaptı. “ Sonuç: “falanca maddeye muhalefetten” toplam 2 yıl hapis. Ve Akşam Erken Çöker Mapushaneye’den sonra insanın; “ iyi ki de mahpus olmuş “ diyeceğinin geldiği olağünüstü duyarlıkla, özgünlükte dile getirilmiş, mangal gibi bir yüreğin sesi.
NOTLAR:
Hasretinden Prangalar Eskittim’in ilk basımı Bilgi yayınevi tarafından yapılmış ve sahibi Ahmet Küflü geçen ay ölmüş.
Ahmet Arif, neredeyse her akşam; Ankara Zafer Çarşısı’ndaki Toplum Kitapevi’ne Remzi İnanç’ın yanına gidermiş.
Yanağında şark çibanı izi varmış.
Genellikle lacivert takım elbisesinin içine boğazlı kazak giyermiş.
Kendi şiirini Diyarbakır şivesiyle okuyan istisnai bir şairmiş.
Ataol Behramoğlu, 1974 İstanbul’da; Nihat Behramoğlu ve eşi Defne Sandalcı’yla “ Militan “ dergisini çıkardığında; Ahmed Arif’i sıkıştırarak bir söyleşi yapmış. Ardından da kitabına girmeyen birkaç şiirini yayımlamış.
Kitabı yaklaşık 25 yıldır yılda en az dört baskı yapıyor ve tükeniyormuş.
Evet; “ yöresellik, hatta ulusallık sanatın düşmanıdır “ diyor usta edebiyatçı Metin Güven. Buna katılmamak mümkün değil elbette. Peki Ahmet Arif bunca sözü yalnızca kendi ülkesi için mi söyledi? “ Kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu/ Kafan, sokak çarpışmasıdır Çin’de/ derken çok da yöresel, hattâ ulusal bir şeyden söz etmediğini görebiliriz.
Afyon’da lise birde iken yazdığı bir şiir:
Bir mavi gül bahçesi yorganım
Uyku saçlarımın meçhul şarkısı
Sonra yastığımda ilk gölgen kızlık
Ve ilk unutuluş hürriyet raksı
Yumuşaklığında köpükten öpüşlerin
Mukaddes günahlar cenneti oda
Dikişsiz beyazlığında tüllerin
Bir ay süzülecek buluta
Ve bir mavi şarap gözlerindeki
Musiki gölgelerinde yorgun
Sen hep öylesine güzel sevdalım
Ben sana allahsızcasına vurgun.
13/11/1988 de Rıfat Ilgaz’a yazdığı bir mektup:
Sevgili Rıfat ağabey,
Halkımın, yurdumun büyük acısı, büyük hüznü, sonsuz sevinci ve yıkılması imkansız onurusun.
Büyük şair, büyük inanç adamı, büyük namus anıtı ve büyük ozansın.
Sana “ ağabey “ diyebildiğim için mutluluk duyuyorum. Şunun şurasında bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için; bile bile, kahrolarak verdik gitti…
Alnımız ak, yüreğimiz pırıl pırıl…
……….
Seher DumanKayıt Tarihi : 27.4.2010 22:11:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!