AĞUSTOS
Köyüm on bir yaşına kadar büyüdüğüm yerdir benim. Bana ait bir mülkmüş gibi sahiplenirim köyümü. Ailem, akrabalarım ve diğerleri… Köyümün dağı, taşı, toprağı hepsi el değmemiş bir hazinedir benim için. Küçük köyümün dar sokakları, kerpiç evleri, rüzgârın esip geçtiği avluları, gurbetçilerin arkasından su döküp döneceklerini bekleyen yaşlı anaları, aklımdan hiç mi hiç çıkmıyor ve üzerime yoğunlaşıyor anıları.
O kadar özlüyorum ki, o anıları, beyaz badanalı evleri, dar sokakları, bahçeli evleri, su kuyularını ve daha da önemlisi o değerleri değer yapan şimdi Ağustos gölgesi yemiş parçalarımı hiç unutamıyorum.
Parçam dedim de, hep beraber büyüdük köyümün harman yerinde, fıstık bahçelerinde. Her gün bir bahçe de yeşiller düşerdi üzerimize. Kimi zaman o dallara uzanırdık küçük ellerimizle. Kimi zaman saklambaç oynarken saklanırdık kökünde. Her çocuğun bir bahçesi ve ağacı olduğuna inanırdık.
O mutlu ve doğal günlerimizde, ayrılık, ölüm, veda, gözyaşı, hüzün sadece masallarda olur veya kurguydu ya da ben öyle sanıyordum. Kim bilebilir ki, bizim için gün gelecek masallar ve kurgular gerçek olacak, kim bilebilir ki, çok geçmeden Ağustos hepimizin cellât’ı olacak.
Aslında karamsarlığı yazmak hiç de tarzım değil, ama bazen insanlar duygularıyla hareket edebiliyor. Bir hatıranın sizi alıp götürdüğü yer, bir yazıya sığamayacak kadar geniş olduğunu biliyorum. Ama yinede ben, bugün duygularımla hareket edeceğim.
Ben ağustosları hiç sevmen! Hatta bu ayda çalan telefonları da sevmem. Ne zaman telefonum çalsa korkarım açmaya. Çünkü aklıma ilk gelen acaba yine kime düştü yakıcı ağustosun gölgesi diye.
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.