ağlamak Geliyor İçimden - Anı

Nurten Altınok
638

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

ağlamak Geliyor İçimden - Anı

Anılar- Ağlamak Geliyor İçimden

Ağlamak geliyor bugün içimden.
Her dokunduğum şeyde bir anım canlanıveriyor gözlerimde. Her ses, şarkılar, türküler efsunlu bugün.
Ağlamak geliyor içimden.
Onat’ım aradı telefonla. Şu akıllı telefonlar var ya, işte onunla aradı. Görüntülü.
Onat’ımın kara gözlerini gördüm. Ninem diyen sesini duydum. Uras’ım girdi sonra ekrana. Sarı fırtınam benim.
Ağlıyorum.

Ay! Sabahtan beri pek bir gözü yaşlı, sulu kadın oldum.
Ben çocuklarımı çok özledim.
Altınoluk’tayım.
Neden buradayım?
Oksijeni bol, havası güzel dediler.
Bir de arkadaşlarım var burada.

İki sene önce Miyase’ye
gelmiştim gezmeye İstanbul’dan. Aynur hanımı ziyaret edelim dedim. Ayni apartmanda oturuyorduk. Bitişik dairelerde. Aradık evini bulduk. Onlar tavsiye ettiler. Kısmetmiş.
İstanbul’da da evde yalnızdım. Burada da yalnızım. Mesele yalnızlık değil. Buradaki komşularımı seviyorum. Buradaki dostluğu seviyorum. Ben burada yalnız değilim. Gözümü açar açmaz tanıdık bir günaydın sesini cevaplıyorum.
Zehra görünür birazdan. Nasılsın der. Gel çay içelim der. Yasemin selam verir karşıdan. Hal hatır sorar. Feride hanım biraz önce bahçesindeki çiçekleri suluyordu. Ayşe elinde bir şeylerle Yasemine geldi.

-2-

Yasemin’in acısı var bu bir iki gündür. En sevdiği bir arkadaşını kaybetmiş kanserden. Dün cenazesi vardı. Her halde bugün helvasını kavuracaklar. Henüz daha 30 lu yaşlardaymış. Allah gidene cennetini, kalana da sabrını versin.

Sıkıntılıyım bugün. Hiç bir nedeni yok.
İnsanız işte.
Sabah Fox Tv de sabah haberlerinde İsmail (Küçük’lü bişeydi soyadı, şimdi aklıma gelmedi) Hatırladım. İsmail Küçükkaya. Çok güzel bir müzik dinletti. Müzik güzel, ses güzel!
Zaten ben ne zaman bir müzik duysam kanatlanırım bir yerlere.

Bu bir.

Hoş Geldin

Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim

Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar

Sen bana geç geldin, ben sana erken
Tutuşsun gün, yansın geceler, vaktimiz varken

Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim

Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar

Sen bana geç kaldın, ben sana erken
Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken

Hüsnü Arkan

****

Bu iki.

Arkadaşlardan biri de İstanbul’a gezmeye gitmiş.
Antalya’da oturuyor. Safure Tonlalı.
Ortaköy Camiinin önünde çektirdiği bir fotoğrafı eklemiş bir paylaşım sitesine.
Hah işte esas zincir burada koptu. Koptum.
Sihirli bir nefes yıllar öncesine üfledi beni.

Üniversiteye giderken her gün Çemberlitaş – Taksim T1 İEET otobüsüyle her gün önünden gelip geçiyordum. Tam soldan yukarı Taksime doğru dönünce İnönü Stadyum görünüyordu. Hemen onun arkasında, tepede tüm şehvetiyle İ.T.Ü Taşkışla.
Ne bileyim ben o günler geldi işte aklıma.
Salya sümük her şey kırbaçlıyor anıları. Hiç ummadığım kişiler, arkadaşlar, olaylar, boy sırasına bakmadan dizildikleri anı sayfasından çıkıverdiler su üstüne.
Amcamın kızlarını bile hatırlattılar. Bir de Hüseyin’i. Bir de Mehmet’i. Orhan Gencebay’ın Yağmurun Sesine Bak şarkısını. Yürüdüm gittim yıllar öncesi oturduğum bir kır çay bahçesine. Önümde deniz, bir ağaç altında elimde bir fincan çayda demledim anıları. Yanımda kim vardı bilmiyorum.
Dolmabahçe’den bir vapura atlayıp karşıya geçtim. Ne işim var Üsküdar’da. Gittim işte. Son susamına kadar martılarla paylaştım mis kokulu bir simidi.
Ortaköy’e uğradım. Bir balıkçı lokantasında ilk defa yediğim ve sevdiğim roka boğazıma takıldı. Bir bardak suyla hallettim işin. Sonra çiğ köfte. Hiçbir acı bu kadar güzel gelmemişti.

Boğaz köprüsü henüz yoktu o zamanlar. Sene 1971-72 olmalı. Köprünün temelleri atılıyordu. 5 senede bitecekmiş. O ooo dedim. Biz görebilecek miyiz acaba köprünün bittiğini? Görürsün, görürsün dedi Hüseyin. Daha ne köprüler görürsün sen.
Dediği de çıktı. Şimdi 3.ü köprü inşaatı var.

Köprüden geçemedim. Gelin değildim. Hani bir türküde köprüden geçer ya gelin. Sonra bir şiirim geldi aklıma. Galata köprüsünden geçirmiştim gelini.
Eminönü sahilinde ilk balık ekmek yiyişim. Kapalı Çarşının gürültüsünde buldum kendim. Bir de piyango aldım Nimet Abla’nın gişesinden. Amorti bile çıkmadı kısmetime.

Sirkeci garında buldum kendimi.
Yanımda Türkan Teker, matematik hocam vardı. Allah rahmet eylesin. Bu günlerime gelmeme sebep olan, yardım eden, hayatıma yön veren birkaç ender kişilerden biri oldu.
İlk defa, sırtında yük taşımak için taktığı semeriyle, bir adam gördüm Sirkeci Gar’ın önünde. Sırtındaki sepeti tıka basa doluydu. Adeta iki kat olmuştu yükün ağırlığından. Oturdum ağladım. Alışırsın kızım dedi hocam. Gün gelir görürsün de aldırmazsın bile. Ama ben hep aldırdım.

Satıcının biri incir satıyordu garın önünde. Şaşırdım. Hocam dedim hiç incir satılır mı? Satılır tabi dedi. Burası İstanbul. Oysa ben incir ağaçlı bir evde büyümüştüm. Ne zaman çıksam tepesine annemin sesi gelirdi. Gene mi incirdesin. İn düşeceksin, derdi. Hiç düşmedim ağaçtan ama burada yüreğim düştü.

Adımbaşı hayret ettiğim şeylerle karşılaştım.
Ne çok insan vardı burada. Ne çok araba. Ne çok gürültülü yer burası. Oysa benim Gümülcine’m, Yalanca Köyüm öylemiydi ya! Bütün ağaçlardaki meyveler bedava.
Köydeki yan komşunun birinden nar, diğerinden de kocaman siyah erik çalıyorduk çaktırmadan. Tam yumruk kadardı erikler. Narlar da futbol topu kadar. Bırak işte be adam. Çocuğun canı çekmiş. İki tane versen bir tarafın mı eksilir. Göz hakkı denen bir şey var. Ben o komşuları hiç sevmemiştim. Bir de köyün imamı olacaksın. Sözde bir de köyün en zenginlerindenmişler. Benim ninem hepsinden zengindi. 24 saat o kapılar hiç kapanmaz, sofradan misafir eksik olmazdı.
Ninem… Yunanistan, Batı Trakya, Gümülcine, Yalanca Köyünden Odacılar’ın Minire’si ninem. Ahmet Ağa’nın kızı. Ne çok severdim seni ve de ne çok ağlamıştım sen ölünce. Nur içinde yat benim canım ninem. Acılı ninem. Gönlü bol ninem.
Bana Atatürk’ü anlatırdın. Duvarda, Kur’an’ın yanında asılı duran fotoğrafa bakarken.
Bak derdin. Bu Mustafa Kemal’imiz. O bizim Ata’mız. Düşmanlardan o kurtardı bizi. Bana ilk Atatürk’ü tanıtan ve sevdiren kadındın. Henüz 4-5 yaşlarındaydım.

Bu gün bir acayibim işte. Üstüme, üstüme geliyor bütün anılar.

Duygusallığım tüm ihtişamıyla üstümde.
Anlaşılan benim İlham’ım, ilham perim unutmamış beni!

Oturdum, bir şeyler karaladım şiire benzer. Baktım olacak gibi değil, daha da çok yoğunlaşıyorum, bıraktım.

Eminönü’ndeyim şimdi. Bir alt geçitteyim. Bir oyuncak dükkânın camekânına alnını dayamış, annesinin elini çekiştiren, oyuncak isteyen o küçücük çocuğun yanındayım işte.
Kadın, çantasından cüzdanını çıkardı içine baktı. Paramız yok oğlum, dedi. Başka zaman alırız. Benim de yoktu! Dokunamadım çocuk yüreğine evlat. Bağışla beni.

Baharat kokularını çektim içime Mısır Çarşısı’nda gezinirken. Ne ararsan vardı burada. Çoğu da ilk defa gördüğüm otlardı. Adlarını bilmediğim.

Altın baraklı vitrinlerini ayna gibi kullanarak kendimi ve etraftaki kalabalığı seyrederek gezdim Kapalı Çarşı’nın kuyumcularını.
Sahi, benim sonradan sattığım bir alyanstan başka, hiç altın takım olmamıştı. Olmadı da. Olmasa da olurmuş.

Gümüşsüyu yokuşuna döndüm tekrar. Yürüyerek çıktım o yokuşu.
Yolun solunda İTÜ Makine ve Elektrik Fakültesi var. Sağdaki ilk sokakta da Sebahat ablanın evi.
En sıkıntılı zamanımda bana maddi ve manevi el uzatan, Beyoğlu'nda Yunan Lisesinde Türkçe Öğretmenliği yapan bir hanımdı.

Arif Hoca (Gümülcine’den ilkokul öğretmenim) tanıştırmıştı beni.
Gümülcine’de o zamanlar yayınlanan Akın Postası adında bir gazete vardı. Her hafta bir şiirim yayınlanıyordu. Bu orta 1 den lise sona kadar devam etti. O gazete Sebahat Hoca’ya gidiyormuş.
Bir gün Arif hocaya beni sormuş. Kim bu? O da ünversiteye gelecek buraya o zaman tanıştırırım demiş.

Bir gün beni aradı Arif Hoca, seni bir hanım öğretmenle tanıştıracağım dedi. Buluştuk ve Sabahat ablanın evine gittik.
Bir apartmanın giriş katıydı Gümüşsuyu’nda.
Zile bastık, orta boylu, tombulca, kısacık sarı saçlı, güler yüzlü bir hanım açtı kapıyı.
-Hoş geldiniz hocam, dedi.
-Hoş bulduk. Bak, dedi sana kimi getirdim.
Bana baktı:
-Hoş geldin evladım.
Sıcacık bir ses tonu vardı.
-Hoş buldum, dedim. Uzandım elini öptüm.
Arif hoca:
-Bu kim biliyor musun? Dedi.
-Tanıyamadım, dedi. Tanımak istermiş gibi daha dikkatli baktı yüzüme:
-Çıkaramadım hocam.

Gazetede şiirlerimin altına NUR mahlasını kullanıyordum.
Arif Hoca başıyla beni göstererek:
-İşte bu o bahsettiğimiz Nur. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesini kazandı. Sana çok yakın olacak.
Gözlerini hayretle, sevinçle, merakla açarak bana baktı ve:
-O koca şiirleri yazan bu çocuk mu?
Kocaman açtı kollarını ve sarıldı sonra bana bir ana gibi.
Zamanla arkadaşım oldu, ablam oldu, sırdaşım oldu.
Yıllar sonra vefat ettiğini öğrendim. Daha önce çok aradım onu. Telefonla konuşuyorduk. Yaşlı bir annesi vardı. Beraber kalıyorlardı. Annesini kaybedince yalnız kalmıştı.

Seneler geçti. Okul bitti. Evlenmiştim. İki de çocuğum olmuştu. Çocuklarımla da ziyaretine gittim zaman zaman.
Son aradığımda telefonu kimse açmadı. Belki evini değiştirdi. Bilemiyorum. O zamanlar cep telefonu yoktu. Nur içinde yat ablam. Hakkını helal et.

O çay bahçesi var ya hani biraz önce bahsettiğim, o da hemen oralarda Sabahat Ablanın evinin hemen üst tarafında tepede bir yerdeydi. Boğaz ayaklar altında harikaydı.

Gümüşsuyu’nun biraz ilerisi Taksim.
Taksim’de, meydanda, heykelin tam karşında Taksim Postanesi var. Kime sorsan bilir. Taksim Parkının hemen köşesinde duruyor.
Şimdi hala duruyor mu bilmiyorum. Çok oldu oralara gitmeyeli. En son gittiğimde eser yoktu o eski halinden.
Buluşmalar için postanenin önü tam adres.
Okul çıkışı ne zaman önünden geçsem, önünde heyecanla saatlerine bakanlar hiç eksik olmazdı.

Ben de onun önünde bekledim O canı. Sonradan canım dediğim. Hala duruyor mu acaba yerinde? Kim bilir ne kadar oldu gitmeyeli.

İstanbul’u özlüyorum arada bir aklıma gelince. Balığın denizde suyu özlediği gibi.
İşte buyum bu gün. İstanbul anılarım depreşti.

Beyoğlu’nu dolaşıyorum şimdi.
İlk günümdeki gibi. Taksimden Galataray’a gidiyorum. Beyoğlu’ndayım. Sol tarafta küçücük bir büfe vardı. Kilo ile dilim, dilim bitter, acı çikolata
stıyordu. Elimdeki para ya bir dilim almaya yetiyordu, ya da iki.
Sağ tarafta meşhur Beyoğlu Muhallebici vardı.

Muhallebici dedim de aklıma geldi.
Bir Taksim Muhallebicisi var, benim bildiğim, bir de Çemberlitaş Muhallebicisi.
İki muhallebici arasına gizlenen anılar var.
Birinin başlattığını diğeri neye bitirdi?
Bu iki mekân arasındaki bağlantıyı kuran kim?
İkisi arasında yaşanan, iki kişinin yüreğine inme gibi inen, idam hükmünü onaylar gibi bu mührü vuran kim?

Hayatın cilvesi bu olmalı.
Taksim’de başlayan bitmişti Çemberlitaş’ta.
Hayret!
İlk defa aklıma geliyor bu seneler sonra.
Tesadüf olabilir mi?
Bilmem!
Oluyormuş demek ki.
Mukadderat mı dersiniz!

Daha neler oluyor hayatımızda fark etmeden kim bilir?

Hayat rotamıza yön veren bu sır ne?

Anlatacak çok şey var daha.
Çok…

Bugün:
Yıllardan 2015 /Aylardan Ağustos /Ağustosun 28i /
Günlerden Cuma / Yer Altınoluk

Ben?
Bendeniz: Nurten Altınok

Nurten Altınok
Kayıt Tarihi : 1.6.2016 00:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Alaaddin Uygun
    Alaaddin Uygun

    anlatacaklarınızı bekliyoruz nurten hanım, saygımla emeğine sağlık

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Nurten Altınok