Ağacın Yaprağı Dal Arasında

Aynur Uluç
498

ŞİİR


15

TAKİPÇİ

Ağacın Yaprağı Dal Arasında

Şennaz’ım… Merhaba :)

Bazen insan hayatını yeniden gözden geçirir, ne neye dönüşmüş ne neye bağlı. Ben de bir sebeple kendimi bunları düşünür buldum bugünlerde.

Diyalektik işliyor hayatın her alanında. Her şey birbirinin içinde. Birinin ipinin ucundan tutunca bir diğeri geliyor. Yıllar önce hiç ilgimin olmadığı bir alanla tanımlıyorum kendimi bugün. Edebiyatla. Yazmak kendi içime yaptığım bir yolculuktu sanırım en başta. Ya da şöyle demeli; öyle başlıyor yazmak eylemi, en başta.

Yıllar öncesini anımsıyorum. Üç dört arkadaş haftada bir gün buluşup kitap okuma günleri yapardık. Birlikte bir şeyler yapmanın, yol almanın tadını yeniden anımsadığım günlerdi. “Ölümsüzlük” isimli kitabını okuyorduk Milan Kundera’nın. Kitabın birlikte çevirdiğimiz sayfalarının sonuna geldiğimizde, grup da dağıldı. Tam o günlerde senden sıcak bir teklif gelmişti. “Aynur, Kartal’da yaratıcı drama grubu kuruyoruz, sen de gelir misin? ” Oldukça ilginç bir teklifti. Neler yapabileceğimin sınırlarını (belki de sınrısızlığını demeli) göreceğim bir deneyim. Anlattıklarından, ben böyle algılamıştım en azından. Bir grup içinde birbiriyle karışmak, erimek duygusunun keyfi de cabası.

Çalışmalar başladı. Umduğumdan, düşündüğümden de keyifliydi. Birbirini tanıyan insanların diğerini hissetmesi, içinden neler geçirdiğini algılaması mümkündür ama burada başka bir elektirik işliyordu ve bu yaşadığım şey beni sarıyordu her geçen gün. Birbirimizi önceden hiç tanımasak da, sanki içlerimiz birbirine değiyor gibi hissediyordum çalışmalarda. Yüzümün alabildiği en komik şekilde gülebiliyor, birbirimizin üzerine uzanarak dev bir otobüs oluşturabiliyorduk. Birimiz diğerinin aynası oluyordu pratikte. Ayna olan kişi, diğeri ne yaparsa karşısına geçip aynısını tekrarlıyordu. Ama sen de bilirsin, bir ayna bu kadar düz göstermez aslında. İyi bir aynaysa tabii. Bu çalışmalarda insanın kendi içine tutulan aynanın bir çok farklı versiyonda daha tutulabileceğini yaşayarak deneyimledim. Matematik kadar sade, matematik kadar çekiciydi burada kendiliğinden kurulan denklemlerin sırrı. Ki ben matematik sevmediğini zanneden bir kişiydim. Buradaki sayılar kavramsal değildi. Uçları açıktı. Bir gün sayı olabilir, ertesi gün bir tohuma dönüşebilirlerdi. Bir sonraki gün ise, diyelim içimizden dökülen bir tirada. Bazen susmak kâfiydi bunun için. Susup dinlemek. Bazen içinden geldiğince koşmak. Hedefler belirsizdi çıktığım bu yolculukta. İçimiz nereye sürüklerse oraya götürüyordu aslında bizi her çalışma. Her gün yeni bir kutucuğunu keşfediyorduk içimizdeki labirentin.

Yüzüne dokunuyordun; senindi. Eline dokunuyordun; sendi. Ruhsal olarak açığa döktüğüm çıplaklığımdan neredeyse utanacak kadar gerildiğimi de anımsıyorum bir çalışmadan çıkıp da topluma karışınca. Aslında o gün yaşadıklarımı paylaşmalıyım seninle... Ama şöyle paylaşayım. O deneyimi eve geldiğim gün oturup yazdım. Yıllar sonra ise o gün yazdıklarımı dramadan bağımsız bir yazı şekline getirdim üzerinde çalışıp. Altındaki tarihler ilk yazdığım ve üzerinde çalıştığım günü not düşürüyor yazının dibine. Bu iki biçimden özellikle üzerinde çalışılmış olanı seninle paylaşayım ki, dramanın nasıl zaman içinde dönüştürücü olduğunun da örneği olmuş olsun aynı zamanda.

“Kâğıtta Zakkum, Bedende Koku

Gözlerim kapalı. Kendimi neredeyse boyumu geçen çimenlerin arasında düşünüyorum. Öyle ki; onların arasında yatmışım ve her yerimi kaplıyorlar. Dokunuyorlar vücuduma. Hissediyorum. Ağaçlar var… Ve yerlere dek uzanmış dalları. Kopkoyu yeşiller. Ve açık, daha da açıkları. Birbirine kenetlenmiş tonları yeşilin. Palmiye gibi iri yapraklıları var. Devasa duranları ise ürkütmüyor insanı. Sıcacık.

Sağ tarafımdan güneşin geldiğini fark ettiğimde gözlerimi kısıp doğruluyorum. Güneşe direk olarak bakmamışım hiç. Sanki ışınları, çizgi çizgi havada. Ayaktayım ve çizgilerin arasında dolaşıyorum. Her rengi barındıran kır çiçekleri var yerlerde. Tanımadığım vahşi ve ılıman bitkiler. Toprak bazen aşağı, bazen yukarı çimenlerin altında. Yanık tenime bakıyorum. Çıplak omuzlarımdan aşağı dökülen salkım salkım gümüş küpelerin serin dokunuşu, tenimde. Derken güneş ışıklarının içinde süzülerek, bir arı geçiyor sol yanımdan. Sesini duyuyor, gülümsüyorum.

O anda tam avucumun içinde hissettiğim bir tohum, beliriyor. Nereden biliyorsam biliyorum, ben ne istersem o olacak bir tohum bu. Bense onun ne olduğundan eminim. Caddelerin ortasında pırnakıl açmış, hayranlıkla seyrettiğim zakkum ağaçları canlanıyor gözümde.

O zakkum ağaçlarından birisi ben olacağım ama, yerim o caddelerden birisi değil. İşte tam bu noktada büyüyeceğim. Bu, içinde bulunduğum doğa içinde sarmalanarak. Neresi olduğunu bilmediğim ama bu sorunun akla bile gelmediği bu yerde. Güneş ışığını her bir hücremle emdiğimi hissediyorum. Toprağın içime dolduğunu. Kır çiçeklerini içtiğimi. Böceklerle bütünleştiğimi. O arının benim bir parçam olduğunu ve benim pembe çiçeklerimle besleneceğini biliyorum. Gülümsediğimi fark ediyorum. Ne ilginç, toprağın kahverengisinde doğdum ama benim içimde doğanın tüm renkleri var.

En çok güneşin ışığını taşıdığıma göre, mayam sarıdan örülmüş olmalı. Bana kendisini en çok bastıran duygu, heyecan. Evet duygumun adı, “heyecan”. O heyecandan doğar umutlar. O, benim işte. En belirgin rengim kırmızı. Aldığım sesler ve emdiğim sarı, etrafa kırmızı ışık saçıyor. Öyle ki; bu kırmızının ortalıkta yarattığı heyecanın kendisi de heyecan verici. O “heyecan”ın yaşam umudu olacağı ve aynı şekilde etrafıma saçılacağı belli. Sonsuzluk bu işte.

Sonra, yavaş yavaş içinde bulunduğum odaya varan caddelerden geçiyorum. Binaların tepesinden, kadınların filesinden, çocukların nefesinden geçiyorum. Bir vapuru bağlıyor çımacı. Sevdiğini uğurluyor bir kadın, tren istasyonunda. Yaşlı bir amca çiçeklerini suluyor, bir çocuk boyadığı ayakkabıları parlatırken az ötede. Belli ki sevgilisi henüz gelmemiş genç, saatine bakınca geri dönüyor zaman. Açıyorum gözlerimi. İlk işim, elimde halen tutmakta olduğum tohuma bakmak. Ben onun ne olduğunu biliyorum ama o, kendisini mısır tanesi sanıyor olmalı.
Şimdi, önümde uzanan bembeyaz kâğıda tüm bunları aktarmalı.

O da ne…Boyayı böyle dik bir şekilde tutarak kullanmamıştım hiç şimdiye dek. Ellerim sanki her zamanki ellerim değil, ama hiç olmadığı kadar da benim gibi. Resim konusunda tam bir beceriksiz olan ben, her zaman o şekilde resim yaparmışım rahatlığında oturmuş kendimi resimliyorum. Çizgilerim sürekli değil, boyanın ucu bir değiyor bir havalanıyor kâğıttan.

Ve…Zakkumun gözleri, kâğıda aktığında, sözcükler vahiy gelmiş gibi, kendiliğinden yazılıyor yanına:

Heyecan ve dinginlik
Risk ve güven
Sonsuzluğun kıyısı
Özgürlüğe tutsaklık

Sen de anımsıyorsun değil mi bu çalışmayı. Muhtemelen o mısır tanesini sen koymuştun avucuma gözlerim kapalıyken. Evet canım arkadaşım, o ağaçta ben vardım. Bendim hatta o ağaç. O gün dramadan çıktığımda bu titreyen kâğıdı nerelere saklasam gibi bir duygu kaplamıştı her yanımı. Sanki o kâğıdı gören beni görecek gibi. Beni çıplak görecek gibi. Beni o şekilde görmelerinin de bir yolu olduğunu keşfedecektim daha sonralarında. Kendimle ve insanlarla şeffaflık kefesinde buluşmanın da yolları olduğunu. Tıpkı zorlukları olduğunu öğreneceğim gibi.

Drama çalışmalarından aklımda kalan bir başka gün daha var. Onu da anlatmalıyım kısaca. O gün şöyle bir şey yaşamıştık. İki kişilik ekipler oluşturmuştuk ve birimiz diğerinin hamuru oluyordu. Hamuru yoğuran kişi, hamurunu dilediğince yoğurup ona kafasından geçen şekli veriyordu. Bir duyguyu yüklüyordu ellerinden. Diğerinin konumu sadece kendisini arkadaşına bırakmaktı. Sonra o kişi heykel gibi kaldığı son şekilde bir müddet duruyordu. Kolaylaştırıcı olarak sen veya birlikte çalıştığınız Meryem, heykelin omuzuna dokunduğunuzda heykel yavaşça canlanıyor ve biraz önce kendisine yüklenen durumu nasıl algıladıysa direk o konum üzerinden konuşmaya ve davranmaya başlıyordu. Diyelim bir çocuk olduğunu ve yolunu kaybettiğini düşünüyor olsun. Bunu “Ben bir çocuğum ve yolumu kaybettim.” şeklinde değil de direk, o halin içine girerek söylediği sözlerle anlatıyordu. Sözünü ettiğim o gün de yaşadıklarım yine çok ilginçti. Ben hamurum olarak yoğurduğum arkadaşla o gün, çalışma başlamadan biraz önce tanışmıştım. Ona bir şekil vermiştim ellerimle. Kafamdaki kurguya göre onun, çocuğu yeni ölmüştü ve şimdi onun yası ve şaşkınlığı içindeydi. Heykel gibi dururken sen onun omuzuna dokununca birden ağlamaya başladı ama sesi bile çıkmıyordu. Hani insanın çok yoğun bir acıda sesi kitlenir ya, aynen öyle. Ve tam da kafamdaki kurguya uyan tavırlar içindeydi. Şaşkınlıkla ve gizli bir hoşnutlukla izliyordum. Sadece dokunuşlarımla, içimden geçirdiklerimle bunu ona nasıl aktarmış olabilirdim. Ama bir yandan da sanki bu durum çok normalmiş gibi geliyordu. Tersi olduğunda yani ben hamur, o heykeltraş olduğunda yaşananlardan sanırım ikimiz de ilki kadar şaşırmadık. O arkadaş drama çalışmasına bir daha katılamadı. Ama o bir günlük yakınlıkta dramayla biz bunları paylaşmıştık.

İçimde dönenleri yakalamak, dinamiklerimle tanışmak belki başka uyaranlarla da birleşince sanırım derinlerde bir yerde gizlenmiş bir nehir gibi duran yazma aşkını ortaya çıkarmış olmalı. O günden bu yana durmadan yazıyorum çünkü. Ama yazmak da belki bir biçimdir. Yazmasam belki resim yapardım o ağacı çizmeyi bıraktığım yerden yeni fırça darbeleri ile. Belki ağaç olup dans ederdim. Belki de o ağacın resmini ben harflerimle kuruyorumdur o gün bu gündür. Harflerimle dans ediyorumdur sayfamın ebrusunda. Ve o ağacın dallarının, yapraklarının içinden hızla geçip giden bir Tarzan edasında değil, yolunu minik adımlarla aşan bir karıncanın ayaklarıyla değdiğim başka ağaçların dallarının arasındayımdır mısralarımda.

Sevgimle

Aynur Uluç
29 10 2010

Aynur Uluç
Kayıt Tarihi : 30.10.2010 20:33:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Hasan Büyükkara
    Hasan Büyükkara

    mektup içimizin aynasıdır derdim bir zamanlar duyduğum bir deyimi tekrar ederek..ama şimdilerde mektup sanki bilinçaltımıza tutulan bir el feneri duygusu veriyor zihnime......

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Aynur Uluç