Çalışma masamda günlerdir tebessüm eden, iri bir kalp suretinde yaratılmış çiçeğe bakıyorum. Çocuk dizlerindeki yaralardan sızan pembemsi kan rengi, üzerindeki simetrik damarlarla oluşan garip şekilleri gizlemiyor. Tanrı’nın adil sanatını hayranlıkla inceliyorum harfleri yeryüzüne kazımaya çalışırken.
Onu her yerde görüyorum ben. Cılız bir çocuğun yumruk atma niyetiyle sıktığı kırmızı parmaklarında, sabah serinliğinin tazeliğine cami avlusunda eşlik eden bir ihtiyarın yorgun dualarında, genç evladının ölümüne isyan eden annenin acıyla derinleşen çizgilerinde, bazen neden sevilmediğini bir türlü anlamayan bir kadının solgun bakışlarında, çocuklarının okul parasını ödeyebilmek için her sabah aynı saatte sokaktan geçen muslukçunun inatçı, tok sesinde... Hep aynı kararlılıkla olması gereken yeri talep ediyor. Onun varlığı bütün duyguları kuşatıyor aslında. Sahip çıkmadığınızda sağlamca bastığımız yeryüzünün sert kabuğu ayaklarımızın altından çekiliveriyor. Yerine koyabileceğimiz başka bir erdem yok. Tohumlarıyla insanı iyileştiren mucizevî bir bitkinin köklerini söküp atmak gibi onu hayatın merkezinden fırlatmak. Eğer onu umursamazsanız kendisinden başka ‘ben’e tahammül edemeyen hırçın bir ego gibi varlığını olanca gücüyle dayatıyor ve size bunun bedelini bir gün mutlaka fazlasıyla ödetiyor.
Adaletten bahsettiğimi anladınız ama hangi adaletten? Yaratılandan mı, doğuştan hepimizde var olan basit hakkaniyet dürtüsünden mi? Toplumsal ahlakı düzenleyen, yasalara uymayı buyuran bir adalet bilinci değil sözünü ettiğim. Yüreğimizin tenha kuytusunda, ‘dervişle’, sıradan ‘kötülüğün’ koşullara göre yer değiştirdiği bir savaş var. İşte o ebedi vicdan mücadelesini daha çok önemsiyorum ben. İnsanı ‘insan’ kılan değerler orda gizleniyor çünkü. İçinde adaletin olmadığı bir mutluluk, sevgi, cömertlik, merhamet, sadakat, bağışlama anlayışı tasavvur edebilir misiniz? Onsuz özsuyu çekilmiş bir ağaca benzer insan. Varlık büsbütün anlamını yitirir.
Ona adalet denir mi?
Bugünlerde yanımdan ayıramadığım Sırp yazar Meşa Selimoviç, bana adaletin ve ikiz kızkardeşi vicdanın hayatımızdaki karşılığını düşündürüyor. İçinden geçenleri ayrıştıran renkli bir prizma misali bütün duyguları çıplak bırakan farklı ‘adalet algılarını’ düşünüyorum. Toplumsal adalet konusunda ölümüne hassas olanların kişisel serüvenlerinde düştükleri korkunç tuzakları, ‘ötekileri’ nasıl rahatça hırpalayabildiklerini düşünüyorum mesela. Başarı, adalete yeğ tutulabilir mi ve eğer öyle yapılırsa ona adalet denir mi? Ya da o ‘adil kadın’ gerçekten göründüğü kadar adil midir yoksa fedakârlıkla atan yüreği sadece ‘sevdiği’ adamlar için mi heyecanlanır? Savaş haklı taleplerine rağmen adil olabilir mi? Mesleğinde adil davranan birisinin inancıyla herkese eşit davranabildiğine inanabilir miyiz? Hak ettiğimizi düşündüğümüz sevgiyi talep edip karşılığını alamadığımızda mızıkçı çocuklar gibi ‘ama haksızlık bu’ diye yakınmamız bizim en adil ve belki en temiz yanımız değil midir aslında? Böyle ‘huzursuz’ sorular soruyorum kendime? Ve cevaplarını elbette bilmiyorum.
Sır, adaletin ne olduğunu bilmeden doğal bir dürtüyle uygulayabilmekte ve ele geçirilemese de hep peşinden koşma arzusunda saklı bence. Pascal’in şu sözü dinle felsefe arasındaki köprüde salınan yakıcı çelişkileri iyi anlatıyor: “İki tür insan vardır yalnızca” diyor. Ve cümlenin devamını bir matematik denklemi kurar gibi inşa ediyor: “Birileri adildir ama günahkâr olduklarına inanırlar, ötekiler günahkârdır ama adil olduklarına inanırlar.” İnsan çok düşününce tam nerede olduğunu kestiremiyor. Bildiğinizi sandığınız anda yanıldığınızı fark ediyorsunuz çünkü. Maharet onu bilmekte değil o soruyu bıkıp usanmadan doğru zamanlarda sorabilmekte sanırım.
Huzursuz sorular...
Selimoviç, yazmak için yirmi yıl beklediği Derviş ve Ölüm isimli romanında o soruları hem kahramanı olan kendine, hem de okuruna roman sanatının incelikleriyle soruyor. Bu roman aslında 1942 yılında Askerî Mahkeme kararıyla haksız yere kurşuna dizilen partizan ağabeyine bir ağıt. Bazen hatırlamak ölmektir, kimi zaman da bu hikâyede olduğu gibi sözcüklerin ağırlığıyla öleni sonsuza kadar yaşatmak. İdamdan evvel Şevki, Meşa’ya haber gönderip; “Benim suçsuz olduğumu söyle” demiş. Onun bedenini nereye fırlattıklarından kimsenin haberi olmamış. Bu sebepsiz ve manasız haksızlık yılar boyu onu zehirleyince yazmak istemiş ama acılarını ilahlaştırmaya çalıştığını idrak edince yazmayı da bırakmış. Romanı klişe olmaktan kurtarmak için aradaki psikolojik ve duygusal mesafenin kapanmasını beklediğini söylüyor. Olay örgüsünü bir kenara koyarak ilk taslağın en zayıf yönünü teşkil eden diliyle yıllarca uğraşmış. Çağdaş yazarlarda aradığını neden bulamadığını roman kadar çarpıcı olan önsözünden okuyun isterseniz. Ben sizle ömrü boyunca taşıdığı kederin tortusunu romana nasıl dönüştürdüğünü paylaşayım: “Benim hayatımla romanın fikrî tasarısı arasındaki tek benzer taraf şu soruda yatıyordu: Söz konusu olaydan sonra ben, yaslı ve gücenmiş bir kardeş miydim; yoksa mütereddit, ideallerini yitirmiş bir parti üyesi miyim? Romanda bu şöyle ifade edildi: Şimdi ben neyim? Ödlek bir kardeş mi, yoksa inançsız bir derviş miyim? İnsanlara olan sevgimi mi yitirdim yoksa inancım mı zayıfladı? İnsan şeklini mi, inancını mı yoksa ikisini birden mi yitirdim ben? ”
Selimoviç, uzun bir destan gibi yazdığı romanda, aslında eski bir motif olduğuna inandığı bu çatışmaları, incecik ama dokusu sağlam, hakiki bir dille anlatmış. Kendisinin de itiraf ettiği gibi o dili bulmak için çok uğraştığı belli. Onu özel kılan da hikâyesinden çok zarif anlatımı. Ne aradığını bilmeyen ama nasıl bir dil aradığını ‘yazar sezgisiyle’ hisseden ve ancak bulduğu zaman neyin peşinde olduğunu idrak eden yazarların sayısı çok fazla değil. Daha ilk cümlelerden size edebiyat hazzı vadeden bir yazarın, adalet arayışı, inancın kökü, ölümden sonraki ‘hayat’ hakkındaki düşüncelerini muhteşem cümlelerle anlatabilmesi de az rastlanır türden bir buluşma gerçekten.
Dostoyevski’nin ruhu...
Kitap, Mevlevi tekkesi şeyhi Ahmed Nureddin’in anılarından oluşuyor. Hokka ve Kalemin tanıklığında başlayan romanda, kahramanların Kur’an-ı Kerim, Mevlana, İbni Arabi ve tasavvuf ehli ozanlardan, düşünürlerden alıntılarla konuşmasının yazarın geniş maneviyatında bir karşılığı var elbet ama Ölüm ve Derviş’i has edebiyat yapan sadece kültürel derinliği değil. Bir insanın iç âleminde sükûnetle gizlenen ‘derviş’ ruhunun, toplumun koyduğu kurallar ve iktidar arasında sıkışan adalet talebiyle zorlu mücadelesi de okuyanı cezbediyor. Selimoviç, zor anlarımızda bizi sıkıştıran sıradan çelişkilerden kendi döngüsü içinde tekrarlanan şiirsel bir piyes yaratmış sanki. Romanı heyecanla okurken, kurgusu, yan karakterleri ve sorguladıkları itibarıyla o ‘Dostoyevskiyen’ ruhu kendi ülkesinin iklimine, coğrafyasına taşıdığını düşündüm. Kader, isyan, hafıza, tevekkül, cesaret, sorumluluk, inanç, merhamet, sadakat, korku, hepsi insanın değişimi ekseninde yazarın maharetiyle kendi kabuğundan soyunup büsbütün çıplak kalıyor.
‘Dürüstlüğün pek çok çeşidi vardır’
Bir Hıdrellez gecesi Derviş’in yaşadığı gerilim, daha önce gördüğü her şeye ilk kez bakıyormuşçasına anlatmasına neden oluyordu. Onu sarsan büyük değişimde acıtan bir kırılganlık vardı sanki. Bu büyük hayat duruşmanın, yargıcı da, tanığı da, sanığı da kendisiydi. Dürüst olmaya çabalarken bile samimiyetinden şüphe ediyordu. “Samimiyet gerçeği söylediğimizin inancıdır ama dürüstlüğün pek çok çeşidi var” diyordu. Selimoviç’in kutsal, uhrevi roman atmosferinde kokularla, tabiatla, seslerle kurduğu ilişkiyi de sevdim. Değişimi mırıldanır gibi tarif ediyordu: “Sabahleyin sessiz ovaya indim. Çiçekli bayırla tırmandım. Bodur meyve ağaçlarının altında durup yüzümü bahar yüklü dallara döndüm. Binlerce çiçek, ürün vermeye hazır bekliyordu. Görülmeyen sayısız damarcıktan aman sıvının uğultusundan, hışırtısından mest oldum. Akşam olduğum gibi, tekrar iki elimle dalları tutmayı, ağacın renksiz kanını damarlarımda akıtmayı, ağrı duymadan çiçek açmayı ve solmayı arzu ettim. Bu tuhaf arzumun tekrar belirmesi, taşıdığım acının ne kadar ağır olduğunu gösteriyordu.”
Roman, tekkede yaşamayı seçen bir Mevlevi şeyhinin tek boyutlu düşüncelerinden ibaret olsaydı herhalde çok sıkılırdım. Selimoviç’in din, felsefe, ahlak, iktidarın gücü üzerine kurduğu sağlam tartışmalar önümde duvar gibi dikilen kapıları vicdanımı fazla hırpalamadan araladı doğrusu. Derviş, kitabın en olduğu gibi görünen karakteri Hasan’la günahı ve toplumsal düzeni tartışıyordu: “Olgulardan söz ediyoruz ama sen sebepleri üzerinde durmuyorsun. İnsanlarda günah işleme korkusu olmadıktan sonra, tabii ki de ahlak kuralları etkisiz kalır” diyordu daha sonradan acımasızca ihanet edeceği dostu Hasan’a. Ve cevabı elbette onu çok kızdırıyordu: “Her türlü kuraldan daha geniştir hayat. Ahlak sadece bir imgelem, hayat ise olup biten şeylerdir. İnsan hayatına günahtan çok, günah işlememek için alınan tedbirler zarar getirmiştir.” Hangisinin doğru olduğunu, nasıl yaşanması gerektiğini ikisi de bilmiyordu. Hayatı ve romanı cazip kılan tam da buydu!
Tehlikesiz Kahramanlar...
Bu yazıyı okuyana belki biraz saf görüneceğim ama olsun ziyanı yok; ben kelimelerin, cümlelerin, hikâyelerin de bizler gibi bir kaderi olduğuna inanıyorum. Ölüm ve Derviş’le tanışmak benimkini değiştirecek biliyorum. Her şeyden evvel, zamanın, hayatın kendisi gibi tamamlanmamış çemberlere benzeyen konuşmalarla akan bu roman, bana insanın kısmetini kendisine ait bir ‘ruh coğrafyasında’ değil de başka yerlerde aramasının neden olduğu mutsuzluğu gösterdi.
Has edebiyat öyledir, mutlaka iz bırakır ve sonra belki hiç ummadığınız bir anda gerçek bir dost olduğunu hatırlatır. Bu garip tesadüfe siz bile şaşarsınız. Bazen korkunç, anlamsız, haksız bir ölümden sonra, sayfalar dolusu analizin yapamayacağı birkaç cümleyle sarsar okurunu mesela. Ve o cümlelerde kendisini görebilenleri fena halde utandırır: “Bende, uzun yaşamanın kazandırdığı bir kurnazlık var belki. Bu durumda bana ne yapabilirler? Bir ayağı zaten çukurda olan bir insanı öldürebilir ya da tutuklayabilirler mi? O aptallar, yararsız bir ihtiyara bir şey yapamaz da; kalkar henüz hayatının ilkbaharında olan gencecik bir insanı öldürüverirler. Bunun için hayattan yararlanarak her şeyi üzerime alacağım. Tehlikesiz kahraman olmak, gülünç bir şey değil mi? ”
(Derviş ve Ölüm, Meşa Selimoviç, Çev. Mahmut Kıratlı, Timaş Yayınları)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:35:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!