Adil Dede Şiiri - Recep Uslu

Recep Uslu
308

ŞİİR


5

TAKİPÇİ

Adil Dede

Anadolu’nun çok güzel bir köyündeyiz.Hasan dağının yamacına yaslanmış çok şirin bir köy.Çok yakın aha şurda..sıcacık misafir sever insanların yaşadığı bir köy.Çengeller köyü.. henüz elektrik gelmemiş, insanlar geceleri; kandil, lamba veya lüküzlerden yararlanıyorlar. Bilgisayarı, televizyon bırak radyoyu bile bilen yok. Uzun kış gecelerinde Adil dedenin evinde toplanıp onun hoş sohbetlerini, anlattığı hikaye, menkıbe ve masalları dinleyerek vakit geçiriyorlar. Anlattığı menkıbelerden ders çıkarmaya çalışıyorlar. Adil dede, benim dedem. Başka torunları da var ama Mustafa’yla beni çok sever. Her seferinde ocak başında bizi dizlerine oturtur ve “okuyun oğlum Allah’ın ilk emri oku, sizde okuyun ki adam olun”der.
Bir gün Adil dedeme:
-Dede arkadaşlarımı çağırayım da bize masal anlat.
Dedim.
-Kocanana sor. Dedi
Kocana bizde annenin annesine veya babanın annesine denir.
Hemen kocanama koşup:
-Ne olursun Fatma kocana, ben arkadaşlarımı getireyim dedem masal anlatsın.Dedim, kocanam:
-Getir oğlum bende size nohutlu börek yapayım, ayran çırpayım hem yiyin hem de dinleyin. Dedi.
Hemen Karakütük meydanında ara kesme oynayan arkadaşlarımın yanına koştum.
-Hey çocuklar,Mustafa, Adem,Hasan, Recep,Ali, Ahmet,Mehmet,Yakup beni dinleyin.Diye bağırdım.
Hepsi yanıma toplandılar.
-Niye oyunumuzu bozuyorsun, ne oldu da bağırıyorsun diye bana takaza yaptılar.
-Durun kızmayın, darılmayın, size bir müjdem var, Adil dede bu akşam bize masal anlatacak, Fatma kocana nohutlu börek ve ayran yapacak. Hem yiyeceğiz hem de dinleyeceğiz. Dedim.
Akşamın karanlığı çökmüştü, herkes izin almak için evlerine koştu. Bizde Mustafa’yla Adil dedemizin yanına geldik. Ortalığı mis gibi un kokusu sarmıştı.
Beş numaralı lamba yakıldı, camını tertemiz ben silmiştim, Ocağa da kocaman bir çam kütüğü atıldı. Çam kütüğü cayır cayır yanarken arkadaşlarımız gelmeye başladılar.
Hepimiz yarım ay şeklinde dedemin karşısına dizildik. Ortamıza börek tepsisi kondu, bardaklarda ayranlar geldi. Hiç birimiz hiçbir şeye elimizi sürmeden dedemden gelecek işareti bekledik.
-Haydi bakalım çocuklar, hem yiyin hem de beni dört gözle dinleyin. Dedi.Önce bir soru sordu:
- Siz hiç kuşlara yem attınız mı?
Kimimiz attık dedi, kimimiz atmadık..
-Kuşlara yem atarsan hemen bir sürü güvercin toplanır, araya kargalarda girer, serçeler gelir. Kuşların beleşçiliğe alıştırılması hoş değil aslında. Onlar börtü böcek yiyecekler ve insanlara yardımcı olacaklar. Ama insanlar kuşları sevdikleri için bazen yem, bazen ekmek, bazen simit atıyorlar. Serçe bir parça simiti alır pırr diye uçar gider. Güvercin simit parçasını alır yerlere gagasıyla sürte sürte parçalayıp yemeye çalışır. Parçalarken yiyeceğini kaptırır. Karga aklını kullanır. Simit parçasını alıp yukarıdaki ağaç dalının üstüne konar. Ayağı ile konduğu ağaç dalının arasına simiti sıkıştırır ve gagasıyla kopara kopara karnını doyurur. Karganın bu akıllı hareketi beni okuduğum bir kitabı hatırlattı
Din ulemasının dediğine göre, Hazreti Adem ve Havva anamız cennetten kovulduktan yıllar sonra buluşurlar. İnsanlığın çoğalması ve üremesi için Havva Ana her sene ikiz çocuk dünyaya getirir. Bunların biri kız, biri oğlandır. Büyüdüklerinde bir senenin kızı diğer senenin oğluyla evlendirilir. Habil ile Eklimya bir karından, Kaabil ile Lebuda ikinci karından doğmuşlardır. Kurala göre Habil, Lebuda ile, Kabil, Eklimya ile evleneceklerdir. Kabil bu işe isyan eder. Ben, benimle aynı karında yatmış olan Lebuda’yı kimseye bırakmam, kimseyide dinlemem diye isyan eder. Babaları Adem “ öyleyse Allah’a kurban bağışlayın kimin kurbanı kabul olursa o Lebuda’yla evlensin” der. Habil, hayvancılıkla meşgul olduğu için besili bir koyunu, Kabil ziraatla uğraştığı için altın sarsı başakları kayanın üzerine bırakırlar ve beklemeye başlarlar. Ertesi gün baktıklarında Habil’in kurbanının yandığını ve kabul olduğunu görürler. Buna fena halde sinirlenen Kabil:
- Seni Öldüreceğim, benim elimden kimse Lebuda’yı alamaz der. Habil ise ona:
- Sen bana ne yaparsan yap ey kardeşim, benim elim sana kalkmaz, Ben Allah’dan korkarım. Der.
Bir gün Habil sürüsünü ovaya salmış, bir ağacın gövdesine yaslanmış uyumaktadır. Kabil onun uyur halini görünce eline büyük bir taş alır ve kafasın bütün gücüyle vurur. Habil kanlar içinde kalır ve oracıkta ölür. Kabil ne yapacağını şaşırır. Pişman olmuştur ama iş işten geçmiştir. Kardeşini sırtına alır bir o yana bir bu yana koşmaya başlar. Kan ter içinde yorgun bir şekilde bir ağaç kovuğunda dinlenirken önünde iki karga kavgaya tutuşur. Kargalardan biri diğerini bir gaga darbesiyle öldürür. Hemen ayaklarıyla bir çukur kazar ve öldürdüğü hemcinsini bu çukura gömer. Kabil “ yandım Allah, karga kadar aklım yokmuş” deyip kardeşini kazdığı bir çukura gömer. Demek ki kargaların akıllılığı o zamandan beri gelmekte. Çocukluğumda kargalar sebzelere zarar veriyor diye yuvalarını bozar, yumurtalarını kırardık. Yuvasını bozduğumuz o karga akşama kadar peşimizden ayrılmaz kendi dilince öter dururdu. Ama bize büyüklerimiz karga zararlı bir kuş derlerdi. Çünkü bizim tarlalardaki kavun ve karpuzlarımızı delerlerdi. Ama ben kargaların insanlar tarafından eğitilerek her hareketi yaptırdıklarını duymuştum. Karganın bir hikayesi daha var,

Hazreti Nuh tufanını duymuşsunuzdur sanırım. Artık kaç gün ya da kaç yıl sularda kalınır belli değil. Hazreti Nuh dokuzyüzelli artı elli yıl yaşadığına göre, tufanın ne zaman bittiği bilinmez.
-Ne oldu Mehmet bir şey mi söyleyeceksin?
-Ben Hazreti Nuh tufanını duymadım dede, tufan ne demek?
-Hazreti Nuh’un kavmi, Nuh peygamberi kabul etmeyince Allah her tarafı suyla kapladı, sadece peygambere inananlar kurtuldu. İnanmayanlar boğuldu. Yer gök dağlar taşlar hep su altında kaldı. Sadece Hazreti Nuh’un gemisindekiler kurtuldu. Onu bir başka akşam anlatırım size.. Hazreti Nuh’un gemisinde her türlü hayvan vardı.
Bir gün Hazreti Nuh kargayı alır:
-Git bakalım suyu çekilmiş toprak bulabilirsen bize haber ver. Diyerek uçurur. Aradan yine epey bir zaman geçer. Kargadan ses seda yoktur. Epeyce buhranlı günlerden sonra ufukta gelmekte olan karga herkesi sevince boğar. Hazreti Nuh'un eline konan karga leş kokmaktadır. Ağzında da leş parçaları vardır..suların üzerinde gördüğü bir leşin üzerine açlığa dayanamayan karga konmuş ve karnını doyurarak geri dönmüştür. Hazreti Nuh kargayı lanetler ve artık sen leşle besleneceksin der. Derler ki o günden beri karga ne bulsa yemektedir. Daha sonra Güvercini yanına alan Hazreti Nuh:
-Git bakalım ve suları çekilmiş topraklı bir yer bulmadan dönme.. Der ve güvercini uçurur. Yine belirsiz bir zaman geçer. Gemidekiler çeşitli buhranlar geçirirler. Yine uzun bir aradan sonra güvercin ağzında bir zeytin dalı ve ayakları çamur içinde geri döner. Böylelikle tufan bitmiş insan nesli tekrar üremeye başlamıştır. Derler ki o günden beri güvercinin ayakları kırmızıdır ve barış elçisi olmuştur.

Adil dede hemen ikinci masala başladı,

Bir varmış birde yokmuş, zamanın birinde bir horoz bir gözünü yummuş, bir ayağını kaldırmış bir avlaya çıkmış ötmeye başlamış. Amma çok bir yazdık ha. Bu horozun kör gözü tarafından yaklaşan kurnaz tilki onu yakalayıvermiş. Horoz başlamış ağlamaya ve yalvarmaya:
-N’olur tilki kardeş, beni bırak, evde çoluk çocuk ekmek bekliyor, insanlar sabahları benimle uyanıyor, yaşım daha çok genç beni yeme bırak. Kurnaz tilki:
-Hımm...demiş. Şu an karnım tok. Seni yemeyeceğim. Ama karşıma bir daha çıkma.
Tilki hoplaya zıplaya dereye inmiş. Karnı tok ya kana kana su içeyim derken ayağı kaymış dereye yuvarlanmış ve başlamış bağırmaya:
-İmdat, can kurtaran yok mu?
Tilkiyi horoz duymuş. Hemen dereye koşmuş. Bakmış ki tilki boğulacak. Şaşırmış ne yapacağını “Ne yapabilirim tilki kardeş”demiş acele acele “koş ayı kardeşi çağır beni kurtarsın” demiş tilki.
Horoz kardeş koşmuş ayı kardeşe:
-Ayı kardeş koş tilki kardeşi kurtar dereye suyun içine düştü. Demiş. Ayı kardeş:
-Benim karnım aç. Bana bal getirirsen gider tilki kardeşi kurtarırım.Demiş.
Horoz kardeş koşmuş arı kardeşe “Arı kardeş ne olursun bana bal ver, ben balı ayı kardeşe götüreyim karnını doyursun deredeki suya düşen tilki kardeşi kurtarsın”demiş.Arı kardeş:
-Tabii çok iyi olur ama benim hiç balım kalmadı hep çocuklarım yemiş, çiçek kardeşe söyle açılsın kokusu etrafa saçılsın ben gidip balözü alayım kovanıma geleyim bal yapayım sana vereyim sen ayı kardeşe götür karnını doyurup tilki kardeşi kurtarsın. Demiş.
Horoz kardeş durur mu? Koşmuş çiçek kardeşe olayı anlatmış. “Vah vah” demiş çiçek kardeş “olur ama hani güneş. Güneş olmadan ben açamam ki” Horoz kardeş koşmuş güneş kardeşe “böyle böyle” demiş. Güneş kardeşte çok üzülmüş:
-Bu benim görevim tabii, hemen etrafı ısıtmam ve ışıtmam lazım biliyorum, ben olmasam dünyada hayat olmaz doğru yalnız şu buluta söyle önümden çekilsin. Demiş.
Horoz kardeş koşmuş yine. Ulaşmış bulut kardeşe:
-Bulut kardeş güneş kardeşin önünden çekilir misin? Güneş dünyamızı ısıtsın, çiçekleri açtırsın, arılar çiçeklere gelsin konsun kovanına gidip bal yapsın balı ben alayım ayı kardeşe vereyim, ayı kardeş karnını doyursun derede boğulan tilki kardeşi kurtarsın. Demiş.
-Ne güzel bir birliktelik, ne güzel bir yardımlaşma benimde yardımım olsun bu olayda ama benim elim kolum bağlı kendim hareket edemem ki söyle rüzgar kardeşe beni güneşin önünden çeksin üflesin. Demiş bulut kardeş.
Yüksek bir tepeye çıkan horoz yine bir gözünü yummuş, bir ayağını kaldırmış ünlemiş rüzgar kardeşe:
-Ey rüzgar essene, bulutu güneşin önünden ötelere üflesene, güneş çiçekleri ısıtsın ışık versin onlara, çiçekler açsın bal özü versin arılara, arılar kovanlarını balla doldursun, bana versinler ben ayı kardeşe vereceğim o karnını doyuracak deredeki suyun içinde boğulmakta olan tilkiyi kurtaracak. Diye uzun uzun ötmüş aynı Denizli horozu gibi. Rüzgar bakmış ki iş ciddi hemen esmeye başlamış püf ki püf, bulut yolu bulup gitmeye başlamış öf ki öf, güneş çıkmış ortalık olmuş yaz uf ki uf, çiçekler açmış ortalığı bir koku kaplamış hapşu, arılar uçmuş çiçeklere vız da vız, kovanlar dolmuş ballarla, kovayla vermiş arı balı horoza, horoz bulmuş ayıyı ininde uyurken “ye”demiş balı “doyasıya ve git tilkiyi kurtar. “Koşmuş ayı balı yiyince dereye, tutmuş tilkinin elinden çıkarmış yukarıya, nefes nefese kalan tilki kime teşekkür edeceğini bilememiş. Gelmişler bizim okulun bahçesine tilki horozun elinden tutmuş, horoz ayının, ayı arının, arı çiçeğin, çiçek güneşin, güneş bulutun, bulut rüzgarın, rüzgar tilkinin olmuşlar halka, ne halkası mı, daire yahu başlamışlar oyun oynamaya...
Gel bize katıl bize
Hem oyuna hem söze
Şarkı söyleyip oy oy
Oynayalım loy loy
Duymuyor musunuz? Dinleyin bak sesleri bize kadar geliyor.

ADİL DEDEM BAŞLADI, DURUR MU ARTIK

Eski tarihlerde Anadolu’da pek çok seyyahlar dolaşırmış.Köy köy,şehir şehir gezerek insanlarla tanışır,öğrendiklerini gittikleri diğer yerlerde anlatırlarmış.Selçuklular zamanında bu tip insanlar için kolay gezsinler diye hanlar yaptırılmış buralarda bedava hizmetler verilmiş.Pek çok kültür bu sayede zamanımıza kadar ulaşmış.
Padişahlar,padişah oğulları,melikler,vezirler,paşalar ve benzeri büyük zatta tebdili kıyafet eder halkının arasına katılır nasıl yaşıyorlar,hayatlarından memnunlar mı diye gezer kontrol ederlermiş.İşte böyle bir günde padişahın genç oğlu memleketini geziye çıkmış.Elinde çıkını derviş misali gezerken yaşlı bir amcaya rastlamış:
-Selamın aleyküm amca yolculuk ne yana?
-Aleyküm selam böyle yol boyu gidiyorum.
-Beraber yürüyelim istersen?
-Neden olmasın yol herkese açık.
Demiş padişahın oğlunu tanımayan yaşlı amca.Birlikte yürümeye başlamışlar.Önlerine bir yokuş çıkmış,havada öyle sıcak ki ter sırtlarından akıyormuş.Genç adam:
-Bak amca bu yokuşun yarısına kadar sen beni sırtında taşı,yarısından sonra da ben seni sırtımda taşıyayım.Demiş.
Yaşlı amca “Bu nasıl genç yahu,bu yaşımda benim sırtıma binecek,ben kendimi taşıyamıyorum” diye düşünerek olumsuz yanıt vermiş.
Derler ya az gitmişler uz gitmişler bu kez bir ormana rastlamışlar.Genç adam:
-Şu ormandan üç ayak olmazsak çıkamayız.
Yaşlı amca tuhaf tuhaf gence bakarak “insan nasıl üç ayak olur yahu” diye düşünmüş ama bir şey söylememiş,yoluna devam etmiş.O hızlandıkça genç peşini bırakmıyormuş.Ormanın bitiminde kocaman bir ova belirmiş.Zaman zaman ekili ekinler,buğdaylar,mısırlar,meyve bahçeleri,gözün alabildiğine ovaymış işte.Merasında inekler,koyunlar otluyormuş.Genç adam:
-Bu ovanın sahibini tanıyor musun? Kimin acaba bu koskoca ova? Diye yaşlı amcaya sormuş.
-Tabii tanıyorum,filan ağanın çiftliğidir burası.
-Aferin filan ağaya ekmeden biçmeden ambarına ürününü koyabiliyorsa.Demiş genç adam.
Adamın deliliğinden iyice emin olan yaşlı amca alaylı alaylı gülerek “hiç ekmeden biçmeden ambara ürün girer mi
Çattık vallaha” diye geçirmiş içinden ve adımlarını daha hızlı açmaya başlamış.Bir an önce bu deli gençten kurtulmak istemiş.İstemiş istemesine de,o hızlandıkça gençte hızlanıyor, yavaşladıkça yavaşlıyor,peşini bırakmıyormuş.Uzakta bir köy görünmüş,genç adam,yaşlı adama dönüp:
-Bu köyde tanıdıkların var mı? Bizi misafir ederler mi? Muhtarın evini biliyor musun? Deyince,
-Var tabii,orası benim köyüm,tanıdıklarımda var,muhtarın evini de bilirim,taa şu uzakta gördüğün ev benim evim,alt baştaki muhtarın evi,hadi bakalım kardeşim herkes yoluna.Demiş yaşlı adam kurtulurum umuduyla.Ama ne gezer öyle pes edeceklerden görünmüyor,kim bu bela bilmem ki.Yine:
-Şu balkonunda kadın olan ev mi senin evin.Diye sormuş genç adam.
Yaşlı adam şaşırmış.Hakikaten her akşam bu saatlerde köyüne döner,kızı da onu balkonda beklermiş.Bu kadar uzaktan nasıl gördüğüne şaşırmış “Hıı” demiş.Genç adam yine:
-Ev çok güzel ama bacası azıcık yatık duruyor.
İyice sinirlenen yaşlı amca “hadi iyi akşamlar” deyip evinin yolunu tutmuş.Yolda çeşmenin başında biraz soluklanmış.Fazla geç kalmamak,kızını meraklandırmamak için fazla dinlenmeden evini gitmiş.Kızı,babasını merdiven başında bekliyormuş:
-Babacığım misafirimiz var,geç kaldın,
-Allah Allah kim bu misafir yahu,
-Seninle beraber köyümüze gelen adam,
-Nee..ne işi var o delinin benim evimde,koy önüne bir çorba gönder.
Diyerek yatak odasına gidip yatmış yaşlı amca.Kızı şaşırmış bu işe.Oysa babası misafiri çok severmiş.Evlerinden hiç misafir eksik olmazmış.Bu davranışına hiçbir anlam verememiş.”Anlat baba ne oldu? ”diye sormuş.Babası:
-Bırak şu deliyi yolda bana neler neler yaptı bir bilsen.
-Neler yaptı babacığım?
-Önce bir yokuşa rastladık,bana “yarısına kadar sen benim sırtıma bin,yarısından sonra ben senin sırtına bineyim”dedi.Ben kendimi taşıyamıyorum genç yaşına bakmadan sırtıma binmeye kalkıyor saygısız herif.
-Eee sonra babacığım..
-Yolda gelirken ormana rastladık,bana “gel üç ayak olalım yoksa çok yoruluruz”diye dalga geçiyor.Hiç insan üç ayak olur mu a kızım? Dahası da var,filan ağanın çiftliğinden geçiyor yol bilirsin,oraya geldik yürüyoruz “ne mutlu bu malın sahibine eğer ekmeden,biçmeden ambarına bu malı koyabiliyorsa diyor.Hiç ekmeden biçmeden mal ambara girer mi? söylesene bana.Dur bitmedi ta uzaktan bizim evi gösterdim ona “ev çok güzel ama bacası biraz yamuk duruyor” dedi bana yahu.Deli etti beni.Şimdide evime misafir gelmiş kov gitsin kızım.
Okumayı kendisi öğrenen ve severek çok okuyan genç ve güzel kız babasına:
-Babacığım bana sen insanlara iyilik et,misafirlere iyi davran kimsenin iç yüzünü bilemezsin derdin.Şimdi ne oldu sana,birazcık düşünsene,o adam senin sırtına binmek istemiş ki,yolun yarısında sen konuş ben dinleyeyim,yarısında ben konuşayım sen dinle böylece yol koymasın yorulduğumuzu anlamayalım demiş babacığım,sonra ormana gelince şuradan bir dal keselim baston yapalım dayana dayana gidelim demiş adam babacığım.Kızının konuşmalarıyla şaşıran yaşlı adam yattığı yerden oturmuş ve “ee” demiş uzunca,dikkat kesilmiş kızının yorumlarına “çiftlik” demiş “çiftlik”ona ne dersin?
-Kolay babacığım.Ne kadar malın olursa olsun eğer borcun varsa ambarına bir şey girer mi? Tarladan alırsın ambarına koymadan ele verirsin.Tutumlu değilsen,har vurup harman savurursan,hesapsız harcama yaparsan malın ambara girer mi babacığım.
-Allah Allah,bizim bacaya ne dersin bakalım?
-Kalk babacığım bu genç akıllı olduğu kadar keskin gözlü.Bu tanrı misafirine hizmette kusur etmeyelim.O kadar uzaktan balkonda beni görmüş “kızın güzel ama azıcık gözünde kayma var” demek istemiş sana benim gözümün birinde şaşılık olduğunu sen bilmiyor musun? Kalk babacığım kalk.
Birlikte misafir odasına geçmişler.Tekrar hasbi hal etmişler.Genç adamın padişahın oğlu olduğunu öğrenmişler.Oğlan onlardan çok memnun olmuş ve o akıllı kızla evlenmiş.
29.05.01

KÖYÜMDE BİR RAMAZAN AKŞAMI
KARA ÇOCUK
Herkes köy meydanı Karakütük’de toplanmıştı.Ürkek ürkek yaklaştı kalabalığa doğru.Musalla taşının kenarına yaslandı seyre koyuldu.Yukarılardan bir amca boynundaki torbayla gelip herkese külçe dağıtmaya başladı.Uyanık çocuklar hemen yanına koştular:
-Bana da ver.
-Bana da..
-Anama da..
-Babama da..
Diye bağrışarak külçelerini almaya başladılar.Hepsine birer, ikişer külçe dağıtan amca bu ürkek çocuğu görünce:
-Gelsene len karamozak, sana da külçe vereyim,ama önce şu yüzünü yıka. Dedi.
Koşarak koca pınara gitti.Elini yüzünü bir güzel yıkadı,burnunu temizledi,ellerini tumanının arkasına sürerek kuruladı.Külçeci amcadan külçesini aldı,hem de iki tane.
Amcalar topluca aşağılara doğru bakıyorlar, hararetli konuşuyorlardı
-Patladı, patladı
-Bak şimdi ışığı göründü sesi de gelir.
-Oku hoca ezanı oku..
Hoca ezan okumaya başlayınca,hızlı adımlarla evlere doğru gidiş başladı.Olanlara bir anlam verememişti.Koşarak eve gelip anasına soracaktı.Neydi patlayan,görülen ışık neydi.Külçeler sıcacık mis gibi kokuyordu.Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı.Biraz sonra köylerini zifiri bir karanlık kaplardı.Göz gözü görmezdi.Çocuklar karanlıktan korkar gece dışarı çıkmazlardı.
Evlerine geldi.Hayat kapısından içeri girdi.Anası,babası,dedesi,kocanası,kardeşleri evde kim varsa hayatta kurulan sofraya oturmuş iştahla ekmek yemekteydiler.Anası:
-Gel kara oğlum şuraya otur.Bakın külçede getirmiş,pek de gadınmış külçeler.Diyerek yer açtı.
Sofraya oturdu,düşünceli düşünceli ortadaki çorbaya tahta kaşığını daldırdı.Yarısı yere yarısı göge ağzına götürdü.Anası:
-Oğlum kaşığını az doldur,altını da çanağa sil,dökmeden ye.Diye tembihledi.
-Ana…dedi
-Sofrada konuşulmaz.Dedi babası.Hem sen ellerini de yıkamadan oturdun sofraya..
Kıpkırmızı kesildi kara çocuk.Sofradan kalkmak istedi kalkamadı.Tıkanıp kalmıştı.Lokmalar boğazına dizildi.
-Azarlama çocuğu..Dedi dedesi..
-Doydum..Deyip kenara çekildi kara çocuk.
Kandilin zayıf ışığında sofradakilerin gölgesi bir tuhaf görünüyordu.Seyre koyuldu.Dedesi ve babası kalkıp namaza durdular.Anası ve kocanası sofrayı toplayıp bulaşık yıkamaya başladılar.
-Geceye ne pişirmeli ki..Diye konuştu anası kendi kendine.
-Makarna yaparız..Dedi kocanası,turşuda çıkarırız.
-Turşu susatmaz mı oruçluyken..
-Ana.. Dedi kara çocuk gene
-Söyle oğlum ne var?
-Ne ışığı görülecekte sonra ses gelecek? ..
Hiçbir şey anlamadı anası..
-Hıı..
-Adamlar dediler Karakütük’de..Işık göründü,sonra hocaya bağırdılar “ oku ezanı” diye
-Hee o mu? Kasabaya bakıyorlar,kasabada iftar vakti top atılıyor,herkes orucunu açsın diye,sonra akşam ezanı okunuyor.Biz de orucumuzu açıyoruz.
-Oruç ne demek ana? ..
-Gece ekmek yiyoruz ya..sonra akşam ezanına kadar yemek, içmek yok.Dinimizin emri oğlum.Oruç tutuyoruz işte.Nefsimizi terbiye ediyoruz.Sonra hayır yapıyoruz.Bak sana külçe vermişler.Herkese dağıttı değil mi?
-Hıı gı ana..bazı çocuklar anama da ver, babama da ver dediler.
-Yaa verdi mi bari..
-Verdi ya.
-Ana.
-Ne var gene? ..
-Yarın bende oruç tutacağım.
-Tut oğlum.Hem sen öğlene kadar tutsan yeter.
Babası ve dedesi
-Biz namaza,terafiyi kılmaya gidiyoruz.Dediler.
Kardeşleri birer köşede uyumuşlardı. O da yarının hayalini kurarken uyuyakaldı.
15.07.2006

KÖYÜMÜZDE OYNANAN ÇOCUK OYUNLARI

ARA KESME

Elimdeki katmeri yiyerek kapıya çıkınca anası seslendi:
-Oğlum hayvanları sula,
-Hee bana ne sen sula
-Görmüyon mu ben ekmek pişiriyorum,horuna(fırına) bükme atacam..
-Ondan sonra sularsın
-Akşama babana söylerim ama..
Hep babasıyla korkuturlardı köyün çocuklarını,.Bizim köyün adeti böyleydi herhalde..Çocuklar bir araya toplanınca babalarından yedikleri dayakları marifetmiş gibi anlatırlardı..Onun babası pek dövmezdi ama gene de korkardı,”ağzı keçe burnu büz” lerden korktuğu gibi. Neden korkuturlardı çocukları hala anlamam.Gece karanlık olunca korkudan helaya bile gidemezlerdi bu korkular yüzünden gece altına kaçıranlar olurdu.

.Kışın soğuk olmasın,birde fazla yer kaplamasın diye bütün köyün ahırları evlerinin altındadır.Her tarafı kapalı küçük bir delik dışarıya açılır.,bu deliğin adı çemek veya temek tir.Ahırdaki gübreler bu delikten dışarıya atılır.
Elindeki katmeri dışarıda kütüğün üzerine koyarak dama(ahır) girdi. Hayvanları bağlı oldukları yerden çözdü.Alışık olan hayvanlar dam kapısından çıkarak devletin yaptığı çeşmeye doğru gittiler,o da peşlerinden gitti.Islık çalarak hayvanları suladı.Suyunu içen hayvan eve doğruldu, evin avlusuna kadar hayvanları getirip,seyiderek (koşarak) ara kesme oynayacağı harmanlara gitti.
Başladılar konuşmaya:
-Az daha gelmeseydin oyun dışı kalırdın,
-Siz ne çabuk geliyorsunuz?
-Ne olacak,okuldan çıkar çıkmaz çantamı bir yere önlüğümü bir yere atıp geliyorum.
-Sonrada sabah önlük ara..
-Nerden bildin?
-Nerden olacak,her gün okula bir eksikle gelirsin.
-Sana ne sen öğretmen misin?
-Bırakın şu konuşmayı oyun kuralım.Mustafa ile Ömer aldım verdim yapın.
-Aldım-verdim,ben seni yenmeye geldim..Tamam benim ayağım üste çıktı.Önce ben alacağım,Hasan benden
-Erceb benden
-Abdulla benden
-Ali benden
-İbram benden
-Memet benden
-Yaş mı kuru mu? Yaş gelen dağa çıkacak tamam mı?
-Kuru..
Konuşma bitince,
Ömer elindeki kiremit parçasının bir kenarına tükürdü,havaya fırlattı,kiremit yere düşünce tükürüklü tarafı üste geldi.Onlar dağa çıktı.Ara kesme oyunu oynayacaklar..Hümbede onlar kaldı
“Oyunumuzun oynanışı,Çocuklar eşit sayıda iki guruba ayrılırlar.Oyun alanında bir yer belirlenir,bunun için ortaya bir taş konur yada başka bir işaret.Orası hümbe olur.Bir gurup bu hümbeyi korumakla görevlidir, diğer gurup da hümbeyi kapmaya çalışacaktır.Hümbeyi kapmaya çalışacak olan gurup belirli bir zaman içinde etrafa dağılırlar.Oyun başladı denilince bekleyen gurup dağılan (dağa çıkan) gurubu kovalamaya başlar.Yakaladığına eliyle değerek (vurarak) oyun dışı eder.Kaçan gurup oyuncuları ise kovalayanla hümbe arasından geçmeye çalışır.Eğer aradan geçtiyse oyuncuyu kesmiştir,oyuncu oyun dışı kalır.”

Onların gurup Ömerlerin gurubunu hem kovalayacak hem de kesilmemeye çalışacaktı.Ömerlerin gurubu etrafa dağıldı,yani dağa çıktı.Mustafa,Ömer’i kovalarken recep,Mustafa’yı kesmek istedi,ben Recep’i vurdum.Recep oyun dışı kaldı.Ben Recep’i vururken Ali,Mustafa’yı kesti.Mustafa da oyun dışı kaldı.İbrahim,Ali’yi kovalarken,Hasan,İbrahim’i kesti,bu arada İbrahim, Ali’yi vurmuş oldu. Oyunda ikişer kişi kaldılar. O, Mehmet’le hümbeyi kaptırmamak için başına toplandılar, plan kurdular. O, Ömer’i, Mehmet, Hasan’ı kovalayacaktı. Düştüler peşlerine..
-Üzerime gelme valla döverim,
-Ama Ömer, oyun oynuyoruz ben seni vuracağım
-Bi gel gör ne yapacağımı..
-Mustafa,Ömer mızıyor..
-Mızıkcı deme len..
Oyun bozuldu .Akşamın karanlığı da çökmüştü zaten.
-Evli evine, köylü köyüne,evi olmayan sıçan deliğine…
.Ertesi akşam yine buluşup yine ara kesme oynamak için sözleştiler. Evlere dağıldılar.

(O) nun adını vermedim. Kendinizi onun yerine koyun. Oyuna başlayın.

Bizler böreklerimizi yemiş ayranlarımızı içmiştik. Uykumuzda gelmişti. Adil dedemizin Fatma kocanamızın elini öptük,iyi geceler diledik ve kafamızda çeşitli sorularla evlerimizin yolunu tuttuk.

Bitmedi

Recep Uslu
Kayıt Tarihi : 21.7.2016 12:39:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Recep Uslu