Su yer-kulesi yüksekten akıyordu
Gün bilmez-ışıltısında, dağların zirvesi-karanlığı özütü
Envai çiçeklerin ve gür ormanların gölgesinde yükseliyordu
Dağların da ötesine, zirvesindeki kar tabakasını
Katarak kendi hortumuna, sanki gökteki deliği kendi açarak! ...
Bir çam ağacı vardı eteklerde ve kar yukardaydı, dağda;
Öylesine bütünleşmiş bir uyum, sanki yılbaşıydı!
Yılbaşı sevinci, resim merakı, resmet şu çağlayan manzarayı!
Orda hüzün vardı: Çamur mu olacak, orda kar vardı,
Ve dinginlik, öyle bir huzur: Hareketsizliğin sadeliğinde
Bir capcanlılık: Kendini tutamayan, zaptedemeyen;
Ellere verdiğin ulu bir ruh için sana tamamen küsen!
“Ulaştığın kadar senin, senden uzaklaşan ulaşamadığın oranda”
Bir dürüst mavi tabaka vardı, sanki buzdan örtülmüş üzeri,
Orman ve dağların arasında, ’üzeri kutsanmış,gün ışığıyla’
…Orda! Akan bu billur, az aşağıda dünyevi bir
Anlam kazanıyordu, bir koca enginlik orda son buluyordu -
İki insan gibi, biri seven müziği, haz etmeyen bundan diğeri!
Üzeri çam olan çiçeklenmiş, onun gerisinde: Ormanı-kavramış,
Orman tutmuş hülyalı buzdan-rüya maviyi ve onun gerçekliğini
Ve en son bu görüntüye dağlar yapışmıştı,oldukça kararlı
Sanki kollarını uzatarak şapkasını çıkarıp, şakıyarak
Zirvesindeki karı indirip, damıtarak, dağıtıyor ulaştırıcısına:
O yılbaşındaki çam ağacı ve çeşitli renkli-çiçeklenmiş’e!
Böyle bir ahenkli topak, en ortasında buzdan-hayalci gerçeklik!
Ruhun ayazı bu, çekilenlerin en üstünde bir ranzası bu
(Üst ranzadaki çocukluk-sevinci bu)
En alttakinin en yukarıda olduğu, aradakinin de kendi olduğu!
Ne karmaşa, ne de sadelik, sadece yaban bir berraklık.
Öylesine yalın, öylesine güzel ki, insanlar bunu görmeli!
Kanıma karışan zar suyu, önce ruhunu, kendini bana ver!
Kader denilen sevişmek, saatler her gece rastlantıyı sabah eder!
Ama o bir şekilsiz hayvan, dağın ve hülyalı maviliğin arasındaki;
Bir ürkek karartı, kendinden habersiz sanki, illaki…
Maviyle beyaza sığınmış, kara bakarak, mavi hülya’ya da bakarak.
Olur ya, nasıl küçük bir Çin Seddi:
Göklerden geldi küçük Çin Seddi’ne büyünün cevabı
*
Öyle bir yoğunlaşma oldu ki,öteler ötesi
Buzdan daha buz bir yapıyla karşılaşan nemli hava (buna) sebepti:
Canlılığı pekiştiren ‘artı’ (değer) ,devam ettiren hayatı;
Devingen ama hep kararlı iklimdeki karmaşanın devamı:
Tabi ki nemli havayı gökler verdi, sıcakların ülkesi,
Bu buz havayı verdi, onu doğurdu sıcakların ülkesi,
Küçük Çin Seddine bir büyük tepki! Nemli hava,
O,sıcakların ülkesinden geldi, bunaltmayan sıcakça’ların.
Göklerin özü hava, havadan yapılmış bir su kulesi taşıyordu gökleri
Ve hava yükseldi, soğumak,yok etmek için küçük Çin Seddi’ni.
Çok kesif bir su buharıydı bu, o yükseldi,genişledi
Küçük Çin Seddi yok oldu ama, hava da bir kez soğumuştu
Geceydi, kar oluştu, ondaki beyaz: Etkisi hala şimdi,
Aykırıydı kendisini yansıtışı, öyle bir yüzey vardı ki onda:
Işığı kristalden yansıtan: Kendini kendinden harmanlayarak
Var oldu ebedi-erimezlik, kar artık çamur olmayacak.
Su donup kar böyle oldu, işte o,hani var ya su kulesi;
Daha da güçlenmişti su-kulesi, gökleri taşımaya devam etti
Dev kristalden bir pembemsi şato göklere doğdu;
Yeşillikler içinde, güz endişesinde, ama engin pınarlar doğaçlayan
Kanatlı atların toprak ile beraber, çevresinde koştuğu.
Sıcakların ülkesinden gelen nemli hava sebepli
Yoğunlaşma getirisi soğumanın ilettiği
Kar güruhunun çekirdeği aslında tek bir kar tanesiydi.
Kendini çatırdatırken yerini sağlamlaştıran pembe şato
Yerine iyice yerleşti. Bu sebepli,
Yoğunlaşma anında su olan su-kulesi artık buz kulesi.
Ama kulenin içindeki su, o hala kendisi
Bir tek kar tanesiydi ışığı yaratan ve erimedi karın kristali-su;
Buz kulesinin içindeki su erimedi:
Hem kazanan kar tanesiydi, hem de beyazlık
Su kulesi artık ölümsüzleşip buz olurken,
Ve ölümsüzleşen bu kılıfın içindeki ama su!
O da ölümsüzleşti, hem de özünü korudu!
Neticeler ağırdan gelecek,tek taşla çok fazla kuş vurdu
Halbuki ışık bu biçimden yansımıştı, kar tanesinden
Ve beyazlık, böyle üretmişti kendini, karın üzerindeki,
Işık yansıyor olduğunda kar taneciğinden
Ama beyazlık kar tanesinden daha beyaz bir tabiata ulaştı artık
Artık bonkörlük beyaz için daha eli açık, kar tanesine nispeten.
Beyazlığı veren kar taneciği, artık beyazlığın esiri,
Buz kulesi-içi esiri! Su da orda,kar tanesi suya da esir.
Kar tanesi ışığı da hem yansıtandı
Ama kar tanesiydi, çamur olacağı belliydi
Hava ve su en başından beri buna karşı çıkmıştı.
Olmayacak, kar artık çamur olarak durulmayacak
Ona da iyilik, kar tanesi de iyice beyazladı.
Kendi küçük bir Çin Seddi, nefreti büyüktü,
Göklere yükseldi, nefreti buna yetmişti, ama sonra yok oldu:
Buz gibi, iç ferahlatan bir nemli havayı ona gökler iletmişti.
Ve aynı ortamda beyazlığı karın, karın kar taneciğini alt etti:
Su kulesi ise buz kulesi olmuştu bundan daha önce
Su kulesinin kölesi böyle olan buz kulesi ve yardım etti
Kar kristalindeki beyaz’a,
Kar tanesini çıkmamak üzere içine kitledi.
İki tarafı vardı bu göz gözü görmeyen muharebenin
Ve altı tane baş lideri:
Nefreti seçen üç liderden ikisi tamamen kaybetti
Buz kulesi ise kaybetmekten beter şekilde
Su kulesini katmak zorunda kaldı kendisine.
Çünkü onda Su yer-kulesi’nin gücü vardı.
Dağlar,orman, yılbaşı-çam ağacı,
Envai-çiçekleri ve küçük Çin Seddi:
Su-yer kulesi onların hepsinden önceydi.
Su kulesi ve buz kulesi;
Beyaz ve kar tanesi ve gökler ile küçük Çin Seddi
Sanki, tüm bunlar, yalan biliyorum ama, hepsi, şu an masal gibi.
Gerçek be gerçek! Ne masalı, evet gerçekler masal sanki!
Tüm bunları gören gözler, nerdesin sen!
Aşamasız bir zamanın içinde, zamansızlıktan daha zamansız;
Öyle bir mekandı, ‘Su-Yer Kulesi’nin içine doğduğu.
Ve Buz Kulesi’nin yendiği ama alt edemediği
Artık ‘su’ olan Su Kulesi, daha bir öz kıvam oldu.
Önceki halinden, onu meydana getirenden daha hakiki oldu.
Buz kulesine galip gelen oydu,ama artık kulenin içinde esirdi
Ve kendi kuleliğini de yitirerek: Ordan çıkmalıydı.
Çıkarak ‘Beyazlık’la birleşmeli, tam da istedikleri gibi,
Söz verişleri yeminleri aşan kutsal bir törende:
Rapunzel kaldı orada! Uzaklardaydı,bu mevkiden çok uzaklarda:
Bir büyük sessizlik hakimdi ortalığa,
Zamansızlığın aşamasız dinginliğinde
‘Beyazlık’ kara kara düşünmekteydi..
Tam da o sıra, bu mevki uzaklarında
Sessiz bekleyiş hakimdi ya, kendiydi ötelenen ondan:
Birden dalgalar kudurdu
Zamana hükmeder gözüken sert kaya parçaları sarsılıyordu,
Çatırdama sesleri ve büyük güruhların
Dövdüğü kale duvarları, üstlerine dökülen kızgın
Yağlara aldırmaksızın, devam eden savaş, kale duvarlarına
Zorla yapıştırılan merdivenlerden düşmeyenler için.
Poseidon belirdi ve onun lüle saçları,
Dalgaların arkasında belirdi sert kayalıkları döğen:
Daha büyük dalgalarla cenkeşiyordu, saçlarını düzeltiyordu.
Güçlü kıyıyı döven dalgalar, Poseidon’la
Zorla özdeşleştirilen Neptunus’, öç almaya gelmişti:
Denizde bir kargaşa yaratmaktı amacı.
Bunu da başarmıştı, Poseidon orta yere çıkmıştı.
Neptunus için sebep ‘Poseidon’dan önce kendine
Özgü bir efsaneye sahip değildi’:
Nasıl onu Poseidon’la özdeşleştirebilirlerdi ki?
Kendisine bir aciz tanrı tarafından
Verilen bir kısır efsane ile ne yarar sağlayacak?
O da tanrıydı, su elementi tanrısı, bir Roma tanrısı.
Dönersek anlatımıza, o sırada Nereus gözüktü,
Bu ihtiyar denizci, bazen de deniz ihtiyarlarının piri,
Poseidon’dan bile daha eskiydi,
Onun amacı da gücünü arttırmaktı,
Zaten alemin elemanter güçlerinin arasındaydı
ve dalgalardan gökyüzüne bir burgaç oluştu,
Yıldızlara doğru, yıldız tozları gibi, sular vortex içindeydi.
Deniz ihtiyarlarından biri, şu an Deniz İhtiyarlarının Piri idi
Poseidon’un arkasında da.. o belirmişti,
Poseidon’un önünde, Neptunus yan gözle arkasına bakarak
Hala sert kayaları dövmekteydi, kötü bakıyordu.
Derken burgacın denizden çıktığı noktada,
Sayıları elliden az olmayan, yüz kadar Nereid belirdi:
Nereus’un kızları! Nereus ve Nereus kızları Poseidon’u şaşırttılar.
Hepsini bunların hatırlıyorum,hem de çok iyi.
Ama fırsat bulan Nereus için bu başlangıçtı.
Evet, o Mors* için gelmişti, onun amacı da öyleydi:
Tıpkı Neptunus gibi bir efsanesi yoktu.
Bu amaçtı işte Nereus’u esir alan, tıpkı Neptunus gibi.
Ey, erkek genii! Peki nedir bu karmaşanın aslı? *
Tabi ki,çok daha kötüydü
Neptunus ortaya çıkmadan önceki sessizlik hali:
Haydi artık, haydi Avalon’u çökertin.
Aynı Su kulesi gibi: Su kulesinin varlığı Avalon için yeterli;
Avalon çökerken burada,hür bıraktıran olacak bu,
Aynı sezilmez hapis dönemini yaşayan Su kulesini.
Ve kendinden güçlü bir bağışıklığın kendisi ile
Buz Kulesinin içinde bekleyen su
Avalon’un çöküşüyle,onu da ‘ebedi-özgür-mutlu’ kılacak:
Yeniden, Göllerin Hanımı, sessiz, Excalibur’la Arthur’u *
(Nasıl ki Frig kutsadı onu da) kutsayacak!
Xanadu - Nirvanası’nda,onu da kendi özüne katacak!
Ve düşünen ‘beyazlık’:O hala bekler,su’ya kavuşacak! ! ! ...
*
Hışımla doğan ‘bir an düşünmezlik’ durumlarında
Yavaş ve sinsice tohumlanan korkular:
Fakat bu uskumrular,köpekbalıklarından -
Kaçtıkları,büyüktüler. Ve bu geriş’lerdeydi fışkırıklar: *
Gerişler, evet, yüzgeçlerinde bu uskumruların:
‘Dıştan içe-fışkırtılan’lar! Civanmert yapılar!
Büyük olan, küçükleri yakaladılar, kötüler!
En son fışkırıklar daha da azdı:
Köpekbalıkları, parçaladılar, tek tek,
Kendilerinden büyükçe uskumruları!
Ne kadar oldu bilmiyorum: Kendisindedir uyku:
7 Cennetin gökkuşağı olduğu bir tabi prizma:
Ne kadar oldu,bir nefes-anakarasındayım
Şiddetli bir hava fakat vardı, hem çok şiddetli
(Sanırım bu sefer küçük büyüğü yedi)
…
Ayağa kalktım.İnanılmaz! Harikulade! Bu da ne?
Ağaçların gövdelerinden oluşturulan bir büyük çatı ki,
Bu ağaçlar devasaydı ve onun meydana getirdiği çatı;
Billur gibiydi, şeffaf ‘azaminin ötesinde’, gün’ün ışığı ondan tam geçiyordu.
Bu çatının yaratısı güneşli-geçirgen kubbenin üzerindeydi
Sisli kıyılara vuran köpüklü dalgaların engin denizlerinden;
Dört tane bembeyaz martı, gagalarıyla görkemli kubbeye asılı,
Ve belli belirsiz bir beyaz gölgelik, kubbenin ötesinde:
Beşe çıkan sayıları, topluca, bir martı daha vardı orada!
Uçuyor ama hareketsiz, onlar simetrikti ama mükemmeliyetten öte!
Çatı kubbeleştiğinde, biraz bitişti muazzam-ağaçlar
Böylece bir koru yolu, az biraz dar, oluşturdu ihtiyar ağaçlar:
Tam bir şahane, olağandışıydı.. durup izlenilmesi,
Görmeyen gözler, gördüm bülbül kesildi, öylesine tatlı.
Akabinde ağladı bülbüller, ardındakini yansıtırcasına:
Fır döndü hegemonya, kıpraşan bir çift tüy kanat: Üstünlük!
Zayıflık önsezisi, ama yaşanan, bilinen:Sonradan gelmeyecek! ...
Tatlı mı tatlı köy-düğümü, gemici Fenikeli-düğümü.
Acılar tekrarlandı Arthur’da, devam edelim hikayemize:
Ağaçların fısıldadığı ninni, gözü tutuşturan görünmez alev:
‘Koru yolu-asırlık karanlık ağaç gövdeleri’
İle ‘onlardan yukarısı-martı sesleri’, ve yapraklar,
Kesif kütleleşip ‘5. martı-beyazlığı’nı ortasına katan.
Altından bunların hepsinin geçtim, gökyüzünü fazlaca kuşatan
Bir mahremiyetti üstümdeki, kendisini saranı kuşatan.
İşte bundan şaşmamıştım gördüklerime,
Çünü ben ki, alçak bir irtifadan izleyen bu şahaneyi:
Ama tepkimi verdim,nasıl olduğu önemli değil,vermiştim.
Buraya nasıl geldim? Nereus ve onun kızları
Ve Neptunus ile Poseidon’un arasında nerdeydim?
Ya da dışarıdan mı görmüştüm dışarıyı? İçeridedir gören çünkü!
Dışarının içindedir gören, onu gören, ama gören kendinden,
Kendini kendinden gören, oluşumu onun içinde fark billa eden!
Ya o kutsal tepeler, karlı zirveler ve hülyalı buzlu-mavilik
Küçük Çin Seddi ve yılbaşı sevinci mekanı, orda nerdeydim:
Sanki her şeyi olmayan bir yerden izlemiştim, şimdi buradayım!
Mabedin ortasında bir çift takunya: Safsata,yalınayak gittim
Güneş’in pişirdiği üzerinden kumların, gölgelik eteklere:
Van Gogh ordaydı, W.Morris ve Coleridge S. T.
İle Nietzche ve Shakespeare.
Wilhelm sallıyordu Swift J.’ye kırmızı bir perde.
Boğa bu örtüye yaklaştı, soluyarak burnundan tek: Örtü düştü.
Zaten Goethe miydi önündeki? Perde sallayan,Niezctzhe’ydi:
Nietzche Tanrı’yla savaştığını-sanan, ama arzulayan da,
Gerçek-deli’ye yenildi: Özgür koşamayan atları şaha kaldıran,
Aklı bile yoktu Jonathan Swift’in, yüreği hiç; hırpaladığı
Hayvana kattığı insanlardan başka,onun yüreğinin.
Sonra Nietzche ve Swift ile Coleridge ve
Ve Shakespeare Hamlet ile ve başkaları da vardı,el ele;
Sükuneti benimsemiş ‘yerden ışıklı-cadısı’nın huzuruna;
Gittiler, bir çift koca boynuzun arasında, kandan alevler içinde:
Mermerden ölüm daha saçan ve / ama ak’dan daha pak olan;
Karaların merkezinde, beyazdan daha beyazdı onun suratı!
Peri kızlarından daha güzeldi, makyajı da yoktu,
Makyajsızdı ‘göz taşkını-sedası’, daha kötücüldü şeytandan, onun edası.
Bu gözlerden bir izin telepatiyle alındı, ‘Tuson kadırgası’ belirdi *
Copernicus oradaydı: İlk önce anlamadı,sonra buna
Shakespeare şaşırdı, Copernicus’un afallamış gözleri altında.
Aynı anda fakat, Coleridge Newton’a bakarak kekeledi:
“Devlerin omuzlarındasın:
Demiştim ama,anladım, bir Milton edersin.”
Bir adaya çıkıldı, sisler içinde, Myrddin’ce, yukarıdan Stonhenge: *
Uçuşuyordu onu oluşturan mihenk taşı kayalardan her biri;
Öbek öbek, gruplaşarak ama hizipçi değil, yalnız Briton: *
Keskin duruyordu, ufuktaydı: Seçebildim (kaşları saçında) :
Mustafa Kemal; arkasında karartılar:
Ufuktan gelip geldiği doğrultuya aktif-karışan;
Çok fazlaydı sayıları, Arthur onların arasındaydı:
Deneyimin ihtişamında, sislerin kudreti onda, bakın!
Nasihatta olduğu belli idi, ama o ki, eşini dinlemedi:
Myrddin Gwenevere’ye işaret parmağını sallıyordu;
Dur kaç ya da vur kaç: Göllerin Hanımı bile lafa atlıyordu!
Dönen sağanağında ‘üst-uzay-etrafını’n kendi içinde:
Efrad, ifrat içinde bonkörleşerek kartlarını açtı
Yağmur yağdıran kılıçlar,labrys ve topuzlar cenkleşti görünmeyen ile;
İki vücut düştü yere, üç beş gövde daha… yanı sıra:
(O anda şemalsiz duran gök, kabuktan ayrıldı
Cehennemden beter derler, olmuştu, genel geçer olmayan sıcaklık)
Gölgeler kayboldu, düşman sustu, büyük uğultu kesildi -
Yılan bakışlarla saldırıyordu bir kanatlı yaratığa
Bir ejderha, bir kayanın üzerinde, nerden geldiği anlaşılmayan;
’Alevler içine akan-şelalesi’ huzurunda, yüksekten gelenin.
Ve ‘geriye kalan’ soğumaya başladı: Bir anlık -
Yok oldu ve küçük Çin Seddi de: Buz Kulesi içindeki su,
Tekrar su kulesi olmuştu: Esaretten mi? Kurtuldu.
Ve yemyeşil bir bilinçdışılığı-küresi ama içine alan, nasıl anlatmalı, nasıl?
Bu sis ki, öyle kararlı: Dik başlı ama sabit, yerine çakılı, bekliyor;
Sair ‘bekleyen sisler’ gibi -
Gözü açık, kendi sabitkar - sürüncemeleri benimsemiyor!
Birden topaklaştı, kaynayan su buharı gibi, soğuyanın
Bebekliğinde, o yol açıldı, toprak ayyuka, huzurunda emen’in:
(Duman ışıltısı vardı yolun sonunda, yolun ta kendisi de oydu;
Ama daha açık yeşildi yolun sonu, kopkoyuydu kendisi yolun;
Bu yolun sonu neydi? Ve iki yakasında yolun, koyu yeşil-tütme’ler)
‘Artık ölü kalan-‘fakat galipleri’ ve eşikten uyur gezer geçti
Dönerek sıradışı, düşen bedenler su yer-kulesi’ne yükseldi:
(Alçağın dönüşlerinde yer katan, ’güneşten öte yükselen-yer alan’a)
‘Tüm gördüklerini içine katan-şaheseri’: Baştan beri akan oydu! ! !
*
Tuson kadırgasına bindiriyorlar beni, eller üstünde,bilincim yarı açık;
Ama felçli gibiyim, uzaylı mı bunlar?
Mahkumlar görüyorum, ağır ağır kürekleri çeken:
Bir sürü, kırbaçlanan, kan revan, gayret veren;
Hayatta kalmak uğruna, kendi üstüne çöreklenen,
Kamçı-nasibini-alan bir kaçı: Sanıyorlar korunduklarını;
Yaralar, bilmem kaçıncı kabuklar nerdeyse yine düşecekler:
İzin verirler mi ama: Sırtları, kolları hatta bacakları,
Liğme liğme nerdeyse: Bir yere gidiyorum ama nereye?
Görüyorum yan döndüğüm bir an, bir köpekbalığı güverteye yapışan:
Bakıyor bana insan gibi, bir beyaz köpekbalığı, ama dev gibi,
Şer dolu onun gözleri. Ama o ne! Yükseliyorum:
Sanki bir uzay gemisi ve onun şeridi: Şeffaf ışıktan bir silindirik…
Çekiyor yukarı beni, yukarıda bir şey yok fakat: Söylemişti hattat;
“Gündüzün rüya görürsen, uykuda kendini çimdikleme;
Yönel pencereye ve at kendini, sonra gündüzün uyumazsın” diye..
*
Myrddin’i gördüm sanırım, işte karşımda, işte orada,orda uzakta,
Devasa kayalıkların huzurunda, onların içinde, bütünleşmiş onlarla;
Sanki onların içinde, içinden doğru bakıyor, ışık küresi havayı içine çekiyor.
Sırf kendi olan bir boşluk, ’sıfır nokta enerjisi’ altına inen:
Aslında imkansızdır bu, ama oldu: Oldu mu? Neydi, Bu algılanan ne?
Saf vakum’u algılamak gibi, budur da belki? Hissetmiyorum artık
Dengelenmiş bir basınç,vücudumuzca: Parmaklarımın ucunda,
ayaklarımda ve başımda ve her bir yerde, ’santimetreküp alan’a-baki:
Ama dur! ‘Boşluktan tersinebilir-bir ivme’, kaçkın ya da dönerek,
Ama her ikisi de: Sapkınca, ’uzaklaşıp yakınsanan-bir gerçek’
Ve bir dalgalanma gördüm mağaranın kapısına yakın,taşlarda;
Havada, uçarak duran, ben ile bu koca mağarayı.. gözüken ayıran.
Sonra tam da düşüverecek iken,
Kan dolmaya başladı parmaklarımın ucundan, anafor gibi,
Beni çeken kendine, burgaç-etkisi gibi, ama tek bir hortumun uzantısı:
Öyle ya, geri gelmişti ‘boşluk’ denen, boğazına kadar enerji dolu.
Kapıda göremedim bir daha, görebilecek miydim daha sonra acaba?
Yoktu daha orada, sanki nikbin-dolaşımı’nı sağlamış en emin bir halde;
Pozunu vermiş gitti ‘kendinden önce kendi’ Merlin, ardı sıra.
Dul fırıldak’ların-özü:Çekmişin bilinci,mağaranın önünde durdu şaşkınca gökyüzü
Ve içeri girdi, girmeli miydi, girmemeli miydi? yapacak ne kalmıştı:
Beyazın ışık saçtığı kendinden-mezarlar vardı karanlık duvarlara gömülü:
Yarasalar vardı, yine küme küme, binmiş üst üste, ama gülümseyen içtenlikle.
Dar bir tünel geçit, geçit verdi zar zor,küçük el fenerimi kavradım cebimdeki
Bir çatlak fark ettim duvarda, sığıştım ordan, nereye olduğunu bilmediğim:
Ama bambaşkaydı gördüğüm; bir deniz mi, okyanus-akisi mi (serabı) :
Ne arıyordu burada, bu mağranın içinde, aman Tanrım:
Onun dalgaları hem kudurmuş, çalışıyor ormanı yutmaya: Evet,
…Bir uçurum vardı aşağı doğru, dibi görünmeyen,
En aşağıda ağaçlar ve orman vardı; toprağı yumuşak kayalar
Gibi şeylerle örülü olan ve okyanus ormanın başlıyordu bittiği yerde.
Kulaklarım uğulduyordu, bir ses, bir nefes, (deminki çatlaktan geri çıktım
Ve koca mağranın içine doğru adımlarımı sıklaştırdım)
Havaya karışan ya da havanın kendisi olan, takip ettim:
Yeşil-mavi parlıyordu ilerisi, buz mavisi ve beyaz, bunlar sarı rengin içindeydi.
Ulaştığım yerde başka bir çatlak, çok küçük, kan ter içinde sıyrılırken:
Zor tuttum bağırmamak için kendimi, hoş bağırsam rahatsız etmem kimseyi! ! !
İki koca çam ağacı, sarı bir ışık onların tacı,
Başka bir çam ağacı onların arasında, daha arkada:
Hepsi birden, topluca, görkemli dalların çatısı altında
Ve bu hülyalı buzdan mavilik, hatırladım onu,
Tüm atmosfere sinmiş onun dokusu ve burnumda bir yılbaşı kokusu..
Devam! Bir şey seçtim uzak alanda:
Onun saçları dolaşıyordu bu kapkara kütüklerde,
Bir kraliçe,ta ki,eski aşklarına köle,bakıyor öyle,ama aslında körebe
Bir kız! Evet,evet.Saçları bembeyaz, üstünde siyah bir palto.
Yürüyor ve sol tarafına yere bakıyor, tamamen sabit onun bakışları:
Çınar ağacının köklerini tutarak ilerledi. Topraktan toprak üstüne cıkmıstı.
Her bir damar kök gibiydi. Onları avcunda tuttu.
İlerledi ve odun bir eve ulaştı: Orda kapıda biri vardı.Uzaktan seçti.
Gözleri parlıyordu.Gökte yıldızlar dans ediyordu…
*
Bunlar: Denizin dalgasında beliren yüzler, eşiğinde gerçek yakarışın
Ve kırıtarak bakan başka yüzler, süzülerek gelen onların gözlerinden…
Yüzlerin içinde yüzler görmüştüm ve her birinin de şivesi bozuk:
Ve şiveler düzeldi ama yüzler? ...Ben daha içteki’lere geçtikçe;
Sanki, dıştan doğru bir içe geçişin, anlamsızlığını ölüm vurgular gibiydi.
”İç’in içinde duman yükseklikleri” oluştu daha sonra, ‘deniz açığı-sisi’ gibi
Ama sis olduğunu, hayret, anladım, nasıl? Duvar gibiydi, sanki sis değildi:
Onun içinde bir gerçek vardı, yüzler’e dalmadan önce bildiğim;
Onu buldum: Demek ki yüzler acı çekmiyor, kederi kendinde onların.
Bu duvar-sis ki, gammaz yüzleri taşıyan; bu sis’i de ‘gerçek’, kapsayan.
Oto-geçişlerin bir ahengi: Atılan zar havada kalıyor,öyle ki:
Her birimize içimizde verili; bu, ’Su-Yer Kulesi’; ne keyifli,!
*
Bir adam var orada, tepelerin tepesinde ama hangisinde:
Vakur, kendinden emin ama seleksiyon dahilinde;
Ağzı hala salgıda, köpük köpük, capcanlı, ”eğrilerin düz’ü-eğrisi”nde,
Sallanıyor dururken, beklerken kudururken, öte tarafa geçmeye.
Sislerin içinde ama onlara bakarken.
Buz dağları çıkıyor, nerde bittikleri, yittikleri gözükmüyor:
Seçilmiyor deniz dibi, görünmüyor balıklar, ya uzakta fesatlar;
En uzakta uzak-düzlükler, onların da arkasında daha yüksek tepeler:
Nereden gidecek nereye; buradan bakar oraya, ordan bakarken buraya;
Böyle köpürmüştü azim’e onun ağzı, felç tutarken onun kolları, bacakları:
Piti piti bile algılamıyordu - kayalıklar engin, şölen onun önünde - onun bacakları,
Yakarmak erlik-meydanı’nda: Ama titreyen kollarda başlangıçlar yok olmazdı.
Ve güneş ayı tuttu ve kara delikler yavrularını kordon bağıyla saldı:
Salınan bu bebekler, geçerek “dar delikli, seçici-zaman süzgecinden”…
Gördüğüm en güzel şerareydi,onun alevi açan en pembe kırmızı bir gül gibi,
Bu şalelenin içinde: Gün ışığına doğru, mermerden bir tabuta yakardı;
Göz görmez doğurganlığında yaratıcı tohumların ergenlik sivilcelerinde.
Bir civciv doğdu gıdaklayan, rengi eskisinden daha ciyak sarı olan.
- --
Akın AkçaKayıt Tarihi : 15.5.2004 07:03:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

sevgiler bizi bulsun.hoş kalın ümit
teşekkürler güneyden.
hayal gücü herkeste aynı nisbette.Ben buna inanırım.var olanlar geliştirilmeyi bekler
tekrar teşekkürler
sınırsız bir hayalgücü,evrene ait gerçeklerle nasıl
harman olur onu düşünmek gerekiyor...
şairim,
sizin hayalgücünüze erişmek ne mümkün...
dizeler arasında kalakaldım çoğu kez...
farklı bir şiir dili ama farklı lezzetlere ulaşmak için
de yoğun bir emek...
teşekkürler..
sizi çok okursam...korkarım hayallerimin ufku değişecek...
TÜM YORUMLAR (3)