Aborjini Ağıtı............Dosya

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Aborjini Ağıtı............Dosya

ABORJİNİ DUASI

“Her şey yeterli olsun! Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum. Açık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum. Güneşi, aydınlığı daha çok sevmene yetecek kadar karanlık diliyorum. Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. Sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum.
Ve son “elveda”yı söyleyip giderken, insanlık için güzel şeyler bırakmanı istiyorum.”

YENİ KOVBOY FİLMLERİ
Gemi azıya aldı
Pentagonun azgın elebaşıları,
Texas sokaklarında
film yapar gibi senaryolar yazıp
savaş oyunları
çeviriyorlar sırıta sırıta
çirkin suratlı inek oğlanları
dünyamızın dört bucağında.

Gemi azıya aldı
ölüm tüccarları,
Her biri azılı bir gangster
Her biri kurnaz bir tilki,
Hepsi de silahşör
çapul şövalyeleri gibi.
Yüzleri lağım çukurlarına
benziyor televizyonlarda,
Dişleri ışıldar
karanlıklarda vampir, vampir,
Gün ışığına düşmandırlar
berrak sulara düşman,
Gözleri sinsi ve korkak
dudaklarında irinli salyalar.

Kanlı ve korkulu filmler çeviriyorlar
hep kendilerinde rolü yavuz hırsızın,
Dillerinden düşmez tanrının adı
Arkalarında şakşakcı figüranlar
Altlarında uzay atları,
Ellerinde ışın tabancaları
Kanlı ve korkulu filmler çeviriyorlar
karanlık noktalarında dünyamızın...
Mart 2005


İYİMSER OLMALIYIZ
GELEN GÜNLER İÇİN

Budandı
emek ağacının dalları,
Sızım sızım kanıyor yaralarımız,
Düşman pervasız
küstah
ve sırtlan suratlı
Yenilmiş bir ordunun esir neferleri gibiyiz,
Sırtımızda ortaçağ kırbaçlarının sancısı...

Hain eller çöreklendi cehaletimiz üstüne
Karartıldı doğmaya başlayan güneşi yarının,
Gri bir gökyüzü nereye baksam,
Dermansız ve sarkık kolları kalabalıkların,
Karartır dünümüz bir ortaçağlı hortlak,
Keser önümüz elinde ölüm bulutlarıyla
yamyam suratlı bir asalak...

Budandı emek ağacının dalları
Fakat umut kesilemez sabahtan,
Geleceğe güvenerek
boyatıp büyür fidanlarımız ancak
Sıkıca sarılarak bağrına anamızın
ve köklerimizden kopmadan...

İyi şeyler söylemeliyim gelen günler için,
Denizlerin dalgalarınca
coşkun olsun diye
yürekleri yarınki nesillerin,
Fırtınalar gibi essin
güzellikler aşkına gençlerin gönülleri,
Fethetmeye şahlansın güneşi
terini sile sile büyüyen sevda,
Dalgalansın özgürlüğün bayrağı bulutlarda
Yeşillere bezensin
çıplak ve yanık bedeni anamızın,

Ve dalgalana- durula
çağlaya- köpüre
maviş maviş yüzsün boşluğun denizinde
taptaze dünyası yarınımızın....

İyi şeyler söylemeliyim gelen günler için
güzelliklerin yüzü- suyu hürmetine,
Bin elin bir oluşu,
Bin kalbin bir kalbe doluşu
Ve cem -i cümle yaratığın
ve ağacın- toprağın
kırbaçtan kurtuluşu üstüne...

Mayıs 2004


MELBOURNE’DA
BİR KIŞ GECESİ

Ayaklarım
bin yıllık yolculuğun yorgunu
sızlıyor tabanlarım betonun bağrında,
Silik ve kopuk düşler otağı geceler
gözlerimde uyku oturmaz,
Dudaklarım mor bir halka boşlukta
iliklerime işliyor ayaz...
Ellerim,
iki avare genç kız gibi
saklıyor kendini ceplerimde,
Ve rüzgar,
esiyor hançerleyerek tenimi
ter kokulu sokakların köşelerinde.
Yeşil bulvarlarda besili tilkiler
Kimileri çöp karıştırıyor ara sokaklarda,
Bir ihtiyarcık uyukluyor
kocaman bir yapının duldalığında,
başında kirli paltosu
dizleri karnında...

Diskolarda
amerikan müziği zırıltısı,
Dönüyor boş beyinler
takılıp sistemin çarkına
alkollü tarikat müritlerince,
Neonlu reklamlar yüksek binalarda...

Ve mister Haword
okyanusun ortasında
yılana sarılanlara saldırıyor
akıtarak salyasını televizyonlarda.
Beş Anglo- Sakson asıllı
terbiyeli küfürler eşliğinde
sürüklüyorlar nehre doğru
birahaneden yaşlı bir Aborjiniyi.
Müşteri avında fahiseler
St. Kilda sokaklarında,
Karartıyor kepazelik gecenin gözlerini...
Sırtında bunca kirin, pasın ağırlığı
Akmıyor,
sürünüyor yerde Yarra nehri...

Ve bu yorgun nehrin kıyısında
Dayayıp yorgun bedenimi
bir dertli yorgun ağaca,
gözlerimi sulara salıp,
dönüp geçmiş ömrümü düşünür gibi
düşünüyorum seni
güney yarım kürenin yakut şehri...

Sana işliyoruz 200 yıldır
200 yıldır taş taş, tuğla tuğla.
Genişliyorsun 200 yıldır ellerimizde,
Yükseliyorsun omuzlarımızda 200 yıldır,
Sırtımızın kamburu,
avucumuzun nasırı,
ve iliklerimizin sızısı
hep s e n i n z a h m e t i n d e n...

Kim bilir,
Kimlerin alınteriyle sulandı
göğsün üstüne damar damar örülen
şu kara yüzlü asfaltlar,
Kimlerin kanıyla karıldı
şu ejderha yapılardaki betonlar...

Kemiklerimde sızın
Yüreğimde acın
Seni düşünüyorum
güzeller güzeli Melbourne.
Nic'oldu
çınar ormanları gibi
gökdelenlerini diken eller,
Yollarını döşeyip
köprülerini nakış nakış işleyen neferler.

Ve günü gelende
senin güzelliğin için
yüz binlerle
kocaman caddelerinde
salkım saçak yürüyüş eyleyenler...

Bugün durmuş susuyorsun
'alçakta bir şahin gibi',
Köşen bucağın pislik deryası
Kollarında onulmaz yaralar,
Ve televizyonlar
leş gibi Howard salyası.

Kişneyince kovboyun kısrağı
nalları parıldıyor seninkilerin,
Sokaklarında avare gençler
Birahanelerin,
kumarhanelerin,
randevu evlerin
tıklım tıklım!
Paran pula çevrildi
Kepazelik cirit atıyor üstünde
Kısılıyor gitgide nefesin...
Ben seni düşünüyorum
güney yarım kürenin yakut şehri,
Ananı bellemeye çalışıyorlar
başındakiler senin..!

Ağustos 2004

SENİNLE

Ne denli çirkin bir davranış
yerlere eğilmemek karşısında güzelliğinin,
Duyarsızlıkların en kötüsü
duygulanıp taşmamak seni görende,
Yağmamak yaz yağmurlarınca
bakıp da gözlerine,
Kuşanmamak seninle tüm güzellikleri
Ve yaşamamak gülüşünde senin
ömür boyu firdevs bahçesini...
Ne büyük bir aymazlık
yeniden doğmamak yaşama seninle
taze bir filiz gibi,
kuruyup giderken
talan edilmiş bir bahçede...

Aralık 2002
Melbourne


İKİ KÖLE

Sen,
benden
günlerce yol uzakta
Sefil bir yaşamın girdabında
debelenip duran,
Ve geleceği
gün be gün karartılan
Yokluğun kölesi,
Güzeller güzeli
Körpe bir cansın.

Senin
bu hazin derdin
müzmin bir öksürük gibi
tıkıyor nefesimi.

Yokluğun karartıp güneşimi,
Bozkırlarda saltanat kuran
azgın tipiler gibi
anlamsız bir boşluğa
savuruyor düşlerimi.

Sevdan,
derin uçurumlardan
sonu gelmez bir macerada
cılgın bir yaban kısrağı gibi
sürüklüyor gövdemi.

Benimse burada
bağlamış elimi, kolumu
sahte hürriyetin yaşam kavgası.
Ve dağlamış yüreğimi köz gibi
sana hasretimin fırtınası.

Değil mi ki biz,
talan edilmiş toplumların nesilleriyiz,
Yoklukların
karanlıkların
ve ıstırapların
acımasız kırbacı altında,
Ve kenelerin ve bitlerin saltanatında
sızlaya sızlaya ulaştı göklere iniltilerimiz.
Sen orda köle
ben burda köle,
kanıyor ellerimiz.

Kasım 2003

ULAŞILAMAYAN

Balkır gökyüzünde
bir çift parlak yıldız
Gecenin koyu laciverdinde
Uzak ve derin
Gözlerin midir? ..

Okşar yorgun bedenimi
bir incecik serin yel
uyku sersemliğinde
uzun yolculukların,
Yok olur ansızın
gönülde gaflet
yürekte sızı
Ellerin midir..?

Yürüyorum kırk yıldır
sarp ve çetin yolunda yaşamın
İçimde hiç sönmeyen bir yalım
Sırtımda ağır yükü yoksunlukların
Koşturur bir şeyler yüreğimi ardınca
Dönüşsüz ve duraksız
Özlemin midir..?

Ağartır karanlıkları
Aşırtır denizleri, dağları
bir dizginsiz sevda,
Çiçeklenir gün burnuna her sabahın
gelincik tarlalarınca al al
aramızdaki sınırsız suların
hırçın ve sevdalı yüzü,
Uçsuz- bucaksız çırpınışlarınnda dalgaların
el eder gelecek günlere
Yüreğin midir..?

Şubat 2005


ŞAŞKIN AŞIĞIN
GÖNÜL MACERALARI

Kanatlandı gönlüm yine
Uçup daldan dala konar
Yetmez ona koca ülke
Gidip uzak ele konar

Sevda denizinde yüzer
Başı bulutlarda gezer
Dudaklardan bade süzer
Bir ağulu bala konar

Güzellerin peteğine
Koynundaki çiçeğine
Koyağına gediğine
Mor dikenli güle konar

4/ 4/ 2004


ONİKİLİ GECELER

Hiza- istikamet çeker bir başçavuş
Sus pus olur
parlamento kabadayıları
gece baskınlarıyla,
Nutka başlar
bir kışla kodamanı radyoda,
Gölge basar gökyüzünü,
Kan akar sokaklardan,
Caddeler trampet- tempo
İnler kaldırımlar postal zırıltısından
Çarşı- pazar tek tip insan
Kararır sabahlar yurt sathında,
Haber alınamaz neden
ne bahar güneşinden,
ne de güz güneşinden!

Eylül 2004

ÖZGÜRLÜK
-Haçlı birlikleri sefer eylerken Irak üstüne

Özgürlük getiriyorlar sana!
Demir ökçeli, bombalı ve dipçikli...
Çünkü mecbur bıraktın onları buna,
Bu güne kadar
benimsemediğin için onu
Göremediğin için
özgür yaşamın yolunu!
Ve de çok ayıp ettiğin için
Sam amcan ve Lawrence'ın çocuklarına...

Özgürlük getiriyorlar sana!
Elbet bunun bir bedeli olmalı
Önce tepende patlayacak bombalar,
Yıkılıp yakılacak evin- barkın,
Açlık,kıtlık bir yana
mayın tarlalarından geçirilmiş
koyunlar gibi
kopacak kolların, bacakların...

Özgürlük getiriyorlar sana!
Var mı öyle, bedavadan konmak
dolarlı demokrasinin mutluluk sofrasına.
Kurşun yağmurlarıyla
kalbura dönecek bedenin,
Bombardımanlarla
betonlara yapışacak etin, kemiğin...

Sonra,
nesilden nesile
kanın ve terinle
ödeyeceksin bunun bedelini.
Ve yaşatacaklar sana unutma!
Tilki egemenliğinde tavuk hürriyetini...

3/ 3/ 2003
Melbourne

KAR VE BAHAR

Dağlar
ovalar
hep kardı!
Savurur tipi
el- ayak donar,
Kıtlık- kıran
dipçik- zulüm
ve hasret
yürekleri yakardı!

Kapanırdı yollar,
Kururdu dallarda filiz,
Hapsolurdu umutlarımız
bin yıllık bir ömür eskisi
kerpiç yığını yeraltı inlerine..!
Çıldırırdı yürek
tutsaklık duygusunda delikanlılığın,
ve kararırdı ağırlığı altında
siyah- beyaz bir yaşantının..!

Çöreklenirdi hayalimize turuncu
Gelip giderdi düşlerimizde
ak köpüklü mor dalgalar,
Limon çiçekleri
Tuzlu kumsallar
Kalabalık rıhtımlar
İyot kokuları
Ve bizi yaşama bağlayan
geleceğin hayali anıları...

Dağlar
ovalar
hep kardı...
Gözlerimizde hasret çıngıları
gönlümüzde kabaran dalgalardı…
Zeytin gözlü
mersin kokulu
turunç göğüslü yar,
Gönül deryanı boylamak için
çırpınırdı yüreğimden kalkan kuşlar...

Şubat 1975
Muş-Varto

AVUSTRALYA

Çiçek, dağların yaylaların
Ovaların, çöllerin, çiçek senin
evlerin, yolların, bahçelerin çiçek,
Kuşların, böceklerin
göklerin, denizlerin rengarenk,
Eşsiz bir güzellik abidesince dikti
yaşamın gövdesine seni ellerimiz
dünyanın yedi iklim
dört bucağından alıp işleyerek...

Her ırkın, her rengin, her türün
bütün unsurları kardeşçe yaşar sende,
Hiç kimse kimseye diş göstermez
Hiç kimse kimseye kılıç çekmez
ve hiç kimsenin
ilk insanlarından başka
kanı akmaz üstünde...

Sen koca bir güneş küresisin
Sen koca bir renk ülkesisin
Sen koca bir çiçek bahçesisin
Özlemin, acın, kederin
ve bizi sana
ana memesine bağlar gibi
yar sinesine sarar gibi
bağlayan sevgilerin,
Güneşin, yağmurun, yelin
yadigardır gelecek nesillerimize,
İnsanların, hayvanların, bitkilerin
suyun, taşın, toprağın kısaca
hepsi de dost kardeş biribiriyle...

Okaliptus deryası
emu, koala, ve kanguruların anası
beyaz, sarı, kızıl, kara
bütün insanlar dostça
çekerek gün yirmi dört saat
astımlı ciğerlerimize karbonlu nefesini,
Arılarca çalışarak
ve kuşlar gibi çırpınarak
yaşıyoruz kucağında,
öpüp okşayarak seni...

Ekim2002
Melbourne

36 MEŞALE
Yanar oylum oylum yüreklerimiz
Her biriniz
birer hançer gibi saplandınız
iğrenç göğsüne karanlığın.

Serdi ortaya ışıklı gözleriniz
Tarihin
en eski, en derin
delhizlerinde palazlanan
cardın suratını yobazlığın.

Yukseldi göklere
birer kanlı bayrak gibi
ölümsüz anılarınız,
Her biriniz dostlar
birer güneşisiniz
sökün edip gelen aydınlığın.

2 / 7 / 2003
Melbourne

ANLAŞILMAYAN

Silik bir leke
karanlıklardan arta kalan
ufuk üstü bir yerlerde safağa karşı,
Hareketli bir akımın zaman aşırılıkları
Ve beyinlerde gel-gitleri bir titreşimin,
Ağır sarkacı acıların ömrümüzün merkezinde.
Demem o ki;
gelir geçer bir yerlere
bir yerlerden bir şeyler
kan-revan içinde.
Ve kaybolup gider bir şeyler
zamanın iniş çıkışlarıyla
sisli düşler grisinde...

Salınır kelebekçe bir çocuk gülüşü
mutluluk kırıntıları arasından,
Sonra,
yığılıp yığılıp kalır akşamlarda
Karanlık ve ağır uyku tutmazlığı
yorgunlukların.

Depreşir sancısı dilsiz yüreklerde
Tüter esintilerde yangın yerleri
Ve çıkar gelir bir gölge gibi
hayal- meyal bir yerlerden
Unutulmayan yoksunlukları bir zamanların...

Vurur yapılara içten içe sancısı,
Dökülür asfaltlara sızım sızım
Parıldar gün doğumlarında bir umut
Kızışır kösnüsü çiçeklerin
Yayılır düşler silik bir maviye,
Dolaşır beyinlerde
cisimsiz bir belirsizlik,
Bir yanın kaçkınlıktır
ayak direr bir yanın,
Odaklaşır gözlerde ağır bir serhoşluk
bırakarak kendini oldu- bittilere.
...........................
Ve gün gelir
çekip gider ışıltısı umutların,
Çekip gider bir yerlere
belirsizce geldiği gibi
çoğaltarak gerilerde gerginlikleri...

Ocak 2003


YAVRU CEYLAN

Yavru ceylan,
Gün doğar
süpürüp atar karanlıkları
yaşamın aynasından,
Işır bahtı umut dünyasının
Ve beklenmedik bir anda
dikiliverir ayağa
cesur bir cengaver gibi
yerde sürünen kalabalıklar..
………………….
Yavru ceylan,
Yalçın dağların ürkek maralı
Kara yokluğun isyankar kızı,
Kanımızın her damladığı yerde
kızıl güller açıyor,
Tomurcuklanıyor yaşam üreten ellerimizde
Çırpınıyor gönüllerde bir sevdalı kuş,
Yalazlanıyor dağ doruklarında sabah,
Uyanıyor toprak bin yıllık uykusundan,
Tutuşuyor yürekler mutluluk ateşiyle...

Ve gün ışınları
yırtarak gecenin kara çarşafını
şaha kalkmış alev kanatlı taylar gibi
dövüyor karanlığın bağrını...
………………………..
Yavru ceylan,
Dağlar otağın senin
Gönüller bağın senin
Yaşamak çağın senin
Ölmemeli yavru ceylan!
……………………….
Yavru ceylan,
Toprağa tohum gerek
arıya çiçek
ve bize fırtınalı bir sevda
ve sevdalı bir yürek.
Yaşamı yaratmak için yeniden
yaşamı güzel ve görkemli
arı gibi petek petek...
Ve döğüşmek
apaydınlık yarınlar için,
Döğüşmek karanlıklara karşı,
Dünyaya niye geldik,
Yaşamadan ölmek niçin..?

Eylül 1974/Andırın

ABORJİN YARASI

Ben bir aborjin yarasıyım
mazluma zalimin reva gördüğü
Kanayıp akar ömür maceram
tutsak yurdumun son ikiyüz yılında
Avustralya karasının ortasından.
Gecelerim buz keser
yanar gündüzlerim
ağartamam karanlığımı
ala kargalar istilasından...

Ben bir aborjin yarasıyım
gözlerim bile ışıldamaz kara bahtıma,
Çekirgeler diş biler yeşil günlere
bunaltan gecelerin esintisizliğinde
Çöl çiçekleri büyütür kan sızıntılarım
Ölü bir ay doğar dikenler üstüne
yaşanmaz bir gezegene doğarcasına
tedirgin yalnızlıklarında uzun gecelerin.
Ben bir aborjin ağıtıyım güftesiz - bestesiz
sesimde umudu yeşerir gelecek günlerin...

1/1/2010
melbourne

DERTLİ YAŞAM

Dertle yüklü mekansızlar olarak doğduk
dertli dünyamızın dertli topraklarına,
Anamız dert yüklüydü, babamız dert yüklü
Anamızın rahminde başladı dertli yaşamımız
Madalyalar gibi sıralandı sonra
doğar doğmaz küçücük omuzlarımıza
ekmek derdi aş derdi,
okul derdi iş derdi
ve en önemlisi
ev ve eş derdi.....
Çocuklar vardı can özümüzden kopup gelen
masum, temiz, gül goncaları...
Büyüsünler istedik belasız dertsiz
yaşasınlar istedik anlayarak geleni ve gideni
anlayarak dünü, bugünü, yarını...
Bırakıp ipin ucunu olağan sürünüşünde
yılan soğukluğunda bir yaşamın burgacına,
Hançerleyerek düşlerimizi en aydınlık sabahlarda
ve birden bire bir gün duruverdi
göğsümüzün saati
biz varmadan farkına...

Eylül 2002
Melbourne

DURUM
DEĞERLENDİRMESİ

Güneşi tükenmiş bir gezegen gibi
savrulduk boşluğun derinliklerine
Bir yanımız sonsuzluklar boyu karanlık
sızlar bir yanımız çaresizliklerde...

Ocak 2004
Melbourne

ELLERİM DERT ÜLKESİ

Bıraktım gövdemi
kurşun bir külçe gibi
odamın dağınıklığı üstüne,
Bir yanımda sızlıyor yorgunluk
bir yanımda asık suratlı stres
bıçak sallıyor gelecek günlere,
İşten gelmişim
onlar da gelmişler benimle birlikte.

Durmadan sorun çıkartıyor kılın biri,
Hileci bir işveren çekip hançerini
budamak istemekte orasından, burasından
beynimin ve kolgücümün ürünlerini.

Kulak zarımda demir dövüyor sürekli
şikayetçi telefonların bitmeyen zırıltıları,
Postacı ödenti zarfları taşımakta evime hergün,
Alacaklılarım telefon değiştirmekteler sık sık,
Ayaklarım mahkum kavga meydanlarına
beynim sürgün.

İşten gelmişim her zamanki olağanlığıyla
geriliyor, geriliyor gövdemin kirişleri
yüzseksene vuruyor kan basıncı damarlarımda,
Yaşamın çekilmez kurşun ağırlığı altında
yıkılmış bir yontu gibi yerde gövdem
yalnızlığımdan daha da içler acıtıcı
mahsun ve perişan,
dağınık yatağımın üzerinde.

İşten gelmişim
Damağımda sıcacık bir çay hasreti
midemde asit ve ülser ateşi,
Bastırıyor ağır bir uyku gözlerimi,
Gözlerimi değil,
sinirden, stresten körleşen beynimi.

İşten gelmişim
Babam dikiliyor gözlerimin önüne
perişan, yorgun ve sarsıntılı
Alnından okunuyor tüm dertleri dünyanın
Benim sıkıntım babamın sıkıntısı
tüm sıkıntılar iskan olmuş yüzünde
benim alnımda babamın yazgısı,
Alın değil,
barutla, kanla yazdırılmış bir kitap
dertlerle, sefaletlerle çizilmiş
kocaman bir memleket haritası..

Biribirine karışıyor renkler, çizgiler
hangi yüz hangimizin yok seçme olasılığı,
Toplum tarihinin tüm cefaları üstünde,
Ellerde nasır dağları
gözlerde acıların kanayan pınarı,
Yıkılmış yarınlar uçurum gibi
savrulmuş düşlerimiz fırtınalarla,
Ellerinden okuyorum kendi geleceğimi
elleri el değil, sefalet ülkesi...

İşten gelmişim
Babam gibi yorgunum yaşam boyu
yaşam boyu acılı anam kadar
yaşam boyu tedirgin, kaygılı,
Zulüm dünyasının tüm ağırlığı
binmiş omuzlarıma,
Ben babama benzemişim, ne yazık
umarım çocuklarım benzemez bana...

26/3/2004
Melbourne

ELLERİN VE YÜREĞİN

-Gülsevil’e

Kalbin de
yüzün gibi
aydınlık senin...

Gözlerin
gökkubbenin
en ücra köşesinde
kıvılcımlar saçan
yıldızlarca ışıltılı, derin...

Beynin iyiliklerin otağı
gönlün bahar güneşi
ellerinde yeşerir güzellikler
ellerindedir yüreğin...

Temmuz ‘03
Melbourne

EN ZOR İŞ
Aylar varki bekliyorum ben seni
yaşamboyu bir mahkumun
kurtuluş gününü bekleyişi gibi.
Sensiz her gün yüzyıllar demektir bana
Sensiz her an yaşanmamış bir ömür
Bir bilsen ne demek olduğunu sensizliğin
Bir duysan feryadını kanayan yüreğimin
Kim bilir bekletirmiydin beni yine böyle
Can çekişir bir halde çaresiz, tedirgin...

Aralık ’02
Melbourne

İŞGAL

Çıkıp geldiler çekirge bulutları gibi
karartarak mavi göklerimizi
topları, tüfekleri ve yelkenlileriyle
bezirgan kapitalizmin kanlı şovalyeleri,
Ayak basar basmaz yere
bir hançer saplandı yaşamın karnına
bir hançer saplandı mazlumların yüreğine
ve zehir katıldı kara toprağın ak sütüne,
Al kanlara boyandı
haydut çizmelerinin bastığı her yer
dağlar ağladı, ovalar, denizler, gökler.
Ve tecavüz
ipek ve fildişi yağmacılarınkinden
bin kat daha beterdi,
Kökü geçirildi pek çok yaratığın
Britanyada laboratuarlandı
yerli halkın önderlerinin kelleleri.

Hazirzn 1988
Melbourne

KAYIP DÜŞ

Donup kaldı beynimizin odağında
bin yıllık bir buzul parçasınca
seni düşünmenin sancısı...

Umuttun çıplak gecelerde içimizi ısıtan
Belirsiz bir gelecektin canhavliyle sarıldığımız,
Ve takatsız yaralı savaşçılarca
bitmeyen yollarında sızlandığımız...

Dinerdi kanaması beton diplerinde
elektrikli, falakalı tabanlarımızın,
Emeğimiz ve inançlarımızla ışıtırdık alnımızı,
Gece gündüze döner
salınırdı sisli boşluğunda
kocaman bir zaman parçasının
mutluluğun kıvılcımlanan yıldızı...

Gün geldi
karanlıklara garkettiler seni
silindi izin kavga meydanlarından,
Yaşanmamıştın sanki hiç
sanki doğmayacaktı güneş hiç bir zaman,
Çağlamayacaktı sanki sular derelerden
toprak doğurmayacaktı bereketini,
Aydınlanmayacaktı sanki hiç
tepeleri ala karlı mor dağların,
Sabahı yaşam yüküyle inleyen kalabalıkların
silmekle alanlardan izlerini...

Kanıyor şimdi yüreğimizin köşelerinde
derin paslı bir hançer yarasınca
seni kaybetmenin acısı...

21/9/2003
Melbourne

KENE DEVRİ BİT DEVRİ
DEVİR PARAZİT DEVRİ

Bokböceklerinin devr-i alemi
atsineklerinin seyr-ü seferi
tarihe karışalı
çok sular akmadı mı köprülerin altından?
Ama neden daha havada boğucu bir duman
neden kulaklarda hortlak iniltileri
neden kokusu genizlerde pisliğin?
Ve daha “allahın izniyle” mi
ve daha “vatan-millet-sakarya”
çevirmişken kara sülükler
yurdun taşını toprağını irinli bir yaraya,
Yapışmışken yabancı keneler
halkın sırtına pıtrak gibi
ve harıl harıl emerlerken kanını, iliğini...

Mart 2004
melbourne

ÖZGÜRLÜK KOŞUSU

Koca bir nesil
gençliğini tüketti karanlıkta
yaşamını kurban etti bir nesil,
Volkanik molozlar gibi
çökmüş üstüne geleceğimizin
yüzyıllar öncesinin temsilcileri,
Gece katran
zindan olmuş gündüz,
Arpa boyu yol gidilemedi
özgürlük koşusunda henüz...

Mart 2004
Melbourne

SONUÇ

Ellerimin nasırında servetim
gündelik seksen dolara,
Sırtımda evim barkım
Dünüm, bugünüm, yarınım
üç günlük yaşam korunağı
İçinde üç beş parça giysi
kitap, kağıt, kalem
ve üç dilim ekmek bulunan
kölelikten kalma küçük bir torba
Herkes kendi dünyasında güzelim
ve herkes düşmüş sürünür o yolda.

2/10/2003
Melbourne

SORGULAMA

Neden daha
hep kürt memed nöbete
iki gözüm kardeşim,
Duracak mı hep öyle
puşt görünümleri toplumun aynasında,
Temizlenmeyecek mi hiç bir gün
karanlığın kokusu direğinden burnumuzun,
Ve dolaşacak mı biteviye aramızda
zulmün küstahlığı
çoğaltarak ezikliğini onurumuzun...

Ocak 2004
Melbourne

SÜR ATINI İLERİYE

Durup da gerilere bakma bir daha.
Bağlarda çınar ağaçları,
göllerde güvel ördekler,
turna katarları akşam alacasında
ve yaşmaklı köy güzelleri
çooook uzaklarda kaldı.
Boşalt gözlerinin ateşini ileriye,
tepikle motorlu yağız atını
gün kızaranda ufuklara,
Kan tomurur güller açar
Yeşerir alkor fabrikalardan
yepyeni bir gün suyunca
çağlar sevdası damarlarından.
Elektronikle dilleniyor ortam,
esrik bir baş gibi dönüyor zaman,
Zaman hızın burgacında,
zaman kalkmış dörtnala,
Çevir sonsuzluklara terli alnını
radyasyon istilasında olsa da yaşam
durup da gerilere bakma bir daha...

15/10/’03
Avalon

YARALI DEV

İnleme karanlığın ortasında
yaran kara bir uçurum gibi dipsiz olsa da!

Bastır acılarını olanca öfkenle
ve kaldır başını artık yavaş yavaş şafakyeriyle
Çevir yüzünü gün doğumlarına
tutuşsun gözbebeklerinde kıvılcımlar
alevlensin damarlarında kan
silkinip çık itildiğin kör kuyulardan
dağıt başında oturan kara bulutları
kükresin yiğitlik damarlarında!

Senin de bahtına bir güneş doğsun
dağılsın miskinliği seher vaktinin
Milyonlarca ayaklarınla yürü
milyonlarca yürek birden kabarsın
milyonlarca meşale yansın göğsün üstünde
güzelleşsin yaşam ellerinin hüneriyle!

Ateş ver karanlığın ocağına
kazınsın cehaletin kökü yeryüzünde
Doğsun yaşam berrak bir gök gibi yeniden
gülsün gelecek günler gözlerinde!

Ekim 2003

YAŞAMA HAYALİNİN
TEHLİKELİ SERÜVENİ

Doğa anamın kucağında
yaşamak istiyorum sere serpe,
Bilimin laboratuarda insan yaptığı
ve uzayda cirit attığı bir günde…

Yaşamak korkusuz,
Yaşamak gölgesiz,
Yaşamak aşkı sevdayı
dolu dizgin maviliklerde…

Sesim çok cılız da çıksa
kıyametler kopuyor ortalıkta,
Dikiliyor karşıma kanlı katran bir mumya,
Kaldırıp başını karanlığın dibinden
tam üç bin küsür yıl ötesinden
elinde kanlı asası,
ardında kara imanla kutsanmış tayfası.

Asası ölüm kokuyor, üstü başı karanlık,
“vurun, öldürün –diyor- bu bir zındık.
Yol vermeyin bunlara,
yol vermeyin
kim karşı gelirse Tur-u Sinanın yasalarına,
ve yaşama hakkı tanımayın asla
kor ku dan a rın mış o lan la ra…”

Yaşamak istiyorum kucak kucağa
doğanın bütün yarattıklarıyla
yirmibirinci yüzyılda
bilimin yıldızları dolaştığı çağda,
Kardeş sofrası olsun istiyorum dünya
dörtnala kaldırıp sevgi deryasında atımı
anadan doğar gibi çıplak ve hilesiz
altın başlı bir bebek yüzü gibi tertemiz
tüm insanlarla yoldaşçasına,
tüm nesnelerle sarmaş dolaş
kansız kavgasız, sensiz bensiz…

Ben daha
vermeden ellerimi toprağa suya,
kucaklamadan gözlerim dağları yıldızları,
Kaldırıyor başını bu defa
ikibin yıl ötesinden bir başkası,
Bakire bir kızın doğurduğu
gökler kralının gayri meşru çocuğu,
İncecik ellerinde kocaman bir çapraz halkası
“Bu –diyor- kafirin biri
yaşatmayın yeryüzünde
ibret alsın geriden gelenler
vurun kellesini,
Gitmemeli hiç kimse bundan böyle
düzen bozucuların arkasısıra,
Kulluk devam etmeli babama ve bana…”

Yaşamak istiyorum insanca
İnsanlığımı bilerek kötülüklerden uzak
Uzak durarak her türlü karanlıktan,
Apaydınlık dünyada korkmadan masallardan
Yaşamak taptaze bir yürekle pür-ü pak…

Yaşamak kılıçsız kalkansız
Yaşamak sopasız zindansız
Yaşamak sevgi dolu engelsiz
Fışkırırca topraktan, fışkırırca filiz filiz…

Daha yaşam suyu yürümeden gövdeye
açılmadan göz-gönül görkemli duygulara
dikiliyor önüme yeniden bir kurguyla
kara kanlı bir hayalet manzarasında
kapkara karanlıklar ortasından
deve katarlı mekki bir bezirgan.
Elinde kılıcı kalkanı
yüzü gözü kan
saldırtıyor ardımdan
koskocaman bir kör cehaleti
elleri bıçaklı gözleri zindan…
“Yakalayıp yakın -diyor-
vaciptir böylelerinin katli”
Kararıyor gün daha akşam olmadan…

Vay anasını be,
ne denli tehlikeli bir şeymiş
hayal etmek bile yaşamayı şu günde.

Bilim papucunu atmışken dama
evvel zaman masal kahramanlarının,
Bilimin oklarına hedef olurken
samanyolunun kapıları,
İnsanlık ölüden diri ve yeni
canlılar yaratırken yani,
Yalnızca bir uyku vakti söylencesiyken
beyni yıkanmamış çocuklar için
sema krallarının gizemli buyrukları,
Toplumun yüzde doksanı esrik dolaşıyor daha
beş bin yıllık mavalların ağusuyla
dayayıp kulağını yeryüzü tanrılarının
talanının bekçiliğini yapan
madrabazların ağzına…

Ben yaşamak istiyorum oysa
arılar gibi petek kardeşliğinde
kuşlarca sevdalı şakrak
karıncalarca çalışkan ve birlikte
beynimde bilimin aydınlığı
alnım efil efil maviliklerde
tüm canlılarla sarmaş dolaş
doğa anamın sinesinde…

Mayıs 2002
Melbourne

KIYAMET

Yaralı bir İranlı
dediki depremden sonra
fırlatarak kameranın camlarına
kanlı göz yaşlarını:

“Toprağımız bereketli
çeşit çeşit madenlerimiz
ülkemiz zenginliklerle dolu
ama biz,
neden fakiriz
ve ortalama bir sarsıntıda
neden tümden mezarlık olur
kocaman kerpiç şehirlerimiz...

Kollarının her yoruluşunda
Kanayışında ellerinin sızım sızım
ve açlığın mideni
paslı dişleriyle dalayışında
aç kurtlar gibi
sevgili kardeşim Safar,
birilerinin kasalarına
oluk oluk servet akar.

Ne kavratabilir ki insanlara
her mezara gömülüşünde
on bin, elli bin, yüz bin canın,
düşünmek cehennemi burgacında
feryat figan acıların...

Neden petrol, demir, krom ve bakır
ve tüm servet, tüm doğa vergisi
tüm emek ürünleri birden
bırakarak çilenin ateşinde ömrümüzü
kayıp gider ellerimizden...

Biz niçin acı çekeriz böyle
Biz niçin yoksuluz hep
ve niçin doluşuruz karanlık kuyularına
ölüm denilen o kanlı zalimin
masum bebeklerce kan uykularda.
Ve nedendir efendiler
böylesi felaket günlerimizde
üç günlüğüne hüzünlenirler.

Elbet bunun bir açıklaması olmalı
güzel kardeşim Gulizar,
Bini çalışır, biri yatar
biri yer, bini bakar
ve her ne hikmetse
kıyamet her zaman
yoksulların semtinde kopar...

2/2/2004
Melbourne


HARİKA ÇOCUK
-E. Nejat’a

Dal ucundaki mavi tomurcuk
Dağbaşlarının görkemli çiçeği
Alnımın akı
gözlerimin ışığı
harika çocuk...
Alnımın teriyle kardım harcını senin
Dallanıp gürleşen fidan
Aydınlık günleri geleceğin
Işır umutlarımız seninle sabah sabah
Ballanır meyveler dallarımızda
Balkır gözlerinde bahar şafakları
Parıldar sevdası aydınlık günlerin...
Sen mutluluğumsun harika çocuk,
Coşkumsun yürekten çağlayıp taşan,
Umutlarımsın sıcacık
ipekten örgü gibi geleceğimi kuşatan...

19 Eylül 2003
Gisborne-Mel.

SAKIZLIK ÇİÇEĞİ

Benim çocukluk yıllarımda
özellikle de baharda
arpa ve darı ekmeği azdı
Buğday ekmeğiyse
pek bulunmazdı

Susturmak için çoluk çocuğun
midesinin gürültüsünü
sakızlık çiçeğinden
bazlama yapardı kadınlar
Açlıkla birlikte gelirdi hep
bizim dağlara bahar

Ekim 1993
Melbourne

SÖNMÜŞ KALP
-Feride’ye

“kırma insan kalbini
yapacak ustası yok”

Deştim kalbimi didinerek
en derin noktalarına dek
eli kazmalı bir madenci azmiyle,
Ayıkladım tozunu- toprağını bir bir
eli cımbızlı bir arkeolog titizliğiyle.

Bulurum belki diye
en sapa derinliklerde
senden kalmış küçücük bir iz,
Görürüm belki diye
küller arasında
sönmemiş bir filiz.

Ama ne yazıkki
bulamadım senden hiç bir eser,
İçi sönmüş bir volkan kalbimin
dışında donup kalmış buruk bir keder.

6 Mart 2003

ÖLÜLERİNİZE AĞLAMAYIN
-Kayıp analarına

Ölülerinize ağlamayın analar
çıkıp da düşmanın gözü önünde,
Sertleşsin acılar beyninizde granit gibi
Atın başınızdan köleliğin kara yazmasını
Donsun yürek kanamalarınız
göz bebeklerinizde.

Nar çiçeklerince
isyankar olsun doğurduklarınız,
Tutup kulağından geçmiş yılların
saygıyı sabırı itip bir yana,
hesabını yapın birer birer
görün kim ne yapmış sizin adınıza
kimler size karşı kim sizden yana...

Ve iyice yerleştirin
belleğinizin merkezine
ateşten örülmüş duvarcasına,
Neden karartılıyor durmaksızın
hep sizler için bu aydınlık dünya? ...

Mayıs 1992

HİÇ BİTMEYEN
BİR SEVDA EZGİSİ

Her gece
kalbimin albümünde
açıp bakıyorum yüzlerce kere
senin o güneşli gözlerine.
Gül yüzün
ışıtıyor kara dünyamın
kapkaranlık yaşamlarını,
Gülüşün
getiriyor odama
kış ortasında bahar akşamlarını.

Dindiriyor sevgin
yalnızlığın yürekte
diken gibi batışlarını,
Senin gözlerinde
yaşıyorum hayal de olsa
bahar sabahlarının sevdalı uyanışlarını.

Ve atıyorum seni omuzlarım üstüne
minicik bir kız çocuğu gibi
vuruyorum kendimi yollara,
Elimde ilk sevgilimin eli
Dilimde hiç bitmeyen
bir sevda ezgisi
bahar akşamlarında.....

Mayıs 2003
Geelong

SEVGİ

Sevgi nazlı bir çiçektir
kara kış ortasında kuytularda açan,
Üşür, kırılır bir yerleri
en küçük soğukluklarda...

Sevgi bir bebeğin gülüşüdür beşikte uyuklayan,
Güz neminde göğeren buğday göcekleridir,
Hercai menekşedir baharın,
Çiy damlacıklarıdır kurak toprakların
sıcak yaz sabahlarında...

Sevgi toz ve yağ içindeki işçi yüzüdür,
Nasırlı eli yorgun gözüdür
kocaman fabrikalarda,
Ve tere bulanmış kuru bir ekmektir
açların sofrasında...

Sevgi yeşermez her toprakta
ve üretilemez öyle kolayca
pazar malları gibi makinalarda,
Ve de alınıp satılamaz
istendiğinde gereksinim duyanlarca.

Yavru ceylanlarca ürkektir sevgi
gonca güllerce nazik
ve camdan saraylar gibi yüce, şeffaf
Kar suları gibi berrak ve saf...

Sevgi bir gönül işçiliğidir
Ne yazıp, bozmaya gelir
Ne yırtıp yapıştırmaya
Ve ne de biçip kesmeye ikide bir...

Sevgi yaşamın filizleridir
Kopardın mı en ufak yaprağını
İncittin mi kanadını kolunu
İttin mi dışarıya bir kerecik onu
Bir daha getiremezsin geri
Geçip gitmiş günler gibi...

Mayıs 2003
Melbourne

SENDEN ÖNCE KIŞ GELDİ

Senden önce kış geldi meleğim
üşüdü kalbimde
sana sunulmayı bekleyen çiçekler,
Senden önce kış geldi güzelim
Buz tuttu bütün dünyam
gelmedi senden haber...

Çünkü
yok senin
güneşli yüzün
evimin içinde.

Çünkü
yok senin
sıcacık ellerin
üşüyen ellerimde.

Çünkü
yok senin
okşayan sesin
kulak memelerimde.

Çünkü
yok senin
ışık saçan gözlerin
göz bebeklerimde...

Minik bebeğim
senden önce kış geldi
kurudu kalbimin çiçekleri...

Haziran 2003
Melbourne


YAŞAM ALANIMIZ

Kangurunun kuyruğuna dayanarak
dengeleme çabasındayız yaşantımızı
bu dengesi bozuk köhne düzende,
Gecenin köründe çıkıyoruz evden
Gecenin köründe giriyoruz işyerine,
İşyeri kocaman bir cendere
içinde kocaman ışıklar yanan,
Ve işyeri denilen ol cehennemde
kocaman bir gürültüdür zaman...

Zaman toz duman içinde
zaman makinanın esiri
insan makinanın eklentisi
Dönüyor yaşam
takılıp sermayenin kanlı çarkına
kaygı, sinir ve stres içinde...

Sürünerek akıp gider günler, haftalar
aylar, mevsimler, yıllar,
Ve gece gündüz olayı
hiç ırgalamaz fabrikayı.
Yalnızca çalışır ellerimiz robotlar gibi
yılların verdiği alışkanlık gereği...

Akşam karanlığında çıkıyoruz işten
akşam karanlığında giriyoruz eve,
Böylece eriyip bitiyor ömür sürüne sürüne
Tüketinceye dek bedenimizin gücünü
ve yolun sonu görününceye dek iyice..

Böylece eriyip bitiyor ömür
unutarak tenimiz
güneş ananın sımsıcak okşamasını,
Hasret kalarak gözlerimiz
baharın yemyeşil filizlenişine
ve masmavi gökyüzüne...

Temmuz 2002
Melbourne

GÜNEŞ GÖZLÜ KIZ

Tut ellerimi güneş gözlü kız,
Uçalım maviliklere
Kaplasın aşkımız okyanusları...

Savur saçlarını gökyüzüne
Sevda kasırgaları silip süpürsün
Dünyamızın gönlünü karartan bulutları...

Sevda ile doğsun güneş
Sevda ile yağsın yağmur,
Donansın güzellikleri yaşam
Karartmasın geleceği kötülük
Ağsın gökyüzüne
yıldız
yıldız
aşkımız
Yeniden doğalım sabahları.....

Tut ellerimi güneş gözlü kız
Birlikte kulaçlayalım
mutluluğun deryasını,
Gül ve başakla donansın yarınlarımız...

Haziran 2004

GÜNAYDIN

Günaydım benim
minik meleğim,
Aç gözlerini
sevgi tüten
iki tropikal çiçek gibi.
Günaydın benim
bal yüklü peteğim,
Gün doğdu
çevir güzel yüzünü
güneş anaya,
Gülsün gözlerinin içi
yaşam çiçekleri gibi.
Günaydın benim
saf kar çiçeğim,
Parlasın gözbebeklerin
sabah yıldızı gibi,
Sen aşk ve yaşam demeksin
Sen gülende herkes güler
Sen ağlarsan dünya ağlar,
Mutluluk saç yeryüzüne
mutlu olsun tüm insanlar.

Mayıs 2003

GÖNÜL İŞİ

Maceralı bir yolculuktur benim gönlüm
dibi başı bilinmeyen derin koylarda
gidilip de dönülmeyen meçhul yollarda
uçsuz bucaksız sevdalarında yaşamın.

Aşıktır her kuşa, her böceğe,
Aşıktır her yaprağa, her çiçeğe,
Aşıktır baharın filizlenişine
doğurmasına yazın bereketini
Döker toprağa cömertçe
yellere verir sevgisini...

Derin bir iç çekiştir gönlüm benim
kara uçurumlar yaratan kalbimde,
Ağıtıdır yok olup giden sevgilerin,
Savruluşu yeşilin yelin önünde
sararıp dökülerek
hüzün yüklü yalnızlıkların iniltisiyle...

Gönlüm bir asi kartal benim
mavi göklerde şimşek gagalı
yalçın kayalarda özgürlük nöbetinde,
ve tahammülsüz bir kavgadır
zulmün şaha kalktığı yerde...

Hançer gibi öne çıkıştır o
hırçın bir saldırıştır o
her sırıtışında kabalık ve zorbalığın
her zerresinde haksızlıkların,
Ateşler yüreğini zulmün karanlıklarına
kuşanır beynini kurşuna karşın...

Alevlenir içi bir bebeğin ağlayışında
bulutlanır ufku bir ırgatın
dalgın bakışları karşısında,
Köpürür deniz deniz
kabarır dalga dalga,
Öfkesi karlı dağlardan gelir
sevdası çiçek derer kuytuluklarda...

Benim gönlüm içe sindirilememiş
acılı ve öfkeli afşar sürgünüdür
celali kılıcıdır bir türlü girmeyen kına,
Dadaloğlunun torunu değil miyiz
Yalova kaymakamıdır padişahın fermanı
Sürer atını dorukları dumanlı Gavur dağlarına...

Gönlüm derya-deniz benim
Yelken açar bütün güzelliklere,
Gül olur
sümbül olur
kokar güzde baharda,
Kabarır tavında toprak gibi
salınır selvi – söğütlerce
Yeşerip yangının kızıl korunda
açar güzellerin yolu üstünde...

Al bir mendilin sallanışıdır o
yağız bir tayın şahlanışıdır,
Uçar yürekten yüreğe
konar çiçekten çiçeğe
yaşamın bengi suyudur
kaynar güzellerin gülüşlerinde,
Buz gibi bir pınarın çağlayışıdır
akar gider
aşk deryasın boylaya boylaya...

Gönlüm bir sevgi limanı benim
sıcak bir kuzey denizinde
başı pare pare karlı
ve kartal gagalı Torosların eteğinde.
Orada eser sevda yelleri
Oradan kalkar mutluluğa giden gemiler
Oraya dökülür aşkın coşkun ırmakları
Ve toplayıp getirir bütün çiçekleri
Ve koklayıp büyütür bütün güzelleri
gönül bahçesinde destursuz, engelsiz
Övünmek gibi olmasın ama
biz Karacaoğlanın neslindeniz...

19/10/2003
Lara

ABORJİNİ AĞITI

Ala şafakla uyanır toprak
atıp karanlığın ağır kirini üzerinden
hazırlardı kendini doğurganlığın
en doyumsuz istemiyle
güneş çıkıp gelmeden önce
al bayraklı bulutlardan sıyrılıp
derin özlemlerle yanmış
olgun bir kadın gibi sevgilisine.

Yıkayarak yanan tenini
pasifiğin mor çiseltilerinde,
Sererdi ıslak bedenini
ürpertiler altında güneşin önüne.
Döllenmek uğruna şakıyan kuşlara
börtü böcek
renk renk çiçek
ve bilcümle yaratıklara,
Batıp gidene dek bu kutsal yaşam kaynağı
hint okyanusunun üzerinden gömülerek sulara
yüzünde tüm yorgunlukların o vakur kızıltısıyla.

Kalırdı toprak
kalırdı karanlıklar
ağır dipsizliğinde nefessiz gecelerin,
Köklenirdi tohum toprağın yanan rahminde
Sunardı anamız sevdasının ürünlerini tümden,
Bayram sabahında
çocuk güzelliğine döner gönüller
Sabah olur
yepyeni bir yaşam başlardı dünkünden.

Ve biz
yekpare bir aile gibi
hep birlikte yaşardık orada,
Anamız doğurgan kara toprak
Babamız ateş gözlü kızıl güneş
Ve evimiz bütün Avustralya...

Özgürdük doğanın tüm yaratıklarınca
İstediğimizce konar göçerdik
istediğimizce gezer tozar, yer ve içerdik
nerede ne bulduysak,
Uyurduk toprağın bağrında
sevgilinin kucağında uyurcasına
nerede yorulduysak...

Ne sen vardın o yaşamda
ne ben vardım
biz vardık yalnızca,
Göbeğimiz biribirine bağlı
ağaçlarla, sularla, kuşlarla...

Ne ayıp vardı ne günah
her şey açık ve hilesizdi
gök örtünün altında,
Güneşe
yağmura
toprağa
ve toprağın sevgili çocuklarına
bir kötülük yapılmadığında.

Ne erkek kadını kıskanırdı
ne kadın erkeği başkalarından,
Yaşardık berrak bir düş tadında
tüm bir sevdayı tüm toplumca
koalalar, kangurular, arılar, karıncalar gibi
nasıl görmüşsek analarımızdan...

Yarım milyon candık
içiçe sularla, ormanlarla
dışımız kara içimiz aydınlık,
Dişisi ve erkeğiyle,
yaşlısı ve genciyle
gündüzleri güneşin,
geceleri yıldızların kucağında
yarım milyon insandık..!

Dağı taşı nakış nakış işledik elbirliğiyle
Kurdu kuşu eş bildik kendimize
ve çivileyerek gözlerimizi kendi içimizde
Kanatmadık dışımızda bir yerleri isteyerek,
Öldük dirildik, dirildik öldük,
Yaşar tözümüz toprağın derinliklerinde...

Günün birinde
biz yaşayıp giderken
gün ışınlarıyla sarmaş dolaş
üzerinde yeşil otların
ve mest-u sevdasında baharın,
Elimizde bumerang ve fırça
yüreğimizde dostluk, dayanışma
ve paylaşma ve kucaklaşma duygusu,
Birileri gelip dayandı kapımıza.

Uzattık diye ellerimizi
konuk sandığımız şeytanlara
söküp aldılar
omuzlarımızdan kollarımızı,
Söküp aldılar kadınlarımızı,
Söküp aldılar çocuklarımızı
...................
Ölüm kusan pusatlarla geldiler
Atları ve itleri kargaları tilkileri
ve hastalık mikroplarıyla geldiler,
Kalleşlikle, hile ile, dolanla
ve salyalı dudaklarla
aramıza girdiler.

Geleceğimiz gidiyordu elimizden
soluyordu dallarda çiçeklerimiz
sızlıyordu yerde tözü atalarımızın
sular bulanıyor
güneş kararıyordu gün be gün,
Karşı koyduk sopayla
bumerangla fırçayla
korumak için anamızı
havamızı, suyumuzu
arını toprağımızın
Korumak için kırk bin yıllık mirasımızı
kızıl kum tanelerinde çöllerimizin
güneşli kayalarda ve berrak sularda...
Patlattılar alev saçan topları
Söküldü bağırsaklarımız
kurşun sağnaklarıyla...

Ve sonra
yok saymak için kırk bin yıllak varlığımızı
söküp atmak için toprağımızdan köklerimizi,
Uydurmak için kraliçenin kitabına
işgali, gaspı, katliam ve zoralımı
sürek avı başlatır gibi
yağlayıp dişlerini, çıktılar insan avına...

Döğüşmeden esirdik
fermanımız onların ağzında,
Boynumuzda zincirler
ellerimizde kazma
ölecektik işimizi bitirir bitirmez,
İstif edildik üstüste kazdığımız çukurlara.

Fötr şapkalı sömürge komutanları
zafer kazanmış kanlı general edarlarıyla
kubara kubara resim aldılar yanımızda,
Yüzlerinde iğrenç bir kibir
elleri kanlı tabancalarının kabzalarında...

Yarım milyon candık
tilkiler gelip de Britanyadan
ayak bastıklarında toprağımıza,
Sonra çoğaldık durmadan
Sonra sürüldük kıyılardan
Sonra zehirli sular
Sonra canımıza kurşun
tecavüz kadınlarımıza kızlarımıza,
Sonra çocuklarımızın gaspı kucağımızdan
Ve sonra isa ve allah adına
............................
....................

Aradan tam yüzelli yıl geçti
Çoğala çoğala yüzelli yılda
elli bin can kalmışız,
Elli bin köle beylerin kapılarında,
Elli bin melez insan
elli bin alkollü kafa...

Uzun ve hazin bir öyküdür bu
Güneş baba çekip gitti utanç duygularıyla
bırakarak gerilerde öksüz çocuklar gibi
sıcacık okşayışlarını gözü yaşlı anamızın,
Kısırlaştı toprak
Sular kaybetti gök gözlü gülümseyişleri
Yırtıldı mavi atlas kirlendi soluğu dünyamızın...

Uzun ve hazin bir öyküdür bu
Horlanır öldürülürüz karakollarda
Tepelenip sürükleniriz sokaklarda
Sızlar geçmiş günler, kararır gelecek
bağrı yanık anamızın kara bağrında..!

Ocak 2003
Melbourne

TEK BAŞINA DÖNER DURUR

Diyorlar ki
insanlık eğer
ikibuçuk dakikada gidebilirse aya
ve güneşe üç günde,
Aynı hızla
bize en yakın yıldıza
gidilebilinecek tam yarım milyon yılda.

Öyle görünüyor ki
yaşlı anamız yapayalnız
dönüp duracak kızları ve oğullarıyla
şu karanlık boşlukta tıpkı benim gibi
tüketene kadar güneşini.
Ne geleni var, ne gideni
Ne soranı var, ne bir edeni
Yok bir tanecik selam alıp verecek komşusu
Yok bir tanecik derdini dökecek dostu
Anamın kaderi benim kaderim
Yapayalnız şu boşlukta
ulaşılmaz bir sevdayla
yanar durur, döner durur…

Ekim 2002



SENİ DÜŞÜNÜRKEN

Seni düşünürken geldi başıma bu kaza,
Çayır-çimen üstüne yatıp yuvarlanırcasına
üç takla birden attım keskin bir virajda.

Çırpındı hayalin gözlerimde
haşat olurken sevdalı kalbim
çarpa çarpa karışık duygulara.

Seni düşünürken kaybettim ellerimi,
Çalışırken mekik dokur gibi
gönül tezgahımda, nakina başında...

Seni düşünürken kuruttum gözlerimi,
Sahra çölünde mecnun örneği
yakıp kül eden özlem altında...

20/11/2003
Gisborne

DAYANAMADIKLARIM

Uçurum gibi yıkar dünyamı
bir bebeğin içli içli ağlayışı,
Paslı bir çividir çakılır beynime
bir çocuğun tatlı sözlerle kandırılışı...

Ağlar kalbim bebekler gibi!
Kırılır umutlarım çocuklar gibi!

Savurur düşlerimi belirsizliklere
bir köpeğin acı acı uluyuşu,
Film şeritlerince geçip gider
bir bir gözlerimin önünden
yıkımlar, afetler, ayrılıklar, ölümler...

Kan deryasına döner beynim!
Boz bulanık sel basar gözlerimi!

22/12/2003
BacchusMarsh


KARANLIK
Kara gece kurşun gibi
Çöktükçe çöktü üstüme
Dünyadaki tüm dertleri
Döktükçe döktü üstüme

Üç beş tavuk, beş on çocuk
Kerpiç damın içi oğuk
Karanlıklar oluk oluk
Aktıkça aktı üstüme

Şubat 1969
Andırın


ÇARESİZ

Bir buzlu cam donukluğunda
bakıyor gözbebeklerime,
Bakıyor hedefsiz
buğulu boş gözlerle.

Suskun, kırık, kederli,
Renksiz ve şekilsiz
ve mekansız
bir taş gibi!

Küçülüyor koca hantal bedeni,
Çöküyor tepesine gökkubbe,
Daralıyor nefesi!

Boynunu büküyor
Dökülüyor kolları iki yana,
Kara bir uçurumda çırpınan
yaralı bir kuş gibi!


ÖMRÜM ÇETİN UZUN BİR YOL
GELİR KANAYA KANAYA

Acıların, sivri oku
gelip saplanmaktadır
göğsüm üstüne bin yıldır,
beş bin yıldır, onbeş bin yıldır,
Sırtımda köle beylerinin demirden dağları
Sırtımda sipahilerin, paşaların, beylerin
Sırtımda senyörlerin, şövalyelerin kırbaç yaraları.

Göğsü kurşunlu bahadırlar gibi geçmişim
nakış nakış kızıl granitlerin yalçın yüzlerinde,
Karanlıklarda iniltisi örgütsüz başkaldırıların,
ve saplanıp saplanıp duruyor kalbim üstüne
zulmün kara saplı hançeri durmaksızın…

Yangınlardan
yıkımlardan geliyorum,
Zindanlardan
kırımlardan geliyorum,
Çapullardan
talanlardan geliyorum,
Soygunlardan
yağmalardan geliyorum.

Kılıç gözlü amazonların saflarından
Demirci Kawanın serhildanından
Spartakus ayaklanmasından
Bedrettin isyanından geliyorum…

Gün vurmadı alnımın çatına daha
daha söylenmedi bismişahı öykümün
Uzun ve cetin bir yoludur ömrümün
Karanlık çağlardan
kan deryalarından
ve on binlerce yıllık yollardan
gelir bu günlere
gelir zicirleri, kelepçeleriyle
gelir kanaya kanaya..


Beynimde bunca uzun yılların
Yüreğimde bunca acılı olayların
Ellerimde bunca kanlı zorbaların
prangası, kelepçesi, zinciri,
Ve granit bir yontu gibi diretiyor kalbim
Irmaklarca taşıyor, denizlerce birikiyor,
dağlar kadar yükseliyor öfkesi, kini…

Vay beni beni,
Kanımla, canımla yarattığım servet
gün geldi
kırbaç oldu sırtıma bağladı ellerimi,
Ve çalışmadan yaşayanlara tutsak eyledi beni.
Yığın yığın açlıktım
yığın yığın köleliktim sonrası
Mısır piramitlerinden Babil kulesine
Çin seddinden Ural dağlarına
Po ovasından Nil vadisine
Viking yurdundan Tuna boylarına….

Uzun dikenli bir yoldur ömrüm,
İlk adımındayım daha
üstüme çöken karanlığa kılıç üşürmenin,
Sürüldüm pazar panayır
satıldım haraç mezat,
Tarihin her sayfasında
silinmez izleri var ellerimin…

Kocaman bir korkuydum seçkinler safında
Çıplak bir inilti yaşamın boğulduğu kör kuyularda
Damla damla kanadım her anında kanlı tarihin
kızıl günün bağrında lime lime yüzüldü derim…

Uzun ve karanlık bir yoldur ömrüm,
Bugünün para ve kara tanrılı devletlerinin
tarihi eserlerinin,
turizm sektörlerinin
ve gelmişlerinin geleceklerinin
tümü benim kanım ve terimle yeşertildi.
Daha yolun başlangıcındayım karanlıkla kavgada
tarlalarda yana yakıla
kentlerde kırbaçlana kırbaçlana
savaşlarda kırıla kesile
yoktu sarılacağım bir yılan bu kanlı deryada
Toprak çöl, hava kurşun, gök bakır, yer demirdi…

Sulanıp kabarır toprak alnımın teridir
yeşile bezenir bağlar, bahçeler
tarlalar ırgalanıp başak başak
akar altın olup ambarlara
kollarımın bereketidir,
Savrulur fabrika bacalarından
yağar dağlara, ovalara
kanım iliğim, kemiğim etimdir,
Doldurur tomar tomar banka kasalarını
onların serveti benim esaretimdir…

Yataksız bir sudur ömrüm bulanık ve taşkın akan,
Kında durmaz kılıç sevdasıdır hiç bıkıp usanmayan,
Pugaçevlerin öfkesiyle geliyorum bugünlere
Komünarların coşkusuyla
yepyeni bir günün şafağında,
Isyankarlığıyla Meksikalı köylülerin
yalın kılıç kahve ve kauçuk ormanlarından…

Sokaklarda
ala kana
bulandım
özgürlük uğruna,
ekmek uğruna.

Sekiz martlardan
bir mayıslardan
kanlı meydanlardan geliyorum,
Gelincik tarlalarından geçecek yolum,
Kavga bitmedi henüz, sürecek daha çağlarca…

Tutuşturarak gözlerimi
buz kesmiş gecelerin zifir karanlığında,
Çözüldü de buzulları damarlarımın
nar çiçeklerince açtım kutupta,
Sarsıldı dört bucağı dünyanın
doğururken yepyeni bir yaşamı
toprağın ve çarkların uğultusundan.

Titredi para kasaları
titredi pazar alanları
titredi tefeciler, istifçiler, bankalar
sığınacak karanlıklar aradılar
besili lağım sıçanları korkularından…

Tırnaklarımla döğüştüm de
mitralyöze karşı göğüs göğüse,
Diş izlerimle nakışlandı da
Nazi tanklarının kanlı paletleri,
Söndürdü sinsi eller buzullar üzerinde
yana yana tutuşturduğum özgürlük ateşini.

Vay beni beni…
Atıp ellerimi kitaba sevgiliye gül derer gibi,
Yapışıp makinaya sevgiliyle danseder gibi
Ve basıp ayaklarımı sağlamca toprağın bağrına
Okşarcasına geleceğin tomurcuk memelerini
Sevişircesine ceylan endamlı bir güzelle
Sevdamın al çiçeği özgürlüğümle
Sevişmedim ki!
Alıp gözlerimi loş uykulardan
Yırtıp beynimdeki sis perdesini
Dupduru bir fikirle yarının yollarını
gergef işler gibi öremedim ki!
Vay beni beni vay beni beni,
Öldürmeyip süründürdüler beni…

Kara yaslı bir umut katarıdır ömrüm
Dipsiz, sonsuz, döne döne bir tünelde
uzak bir yıldıza koşarcasına,
gözlerim kıvılcımlı, aydınlık yüzüm.

Kesik bir çocuk başıyım ben
Yunan dağlaında ondört yaşımda
bir kelle avcısının torbasında,
Elimde boyumdan uzun tüfeğim
amcaların, teyzelerin arasında.

Gözlerimde
sarsılmaz inançtır parıldar durur öyle
anamın sütü gibi ak, sıcak ve aydınlık
fotia tis lefteria!

Toplu kıyımlara uğradım
Endonezya, Latin Amerika
İspanya, Japonya ve Kürdistanda,
Gecede açılır yarasaların gözü
zulmün hançeri daha sivridir karanlıkta,
Filistinde kan uykularda akıtıldı kanım…

Duru ve aydınlık bir sudur ömrüm
Dünyanın bütün halklarının
özgürlük kavgalarında
akar coşar çağlayarak,
Gün ağarmaz gecenin ülkesinde
dökülen kanımla boyanır şafak…

Thelman birliğinde
bayram yerine gidercesine
geçip dikildim karşısına
kara gömlekli katil sürülerinin,
Omuz omuza, yürek yüreğe, tetik tetiğe
Madrid sokaklarında son barikat düşene dek
ateş çiçeği partisan kızlarıyla Alman ülkesinin…

Üç sevdalı neferim ben mayıs sabahlarında
Dağ başlarında ihanet ve kara tuzak
ve işkence tezgahlarında ışıldar alnım,
Kayıplara yazıldı milyon milyon
Santiago, Johannesburg ve Anadoluda adım.

Emeğin soyundan geliyorum
hey bre kara kuvvet
çeliğin suyundan geliyorum,
Bir gidiş bin gelişle yeniler beni,
Bir ölüş bin dirilişle doldurur yerimi,
Üretim alanlarında köklendi damarım
alınterimle büyüttüm filizlerimi…

Nesilden nesile
beyinlere ve yüreklere
ve kan revan içindeki bileklere
silinmez bir mühür gibi kazındı andım:
Ya karanlık ışır, durulur kavga
ya da yaşam biter şu yaşanası dünyada..!


Ekim 2003

BİZİM

Selam olsun bizden sonra gelene
Yanlışı, çirkini yere çalana
Aşk uğruna her gün her gün ölene
Bahçemiz güllere doymadı bizim

Kara kuşlar yedi ekinimizi
Talim terbiyeyle kırdılar bizi
Güzel için yaktık gözlerimizi
Çirkine gözümüz kaymadı bizim

İnat ettik bir kez dönülmez yolda
Karanlık sularda kanadık salda
Hazan yaprağınca sarardık dalda
Beynimiz ışıktan caymadı bizim

29/3/2013

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 14.4.2011 10:36:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Yunus Karaçöp
    Yunus Karaçöp

    Bir solukta okuyup dersler çıkardım insanlık
    adına bu muhteşem eserden..

    Kutlarım dostum seni vede bu anlamlı eserini tebrikler

    yunus karaçöp

    Cevap Yaz
  • Alpaslan Akdağ
    Alpaslan Akdağ

    anasız ,
    babasız
    ve vatansız çocukların
    ezilen,sömürülen ve katledilen insanlığın acı bir ağıdı gibi...
    dil bilmek gerekmez anlamak için...

    Cevap Yaz
  • Salih Çetin
    Salih Çetin

    anlamlı,duygulu ve harika bir şiir okudum.yüreğiniz ve kaleminiz hiç susmasın

    Cevap Yaz
  • Salih Çetin
    Salih Çetin

    anlamlı,duygulu ve harika bir şiir okudum.yüreğiniz ve kaleminiz hiç susmasın

    Cevap Yaz
  • Ayşe Yarman Öztekin
    Ayşe Yarman Öztekin

    Özel ve özgün bir şiirdi.
    Tebriklerim ve saygılarımla.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (21)

Mehmed Sarı