Bugünlerde başımı bozulan dolabımın buzluğuna sokup düşünüyorum. Hayır, daha o kadar delirmedim, sadece aldatıcı bir ‘sonsuzluk’ tasavvuruyla avunurken aslında ‘sonlu’ bir varlık olduğumuzu küçük bir buz dağının içinde hatırlamak iyi geliyor bu sıcaklarda. O sırada takıntı halinde dinlediğim bir şarkı çınlıyor evin içinde. Yaşlı bir İtalyan, şarapla yıpranmış sesiyle haykırıyor. Preferisco Cosi... Öyle tercih ettim, diyor. Artık yaşamayan şarkıcı ara verince, kemanların hayatın uçuculuğuna inat iç geçiren kederli sesi, müziğin mucizevî bir lütuf olduğunu hatırlatıyor.
Kimseyi kırmak istemem ama biliyorsunuz değil mi, biz ortalama 80 sene yaşıyoruz. Hayatı ciddiye alıp kendine daha iyi bakanlar ve aramızdan şanslı olan bazıları bunun üzerine en fazla on beş, yirmi sene daha koyabiliyor. Maalesef o kadar. Bütün acılar, pişmanlıklar, hiç unutamadığınız o eşsiz mutluluk anları, kırgınlıklar, “seni değil öbürünü seviyorum” itiraflarının çirkin türevleri, “senden daha zekiyim, yakışıklıyım, zenginim, güzelim, yetenekliyim” böbürlenmeleri, her daim haklılığını savunan, çaresiz sayıklamalar o buğulu ‘rüyanın’ içinde olup bitiyor işte. Varoluş hakikatimize, sevmeyi öğrenerek bazen sevilmemeyi tevekkülle kabullenerek mana katmaya çalışırken, koyu bencilliğimizle paramparça ettiğimiz duygulardan geriye kalanlarda teselli buluyoruz ancak.
Bu aralar bir buz yığınının içine başımı sokup vedalaşmak zorunda kaldığım kibirli bir dostun ardından böyle acayip şeyler düşünüyorum işte... Bir yandan da o hırıltılı adamı dinliyorum. Preferisco Cosi, diye haykırıyor... “Öyle tercih ettim, bu benim seçimim” diyor... Onu dinlerken hiç ölmeyecekmiş gibi davranan ‘meşgul’ dostları bağışlamayı kendime telkin ediyorum. Bu sıkıntılı, zorunlu kabulleniş biraz da hayatın hızla eksildiğini fark etmekle ilgili sanırım.
MUALLA’NIN KORUYUCU MELEĞİ...
Ben kelimelerin, hikâyelerin insanın ruh haline göre ziyaret ettiğine inanırım. Yazarlığını çok geç keşfettiğim Abidin Dino’nun kadim dostu Fikret Mualla için yazdığı kitap tam da böyle uğultulu bir süreçte sürprizli bir hediye oldu bana. 35 sene evvel yazılmış bu, anı, deneme, biyografi karışımı şahane ‘hikâyenin’ maalesef yeni baskısı yok. Okuyunca itiraf etmeliyim ki çok şaşırdım. O benim için sanatın farklı alanlarında eserler üretmiş çok özel bir ‘nakkaştı’. Onun Tanrı’sı elleriydi. Gördüklerini bu kadar incelikli yazabildiğini, şiirsel imgeleri ustalıkla yazıya dönüştürebildiğini bilmiyordum. Doğrusu bu geç keşfimden sonra neden daha fazla yazmadığını merak ettim. Yeryüzünün güzelliklerini resmetmeyi daha güçlü bir tutkuyla sevdiği ve bu şekilde iz bırakmayı tercih ettiği için sanırım.
Yaşadığı sürece arkadaşının koruyucu meleği gibi davranan Abidin Dino, İstanbul’da, Paris’te yaşadıklarını çocuğunu şefkatle koruyan bir baba gibi, hakiki bir dost gibi anlatmış. Onlarla birlikte zorlu bir hayat serüveninde, sanatın sıradan insanların görmediği tılsımlı coğrafyasında dolaşırken hep aynı şeyi düşünüyordum. İnsanın sadece bir tane öyle dostunun olması bir hayatı büsbütün değiştirebilir. Mesele, onu akıl hastanelerinden kurtarması, zor günlerinde resim yapmaya zorlaması, New York’ta ve başka yerlerdeki sergilere katılabilmesi için uğraşması, öldükten sonra kemiklerinin Türkiye’ye getirilmesini temin etmek gibi somut hadiseler değil sadece. Bir sanatçının diğerini anlatma biçimindeki zarafet esas olan. Bu tavır, Dino’nun insan olarak iyilikle yıkanmış, maneviyatı derin bakışını da çok net bir biçimde ortaya koyuyor bence.
BİR ÇEŞİT MOZAİK OYUNU...
Bu şahane anlatı, Fikret Mualla için ‘kafadan sakat değildir’ belgesi almaya gittikleri bir gün tımarhanede başlıyor. Dino, herkes tarafından çok zor olduğu söylenen, alkolik, ‘deli’ bir ressamın hayat hikâyesini anlatmıyor sadece. Bölüm başlarına koyduğu Mevlana alıntılarıyla, bir ressamın iç dünyasının zenginliğini, sanatın insanı mutsuz eden yıkıcı yanını da paylaşmış.
Doğrusu beni gündelik hayatın ayrıntılarını usta bir hikâyeci gibi yazdığı bölümler de çok etkiledi. Tuhaf bir şekilde anlatıcısı Abidin Dino, dostu Fikret’i ve onu kuşatan sanat çevresinin, gazetecilerin adımlarını izlerken kendisini olabildiğince geride tutmuş. Ve bunu büyük bir tevazu ve keskin bir gözlem yeteneğiyle yapmış. Daha başından diyor ki: “Fikret Mualla ile ilgili ne var, ne yoksa, belleğimin iç içe tünellerinde, köşede bucakta kalmış, gözüme ilişen ne var ne yoksa, gün ışığına çıkartıp, seriyorum gözünüzün önüne. Gerçeği aramak, bir çeşit mozaik oyunu, dağılmış parçaları biraraya getirme çabası.”
BİR İPEK HIŞIRTISI...
Tımarhanelerde, meyhanelerde, bazen köprü altlarında, sergi salonlarında, arkadaş evlerinde, karanlık sokak aralarında, gurbette, esrar tekkelerinde, yaptıkları resimlerde yakaladıkları o ‘sonsuz’ mutluluk anlarını Dino’nun ne çok sevdiği üslubundan belli: “Mualla için tehlike yoktur buralarda (Balık Pazarı) onu tanırlar. Gündüzleri resim çizmeye gelir, akşamları resimlerini içmeğe gelir. Buralarda bir iki kadeh yuvarladıktan sonra, birlikte çıkılır, hafiften sallanan köprüden geçilir... Alacakaranlıkta birdenbire ışıklar yanmıştır. Dumanlı gemiler yanaşır, gemiler kalkar. Denizde bir çalkantı, bir ipek hışırtısı... Makasla kesilmiş bir Galata Kulesi gökyüzüne iğreti yapıştırılmıştır...”
Onun genç yaşında ölümüne sebep olduğu annesi yüzünden hissettiği suçluluk duygusuyla nasıl hırpalandığını, babasına düşman oluşunu, parasızlığa tahammül etme biçimini, kafayı bulunca nasıl çıldırdığını, o vakit dünyayı hangi renklerle gördüğünü, bürokrasinin sanat anlayışıyla nasıl dalga geçtiğini, sabırsızlığını, kimselerinkine benzemeyen sert ve ironik küfürlerini, kadınlarla ilgili gönüllü beceriksizliğini, kendisini sevenlere karşı bir kalkan gibi kullandığı şımarıklığını öyle içten cümlelerle anlatıyor ki, bu iki büyük ressamın yanından bir an olsun ayrılmak istemiyorsunuz.
YENİ DOĞACAKLARA YER BIRAKMALI
Günlerdir onlarla birlikte soluk soluğa garip, ‘sonsuz’ bir hayatın içinde koşturuyorum. Son sayfalara geldiğimde Fikret Mualla’nın kısa bir mektubunu buldum: “Ne yapalım? Er geç ölmek lazım, Allahın emri... ya da tabiatın. Yeni doğacaklara yer bırakmalı, bizler kadar ıstırap çekmeleri için...”
Ömrünün sonunda tamamen delirmiş bir adamın cümlelerine pek benzemiyor değil mi? Zaten Abidin Dino da “onun gerçekten deli olduğunu hiç düşünmedim” diyor. 3 Haziran 1974’te kitabı bitirirken ondan şöyle bahsediyor: “Yıllar geçti. Artık Fikret Mualla Karacaahmet’te. Mezarı güpgüzelmiş. Ressam, bir zamanlar çizdiği bu beyaz taşların, servilerin arasına karıştı. Ne bekçiden, ne karakoldan, ne de ekmek derdinden şikâyetçi. Hem bana öyle geliyor ki, Karacaahmet’te, durmadan kendi mezarının resmini çiziyor, her sabah Salacaklı işçiler işe giderken, tavşankanı ışığın tadını çıkarıyor, çize çize alacakaranlıkta. Bir ressam için ölüm, keyfince resim çizmek değilse eğer, ne ki? ”
Er geç bizler kadar ıstırap çekeceklere yerimizi bırakıp gideceksek bir gün, hakiki dostluğun hayatımızdaki karşılığının ne olduğunu hatırlamamız lazım. Bazen bir sonu olmadığını ümit ettiğimiz o ‘uzun yolculukta’ bize eşlik edecek öyle bir dosta sahip olmak sadece bizi iyileştirmez, bizi biz yapan hikâyeleri de geleceğe şefkatle taşır çünkü.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 12:19:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!