*DALLAS ÇİFTLİĞİ
________________________________________Huzur mülkten evladır.
-Selamünaleyküm abi..
-Oooo! Aleykümselam İshak Usta. Yahu sen hayattamısın? ...
-Abi, sen de Ali Talip gibi bana numara çekme Allahını seversen..Görüşmeyeli iki hafta bile olmadı.
-Yok canım..Sanki bana yıllar olmuş gibi geldi.
.............İshak Usta, benim taşeronum du. Kısa boylu, biraz kilolu, açık yürekli sevecen bir Bayburtlu...Genç sayılabilecek yaşına rağmen, kafasında saç kalmamış, çilekeş bir Anadolu çocuğu...Çok şakalaşırdık onunla kelliğinden dolayı, İshak Usta senin kafa kaç mumluk diye! Gecenin kör karanlığında o da bize takılırdı lambalar yanarken; -İsraf etmeyin, söndürün şu lambaları, ben geldim artık! Diyerek. İshak Usta, ilkokul mezunuydu ama, kendinden beklenmeyecek nüktelere sahip, çok ta zeki biriydi. -Madenli dağda ot bitmez derler oğlum, senin bu kel kafanda memleketi refaha kavuşturacak kadar maden var____ Diye takılırdım kendisine. Yine öylesine takılmıştım bizim kel taşerona:
-İshak Usta, sen akıntıya pek kürek çekmemişsindir. Şu kayıplara karıştığın iki haftada neler yaptın bir anlat hele...
-Sorma abi. Perdahlının kahvehanede oturuyordum. Bizim İspirli İsmail Usta geldi oturdu yanıma. Hani, keçinin sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş derler ya...
-Haaa..Kompresörcü İsmail!
-He, işte o.
-Gene çekmişsindir numaranı. Hani o İspirliyle Bayburtlunun çuvala girme hikayesini...
-Yoo valla, anlatmadım. Hemen konuya girdi. Duralilerde bir arsası varmış. İçinde de subasmanı atılmış, tuğlası, kumu, çimentosu hazır...
-Eee!
-Çok dardayım dedi. Alırsan şu benim arsayı içindekilerle birlikte sana satıyım ne dersin? Dedi.
-İyi ya işte. Kör ister bir göz, sen buldun iki göz.
-Hemen elimi uzattım. Anan aşşa, baban yukarı, ikiyüzelli milyona sulh olduk. İki haftadır onunla meşguldük. Hanım bir yandan, oğlum bir yandan yaptık çattık binayı.
-Ben dedim agam, sen boşa kürek çekmezsin. Eee! Ne zaman göreceğiz şu senin derebeyi şatosunu?
-İstersen hemen abi..
-Haydi öyleyse, bakmaya gidiyoruz.
Atladık benim arabaya,ver elini Duraliler...
............Duraliler, Antalyanın merkezine yaklaşık on kilometre mesafede cennet gibi bir köydü. Henüz şehrin mücavir alanında bulunan bu köyde imar olmadığı içindir ki, çok bakir bir yerdi. Göğü delercesine uzanmış asırlık ağaçlar, şırıl şırıl akan berrak sular, velhasıl doğal doku yaratıldığı gibi duruyordu hem de tertemiz...İshakın evi de o yeşillikler içerisine öyle güzel yakışmıştı ki, birden iştahım kabardı.
-Çok güzel olmuş dedim. Güle güle oturun.Şehrin betonlaşmasını önleyen, eski konaklar gibi, sağlık için uğraş verilebilecek nefis bir şey bu!
-Sağol abi, dedi İshak. Kolay. Az ileride koca akarı arkasına almış, tali arkı içerisinden geçen bir parsel daha var.
-Orası da imarsız tabii. Şu kafa parsellerinden yani...
-Abi, imar ne gezer buralarda. İmar da yok, mimar da yok, tapu da yok, kadastro da yok.
-Ne var öyleyse?
-Zilyetlik var.
-Yani pazardan domates alır gibi arsa alıyorsun.
-Aynen öyle abi, dedi İshak Usta gülerek...
Tapu işi midemi bulandırmadı desem yalan olur ama, semte müthiş içim kaynamıştı.
-Olsun be. Dedim. Devlet elimden geri alana kadar, biz de hevesimizi almış oluruz.
-Abi, bu işlerde cesur olacaksın bir kere.
-Tamam be İshak. Dedim. Kiminle görüşeceğiz?
-Korkutelili Osman Ağa ile.
-O ağa nerede?
-Hemen arsanın berisindeki evinde. Zaten bu civarı dedemizden kaldıydı diye parselleyip satıyor ha bire.
-Geç kalmışız desene.
-Erken de gelsek biz yapamazdık abi. Hele sen hiç yapamazdın bir kere.
Doğru söylüyordu İshak Usta. Devletin kanunları benim için çıkıyordu sanki. Yasa dendi mi içimizde bir tasa...Olsun dedim kendi kendime, bir kumar da ben oynayım. Kararımı vermiştim bir kere, doğru ya da yanlış. Acilen Osman Ağa ya vardık.
-Merhaba Osman ağa!
-Ooo. İshak efendi merhaba. Ne iş? Bak biii! Bu bey de kim olaki?
-Haa. Halil Abi. Bizim mühendiz, mütahidimiz. Şu senin bitişikteki arsa için geldik.
-Hoşgeldiniz. Hoşgeldiniz. Oturun hele bir soluklanın.
Osman Ağa da, İshak usta gibi kelin biriydi. Oldukça zayıf, sıskalığından uzun gibi görünen, kara, kuru, bir yaşlı köylüydü. Türk törelerine de hiç yabancı gözükmüyordu. Oldukça misafirperver, izzet ikram sahibi bir şekilde buyuretti bizi. Kendi ifadesiyle, böğürtlenlerin kölgesindeki çayırlara iki yımşak döşşek attı. Başladık sohbete. Sıra arsa pazarlığına gelmişti. Arsasının içi, Antalyanın tipik karstik kayalıklarıyla doluydu. Küçük arkın kenarında on, onbeş tane orta halli kavaklar vardı. Arka tarafta, çalılarla koyun koyuna zeytin ve incir sürgünleri, ön tarafta da böğürtlenlerle sarmaş dolaş nar fidanları bulunuyordu.
-Ne istiyorsun Osman Ağa, bu kayalıklara?
-Kayalık olur mu beyim. Şu ağaçlara bak bi. Çağıl çağıl akan şu sulara bak.
Buralara derman yitmez, sen alıcı mısın ona bak?
-Elbette alıcıyım efendim, ne yani sorucu mu zannettin?
-Öyleyse ver elini, ikiyüzmilyon kayme. Yalnız kavaklar benim, kesip Korkutelinde yazlığıma kullanacam.
-Olur mu Osman Ağa? Desene sen bana illede kayalıkları satacaksın.
-Valla ben kavakları vermem.
Yola yakın iki kavak ağacı vardı ki, gerçekten çok hoş duruyorlardı. Yazın gölgesi de tüm arsaya değerdi hani...Ben, o güzel kavakları göstererek;
-Aha şu iki kavağı bana bırakmazsan, ben elimi bırakacağım Osman ağa!
Birden İshak Usta sarıldı ellerimize. Osman Ağaya dönerek;
-Oldu bu iş. Nazlanma Osman Ağa. Halil Abim bir cayarsa, bir daha bu sokağa da girmez, bana da gelmez valla. Sen he de bitsin bu iş.
Osman Ağa, biraz nazlı, biraz da artistik havayla;
-Öyle mi diyon İshak efendi? Tamam öyleyse senin dediğin olsun, verdim gitti alın hayrını görün...
İshak Ustanın iki haftada yaptığı koca eve karşın ben, biray içinin kayalarını ayıtlatmış, çıkan taşlarla arka tarafa mükemmel bir taş duvar yaptırmıştım tıpkı Çin seddi gibi...Zümrütovadan kamyonlarla tarıma elverişli toprak taşıtmış, kayalık arsayı mümbit bir bahçeye çevirmiştim. kendi çizdiğim yazlık ev planını da üç ay içerisinde tamamlamış, kelimenin tam anlamıyla eskilerin aşiyan tabir ettiği bir bülbül yuvasına döndürmüştüm kayalıkları...Tek sorunum, apartman hayatına iyice alışmış olan çocuklarımın böyle bir bahçeye gelip gitmelerini sağlamaktı. Eşim, benim topraklarla uğraşmayı sevdiğimi bildiği için, devamlı destek veriyordu, ama çocukları alıştırmak hiç te kolay olmamıştı. Bin nazla bu küçük bahçeye geliyorlar, zincirden boşanmışçasına süratle ve pür neşe apartman dairesine geri dönüyorlardı.
...............Oldukça sıcak bir yaz günüydü. Antalyalıların; Pamukları oldurur dedikleri poyraz, şehri yakıp kavuruyordu. Büyük emekler verip diktiğim tazecik fidanları sulamak için, tek başıma gitmiştim küçük bahçeme. Raylı büyük bahçe kapısını açtığımda, alev kusan havaya rağmen adeta buz kesilmiştim. Kocaman ve simsiyah bir yılan, tam da yazlığın giriş kapısının önünde kıvrılmış, sanki bir sepet gibi duruyordu. Hayatımda iki yaratıktan çok korkardım: Biri köpek, diğeri yılan...Küçüklüğümde büyük bir köpeğe dalandığımdan olmalı ki, köpekleri hiç sevmezdim. Yılan ise, tüm ailemizin korkulu rüyasıydı...Anacağızım, her aklına geldiğinde anlatırdı: Oğlum, senin adını aldığın babamı yılan sokmuş. Hasat zamanı harman yerine gittiğinde, orada ölmüş kalmış. Ben pek bilmem, dev gibiymiş babacağızım. Yeşil ala gözlü, senin gibi sarışın, tuttuğunu koparırmış nur içinde yatsın. Adını bahar seli koymuş tüm köylü. Ama bir gün, babacağızımın hayatına son vermiş o lanet yılan...Ben, çocukluğumda devamlı dinlediğim bu hikayenin etkisi altında kalmış olmalıydım ki, yılanlara karşı büyük bir fobim vardı.
Bal mumu gibi olmuştum.
-Eyvaah! Dedim. Nasıl anlatırım ben bu manzarayı çocuklarıma? Zaten bin nazla geliyorlar. Bir de duyarlarsa bu kocaman kara yılanı, bahçenin semtine bile uğramazlar artık...
Kendimin içeri nasıl gireceğimi unutmuş, çocuklarımın nasıl geleceğinin derdine düşmüştüm. Demir kapının gıcırtısından irkilen yılan, usta bir patinajcının buzda paten yaptığı gibi, kıvrılarak binanın arka tarafına süzülüverdi. Savak başında bir kaya kütlesi bırakmıştım, silüet olsun diye. O mücessem kayanın altında yuvası olmalıydı ki, kayboluverdi kayanın dibinde...Artık, komşu olduğumuz arsa sahibi Osman Ağa, bahçe duvarına yaslanmış, kuru bedeniyle beni takip edermiş:
-Ne o Halil efendi! Dedi. Yılan mı kovaladın yoksa? Bet beniz kalmamış sende ya..
-Olmaz olsun Osman Ağa. Dedim. Kollarımı iki yana açarak, Hem de nah böyle, iki metre kapkara bir yılan. Ben nasıl kovalarım onu ya?
Gülmeye başladı Osman Ağa:
-Hah, hah, haa! Yoğsam yılandan korkan mı bey?
-Korkmak mı? Ödüm patlar valla!
-Hiiç korkma komşum. Sen bi şey yapmadıkça o seslenmez bilene...
-Yok ya, yılanın sesleneni de mi var?
-O manada demedim. Ellemez bile demek istedim. Hem ben, elime alır oynarım onuynan.
-İyi valla! Bir de yılan çıngıraklıysa, zili de hazır...
-Öyle değil komşum, ellerime alır, oyum oyum oynarım ben yılanla.
-Eh. İyi öyleyse. Kayanın dibine girdi, al da oyna.
-Aman Halil efendi bu ne korku?
-Bak Osman Ağa, bu yılanın öldüğünü görmezsem, inan bu bahçeyi satarım.
-Yok, yok. Değmeez. Sen biraz kükürt getir, kayanın dibine serp. Yılan kükürtü hiç sevmez, bırakır buraları, çeker gider.
..........Bir saniye bile durmadım, doğru şehire. Zirai ilaç satan bayilerden yarım çuval kükürt tozu aldım. Geri gittim, bahçedeki kayanın dibine titreye titreye boşalttım. Hortumu çeşmeye taktım, ne şeytanı gör, ne de salavat getir hesabı on metre uzaktan verdim suyu kayanın dibine, iyice deliğin içine işlesin diyerek. İshak usta geldi su sıkarken:
Ne o Halil Abi. Kuru kayayı ne sulayıp duruyorsun?
-Agam, sen demedin mi, şu Antalya da küreğin sapını diksen göğerir diye.
-Ne alaka Abi!
-Biliyorum kel alaka! Ben bazen böyle kuru kaya sularım, etrafı yeşersin diye. Anlayacağın bu benim hobilerimden biri...
İshak Ustanın bir çok huyları çok iyiydi. Ama diline düştün mü, fosseptiğe düş ondan daha iyi! Bilsin istemiyordum yılan hikayemi. Yoksa çocuklarım da dahil duymayan kalmazdı. Güneş, bütün heybetiyle önümüzde duran Beydağlarının arkasına dolandığında, İshak ı evine bırakıp Ereğlililer derneğine gitmiştim. Bizim kel İshak bir şey dememişti ama benzim kükürt gibi sapsarıydı arabanın aynasından gördüğüm kadarıyla... Boş masalardan birine oturdum:
-Bahri! Dedim, bir çay ver.
-Hemen Abi.
Çayın gelmesiyle beraber bizim uzun Hasan yanıma oturdu. Hasan Ereğliden en yakın arkadaşımdı.O tarihlerde Çevre Bakanlığı da yapan Ali Talip Bey in ağabeyi idi. İki metreye yakın boyu, gür sesiyle hemen belli ederdi geldiğini. Kocaman elleriyle sırtıma bir vurdu;
-Ne o, Halilciğim, hasta mısın?
-Yoo...Nereden çıkardın şimdi?
-Benzini soluk gördüm de...Haa! Sen suçlusun aslanım. Hayırsız seni. Duralilerde bir çiftlik kurmuşsun, haber, maber Hak getire...
-Ne çiftliği, kim kurmuş? Bizim kel ile birer yazlık yaptık.
-Ben çiftlik duydum yeme şimdi. Pekiyi seninki ne kadar?
-Dörtyüzelli...
-Dörtyüzelli dönüümm! Pes valla!
-Yahu sözümü bitirmedim, bir dinle arkadaş. Dönüm değil metrekare.
-Hah..Hah..Haa..Desene Dallas çiftliği! İyi, iyi, bu pazar senin Dallas stone çiftliğinde bir sıkma partisi yaparız artık.
-Yahu Hasan öyle üfürüp duruyorsun. Haydi Dallası yuttuk, stone nerden çıktı? Yakanın gavurunun kelimelerini ne sayıp duruyorsun?
-Yahu sen Taşçıoğlusun ya...stone de taş demek agam, bilmiyorsan öğren. Atlatacaksın değil mi? He demedin bizim sıkma işine.
-Hasan, kimseye söyleme sakın. Benim benzim niye soluk?
-Sordum, söylemedin! Napalım yani.
-Bugün, senin o meşhur çiftlikte kapkara bir yılan gördüm, senin boyunda.
-Hadi be sende! Sıkma yapmamak için polim çeviriyorsun.
-Ben polim, molim bilmem agam. Simsiyah, kocaman bir yılan, hem de çiftliğin tam içinde.
-Vallaha mı?
-He valla!
-O zaman sıkma kalsın agam. Ben vaz geçtim.
-Sen vaz geçme. Ben yılanın defterini bir dürdürüyüm...Sonra ne dilersen dile benden. Ya değilse sen değil ben vazgeçeceğim çiftlikten!
..................Günler geçiyor, ben çocukları arada bir pazar günleri alıp, Uzun Hasanın tabiriyle Dallas çiftliğine götürüyordum, ama yılandan çiyandan hiç bahsetmiyordum. Onlar silüet kayaya yaklaşırlarsa, ben hemen uyarıya geçiyordum;
-Çocuklaar! Oralara kadar gitmeyiin.
-Niye gitmiyecekmişiz?
-Ayağınız mayağınız kayar, başınız koca kayaya çarpar, marpar...Gelin bu taraflarda oynayın. Hem bakın ben oralarda hiç geziyormuyum?
-Aman babaa! Sen de bizi iyice bebek belledin herhalde. Eskiden bu taraflara geldiğimizde bir şey demiyordun ama.
-Olsun efendim. Şimdi diyorum.O kayadan tarafa gitmeyeceksiniz o kadar.
Kızlarım çok itaatkardılar, lakin oğluma laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordu.
-Babaa! Dedi oğlum.Bizden bir şeyler mi saklıyorsun? Ne iş?
-Ne saklıyacağım lan tuzsuz?
-Öyleyse ne bu telaşın?
-Telaş, melaş yok oğlum. De ki orada bir tarla faresi var.
-Tamam, ben tarla faresinden korkarım da, bu fare bahçenin başka taraflarında olamaz mı?
-Başka taraftaki fareleri ben yakalarım.
-Pekiyi kayanın ordaki fareyi?
-İşte onu yakalayamam.
-Nedenmiş?
-Çünkü kayanın dibinde delik var. Hemen o deliğe kaçıverir de ondan...
Kayanın deliğine girecek olan fare değildi diyemiyorum ya. Çok geçmemişti. Yine sıcak bir gün kontrola gitmiştim Dallas çiftliğini. Osman Ağa, bahçe duvarının gölgesinde duruyordu tek başına. Ben bahçeye geçer geçmez, cırtlak bir sesle beni çağırdı:
-Halil Efendiii! Halil Efendiii!
O da nesi? Benim korkulu rüyam, gecelerimin karabasanı, kara yılanı koluna dolamış oynayıp duruyor Osman Ağa.Tüylerim diken diken;
-Canlı mı, canlı mııı? Diye bağırdım.
-Canlı olur mu hiç? Defterini dürdüm keratanın. Sen iyi komşusun Halil Efendi, bahçeyi satmana gönlüm razı olmadı...
-Allah senden razı olsun Osman Ağa. O koca kaya kaç haftadır üstümdeydi. Nasıl sevindim bilemezsin.
Hemen Uzun Hasanı aradım;
-Hasancığım, asayiş berkemal. Yılanın defteri dürüldü. Pazar günü tüm tanıdıkları sıkma partisine davet ediyoruz, haberin olsun.
-Dallas stone demi?
-Hayır benim çiftlikte...
-Hani vazgeçiyordun?
-Huzursuzluk ortadan kalktı kardeşim.şunu iyi bil ki:
.HUZUR MÜLKTEN EVLADIR...
Antalya-1996
Halil Şakir TaşçıoğluKayıt Tarihi : 13.6.2008 22:50:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
İlk bahar en sevdiğim mevsim di…Bunu okuyanların, “sanki işmiş gibi, söylediğine bak, baharı sevmeyen de mi var ki? ” dediklerini duyar gibiydim ama olsun ben baharı sevmiyordum o na tutkundum…Bahar sevenler için Antalya’dan isabetli yer bulmaları zordu çünkü Antalya’da iki mevsim hüküm sürüyordu ilk bahar ve yaz…Yine o meftunu olduğum bir bahar günüydü, Antalya’ ya birlikte geldiğimiz İshak ustayla karşılaşmıştık; Selamünaleyküm abi.. -Oooo! Aleykümselam İshak Usta. Yahu sen hayattamısın? ... -Abi, sen de Ali Talip gibi bana numara çekme Allahını seversen! Görüşmeyeli iki hafta bile olmadı. -Yok canım...Sanki bana yıllar olmuş gibi geldi. _____İshak Usta, açık yürekli, bol gönüllü, sevecen bir insandı... O, ilkokul mezunuydu ama, kendinden beklenmeyecek nüktelere sahip, çok ta zeki biriydi. Her seferinde keten kasketini çıkarıp kel kafasını gösterir, türlü espriler yapardı kendi çapında...Ben de takılırdım her seferinde...Benim ki, kürkçünün sevdiği kürkü yere vurması gibi bir şeydi kelimenin tam anlamıyla...'Madenli dağda ot bitmez derler oğlum, senin bu kel kafanda memleketi refaha kavuşturacak kadar maden var! Yine öylesine takılmıştım bizim kel taşerona: -İshak Usta, sen akıntıya pek kürek çekmemişsindir. Şu kayıplara karıştığın iki haftada neler yaptın bir anlat hele... -Sorma abi. Perdahlının kahvehanede oturuyordum. Bizim İspirli İsmail Usta geldi oturdu yanıma. Hani, keçinin sevmediği ot, burnunun dibinde bitermiş derler ya... -Haaa..Kompresörcü İsmail! -He, işte o. -Gene çekmişsindir numaranı. Hani o İspirliyle Bayburtlunun çuvala girme hikayesini... -Yoo valla, anlatmadım. Hemen konuya girdi. Duralilerde bir arsası varmış. İçinde de subasmanı atılmış, tuğlası, kumu, çimentosu hazır... -Eee! -Çok dardayım dedi. Alırsan şu benim arsayı içindekilerle birlikte sana satıyım ne dersin? Dedi. -İyi ya işte. Kör ister bir göz, sen buldun iki göz. -Hemen elimi uzattım. Anan aşşa, baban yukarı, ikiyüzelli milyona sulh olduk. İki haftadır onunla meşguldük. Hanım bir yandan, oğlum bir yandan yaptık çattık binayı. -Ben dedim agam, sen boşa kürek çekmezsin. Eee! Ne zaman göreceğiz şu senin derebeyi şatosunu? -İstersen hemen abi.. -Haydi öyleyse, bakmaya gidiyoruz. Atladık benim arabaya,ver elini Duraliler... _____Duraliler, Antalyanın merkezine yaklaşık on kilometre mesafede cennet gibi bir köydü. Henüz şehrin mücavir alanında bulunan bu köyde imar olmadığı içindir ki, çok bakir bir yerdi. Göğü delercesine uzanmış asırlık ağaçlar, şırıl şırıl akan berrak sular, velhasıl doğal doku yaratıldığı gibi duruyordu hem de tertemiz...İshakın evi de o yeşillikler içerisine öyle güzel yakışmıştı ki, birden iştahım kabardı. -Çok güzel olmuş dedim. Güle güle oturun. Şehrin betonlaşmasını önleyen, eski konaklar gibi, sağlık için uğraş verilebilecek nefis bir şey bu! -Sağol abi, dedi İshak. Kolay. Az ileride koca akarı arkasına almış, tali arkı içerisinden geçen bir parsel daha var. -Orası da imarsız tabii. Şu kafa parsellerinden yani... -Abi, imar ne gezer buralarda. İmar da yok, mimar da yok, tapu da yok, kadastro da yok. -Ne var öyleyse? -Zilyetlik var. -Yani pazardan domates alır gibi arsa alıyorsun. -Aynen öyle abi, dedi İshak Usta gülerek... Tapu işi midemi bulandırmadı desem yalan olur ama, semte müthiş içim kaynamıştı. -Olsun be. Dedim. Devlet elimden geri alana kadar, biz de hevesimizi almış oluruz. -Abi, bu işlerde cesur olacaksın bir kere. -Tamam be İshak. Dedim. Kiminle görüşeceğiz? -Korkutelili Osman Ağa ile. -O ağa nerede? -Hemen arsanın berisindeki evinde. Zaten bu civarı dedemizden kaldıydı diye parselleyip satıyor ha bire. -Geç kalmışız desene. -Erken de gelsek biz yapamazdık abi. Hele sen hiç yapamazdın bir kere. Doğru söylüyordu İshak Usta. Devletin kanunları benim için çıkıyordu sanki. Yasa dendi mi içimizde bir tasa...Olsun dedim kendi kendime, bir kumar da ben oynayım. Kararımı vermiştim bir kere, doğru ya da yanlış. Acilen Osman Ağa ya vardık. -Merhaba Osman ağa! -Ooo. İshak efendi merhaba. Ne iş? Bak biii! Bu bey de kim olaki? -Haa. Halil Abi. Bizim mühendiz, mütahidimiz. Şu senin bitişikteki arsa için geldik. -Hoş geldiniz. Hoş geldiniz. Oturun hele bir soluklanın. Osman Ağa da, İshak usta gibi kelin biriydi. Oldukça zayıf, sıskalığından uzun gibi görünen, kara, kuru, bir yaşlı köylüydü. Türk törelerine de hiç yabancı gözükmüyordu. Oldukça misafirperver, izzet ikram sahibi bir şekilde buyur etti bizi. Kendi ifadesiyle, böğürtlenlerin kölgesindeki çayırlara iki yımşak döşşek attı. Başladık sohbete. Sıra arsa pazarlığına gelmişti. Arsasının içi, Antalyanın tipik karstik kayalıklarıyla doluydu. Küçük arkın kenarında on, onbeş tane orta halli kavaklar vardı. Arka tarafta, çalılarla koyun koyuna zeytin ve incir sürgünleri, ön tarafta da böğürtlenlerle sarmaş dolaş nar fidanları bulunuyordu. -Ne istiyorsun Osman Ağa, bu kayalıklara? -Kayalık olur mu beyim. Şu ağaçlara bak bi. Çağıl çağıl akan şu sulara bak. Buralara derman yitmez, sen alıcı mısın ona bak? -Elbette alıcıyım efendim, ne yani sorucu mu zannettin? -Öyleyse ver elini, ikiyüzmilyon kayme. Yalnız kavaklar benim, kesip Korkutelinde yazlığıma kullanacam. -Olur mu Osman Ağa? Desene sen bana illede kayalıkları satacaksın. -Valla ben kavakları vermem. Yola yakın iki kavak ağacı vardı ki, gerçekten çok hoş duruyorlardı. Yazın gölgesi de tüm arsaya değerdi hani...Ben, o güzel kavakları göstererek; -Aha şu iki kavağı bana bırakmazsan, ben elimi bırakacağım Osman ağa! Birden İshak Usta sarıldı ellerimize. Osman Ağaya dönerek; -Oldu bu iş. Nazlanma Osman Ağa. Halil Abim bir cayarsa, bir daha bu sokağa da girmez, bana da gelmez valla. Sen he de bitsin bu iş. Osman Ağa, biraz nazlı, biraz da artistik havayla; -Öyle mi diyon İshak efendi? Tamam öyleyse senin dediğin olsun, verdim gitti alın hayrını görün... İshak Ustanın iki haftada yaptığı koca eve karşın ben, biray içinin kayalarını ayıtlatmış, çıkan taşlarla arka tarafa mükemmel bir taş duvar yaptırmıştım tıpkı Çin seddi gibi...Zümrütovadan kamyonlarla tarıma elverişli toprak taşıtmış, kayalık arsayı mümbit bir bahçeye çevirmiştim. kendi çizdiğim yazlık ev planını da bir ay içerisinde tamamlamış, kelimenin tam anlamıyla eskilerin aşiyan tabir ettiği bir bülbül yuvasına döndürmüştüm kayalıkları...Tek sorunum, apartman hayatına iyice alışmış olan çocuklarımın böyle bir bahçeye gelip gitmelerini sağlamaktı. Eşim, benim topraklarla uğraşmayı sevdiğimi bildiği için, devamlı destek veriyordu, ama çocukları alıştırmak hiç de kolay olmamıştı. Bin nazla bu küçük bahçeye geliyorlar, zincirden boşanmışçasına süratle ve pür neşe apartman dairesine geri dönüyorlardı. _____Yoldan girişte, tekerlekli büyükçe bir kapı arabamı koyduğum yere açılıyordu. Villa Giriş yolunun iki kenarı, hayatta en sevdiğim hatta müptelası olduğum güllerle kaplı, binanın Ön kısmında, portakal, limon, avakado ve nar ağaçları vardı ikişer tane. Esas bahçesi olan binanın arka tarafında ise, Antalya’ da yetişen tüm meyvelerden dikmiştim, annemin, çocukluğumuzda el eline bakmayalım diye yetiştirdiği örnek bahçesi gibi…Belki de belleğim altındakiler su yüzüne çıkmıştı.Sebzeler ekiyordum ve soranlara da “benim çiftlik” diyordum Bu dörtyüzelli metre karelik küçücük bahçeme! Benim memleketimde fıstık yetişmezdi. Bazen çocuklarla şakalaşırdık birbirimizle. Ben sorardım bilge edasıyla; -Deyin bakalım fıstık sebze mi, meyve mi? Her kafadan bir ses gelir, getirmiştim büyük kızım; -Babacığım, ağaçta yetişirse meyve, yerde yetişirse sebze! Ben hemen takılırdım; -Yani, yer fıstığı sebze, çam fıstığı meyve? -Aman baba! Diye tepkilerini gösterirlerdi. _____O yıl yer fıstığı ekmiştim, bahçenin takriben elli metrekarelik kısmına. Yaz tatili olmuş, Kızımı ve annemi Isparta dan getirmiştim Antalya’ daki evimize. Eşim, kayınvalidesini çok sever ve sayardı. Onun elini öpmüş, çok büyük bir yakınlık göstermiş, rahat etmesi için divanlardan birini dört başı mamu hazırlamış ve annemi yatırmıştı. -Hatun! Dedim, annem çok sever bağı, bahçeyi…Bugün dinlensin, yarın onu benim Çiftliğe götürüyüm! -Ne çiftliği oğlum? Diye sordu annem merakla. Eşim hemen atıldı; -Amaan anne, sen onun çiftlik dediğine bakma. Bir evleklik bir kara parçası… -Aylardır bahçesinden mahrum annem. Dedim. Gözü gönlü açılır, morali düzelir, kötü mü? Ertesi gün annemi arabamla çiftliğime götürdüm. Üç gün önce suladığım fıstıklarımın da bir güzel tavı gelmişti ki…Annemin eski alışkanlıkları depreşmişti: -Hay oğlum, ne güzel göğermiş fıstıkların. Göneni de nasıl güzel gelmiş hele! Haydi çapayı, çatal keseri al gel de bir güzel çapalayalım. -Olur mu hiç anne? Sen otur, ne halin var iş yapacak…Geç şu kavakların gölgesine uzan hele. Ben yaparım ne gerekiyorsa. -Babalımı al oğlum! Dedi. Hakkımı hala itmem beni bu fıstık kömelelerine yaklaştırmazsan. Baktım çok üzülecek. Getirdim içeriden tarım aletlerini, oturduğu yerden, sürüne, sürüne, neredeyse yarısını çapalamıştı görmeyen gözleriyle. Ama ben daha çok yorulmuştum, anneme fazla yer bırakmamak için müthiş bir gayret göstermiştim… _____Oldukça sıcak bir yaz günüydü. Antalyalıların; Pamukları oldurur dedikleri poyraz, şehri yakıp kavuruyordu. Büyük emekler verip diktiğim tazecik fidanları sulamak için, tek başıma gitmiştim küçük bahçeme. Raylı büyük bahçe kapısını açtığımda, alev kusan havaya rağmen adeta buz kesilmiştim. Kocaman ve simsiyah bir yılan, tam da yazlığın giriş kapısının önünde kıvrılmış, sanki bir sepet gibi duruyordu. Hayatımda iki yaratıktan çok korkardım: Biri köpek, diğeri yılan...Küçüklüğümde büyük bir köpeğe dalandığımdan olmalı ki, köpekleri hiç sevmezdim. Yılan ise, tüm ailemizin korkulu rüyasıydı...Anacağızım, her aklına geldiğinde anlatırdı: Oğlum, senin adını aldığın babamı yılan sokmuş. Hasat zamanı harman yerine gittiğinde, orada ölmüş kalmış. Ben pek bilmem, dev gibiymiş babacağızım. Yeşil ala gözlü, senin gibi sarışın, tuttuğunu koparırmış nur içinde yatsın. Adını bahar seli koymuş tüm köylü. Ama bir gün, babacağızımın hayatına son vermiş o lanet yılan...Ben, çocukluğumda devamlı dinlediğim bu hikayenin etkisi altında kalmış olmalıydım ki, yılanlara karşı büyük bir fobim vardı. Bal mumu gibi olmuştum! -Eyvaah! Dedim. Nasıl anlatırım ben bu manzarayı çocuklarıma? Zaten bin nazla geliyorlar. Bir de duyarlarsa bu kocaman kara yılanı, bahçenin semtine bile uğramazlar artık... Kendimin içeri nasıl gireceğimi unutmuş, çocuklarımın nasıl geleceğinin derdine düşmüştüm. Demir kapının gıcırtısından irkilen yılan, usta bir patinajcının buzda paten yaptığı gibi, kıvrılarak binanın arka tarafına süzülüverdi. Savak başında bir kaya kütlesi bırakmıştım, silüet olsun diye. O mücessem kayanın altında yuvası olmalıydı ki, kayboluverdi kayanın dibinde...Artık, komşu olduğumuz arsa sahibi Osman Ağa, bahçe duvarına yaslanmış, kuru bedeniyle beni takip edermiş: -Ne o Halil efendi! Dedi. Yılan mı kovaladın yoksa? Bet beniz kalmamış sende ya.. -Olmaz olsun Osman Ağa. Dedim. Kollarımı iki yana açarak, Hem de nah böyle, iki metre kapkara bir yılan. Ben nasıl kovalarım onu ya? Gülmeye başladı Osman Ağa: -Hah, hah, haa! Yoğsam yılandan korkan mı bey? -Korkmak mı? Ödüm patlar valla! -Hiiç korkma komşum. Sen bi şey yapmadıkça o seslenmez bilene... -Yok ya, yılanın sesleneni de mi var? -O manada demedim. Ellemez bile demek istedim. Hem ben, elime alır oynarım onuynan. -İyi valla! Bir de yılan çıngıraklıysa, zili de hazır... -Öyle değil komşum, ellerime alır, oyum, oyum oynarım ben yılanla. -Eh. İyi öyleyse. Kayanın dibine girdi, al da oyna. -Aman Halil efendi bu ne korku? -Bak Osman Ağa, bu yılanın öldüğünü görmezsem, inan bu bahçeyi satarım. -Yok, yok. Değmeez. Sen biraz kükürt getir, kayanın dibine serp. Yılan kükürtü hiç sevmez, bırakır buraları, çeker gider. Bir saniye bile durmamıştım, doğru şehire. Zirai ilaç satan bayilerden yarım çuval kükürt tozu alıp geri gitmiştim. Bahçedeki kayanın dibine titreye titreye boşaltmıştım. Hortumu çeşmeye takıp, ne şeytanı gör, ne de salavat getir hesabı on metre uzaktan vermiştim suyu kayanın dibine, iyice deliğin içine işlesin diyerek. İshak usta gelmişti su sıkarken: -Ne o Halil Abi. Kuru kayayı ne sulayıp duruyorsun? -Agam, sen demedin mi, şu Antalya da küreğin sapını diksen göğerir diye. -Ne alaka Abi! -Biliyorum kel alaka! Ben bazen böyle kuru kaya sularım, etrafı yeşersin diye. Anlayacağın bu benim hobilerimden biri... İshak Ustanın bir çok huyları çok iyiydi. Ama diline düştün mü, fosseptiğe düş ondan daha iyi! Bilsin istemiyordum yılan hikayemi. Yoksa çocuklarım da dahil duymayan kalmazdı. Güneş, bütün heybetiyle önümüzde duran Beydağlarının arkasına dolandığında, İshak ı evine bırakıp Ereğlililer derneğine gitmiştim. Bizim kel İshak bir şey dememişti ama benzim kükürt gibi sapsarıydı arabanın aynasından gördüğüm kadarıyla... Boş masalardan birine oturdum: -Bahri! Dedim, bir çay ver. -Hemen Abi. Çayın gelmesiyle beraber bizim uzun Hasan yanıma oturdu. Hasan Ereğliden en yakın arkadaşımdı.O tarihlerde Çevre Bakanlığı da yapan Ali Talip Bey in ağabeyi idi. İki metreye yakın boyu, gür sesiyle hemen belli ederdi geldiğini. Kocaman elleriyle sırtıma bir vurdu; -Ne o, Halilciğim, hasta mısın? -Yoo...Nereden çıkardın şimdi? -Benzini soluk gördüm de...Haa! Sen suçlusun aslanım. Hayırsız seni. Duralilerde bir çiftlik kurmuşsun, haber, maber Hak getire... -Ne çiftliği, kim kurmuş? Bizim kel ile birer yazlık yaptık. -Ben çiftlik duydum yeme şimdi. Pekiyi seninki ne kadar? -Dörtyüzelli... -Öff! Dörtyüzelli dönüümm! Pes valla! -Yahu sözümü bitirmedim, bir dinle arkadaş. Dönüm değil metrekare. -Hah..Hah..Haa..Desene Dallas çiftliği! İyi, iyi, bu pazar senin Dallas stone çiftliğinde bir sıkma partisi yaparız artık. -Yahu Hasan öyle üfürüp duruyorsun. Haydi Dallası yuttuk, stone nerden çıktı? Yakanın gavurunun kelimelerini ne sayıp duruyorsun? -Yahu sen Taşçıoğlusun ya...stone de taş demek agam, bilmiyorsan öğren. Atlatacaksın değil mi? He demedin bizim sıkma işine. -Hasan, kimseye söyleme sakın. Benim benzim niye soluk? -Sordum, söylemedin! Napalım yani. -Bugün, senin o meşhur çiftlikte kapkara bir yılan gördüm, senin boyunda. -Hadi be sende! Sıkma yapmamak için polim çeviriyorsun. -Ben polim, molim bilmem agam. Simsiyah, kocaman bir yılan, hem de çiftliğin tam içinde. -Vallaha mı? -He valla! -O zaman sıkma kalsın agam. Ben vaz geçtim. -Sen vaz geçme. Ben yılanın defterini bir dürdürüyüm...Sonra ne dilersen dile benden. Ya değilse sen değil ben vazgeçeceğim çiftlikten! _____Günler geçiyor, ben çocukları arada bir pazar günleri alıp, Uzun Hasanın tabiriyle Dallas çiftliğine götürüyordum, ama yılandan çiyandan hiç bahsetmiyordum. Onlar silüet kayaya yaklaşırlarsa, ben hemen uyarıya geçiyordum; -Çocuklaar! Oralara kadar gitmeyiin. -Niye gitmiyecekmişiz? -Ayağınız mayağınız kayar, başınız koca kayaya çarpar, marpar...Gelin bu taraflarda oynayın. Hem bakın ben oralarda hiç geziyormuyum? -Aman babaa! Sen de bizi iyice bebek belledin herhalde. Eskiden bu taraflara geldiğimizde bir şey demiyordun ama. -Olsun efendim. Şimdi diyorum.O kayadan tarafa gitmeyeceksiniz o kadar. Kızlarım çok itaatkardılar, lakin oğluma laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordu. -Babaa! Dedi oğlum.Bizden bir şeyler mi saklıyorsun? Ne iş? -Ne saklıyacağım lan tuzsuz? -Öyleyse ne bu telaşın? -Telaş, melaş yok oğlum. De ki orada bir tarla faresi var. -Tamam, ben tarla faresinden korkarım da, bu fare bahçenin başka taraflarında olamaz mı? -Başka taraftaki fareleri ben yakalarım. -Pekiyi kayanın ordaki fareyi? -İşte onu yakalayamam. -Nedenmiş? -Çünkü kayanın dibinde delik var. Hemen o deliğe kaçıverir de ondan... Kayanın deliğine girecek olan fare değildi diyemiyorum ya. Çok geçmemişti. Yine sıcak bir gün kontrola gitmiştim Dallas çiftliğini. Osman Ağa, bahçe duvarının gölgesinde duruyordu tek başına. Ben bahçeye geçer geçmez, cırtlak bir sesle beni çağırdı: -Halil Efendiii! Halil Efendiii! O da nesi? Benim korkulu rüyam, gecelerimin karabasanı, kara yılanı koluna dolamış oynayıp duruyor Osman Ağa.Tüylerim diken diken; -Canlı mı, canlı mııı? Diye bağırdım. -Canlı olur mu hiç? Defterini dürdüm keratanın. Sen iyi komşusun Halil Efendi, bahçeyi satmana gönlüm razı olmadı... -Allah senden razı olsun Osman Ağa. O koca kaya kaç haftadır üstümdeydi. Nasıl sevindim bilemezsin. Hemen Uzun Hasanı aradım; -Hasancığım, asayiş berkemal. Yılanın defteri dürüldü. Pazar günü tüm tanıdıkları sıkma partisine davet ediyoruz, haberin olsun. -Dallas stone demi? -Hayır benim çiftlikte... Annem de dahil güzel bir piknik yapmıştık Ereğli sıkma partisi yaparak…

Hikayenizi bugün okudum ve bu büyüklüğü gösterdiğinizi görünce sizin bu yönünüze hayran kaldım.
Nice güzel hikayede imzanızı görmek dileğiyle saygılarımı sunuyorum.
Değerli ağabeyime uzattığı gül dalı için çok teşekkür ediyorum.
Önce bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyorum.Çok bilinçli bir internet kullanıcısı değilim.
Antolojide yeni yayınlanan şiirler kuşağında akan
' Dallas Çiftliği' sanırım başlığında bulunan 'Dallas'kelimesinden dolayı,biraz eleştirel şiir çağrışımı uyandırdığından olsa gerek,biraz da
bizim kuşağın bir çalışması olduğunu düşündürdüğünden ilgimi çekti.Ve severek okudum.Benim hikayeniin tekniği ile,dili ile ilgili olumsuz bir görüşüm olmadı.Bunu da yazımda belirttim.Aslında getirdiğim eleştiri de sizin eserinizle ilgili değildi.Sanat eserlerinin genel niteliğiyle ilgil bakış açımı ortaya koyan bir değerlendirmeydi.Size kaba ve kırıcı geldiyse asıl ben özür dilerim.
Şiir sayfama düştüğünüz iltifatınızdan dolayı sayfanıza gelerek sizi ve kaleminizi tanıdım.İnanın sizi tanımaktan dolayı çok bahtiyar oldum.Çünkü beni adam yerine koymuş ve eleştirimi dikkate almışsınız.Ve hikayenizi sanırım ileride tamamını yayınlamak üzere yayından kaldırmışsınız.Hikayenizi yeniden yayınlarsanız bana da bir mesaj gönderin.Çok sevinirim.
Efendim,
'Acemi Balıkçılar' hikayesinde hem kendimden çok şey bulduğum için çok sevdim.Hem de içinde bulunan sıcak mesajlardan dolayı...
Bu mesajları bünyesinde bulunduran başlıkları bir sıralayalım:
1-Baba oğul ilişkisi,
2-Sıcak ve demokratik aile ortamı,
3-Başka insanlarla kurulan diyaloglarda izlenen yol,
4-Yeni edinilen bilgilerin sindirilme süreci,
5-Mimarlıkla ,doğayla,çevreyle ilgili terimlerin ve bakış açılarının geliştirilmesine katkı
Ve bana göre anafikir:Pek çok basit bilgi bile ancak uzun bir süreçte öğrenilip kullanılacak hale gelir.Aceleci davranmak başarısızlığı getirir.
Veya bir İşin inceliklerini öğrenmeden işe başlamayın.
Efendim,
Mesleki damarım kabardı galiba,bu güzel hikaye için teşekkür ediyor,affınızı rica ediyor saygılarımı sunuyorum
Malesef pek çok kişi bu düşünceyle yazmıyor.
Senin de böyle bir kaygının olmaması doğal.
İlle bir fikir çıkaracaksak 'Duraliler' doğa harikası,cennet köşelerimizden bir yer.Gidin oraya bir evde siz yapın , orada bir an önce betonlaşsın.
Ama böyle yazılar,filimler,şiirler,heykeller, müzikler,bizi sanatsız bir toplum yapıyor.
Onun için insanlık ölüyor.
Lütfen bu yazıyla sizi kınadığı mı düşünmeyin! Ana fikri iyi belirlenmemiş her esere bir parça gıcığım ben.
Dilerim benim sevdiğim böyle bir eserinde yine karşılaşırız.
TÜM YORUMLAR (5)