Akşam okuldan eve geldiğinde, babası tv başında günün haberlerini takip ediyor, annesi yemek masasını hazırlıyor, kız kardeşi ise duştan yeni çıkmış, üstünde bornozla saçlarını kuruluyordu. Onun ise ne tv seyretmek, ne yemek yemek, ne de duşa girmek umrundaydı. Şuanda tek yapmak istediği şey, biraz uyumak ve sonra kalkıp derslerine çalışmaktı. Bugünkü sınavı da çok şükür atlatmıştı atlatmasına ya, önünde günde iki sınav olmak üzere altı sınav daha vardı.Üst katın anahtarını alıp, kapıyı açtıktan sonra doğruca odasına gitti. Kravatını ve ceketini çıkartıp bir köşeye attıktan sonra, beyaz gömleği ve gri okul pantolonuyla yatağına uzandı.
Planı 3-4 saat kestirip gece kalkıp ders çalışmak olmasına rağmen gözünü açtığında gün ışığı gözüne vuruyordu. Yansıyan ışığa göre havanın bulutlu olduğunu sezdi ve bir yandan geç kalkmasına bir yandan da havanın karanlık olmasına söylene söylene yatağından kalktı.Hava karanlık olduğu zamanlarda içi de kararır, sınavlardan pek hoş not aldığı olmazdı..Adımını sağa attı, yedi sekiz adım atıp biraz sallanır gibi olduktan sonra sola döndü.. On-onbeş adım sonra sağ yapıp tuvalete girdi. Tuvalete girip çıktıktan sonra elini yüzünü yıkadı. Biraz kendine gelir gibi olduktan sonra aynada yüzünü seyretti. Her geçen gün ne kadar geliştiğini ve alnında yer alan parlaklığın ne kadar arttığını hissetti. Bu arada hiç beklenmedik bir şey daha hissetti..
Sanki burnuna, bir binanın yıkımı sonucu oluşan toz kokuları ve çığrışan insan, uluyan köpek ve kedilerin cırtlak sesleri geliyordu.. Korkar adımlarla odasından balkona çıktı. Dışarıya baktığında ise hayretler içinde kaldı. Sağına baktı,soluna baktı,ve çevrede bulunan binaların teker teker yıkıldığını gördü. Tıpkı uzaklarda bulunan dağlar gibi.. Dağlar da yavaş yavaş bir buzdağı gibi erimeye başlamıştı.. Bu sırada aşağıya baktığında annesinin sesini duydu, ona dışarı çıkmasını söylüyordu. Ve bu sesle birlikte içinde bulunduğu şaşkınlıktan bir an olsun kurtulup kendine geldi. Kendi evleri de çökmeden, üstündeki kıvrışmış pantolon ve beyaz gömlekle kendisini apartman dairesinden dışarı attı. Asansöre bakmadan merdivenlerden koşar adım inmeye başladı.
Dışarı çıktığında, binadan çatırdılar duymaya başladı. Arkasına bile bakmadan bulunduğu yerden uzaklaşmaya devam ettiğinde ise kendi evlerinin de harabe hâle geldiğini hissetti ve yüreğinden bir parça koptu. Koşar adım beş altı blok ilerde bulunan deniz kıyısına doğru koşmaya başladı. Orası onun için en güvenli yerdi, etrafında hiçbir yapı yoktu. Ama unuttuğu bir şey varsa, denizin doldurulmasıyla yapılan otobandı..Otobanın üstüne çıktığında derin bir nefes aldı, ve etrafına baktı. Etrafta tek bir canlı varlık göremiyordu, sanki yer yarılıp herkes içine girmişti. Çığıran insanlardan, uluyan köpeklerden ve kedilerin cırtlak sesinden eser yoktu. Ağır adımlarla otobanın üstünde doğuya doğru harekete ettiğinde, denizin üstünde koşan kocaman kocaman boğalar görmeye başladı. Boğaların arasında da yunus balıkları yükselip yükselip alçalıyorlardı. Ve birden ayağının altındaki otobanın kaydığını hissetti. Otoban da yavaş yavaş denizin içine gömülmeye yüz tutmuştu.Bu sırada yönünü tekrar şehre doğru tuttu. Ve birden tekrar içine fenalık düştü. Eriyen dağların üstünden şehre doğru boyu iki-üç karış olan, şu ana kadar görmediği tüylü tüylü canavarlar geliyordu, önlerinde ne varsa içine giriyor ve büyük ihtimalle içinde yer alan leşleri yiyorlardı. Aklına annesi, babası, kardeşi geldiğinde çöktü. Yıkıldı olduğu yere… İşte bu sırada denizden şehre doğru yönelen boğaları fark edemedi. Bu boğaların biri ona sertçe vurduğunda ise iş işten geçmişti…
Kendine geldiğinde, kendisini bir bulutun üstünde buldu. Bulut yavaş yavaş yükseliyordu. Yükseldikçe gökyüzünün daha canlı olduğunu hissetti.Yeryüzüne baktığında ay yüzeyi gibi dümdüz bir yüzeyden büyük bir toz bulutu kalktığını gördü. Başını yerden kaldırdığında ise yukardan bir bulut kümesinin de kendisine doğru yaklaştığını farketti. Ve bu bulut kümesinin üstünde de üç kişinin olduğunu gördü; biri uzun boylu, dalgalı uzun kumral saça sahip, sakallı..Diğeri esmer,
en az diğeri kadar saça ve boya sahip, bastonlu.. Diğeri beyaz kısa saçlı, ve diğerlerinden daha da uzun boyluydu. Bulutlar aynı seviyeye yaklaştığında, onu aralarına çektiler. Beyaz saçlı olan, elindeki tası ona sundu. “İç evlat! ” dedi. İçinde su vardı, ama içtiğinde onun sadece bir su olmadığını anladı. Baldan tatlı bir şeydi bu. Ve onu içtikten sonra tüm bu yorgunluktan, ve stresten bir anda kurtulduğunu hissetti. Ve hepsi birden: “Her zaman su gibi saf ol! ” dedi. Diğeri elindeki bastonu sundu. Bastonu tuttuktan sonra, bedeni gökyüzüne yükselen hür bir ağaç gibi dikildi ve bedenine ve ruhuna güç geldi. Ve hepsi: “İlimden de bu baston gibi destek almayı ihmal etme! ” dedi Kumral olanın yanına yaklaştığında, kendi sırtındaki hırkayı çıkarıp onun üstüne attı. Hırkayı üstüne giydikten sonra, alttan başka bir bulutun yükseldiğini ve bu bulutun üstünde de annesinin, babasının ve kardeşinin ona konuşmadan el salladığını gördü. Acı yerini bir anlık mutluluğa bırakmıştı. Ve yine hepsi birden: “Acıların seni her zaman böyle saracaktır ve zayıflığını yok edecektir! ” dedi.. Bu sırada üstten bir bulut kümesi daha yaklaşıyordu. İçi görülmeyen bir bulut kümesi.. Onların bulutuyla aynı seviyeye geldiğinde, diğerleri onu bulutun önüne çekti. O ise ne olduğunu anlamamış şaşkın şaşkın bakıyordu. Birden bulutun içinden bu zamana kadar duymadığı, şerbet gibi bir ses yükseldi; ve “Suyunu paylaş, bastonunu paylaş, hırkanı paylaş, ama sisini asla paylaşma! ” dedi..
Ve birden kulağına, yatağının yanında çalan telefon sesi geldi.. Arayan annesiydi ve ona artık kahvaltı saatinin geldiğini söylüyordu..
Ahmet AğdereKayıt Tarihi : 28.3.2006 06:33:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Ahmet Ağdere](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/03/28/5-oyku-kiyamet.jpg)
Öykünün tuhaf bir karışım olduğunu söylemeliyim önce.
Sanki sadece bir olay üzerinde yoğunlaşacakmışsın gibime geldi, giriş kısmını okuyunca. Sadece okuldan dönen ergen:) kahramanın mesela bir kıza aşık olduğunu, bu nedenle canının sıkıldığını, buhran geçirdiğini :) ve yatağına gömülüp zırıl zırıl ağlayarak :) çâresizlik içinde kıvranacağını-ki kız da büyük ihtimâlle büyük burunlu olacaktı ve 'hooooşşşt! Sen kim oluyon da bana aşık oluyon behh!' gibisinden bir havada(bulutların en bulutumsusunda:) uçar olacaktı- düşlemiştim. Lâkin... Hiç de böyle olmadığını anlamam zor olmadı. :)
Sanırım kahramanın rüyâsı şu kısımdan itibaren başlıyor:
'Üst katın anahtarını alıp, kapıyı açtıktan sonra doğruca odasına gitti ve kravatını ve ceketini çıkartıp bir köşeye attıktan sonra yatağına uzandı...'
Neden böyle diyorum? Bir sonraki parağrafın ikinci cümlesinde şu cümleye bakalım:
'Yansıyan ışığa göre havanın bulutlu olduğunu sezdi ve bir yandan geç kalkmasına bir yandan da havanın karanlık olmasına söylene söylene yatağından kalktı...'
Bence kalkmamış yatağından. Herhangi bir gerçek hayata dönme alâmeti yok çünkü bundan sonra... Bu kısımda rüyâ başlıyor; garip olaylar başlıyor... Kahraman uçuyor adetâ, düş âleminde...
Bana deprem oluyor gibi geldi öyküde... :)
Ama bunun bir iç deprem olduğunu iddia etmek de çok yanlış olmaz bence.
Ve bu iç yıkıntısından çıkmayı bilmiş bir kahraman... Çıkış kapısını bulma gücüne sahip. Her ne kadar ilk başta bunun aksi bir yapıya sahip olduğunu düşünsek de, içindeki durumun bir süreliğine de olsa devâm edeceği fikrine kendimizi kaptırır olsak da, sonradan rüyâda da olsa(belki de bu, kahramanın bilinçaltıdır)içinde bulunduğu kötü ruhsal durumdan kurtulduğunu ve hattâ kendine pay da çıkardığını görüyoruz. Kahraman zayıf gözükse de ilk izlenimde, daha sonra bütün handikapları aşabilecek bir ruh hâline doğru kendini yönlendirebileceğini kavrayabiliyoruz.
Öykünün ortalarında düşleme ve imgeleme yoğunluk kazanmış. Verilmek istenen görüntü hayal öğeleri, garip yaratıklar, olağanüstü durumlarla tamamlanmaya çalışılmış.
Mesela şu boğalar:) canavarlarla alâkası var mı yok mu pek anlamadım ama garip bir hava katmış o paragrafa. Denizden şehre gidiyorlar hem de... Yokuş çıktıklarını düşünürsek bir de, tersine yani akan her şeyin... “Ki, burada neden boğalar?” sorusuna verilebilecek tek cevabım da: kırmızı olabilir elbet... Kan olabilir... O leşler hani... Nasıl ki canavarlar leşlere(insanın leşi olur mu; bunu da biraz düşünmek, düşlemek gerek belki ama...) hücum ediyor; işte boğalar da o leşlerden! süzüm süzüm süzülen kanın rengine kanıyorlar, demek ki... Bu noktada, kahramanın içindeki o kızıl âlemi; o kan kırmızısı, leş kokan havaya karşı ne kadar yenik düşmüş olabileceği de düşünülebilir. Bağrındaki o buhranın yansıları bence, tüm bu hayâli varlıklar...
Kendine geliş sürecinde ise önemli olan nokta: bir şeylere yüksekten bakabilmek; olayları daha da geniş açıdan duyumsayıp öylece bir takım kanılar edinmek... O zaman insan kendini, hassaten de, beyaz bir bulutun üzerinde; daha ferah, daha da doğru bir düşünme gerçekleştireceği ve üzerinde bulunduğu zeminin de kendisine engin bir kalbî rahatlık sunacağı bir atmosfer içinde hisseder. Ve gördükleri de değişir...
O göçüğünde yitip gittiği şehir belki de o zaman virân değildir. O viran olarak gözüken, aslında öğütücü kisvesinde bir törpüdür. Yontar da yontar... Gerçeğe ve mükemmele yanaştırır.
Ki bu bakış açısına sahip olabilmek için de illimin hayâtî önemi vardır. Onsuz ne açıdan, ne da bakıştan söz edilebilir. İlimsiz ele alınan her sopa, taşa takılır bir yerinde yolun ve kendine dayanan insanı yere serper, bir çırpıda... ilmin özünde acı vardır; sevgi gibi... Acı çekilmeden ne menfi ne de müspet ilmin merdiveninde adım atılabilinir. Seyr-i sulûk mesela... ona ermek için cefânın her türlüsü ile demlenmek, elzemdir.
Fakat ben buradaki suyun tam olarak neyi simgelediğini kavrayamadım. Hani belki de bir kendine gelmek için bir silkinme süreci de olabilir, bir tokat da... Öylesi bunalım zamanlarında...
Anlamadığım ikinci nokta: “sis”
?
Nedir bu? Neden paylaşılmamalıdır? İnan çözemedim. Açıklarsan anlayacağım inşallah Kardeşim:)
Ve son olarak:
“Ve birden kulağına, yatağının yanında çalan telefon sesi geldi.. Arayan annesiydi ve ona artık kahvaltı saatinin geldiğini söylüyordu....”
:) rüya denilmesinin sebebi de burası sanırım... ben, bu kısmı atalım diyorum bu öyküden... Çok da gerekli değil. Bir “eeeehhh” dedirtiyor çünkü insana, “o kadar şeyden sonra...” :) öyle muallâkta kalması bence daha da etkileyici...
Sevgimle
Öykü öykü
Lem kalsın canlar...
;)
FÂtih
Düşünülmesi gereken bir rüya görmüş ve yazmışsınız..
Tebrikler
Saygımla
TÜM YORUMLAR (2)