41 Numaralı Yolcu Şiiri - İsmet Barlıoğlu

İsmet Barlıoğlu
1529

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

41 Numaralı Yolcu

41 NUMARALI YOLCU

Gokko Fuat Şarkışla Cezaevi ‘nden kurtulduğu sırada akşam olmak üzereydi.
Sokak başında durup gerinerek etrafa baktı.
İlçe küçücüktü ve ne yana baksan işte o yanda çabucak tükeniveriyordu. Ilık akşam güneşinin son ışıkları yakın tarlaları solgun sarı bir renge boyayarak ekini biçilmiş toprakta titreşmekte, yakınlarda sarı görünen dağlar uzaklara doğru morararak kararmakta ve serçeler yorgun kanatlarla yuvalarına dönmekteydiler.
Gürültü caddenin alt başından koptu.
Hoyrat bağrışmalar akşamın yeni başlayan sessizliğini bir baştan bir başa çarşaf gibi yırtıyor, itişe kakışa caddeyi doldurmaya çabalayan kalabalık gitgide büyüyor, gürültüler haykırışlara, haykırışlar yalvarışlara, yalvarışlar küfürlere karışıyordu.
Yaklaştığında durumu daha bir yakından gördü.
Garson kılıklı üç kişi aralarına aldıkları bir çocuğu tartaklamaktaydılar.
Çocuk ondört yaşlarında kadar vardı. Belki de onbeş. Burnundan kan geliyordu ve kirli, yağlı, siyah saçlarının birkaç teli kana bulanıp alnına yapışmıştı. Ceketi yoktu. Sırtına bol gelen kırmızı gömleğinin dirsekleri ve kolları parçalanmıştı. Giyilmekten dizleri ve arkası parlamış olan ve eskilikten de kullanılamayacak hale gelmiş bulunan Pantalonu yer yer yamalar içindeydi. Pantalonunun boyuna göre çok uzun oluşu, görenlerde onun kendisine ait olmadığı kanısını uyandırıyordu. Kan içindeki kaşlarının uçları aşağı düşmüştü. Gözlerinde korku kol gezmekte, yanaklarının biryerlerinde bir şeyler seğirmekte, burnunun deliklerinden dudaklarına aşağıya inen incecik kan çizgileri ağzına, dişlerine bulaşmakta, sağ elinin tersiyle ağzını her silmek isteyişinde eli kıpkırmızı bir renk almaktaydı. Çorapsız ayaklarının birinde eski bir lastik ayakkabı bulunmasına karşın, obir ayağı toprağa çıplak basıyor ve lastiğinin tekini biryerlerde bırakmak zorunda kaldığı kolayca anlaşılıyordu.
Çocuk hiçbir şeye, hiçbir saldırıya karşı koymuyor, sadece yüzüne-gözüne inen sillelerden, yumruklardan korunmaya çalışıyor ve sürekli olarak aynı sözleri mırıldanıp duruyordu:
- Ula baba, bende para n ‘aramış? ... Ula baba, ben sandım duvar… Bende para n ‘aramış? ...
Gokko Fuat ‘ı en çok şaşırtan da çocuğun sesi oldu. Ses, yaşıyla, gövdesiyle ve o gencecik görünüşüyle asla bağdaşmıyordu. 14-15 Yaşındaki bir çocuktan çok 70-75 yaşlarındaki bir adamın sesi gibiydi: Yorgun, cılız, ölgün.
- Ula baba, bende para n ‘aramış? ... Ula baba, ben sandım duvar… Bende para n ‘aramış? ...
Kalabalık on-onbeş kişiden oluşmuştu. Bunlar çocukla garsonların çevresinde tam bir çember oluşturmuşlardı. Herbirinin yüzünde panayıra eğlenmeye gelmiş insanların rahatlığı ve merakı göze çarpmaktaydı. Kimisi çocuğun ağzına-burnuna inen tokatları sigarasından geniş soluklar çekerek izliyor, kimisi olanları daha bir iyi görebilmek için öne geçmeye çabalıyor, kimisi cebinden çıkardığı öte-beriyi ağzına tıkıştırıyor, kimisi önünü kapatan olmasın diye ellerini geniş geniş açarak çevresindekileri engellemeye çalışıyordu.
- Ula baba, bende para n ‘aramış? ... Ula baba, ben sandım duvar… Bende para n ‘aramış? ...
Gokko Fuat elinin tersiyle siyah palabıyıklarını yanlara bastırarak kalabalığın ortasına daldı. Garsonlardan birini ceketinin yakalarından hoyratça kavrayarak ceketini adamın boğazına kadar toplayıp:
- Dur lan, angut… Diye gürledi. Bas geri, parçalarım… Yırtarım lan, tuvalet kağıdı gibi… Yüz kere hapse girecek olsam yine de çelme takarım haksızlığa…
Adam, ceketinin yakaları ta boğazına kadar çıkmış ve boynu ta omuzlarının arasına gömülmüş bir durumda önündeki insan azmanına korkuyla baktı. Azman en yüksek kapılardan bile eğilmeden, en geniş kapılardan bile yan dönmeden geçemeyecek ölçüde iri yapılıydı.Herbir parmağı iki-üç parmak kalınlıktaydı. Eski kasketinin altından fışkırmış olan yağlı siyah saçları ensesine tıpkı aslan yelesi gibi dökülmüştü. Bıyıklarının uçları yanaklarını dövmekte, sağ yanağındaki çıban izi öfkeden seğirmekte, yırtıcı bakışları alev alev yanmaktaydı ve adam her haliyle selam verenin borçlu çıkacağı tiplerdendi.
Gokko Fuat ‘ın yüzüne alttan yukarı korkuyla bakan bu aynı garson, çocuğun ağzını-burnunu kan içinde bırakmış olan deminki garsona hiç benzemiyordu. Başını geri çevirmeye henüz fırsat bile bulamamasına karşın,arkadaşlarının çoktan geri bastıklarını sezinlemişti bile. Derin bir korku içinde:
- Ama beyefendi… Diye kekeleyip durmaya başlamıştı. Bu beyefendi yani işte bu çocuk lokantanın camını kırdı… Yani vitrini… Duvar sanıp dinlenmek için sırtını dayamış dalgınlıkla…Yani işte kendisi söylüyor böyle… Duvar olur mu hiç koskoca cam? ... Kırılıverdi yaslanılır yaslanılmaz… Yani dedik ki; bari ödesin parasını… Binlerce lira… Yani işte onun için…
Gokko Fuat tek sözcük söylemedi. Garsonun yakalarını hoyratça bırakıverdi. Pantalonunun sağ yan cebinden çıkardığı para tomarından bir kesimini ayırıp kalanını adamın suratına savurdu. Sonra onun yerlere dağılan paraları toplayışıyla ilgilenmeden bakışlarını olayı izleyenlerin yüzlerinde gezdirdi:
- Dağılın lan… Dedi. Maymun oynatmıyoruz heralde…
Oradakiler sözü ikiletmeden birer-ikişer dağılıp uzaklaştılar.
Gokko Fuat pençeyi andıran iri eliyle çocuğun saçlarını okşadı:
- Para için adam dövülür mü, lan… Diye mırıldandı. Para ne ki, el kiri…
Çocuk konuşmadan bakıyordu. Gözleri donuk donuktu. Ne düşündüğü anlaşılamıyordu. Zaten Gokko Fuat ‘ın da herhangi bir şey anlamaya çalıştığı yoktu. Biryerlerde bir şeylerin yapılması gerekmiş, kendince gerektiği kadarını da yapmıştı. Bundan öte bir şey bilmiyor, bilmek de istemiyordu. Kimdi? Neydi? Kimin nesi, kimin fesiydi? Nereden gelir, nereye giderdi? Cam neden kırılmıştı? Böyle şeyler Gokko Fuat ‘ı asla ilgilendirmiyordu. Onu ilgilendiren tek şey; insana insanca davranılması gerektiğiydi. Evet öyleydi: İnsana insanca davranılmalı, kişi herbir yanlışı için ölüme mahkum edilmemeliydi.
Yürüdü gitti.
Otogara doğru ilerledikçe yollar, yamaçlar ıssızlaşıyor ve ilçe, yatağında son soluğunu veren bir hasta gibi eriyip tükeniyordu. Gittikçe yoğunlaşan gece, kentin sokaklara savurduğu bir tükrükten farksızdı. Işıklara boğulmuş duran evler, kapılarını açıp geceyi sokağa tükürmüş, sonra da kendi içlerine kapanmışlardı sanki.
Gokko Fuat başını çevirip oldukça uzaklarda kalan evlere baktı. Gerçekte evler mi geceyi dışarı atmışlardı, yoksa gece mi evleri? Bunu kestiremiyordu. Kendisi gecenin içindeydi. Tam içinde. Öyle biryerlerinde işte. Gece bir karabasandı şimdi. Çıkmış, üstüne çullanmıştı. Tornadan lekesiz çıkmış bir karakedi gibi. Gündüzün hakimi olan Gokko Fuat gecenin mahkumuydu sanki. Gündüz herşey kendisinin olduğu halde, gece hiçbir şey kendisinin değildi. Bu ilçe, bu kaldırımlar, bu sokaklar, bu evler, bu güç, bu her şeye tepeden bakış, bu her şeyin üstesinden geleceğine ilişkin inanç. Tümü kendisinden ötede yaşıyorlardı. Gündüzün hiçbir yere sığamamıştı, geceleyin içine sinip sığınabileceği bir serçe yuvası arıyordu.
Başını kaldırıp göğe baktı.
Gök, yıldızlarını kuşanmıştı yine. Samanyolu pırıl pırıl bir toz bulutu. “Uuuu ne de çok yıldız var.” Dı. “Neye yarar” dı. “Bunca yıldız, dünyaya bir yararı olmadıktan sonra.”
Uzaklarda dağlar karaduman içindeydi. Rüzgar çala-vura yağmur yüklü bulutları yakınlara getirmeye başlamıştı. İlk bir-iki ıslak damla başına-yüzüne vurunca Gokko Fuat yakalarını kaldırıp hızlandı.
Otogar henüz görünürlerde yoktu. Olsa; ışıkları görünürdü ilk önce.
Tarlalardan yırtıcı köpek havlamaları gelmekteydi. “Ben olsam; savaşta düşman ordularının üstüne başıboş çoban köpeklerini salarım. Bozguna uğramamak için birbirlerine zincirle bağlanıp savaşan Sen Jan Şövalyeleri ‘nin üstüne. Öyle de bir salarım ki; üüüüü, kaçamazlar kaçsınlar, uçamazlar uçsunlar.” Diye düşünüp güldü.
İleriki tepelerin ardından parlak bir güneş doğar gibi oldu. Arabanın kendisi görünmüyordu ama farlarının ışığı Gokko Fuat ‘ın gözbebeklerini iğne deliğine çevirmeye yetmiş de artmıştı bile. Ne denli uzakta veya ne denli yakında olduğunu kestiremeden otomobil vurup yanından geçti, yolları yuta yuta ilçeye doğru uzaklaştı. “Vay inek vay… Rakibin havayolları sanki…”
Yeniden karanlıklara gömülmüştü. “Ay ışığı varken ayın yokluğu pek belli olmuyor.” Diye düşündü.
Yağmur damlaları yerde, ay ışığı altında pırıl pırıldı. Ateş böcekleri gibi. Yürürken bir yanıp bir sönüyorlardı, durunca gümüş tozlarından farksız.
Otogar solgun birkaç ampulün ışığı altında çok loş, çok gizemli görünüyordu. Yaklaştıkça çevre duvar daha bir iyi seçilmeye başladı. Alıştıra alıştıra. Sonra, otobüslerin kaporta parıltıları ve bazı büroların camlarından dışarıya süzülen kirli sarı ışık demetleri.
Duvarın ilerisinde kimsecikler yoktu. Cansız bir-iki otobüsün karanlık kalmış farları ölü gözlerini andırmaktaydı. Hızını arttırmış olan yağmurun damlaları arabaların kaportalarını yeni yeni kamçılamaya başlamıştı.
Büroların aşağı-yukarı tümü kapalıydı. Canlılıklarıyla varlıklarını belirten otogarların bu alışılmamış cansızlığı Gokko Fuat ‘ın ruhunu karartıyor, yalnızlığını arttırıyor, derin bir karamsarlık duygusu tıpkı bir karabasan gibi çıkıp yüreğinin tam üstüne oturuyordu.
Otogarın tuvaletleri briketten yapılmış, bı sıvasız briketlerin üstüne baştansavma bir yazıyla erkekler için olduğunu belirtir birkaç sözcük yazılmıştı. Kapıda bekçi ve içeride ışık yoktu. El yardımıyla daracık bir geçitten geçti. Yine el yardımıyla boş bir kabin buldu. Su döktü. Çıktı.
Mızrak Otobüsleri ‘ne ait bürodaki görevli, avuçlarındaki soyulmuş, doğranmış, yıkanmış patatesleri küçük tüpgazın üzerindeki alüminyum tencereye boşaltmaya uğraşıyordu. Asık suratlı, pehlivan yapılı, karman-çorman saçlı, bulduğuyla giyinmiş biriydi. İçeri giren, bankoya yaklaşan, selam veren herhangi birisi yokmuş gibi davranıyor, yinelenen sorulara son derece belirgin bir asık suratla ve başını kaldırmaksızın yanıtlar vermekle yetiniyor, yolcudan daha çok tenceresiyle ilgileniyor, arada bir, bankonun altından çıkardığı şişeyi başına dikip derin soluklar salıveriyor ve bir eliyle şişeyi yerine bırakırken obir eliyle ağzını, bıyıklarını kuruluyordu.
- Sivas ‘a araba var mı?
- Mızrak 7.
- Hangi araba?
- Dışarıda. Mavi.
- Saat kaçta hareket edecek?
- 24:00 ‘de
- Saar daha 20:00. Yani dört saat sonra?
- …..
- Başka araba yok mu? Daha erken kalkan?
- Mızrak 7. Mavi araba.
- Başka araba yok mu?
Adam elindeki tahta kaşığı alüminyum tencerenin içine bırakarak yavaşça geri döndü. Gözlerini kırpmaksızın Gokko Fuat ‘ın yüzüne dik dik baktı. Ağzına geleni söyleyecek ve habire verip veriştirecekmiş gibi bir tutumu vardı. Fakat bu tutumun tam tersine ağzını bile açmadı. Yeniden dönüp bankonun dibinden bir çaydanlık çıkardı ve çaydanlığın suyunu tenceredeki patateslerin üzerine boşalttı.
Gokko Fuat gözlerini derme-çatma tavanın açıkta duran kirişleri üstünde gezdirerek bir süre düşündü. Sonra, bakışlarını kirişlerden ayırmaksızın sordu:
- Şarkışla-Sivas kaç lira?
Adam ocağın alevini çoğaltırken:
- Üçbin… Diye homurdandı. Üçbin lira…
Gokko Fuat pantalonunun cebinden buruşuk para tomarını çıkardı. Tomarı ikiye ayırdı. Bir kesimini yerine tıkıştırırken bir kesimini araba planı üzerinde bilet yazmaya başlayan adama uzattı:
- Şöyle önden bir yer olsun. Boşsa.
- 3 Numara.
- İyidir.
Adam yeri işaretleyip bileti uzattı ve fazla konuşmayı kardan zarar saydığını belirtmek istercesine arkasını dönüp tenceresini karıştırmaya koyuldu.
Gokko Fuat biletini uzun uzadıya gözden geçirip durmakta, numarasına, yola çıkış tarihine, çıkış saatine, para tutarına, Mızrak Turizm ‘in amblemine ve bilet arkasına düşülmüş olan notlara büyük bir ilgiyle bakmaktaydı. Neden sonra başını biletinden kaldırdı, biletini katlayıp cebine koydu ve oturacak bir yer bulabilmek için çevresine göz gezdirmeye başladı.

Tencere fıkırdamaya başlamıştı.
Tencerede fıkırdamaya başlayan patatesinden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen görevli arkasını dönmeksizin:
- Burada oturacak yer yok. Diyerek beklenmedik bir ilgi gösterdi. Oturup bekleyeceksen; yandaki saona.
Adamın sanki kişinin aklından geçenleri okuyabilme yeteneği veya arkasında bir fazla gözü vardı. Belki de, nice yıllara dayalı mesleğinin kendisine kazandırdığı öylesine bir alışkanlığı.
Gokko Fuat kapının camından dışarı baktı. Yağmur sağnağa dönüşmüştü. Damlalar camı kamçılıyordu. Otogar dibi görünmez karanlıklar içindeydi. Bürodaki patates tenceresi fıkırdayıp duruyor, kapağı iten azgın bir buhar tavana doğru püskürüp dağılıyordu.
Kontrplaktan yapılı uyduruk kapıyı açınca sağnağın pıtırtısı büroyu doldurdu ve soğuk bir esnti içeriye saldırdı. Gokko Fuat dışarı çıkıp kapıyı arkasından kapattı.
Yağmur damlaları çukurlardaki gölcükler üzerinde şıpırdıyor, rüzgar birikintileri dalgalandırıyor, otobüs bürolarından birinin asma sac levhası demirden askılarında sallanarak gıcırdayıp duruyordu. Az ilerde birkaç kişi, yere koydukları bir gemici fenerinin ışığı altında bir otomobil lastiğini jantından ayırmaya uğraşmaktaydılar.
Gokko Fuat bitişikteki bölmenin tahta kapısını iterek içeri girdi. Kapı tıpkı bir kağnının yağsız kalmış tekerlekleri gibi gıcırdıyordu. İçerisi karanlıktı ve pencerenin kırık camından sızabilen ışık cam dibini bile aydınlatmaya yetmez görünüyordu.
Kapıyı örtüp elektrik düğmesini buldu. Kapının tam dibindeydi ama görev yapmıyordu.Belki de tavandaki ampul ömrünü tüketmişti. Birkaç kez kurcaladıktan sonra lambayı yakmaya uğraşmaktan vazgeçti. Cebinden çıkarıp yaktığı kibritin yetersiz ışığı altında çevresine şöyle bir göz gezdirdi. Kırık, çıplak ve aralıklı bir tahta sıradan başka hiçbir şey göremedi. Kibrit parmaklarını yakarak söndü. Bir yenisini yakmak istediyse de yakamadı. Üçüncüsünden de sonuç alamayınca bir-iki adım atıp tahta sıraya çöktü. Sıra soğuktu. Belki de tozlu ve pis. Zira, pantalonunun arkasına bir ıslaklık bulaşmıştı. Eliyle yokladı. Bu kez elinin yapışkan bir hal aldığını sezinledi. Şekerli suyu andıran bir şeydi. Belki bal, pekmez, ya da sakız falan. Sıranın o kesiminden kalkıp az ötesine oturdu. Karanlıkta bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına sıkıştırdı. Kibritini yeniden çıkardı. Yine yanmayabilir endişesiyle avuçlarını çöpün çevresine kapatarak kutunun yanına sürttü. Kibrit küçük bir çatırtıyla alevlendi. Alevi önce yukarı kaldırarak sigarasını yaktı, sonra kolunu ileri uzatarak alevi çevresinde gezdirdi. Sıvası dökülmüş harap duvarlar ve tam karşısında bir ikinci boş sıra vardı.
Ve Gokko Fuat yalnızlığıyla yine baş başaydı.
Sırtını geri yasladı. Sigarasından derin bir soluk alarak daracık ve karanlık salonun tavanına doğru savurdu.
Anası bu sıralarda ne yapıyordu acaba? Nebahat ‘ın; beş yaşındaki yumuk yüzlü bacısının kalbinde delik olduğunu, anasının cezaevine bir hafta gelmiş olan mektubundan öğrenmiş ve öğrenir öğrenmez de beyninden vurulmuşa dönmüştü. Arkadaşları pençelerini demir parmaklıklardan söküp alabildiklerinde, ellerinin derileri soyulmuştu ve avuçlarında kan vardı.
Bacısı için gereken doktor parasına gücü yeterdi. Zira; çalmak gerekse çalar, vurmak gerekse vurur, kırmak gerekse kırardı böylesi karagünler için. O anda gücünün yetmediği tek şey; şu demir parmaklıkların ötesine geçebilmekti. Bunun gerçekleşmesi ise tam bir haftasını almış ve Gokko Fuat bu bir hafta içinde her gün sabahtan akşama kadar kan süzmüştü.
Şimdilerde tek amacı Şarkışla ‘dan Sivas ‘a, Sivas ‘tan da Demiröz Köyü ‘ne ulaşabilmekti.
“Ah bir dayansa; gerisi kolay.” Dı. “Yağ gibi kolay, su gibi kolay.”
Parmaklarını yakan izmariti fırlatıp attı. Ateş önce karşı duvara çarptı, sonra yere düştü ve ağır ağır kararmaya başladı.
“Bu dünyada haksızın yerine haklının, suçlunun yerine suçsuzun başı pek derde yanmıyor.” du. “Ama hakkın aydınlığa çıkması zaman alıyor.” du. Nitekim, kendisi tam sekiz ay yatmıştı suçsuz olduğunun anlaşılabilmesi için.
“Aman sen deee…” Diye düşünerek omuz silkti. “Artık dışarıdayım ya, varsın istediği kadar yandan aksın mapusane çeşmesi. Beni asla mandallamaz.”
Uyuyor muydu ne? Belki de uyku ile uyanıklık arası bir şey. Belki düş, belki değil. Neyin gerçek olduğunu, neyin gerçek olmadığını pek ayıramadığı bir nokta.
İşte tam o noktada o aksakallı koca gelip çıktı karşısına.
Ama ortalık karanlık değil, günlük-güneşlikti ve gözalabildiğine uzanan sapsarı tarlalarda başlarına mendil bağlı ırgatlar tırpandır sallıyorlardı deniz gibi dalgalanan ince gövdeli buğday başaklarına.
Bir nereden çıktığı anlaşılamayan aksakallı koca. Yaşı belki 70, belki biraz fazla. Sakalı normalden uzun. Kavurucu yaz güneşleri alazlamış yüzünü ve yüzü dövme bakır rengine kesmiş ta sakala, bıyığa dek. Gözlerinin üstlerine yünü andıran bembeyaz kaşlar inmiş. Alnında nice bir uzun yılların yorgunlukları kırış kırış kırışıklık, buruş buruş buruşukluk olmuş. O yorgun yüzde, bu yüzde olmayan tek şey; gözleri. Koyu siyah kartal gözleri gibi. Gözleri pırıl pırıl, gözleri ışıl ışıl, gözleri dinç.
Bu bakır rengi yüze, bu ağarmış sakala, bu bembeyaz kaşlara, bu yün gibi bıyıklara iyice bir abani sarık pek uyardı ama o yok. Neden yok, bilinmez. Belki eskiyi eskilerde bırakmış, gençliğinin tüm günlerini içi dolu bir bohça gibi bıraktığı bir yerde, bir yerlerdeydi. Onun içindir ki başına şapka takmış. Bir kasket. Sakalının rengine az biraz yakın, güneşten solmuş soluklaşmış ve yer yer beyaza çalmış. Kasketin tam arkaya yakın bir yerinde soluk siyah bir yama… Gençliğinde yakışıklıymış besbelli. Sağ yanağındaki ben iri ve siyah. Ağarmış bıyığının tam üstünde. Elinde değnekten basit bir baston, bir eski zaman asası.
Aksakallı koca “Selamünaleyküm, oğul.” dedi Gokko Fuat ‘a. Tıpkı masallarda aşk şarabı dağıtan o ermişler gibi. Fuat doğrulmak isterken de bastonsuz elini omuzuna bastırdı. Sesi insanı ılık ılık sarıyor, duvar duvar kuşatıyor, çevrim çevrim çevreliyordu. Ses yorgun fakat tatlıydı. Bir garipti. Garsonların döve döve kan içinde bıraktıkları çocuğun sesini andırmaktaydı. Elini Gokko Fuat ‘ın omuzundan kaldırdıktan sonra, onun tam karşısında kalan adam boyu başakların arasına çöküp oturmuştu.
- Dinle oğul… diyordu. Bu düş müş değil… Sen say ki; gerçektesin, yani düşte falan değilsin… Zaten neyin düş, neyin gerçek olduğu şimdiye dek belirlenmiş mi ki? ... Diyeceğim şu: Senin karşılığın büyük… Söz kesin, onay kesin… Dolaşık değil, bulaşık değil… Zira; bugün senden başkalarını düşünmen istendi, düşündün… Başkalarına acıman istendi, acıdın… Onun için karşılığın var… Çünkü hiçbir şey karşılıksız değildir… Verildiği kadar alınır, alındığı kadar verilir… Sendeki fazla başkalarının eksiğidir… Sendeki eksik başkalarının fazlasıdır… Sakın rastlantıya inanma… Deniz kıyısında oturan rutubete katlanmak zorunda…
Gokko Fuat kıpırdanacak oldu, kıpırdanamadı. Aksakallı kocanın ak gülücüğü sarı başaklardan oluşmuş bir deniz gibiydi. Duvarları kuşatmış, Fuat ‘ı çevrelemiş, bir balya pamuk gibi sımsıkı sarıp sarmalamıştı.
Yaşlı adam:
- Konuşma oğul… demekteydi. Konuşması gereken konuşacak şeyi olandır… Senin yok konuşacak şeyin… Ama benim var… Onun için ben konuşayım, sen dinle… Demem o ki; sen düşte değilsin… Düşte olsan düşte kalırsın… Çünkü; düşte olan gerçeğe yansımaz… Düş onun için geleceği göstermez… Zira, bana da gerçekten yansımıştı… Niye yansımasın? Ben ayna değil miyim? Sen ayna değil misin? ...
Sonra dedi:
- Senin anan saf ve temiz bir kadıncağız… Kimseye eli değmez, dili dokunmaz… Gerek ki sen anana gölge olasın, kol ola, kanat ola, kalkan olasın…
Sonra dedi:
- Nebo ‘yu göreceksin, hiç merak etme. Sana bu fırsat tanındı. Nebo ‘yu göreceksin, dünya gözüyle. Anan da seni görecek. Çünkü ona da esirgenmedi.
Sonra dedi:
- Mızrak 7. Mavi araba. 3 Numara değil. Onu senden alacağız.
Sonra dedi:
- Sen yola çıkma bu otobüsle oğul. Ver biletini geri. Toplanması gerekenler zaten toplandı. Sen artık trenle varırsın Sivas ‘a.
Sonra dedi:
- He mi oğul, trenle git Sivas ‘a. Aldırma engele mengele. Çünkü engellerin kaldırıldı senin. Tabii belirli bir süre için. Ancak, insanoğlu nankördür. Darlıkta lütuf bekler. Genişliğe çıkınca minneti unutur ve lütfa da inanmaz. Ne yazık ki; sen de bunu anlayamayacaksın, senden sonrakiler de.
Gokko Fuat uykuyla uyanıklık arasındaydı. Uykunun bittiği ve uyanıklığın başladığı veya uyanıklığın bittiği, uykunun başladığı bir yerde.
Canı sigara istiyordu. Gözlerini karanlıkta dolaştırıp az önce yere fırlatmış olduğu izmaritin ateşini aradı, bulamadı. Sönmüş müydü bu denli çabuk?
Kutunun yanına sürttüğü ilk kibrit yine yanmadı. Kibrit yanmayınca da çöpten öte değer taşımıyordu. Öylece ayaklarının dibine bıraktı. İkinci kibritin parlayan alevinde, karşısındaki sırada oturan karaltıyı seçer gibi oldu. Üçüncü kibriti çaktığında; az-boz ayrıntılarıyla yaşlı adamı karşısında buldu.
Düşündeki sakallı kocaydı.
Karşısında, tam karşısında, o aralıklı tahta sırada oturuyor ve kibrit alevinde bir an için parlayıp sönen o kapkara kartal gözleriyle kendisine bakıyordu.
Gokko Fuat kibritleri ardı ardına yakıp durmaya başlamıştı.
Evet, O ‘ydu.
Yetmişi aşkın yaşıyla, gözlerinin üstlerine yıkılmış bembeyaz kaşlarıyla, ağarıp sakalına karışmış bıyıklarıyla, uzun bembeyaz sakalıyla, yanağındaki iri, kapkara beniyle, başındaki o solmuş, yamalı kasketiyle, elindeki değnekten bozma, başsız bastonuyla, O ‘ydu.
Düşündeki o ılık sesli, delici bakışlı adamdı.
Düşe uymayan tek şey; yaşlı adamın ayakları dibinde duran içi tıkabasa dolu eski heybe oldu. Kalanı; düşte neyse gerçekte o ve gerçekte neyse düşte o.
Gokko Fuat yaşlı adamı düşte mi, yoksa gerçekte mi gördüğünü bir türlü kestiremiyordu. Adam gelip karşısına oturmak isterken onu sezinler gibi olduğundan düşünde görmüş olabilirdi. Ve gerçekte Gokko Fuat ‘ın inanmak istediği de buydu. Ama bunun böyle olmadığını kendisi de biliyordu. Zira, açılıp kapatılırken yağlanmamış kağnı tekerleği gibi gıcırdayan kapının sesini asla duymamıştı. Bu da onun içini anlayamadığı bir huzursuzlukla doldurmaktaydı.
Duyacağı sesin düşündeki sese benzeyeceğinden korkarak:
- Merhaba baba. Dedi. Yolcu musun? Ne zaman geldin? fark edemedim de geldiğini.
Yaşlı adam düşündeki sese uymayan kalın ve yorgun bir sesle:
- Merhaba gardaş. Diye mırıldandı. Beli, yolcuyuk. Aha şimdi geldim. Bi dakka oldu olmadı.
Gokko Fuat yeniden bir kibrit yakıp adama çabucak bir göz gezdirdi. Sonra, parmaklarını yakan kibriti savurup salonun penceresinden dışarı baktı.
Yağmur olanca hızıyla yağıyor, bürodan taşan ışık demetleri altında garip parıltılarla hışıldıyor, çatının üstünde pıtırtılar oluşturup duruyordu.
Gokko Fuat yaşlı köylünün salona yeni girmiş olabileceğini bir türlü benimseyemiyor, daha doğrusu benimsemekten korkuyordu. Yeniden bir kibrit yakıp yolcuyu kaçamak bakışlarla şöyle bir süzdü. Bu süzüş onu iliklerine dek ürpertmeye yetmişti.
Gokko Fuat ‘a göre; bu yaşlı adam bu otoparka ve bu salona yeni gelmiş olamazdı. Zira; yağmur kendisi buraya geldiğinde başlamıştı ve gittikçe de hızını arttırmaktaydı.. Oysa yaşlı yolcunun üstü-başı kupkuruydu.
Titreyen ellerle sigarasını çıkardı. Bulunduğu yerde öne eğilerek kırık camdan sızan yetersiz ışık altında yaşlı yolcuya uzattı:
- Buyur baba… Dedi. Sigara yak…
Adamın karanlığı zorlukla delen yorgun sesi yüzünün güleçliğine bulaşmış gibiydi:
- Allah razı olsun, gardaş. Tütüne sevdamız galmadı. Onsekizde başladık, ondokuzda boşladık.
- Ara-sıra da olsa; olmaz mı içtiğin?
- Olmaz.
Gokko Fuat yanan kibriti bir süre öylece tuttu, sonra sigarasını yakıp üfleyerek söndürdü:
- Yolculuk nereye? Sivas ‘a mı?
- Beli, Sivas ‘a.
- Sivas bir saat çeker mi otobüsle?
- Allalem çeker. Tren daha bir eyce.. İstedinmi dolaşırsın, ayakların neyin açılır. Sıkıştınmı gidip su dökersin rahatlıkla. İşte onca bir golaylıhları var. Tren eyce. Eyce. Otobostan çok bir eyce.
Gokko Fuat sigarasının dumanlarını karanlığa üfürüp yutkundu:
Sen niye trenle gitmiyorsun öyleyse?
- Tren istasyonu buraya çok uzak. Arabasız girmek zor. “Yörü” desen yörüyemem. Amma senin için öyle deel. Sen gençsin, dinçsin. Uzak yakın sana bir ve aynı. Ben senin yerinde olsam trennen giderim.
Gokko Fuat irkildi:
- Baba sen bilet aldın mı otobüse?
- He ya aldım.
- Mızrak 7 ‘ye mi?
- Allalem ona.
- Mavi otobüse?
- He ya, ona herhal. Hele bak şu biletime. Sevaptır. 41 mi ne. 41 ya da 42. Unuttum.
Gokko Fuat yaşlı yolcunun karanlıkta uzattığı bileti kibrit ışığında gözden geçirip geri verdi:
- 41 Numara. Dedi. Mızrak 7 otobüsü, 41 numara.
Köylü o aynı yorgun sesiyle mırıldandı:
- Mızrak 7 otobosu, 41 numara.
Salonun kapısı gıcırdayarak açıldı ve yağmuru sırtında taşıyan güçlü bir esintinin ardı sıra birkaç kişilik bir yolcu grubu ivedi adımlarla içeri girdi. Hemen arkasından küçük bir çocuk:
- Anaaa… Bura garannık… Diye ağlamaya başladı. Işık yaksın bubam, ışık yaksın…
Kalın bir erkek sesi çocuğun ağlamasını bastırdı:
- Kes zırıltıyı lan… Yakacayıh lambayı işde… Hele önce elektrik düğmesini bir bulah…
Ortalık bir anda gündüz gibi aydınlandı.
Gözleri kamaşan Gokko Fuat, bir ışıl ışıl yanan tavandaki ampule, bir içeri girmiş olanlara, bir de karşısındaki tahta sırada oturan yaşlı yolcuya baktı.
Lambayı yakan adam şaşkın bakışlarını Fuat ‘ın üzerinde gezdirerek:
Garannıhta niye oturdun gardaş? Dedi. Hemi de bir başına. Dügmenin yerini mi bulamadın yoğusa? Aha burada halbuysam. Gapının tam yamacında.
Adam bunları söylerken salt Fuat ‘a söylüyor, yaşlı köylünün farkında bile değilmiş gibi davranıyordu. Yaşlı köylü ise dakikalardır oturmakta olduğu tahta sıradan kalkmış, duvar dibindeki heybesini öne çekmiş, girenlerle ilgilenmeden içinde bir şeyler aramaya başlamıştı. İşin ilginç yanı; salona girenlerden hiçbirinin yaşlı köylüye aldırış bile etmemeleriydi. Nitekim, daha ilk anda, ondan boşalan tahta sıraya küçük bir köylü çocuğuyla biri yaşlı, obiri genç iki kadın oturmuşlardı. Salonda başkaca oturacak yer bulunmamasına karşın, yaşlı köylüye, yeniden yerine oturup oturmayacağını sormaya gerek bile görmemişlerdi.
Gokko Fuat bakışlarını kapının yanındaki elektrik düğmesine dikmişti. Gözlerini düğmeden bir türlü ayıramıyordu. Büyülenmiş gibiydi ve kafası birbirinden garip soruların yağmuru altındaydı:
Salondaki şu erkek, şu iki kadın ve şu çocuk o yaşlı köylüyü neden görmezlikten gelmekteydiler?
Şu genç kadınla yaşlı kadın kendisinden yeterince sakındıkları halde, şu yaşlı köylüden sakınmaya neden gerek görmemekteydiler?
Yerinden kalktı. Sarsak adımlarla kapı dibine gitti. Ne yaptığını bilmeyen bir tutumla elektrik düğmesini ardı ardına iki kez çevirdi. İlkinde karanlığa gömülen bekleme salonu, ikincisinde yine aydınlandı.
Kalın sesli köylü belirgin bir can sıkıntısıyla:
- Ula gardaş… Diye seslendi. Sen ne ediyon ki? ...
Köylü kadınlardan yaşlı olanı başını yana çevirerek belli belirsiz mırıldandı:
- Deli mi ne?
Yakınmalar bununla kalmadı. Küçük çocuk o cırlak sesiyle tükenmeyen bir ağlama tutturmuştu bile:
- Ne söndürüyon ışığı lan emmiiii… Garannık lan… Gorhuyoh işde…
Kadınlar çocuğun ağlamasını kesemediler. Gokko Fuat ‘ın bu ağlamaları duyduğu bile yoktu. Ağır ve kapkara bir gölge tıpkı bir karabasan gibi gelip yüreğinin başına çöreklenmişti. Boğazına bir yumruk tıkalıydı. Sesini, soluğunu kesen bir yumruk. Nabzının attığından, yüreğinin çarptığından pek emin değildi artık. Düşünceleri otogarla demiryolu istasyonu arasında, Şarkışla ‘yla Sivas arasında, Sivas ‘la Demiröz Köyü arasında gidip gidip gelmekteydi. Düşüncelerinin biryerlerinde Mızrak 7 otobüsü bir uçuruma yuvarlanıyor, arabadan kendi ölüsü parçalanmış bir biçimde binbir zorlukla çıkarılıyor, Nebo ‘yu, kalbi delik bacısını ölmeden önce son bir kez görmesine, yüzü yaşmaklı anasının elini öpmesine olanak falan kalmıyordu.
Bilmediği, anlayamadığı bir şeylerin veya birilerinin kendisini otobüs yolculuğundan çekip almak istediklerini, trenle gitmeye zorladıklarını sezer gibi oluyor ve işin garip yanı; bunu da benimsemeye hazırlanıp duruyordu.
Gokko Fuat kapıyı gıcırdatarak açıp salondan dışarı fırladı. Rüzgarda savrulan yağmur damlaları yüzünü şiddetle kamçıladı. Yağmurla ıslanmış soğuk bir rüzgar yanaklarını sıyıyarak geçip gitti ve briket duvarların köşelerinde uğultular kopardı.
Büroya girdiğinde; asık suratlı görevli bulaşık yemek tabaklarını boş tencerenin içine doldurmak üzereydi. Kontrplak kapı rüzgarın etkisiyle Gokko Fuat ‘ın elinden kurtulup duvara çarpınca; arkayı gören gözleriyle:
- Höst… Ayı…
Diye mırıldandı ve nedendir bilinmez, o a”Ayı” sözcüğünü alabildiğine yavaş söyledi.
Gokko Fuat iki elini birden, hem de dirsekleriyle birlikte bankoya koymuştu. Ellerinden birinde bir otobüs bileti vardı:
- Biletimi… Diyordu soluk soluğa. Biletimi geri al gardaş… Ben gitmeyeceğim Sivas ‘a… Biletimi geri al… Caydım gitmekten, anlıyor musun? ...
Arkayı gören adam yüzünü dönmeksizin tenceresini kaldırıyordu:
- Satılan bilet geri alınmaz bizde.
Gokko Fuat zorlukla yutkundu:
- Biletimi geri al… Yerimi karala… Caydım gitmekten… Sivas ‘a gitmeyeceğim ben…
Arkayı gören adamın yanıtı aynıydı:
- Satılan bilet geri alınmaz bizde.
- Otobüsle gitmeyeceğim, trenle gideceğim ben.
Bu kez yanıttaki sözlerin yerleri değişmişti:
- Bizde geri alınmaz satılan bilet.
- Peki, gitmek istemeyen yolcu zorla gönderilir mi sizde?
Asık suratlı adam maskeyi andıran bir yüzle geri döndü. Başlangıçtan bu yana ilk kez ilgiyle fakat kararlı gözlerle Fuat ‘a baktı. Fuat ‘ın yüzünü, gözlerini, kapkara bıyıklarını, bankoya dayanmış el ve dirseklerini iyice bir gözden geçirdi. Sonra yerine oturup salt dudaklarıyla mırıldandı:
- Gitmeyen yolcu zorla gönderilmez. Yeri karalanır. Ama parası geri verilmez.
- İçerde mi kalır?
- İçerde kalır.
- Yolcunun cebinde sadece bir tek simit parası kalmışsa; yine de içerde mi kalır biletinin parası?
- İçerde kalır.
Gokko Fuat, gözleri bir aynı noktaya dikili olarak asık suratlı adamın yüzüne baktı.
Ne ilginç.
Adam tıpkı bir sineğe benzemekteydi. Kafası gövdesine incecik bir sinirle bağlanmıştı. Ön ayaklarıyla kafasını arkadan öne doğru sıvazlıyor, sonra ellerini birbirine sürterek temizlemeye uğraşıyordu. Sineğin arkasında, içinden daha yeni kurtulduğu cezaevinin demirden yapılma parmaklıkları vardı. Bakışları sineğin kafasını deldikten, parmaklıkların arasından geçtikten sonra, minicik bir delikten küçücük ve sıcacık bir yüreğin içine girip durur gibi olmaktaydı.
- Kalsın gardaş. Dedi. Kalsın benim param içerde. Gitmeyeceğim Sivas ‘a otobüsnen.
Asık suratlı adam bankonun üstüne bırakılmış olan otobüs biletini önemsemeden aldı ve başını çevirmeden yüksek sesle seslendi:
- Gel bakalım bacı… İşte bu bilet sana… Mızrak 7 otobüsü 3 numara… Kapının yamacında… Ön kapının…
Bürodaki duvar dibinde el bağlamış duran yaşlıca bir köylü kadın ürkek adımlarla ve ellerini birbirinden çözmeksizin bankoya yaklaştı. Başını, saçları görünmeyecek bir biçimde kırmızı bir tülbentle bağlamış, ağzına burnunun tam altından yaşmak vurmuştu. Yüzü yorgunluktan ve yaşlılıktan kırış kırıştı. Sırtında, etekleri yerleri süpüren vişne çürüğü renginde, kırmalı, kalın kumaştan bir entari vardı. Ayaklarındaki ayakkabılar ayakkabı biçimi verilmiş plastiktendi. Ve Gokko Fuat, onun kendi biletine uzanan sağ elinin bir parmağında bakırdan yapılma bir yüzük gördü.
- Gaç para gardaş? ...
- Üçbin lira bacı.
- Üçbin lira? Sıvaz ‘a gadar, he mi? Yerimiz gaç numara şindi?
Asık suratlı adam homurdandı:
- 3 Numara. Öm kapının yamacı. Bir, iki, üç. 3 umara.
Gokko Fuat belli belirsiz mırıldandı:
- Bir bilete iki para. Şarkışla Sivas altı bin.
Asık suratlı adam köylü kadının buruşuk paralarını açıp açıp düzelterek saymaktaydı:
- Gideydin. Herbir iş nasiple.
Otobüsün kalkış saati yaklaştıkça gelenlerin sayısı da artmaktaydı. Tümü ıslak, tümü sırılsıklamdı. Fakat sayıları bütün bir otobüsü doldurmaya yetmeyecek gibiydi.
Kalkış saatine doğru yağmur hızını iyice arttırdı ve çukurları doldurup taşırarak sele döndü.
Gokko Fuat bulunduğu yerden bir türlü ayrılamıyor, kendi biletiyle kendi yerine oturan köylü kadına önü-sonu gelmeyen bir merakla bakıp duruyordu. Bu kadın neden bu denli ilgisini çekmekteydi, bunu kendisi de bilmiyor, yine de otobüs camının arkasındaki silik ve çekingen kadına bakmaktan kendisini alamıyordu. Bir ara, bu otobüsün biryerlerde devrileceğini, kimbilir kaç bir yolcuyla birlikte bu kadının da kendi yerine öleceğini düşünüp irkildi.
Bunu da nereden çıkarmıştı şimdi? Durup dururken kendisini böyle şeyler düşünmeye yönelten neydi? Bu rüzgarlı yağmur altında işte bunu bulup bir türlü ortaya çıkaramıyordu.
Yolcu az, otobüs büyüktü.
Kadınlar, erkekler, çocuklar arabaya olabildiğince serpilmişlerdi. Önler tam dolu, arkaya doğru tüm koltuklar boş olarak. İnsan ilk bakışta, bu yoksul kalabalığı bu lüks otobüse pek de yakıştıramıyor ve yoksulluğun varsıllıkla bir bu biçim bağdaşmasını ister istemez yadırgıyordu. Sanki, varsıllığa ille varsıllık ve yoksulluğa ille yoksulluk yakışırmış gibi.
Arabaya son olarak Gokko Fuat ‘ın düşünde gördüğünü sandığı ve bekleme salonunda konuştuğu o yaşlı yolcu bindi. Hem de biletini kendisine uzatarak ve oturacağı yeri kendisine buldurarak.
Şoförün, gözlerinden uyku akan genç yardımcısı bagajı kapatırken Fuat yerdeki heybeyi kaldırıp otobüsteki yaşlı yolcunun ayakları dibine koydu. Heybe ağzına kadar dolu göründüğü halde, Gokko Fuat ‘a hiç de ağırlığı yokmuş gibi geldi. Kıldan yapılmış ve sanki bir kıl yumağı kadar da hafifti. Değil miydi yoksa? Fuat bunu pek kestiremedi: Direksiyon başından yükselen gür bir ses tüm düşüncelerini kül ufak etmişti:
- Dırlasana lan çopuuur… Tamam mıyız? ...
Şoför yardımcısı ellerinin çamurlu sularını silkeleyerek içeri atlayıp arka kapıyı çekerken:
- Tamam baboooç… Dite seslendi. Gazla gardaş…
Gokko Fuat, 41 numaralı koltukta oturan aksakallı köylünün elini önce yüreğine, sonra dudaklarına, sonra başına götürerek kendisine selam verip veda ettiğini, daha sonra da mavi mersedesin çevreye sular sıçratarak otogardan çıkıp karanlıklarda yavaş yavaş kaybolduğunu gördü. Elini yüreğine, dudaklarına ve başına götürerek mırıldandı:
- Tanrı yolunu açık etsin ve tuttuğunu kolay getirsin baba. Kimsin, nesin, kimin nesi, kimin fesisin, bir türlü anlayamadım ama yine de Tanrı yolunu açık etsin.
Asık suratlı adam büronun ortasına yaydığı hasırın üstüne bir yatak sermeye uğraşıyordu. Gokko Fuat büroya girdiğinde başını çevirmeden seslendi:
- Ne var?
Gokko Fuat sol kolunu bankoya dayayarak yere serilmekte olan kirli döşeğe baktı:
- Ne yok ki lan… Dedi. Saydan saygıdan, gelden gelenekten, görden görenekten, inden incelikten, vicden vicdandan öte herşey var…
Sözcüklerin üzerine basa basa ve sağ elinin işaret parmağıyla asık suratlı adamın burnunu göstere göstere ekled:
- Yani sizde…
Asık suratlı adam yatağı düzeltmeyi bir yana bırakıp ellerini beline dayadı. Yırtıcı bakışlarla Gokko Fuat ‘ı şöyle bir gözden geçirdi:
- Sen ne diyordun arkadaş? ... Kime saygısızlık etmişiz biz? Kime etmişiz vicdansızlık? Sana mı?
- Bana gelene dek akşam olur, oğlum… Bomboş giden koskoca otobüste, 75-80 yaşındaki aksakallı, yorgun bir köylüyü bile en arka koltuğa attıktan sonra, koy beni bir yana, bir kalem…
Asık suratlı adam ellerini belinden indirdiğinde gözleri öfkeden çakmak çakmaktı:
- İftiradan kim ummuş ki sen umasın, arkadaş… Kalıbına bakan da bir şey sanır seni… Biz adamı yalnız kalıbında değil, bir de özünde-sözünde ararız…
- Ne var benim sözümde? ... Yalan mı yoksa? ...
- Yalan ki hem de daha nasıl bir yalan… Geri yok, gerçeği yok…
Asık suratlı adam duvar dibindeki denkten kaptığı çiçekli bir yorganı öfkeyle yerdeki döşeğin üstüne savurdu:
- İftiradan kimse ummaz… İftira dediğin diş eti ki; diş eti de karın doyurmaz… 75-80 Yaşlarındaki aksakallı, yorgun bir köylüyü kaldırıp da arka koltuğa atmışmışız bomboş bir otobüste… Sanki otobüste aksakallı, yaşlı, yorgun bir tek yolcu varmış gibi…
Gokko Fuat elinin tersiyle ağzını sildi:
- Yoktu sanki…
- Vardı sanki…
- 41 Numaralı koltukta da yoktu, desene…
- Yoktu…
Adam belirgin bir öfkeyle bankoya eğildi. Eski bir sümenin arasından Mızrak 7 ‘nin saat 24:00 için hazırlanmış olan yer çizelgesini çıkardı ve bakmaya gerek bile görmeden öylece Gokko Fuat ‘ın burnuna uzattı:
- 41 Numaralı koltuk satılmadı ki, olsun.
Gokko Fuat otobüsün yer çizelgesine üstünkörü bir göz attı: Satılmış olan koltukların tümü birer çarpı işaretiyle kapatıldığı halde, 41 numaralı koltuğun üzerinde böyle bir işaret yoktu. Şaşkın bir tavırla:
- Fakat koltuk satılmıştı… Diya kekeledi. Çarpı çekmeyi unutmuşsun üstüne…
Görevli, çizelgeyi yırtarcasına çekerek Gokko Fuat ‘ın elinden aldı:
- Belki de bile bile çarpı çekmemişimdir. Yeri satılmamış gösterip parasını cebime atmak için. Belki de bu kaptan benim yaptığım dalavereyi yutup eksik para almıştır benden. Hem de hangisi satılmış, hangisi satılmamış diye tüm koltukları gözden geçirdiği halde.
Adam öfkesini yenmek istercesine başını sağa sola salladı:
- Ben bu büroda yeni çalışmaya başlamadım, arkadaş. Ömrümü tükettim burada.
Gözlerini Gokko Fuat ‘ın yüzüne dikerek sözlerinin altını çizip attı:
“Arabada tamı tamına tamonyedi yolcu vardı. Kaptana ellidörbin lira verdim. Üçerbin liradan onyedi yolcun eder ellibirbin, üçbin de senin fazlan, işte sana ellidörtbin.
- Bir koltuğa iki ayrı yolcudan para almak var mı, kitapta?
- Var arkadaş. Biletlerin arkasında yazılı. Bilet alıp vazgeçen yolcunun koltuğu boş mu gidecek? Elbette ki satacağız yeniden.
- Ya fazladan alınan para?
- O para şoför yardımcısının hakkı.
Gokko Fuat elinin tersiyle geçiştirdi:
- Ben artık paranın hesabında değilim. Benim derdim arabadaki o aksakallı yaşlı köylü.
- Arabada onyedi yolcu vardı. Bunu söyledik herhalde.
- Benim yaşlı köylü işte bu onyedinin içindedir.
- Değildir. Otobüste öyle bir yolcu daha olsaydı yolcu sayısı onyedi değil, onsekiz olurdu ve kaptan da bunu sorardı. Zira, yolcu sayısını çizelgeyle karşılaştıran yıllardan beridir bizzat kendisi.
Adam kavradığı bir yastığı yorganın üstüne savurarak boşverici bir tutumla belindeki kemerini açıp pantalonunu aşağı sıyırdı:
- Haydi bakalım, söndürelim ışığı… Var olmayan aksakallı, yaşlı köylünün var olan palabıyıklı ve meraklı vekili… Çık şu kapıdan dışarı ki; kilitleyebileyim artık kapıyı… Bu saten sonra buralarda pek kilitsiz yatılmaz…
Gokko Fuat yoğun bir düşünce yağmuru altında bürodan çıktı.
Rüzgar damların kiremitlerini, çatıların saclarını sökebilecek ölçüde güçlenmişti. Otogarı aydınlatmaya çalışan sonuncu ışık büronun ışığıydı ve o da kendi arkasından sönüp gitmişti.
Biryerlerdeki bir sac levha demirden askısında habire gıcırdayıp duruyor ve gıcırtılar rüzgarın ıslığına karışıyordu.
Gokko Fuat yağmuru, rüzgarı ve rüzgarın zoruyla demirden askısında gıcırdayıp duran sac levhayı düşünebilecek durumda değildi. Doluya koyduğu almıyor, boşa koyduğu dolmuyordu. Aksakallı, yaşlı köylünün biletini kendi gözleriyle görmüş, koltuğunu kendisi bulmuş, onu yerine kendi oturtmuş, otobüs otogardan ayrılırken onunla bizzat selamlaşmış, onu bizzat yolcu etmişti. Bu nedenle, bürodaki görevlinin onun otobüste olmadığını söylemesine uzak-yakın hiçbir anlam veremiyordu. Otobüste toplam kaç yolcu olduğundan, görevlinin kaptana kaç lira verdiğinden haberi bile yoktu ama o yaşlı köylünün otobüste bulunduğundan adının “Gokko Fuat” olduğunu bildiği kadar emindi. Durum böyle olunca ortada tek bir olasılık kalıyordu ki; o da, asık suratlı adamın yalan söylüyor olmasıydı.
Gokko Fuat kendi kendine söylenip durmaktaydı:
- Peki ama adam neden yalan söylesin?
Karanlıklar içinde öfkeyle omuzlarını silkti:
- Durup dururken üçbin liramın üstüne oturan adan neden yalan söylemesin ki.
Cebinde bir simit parası ya kalmış, ya kalmamıştı. Otogardan gecenin bu ıssız ve uğursuz bir saatinde demiryolu istasyonuna neyle gidecekti? Haydi “Gitti” diyelim, trene hangi parayla, hangi biletle binecekti? Haydi “Bindi” diyelim, canını Sivas ‘tan Demiröz Köyü ‘ne neyle ve nasıl atacaktı? Başarabileceğini bilse; trenlerden hızlı koşacak, kuşlardan hızlı uçacaktı. Bu andaki tek isteği köyünde olmaktı. Nebahat ‘ın, Nebo ‘nun; kalbi delik küçücük bacısının pek fazla bir zamanı, pek fazla bir ömrü olmadığının kesinlikle farkındaydı. Ölümünden önce ona kavuşmak, onu kolları arasında sıkmak, o solgun güzel yüzünü son bir kere görmek ve ellerini, kollarını, boynunu, yanaklarını, gözlerini ağlaya ağlaya öpmek için bedeninde önüne geçilmez bir ivedilik dört nala at koşturup durmaktaydı.
Karanlıkta rengini çıkaramadığı o askeri ciple otogarın bir-iki adım dışında karşılaştı.
Bezden yapılma kapıyı açmış olan bir er arabanın içinden kendisine doğru seslenmekteydi:
- Demiryolu istasyonuna götürmem gereken adam sensin galiba, hemşerim… Haydi, dolaş arkayı, atla obir kapıdan içeri…
Gokko Fuat önce, tüm uğraşlarına karşın yüzünü bile doğru-dürüst seçemediği ere, sonra cipin ıslak karanlıklara direklenmiş bulunan farlarının güçlü ışıklarına baktı:
- Ne istasyonu? ... Dedi. Gerçi ben de istasyona gitmeye çalışıyordum ama aradığın adam ben olamam, besbelli…
Erin gözleri karanlığa alışık olmalıydı:
- Sensin, sensin… Diye üsteledi. Sensin… Otogarda in-cin top oynuyor baksana… Karanlıktan öte kol gezen, yağmurdan öte volta vuran, rüzgardan öte nöbet tutan tek şey, tek kimse yok ortalarda… Kim var burada kasketli, palabıyıklı, iriyarı, kaba-saba senden başka? ... Haydi atla cipe, sudan çıkmış ite döneceksin nerdeyse…
Gokko Fuat arabanın etrafını dolanırken tökezledi. Yüzükoyun kapaklanmasını ellerini yere dayaması önledi. Nebo ‘nun kalbindeki delikten haberdar olduğu gün cezaevinin parmaklıklarına indirdiği yumruklardaki demir sıyrıkları yeniden kanamış olmalıydı. Bezden yapılma kapıyı rüzgara karşı zorlayarak açtı ve neye uğradığından haberi bile olmaksızın direksiyondaki erin yanına oturdu:
- Bunda bir yanlışlık olmasın, hemşerim? Diye sordu. Beni aradığını nereden biliyorsun? Benim erden yana herhangi bir tanıdığım yok ki. Seni de tanımıyorum üstelik.
Er cipi yağmurlu karanlıkların içine doğru sürerken birbiri ardı sıra kahkahalar atıp durmaktaydı:
- Sen beni nereden tanıyacaksın… Elbette ki tanımıyorsun… Sen beni tanımıyorsun ama o aksakallı, yaşlı köylü seni çok iyi tanıyor, besbelli…
- Hangi aksakallı, yaşlı köylü?
- Garnizonun kapısındaki o kocamış adam. Yaşı 75-80 sularında. Kaşları, bıyıkları ve sakalı bembeyaz. Yün gibi ak-pak. Yanağında kapkara iri bir ben. Başında rengi solmuş yamalı bir kasket. Beni bıyığının tam üstüne yakın.
Gokko Fuat iliklerine dek sarsıldığını sezinledi:
- Ne zaman gördün onu sen? ...
Er gereksiz bir kahkaha daha kopardı:
- Saat tam 24:00 ‘e beş kala. Ben garnizondan ciple çıkarken. Nizamiyenin az ötesinde dikilmiş, öylece durmaktaydı. Seni demiryolu istasyonuna bırakmamı istedi sevabıma. Yani işte, yolumun üstünde olduğu için.
Gokko Fuat kekeledi:
- Neler söylüyorsun sen hemşerim, ilah billah aşkına? Nasıl inanayım onu gördüğüne? Senin o dediğin saatte otogardaydı o yaşlı köylü. Otobüse binmesine ben yardım ettim. Heybesini ben yerden kaldırıp öylece bıraktım ayaklarının dibine kendi ellerimle.Birkaç dakika içinde de yola çıktı haliyle. Adam Mızrak 7 otobüsüynen yolda şimdi. Hal böyleyken, sen onu nasıl görebilmiş olabilirsin nizamiyenin az ötesinde. Kim inanır böyle palavraya?
Farların içeri yansıyan ışıkları altında yüzü zorlukla seçilebilen er o acaip kahkahalarından birini atıp bir virajı alırken belirgin bir biçimde yavaşladı. Direksiyondan ellerini ayırmaksızın başını Gokko Fuat ‘a çevirip yeniden öne döndürdü:
- O da öyle söyledi zaten. Kendisini nizamiyenin yakınında gördüğüme inanmayacağını söyledi.
Gokko Fuat belirgin bir kendine güvenle mırıldandı:
- Elbette ki inanmam.
Er karanlıklar içerisinde rüzgar gibi yol alırken kahkahalarla üsteledi:
- Elbette ki inanırsın. İnanmayıp da ne yapacaksın, hemşerim. Senin adın Gokko Fuat değil mi? Cezaevinden daha bugün çıkmadın mı? Birkaç garsonun kıyasıya dövmekte oldukları küçük bir çocuğu onların ellerinden sen kurtarmadın mı? Çocuğun duvar zannedip yaslanırken kırdığı vitrin camının parasını sen ödemedin mi? Mızrak 7 otobüsüne bilet alıp sonradan cayarak biletini geri vermedin mi? Sivas ‘ın Demiröz Köyü ‘ne gidecek olan sen değil misin? Kalbi delik olan Nebahat adında küçük bir kızkardeşin yok mu? Senin tek emelin ölmeden ona kavuşmak, onu son bir kere dünya gözüyle görmek değil mi? Şu anda cebinde salt bir simit parasından başka para var mı?
Er üst üste birkaç klakson çalarak cipin içinde şeytani kahkahalar atmaktaydı:
- Haydi, yalan desene tüm bunlara… O aksakallı, yaşlı köylü ayaküstü bir bir anlatmamış olsaydı nereden bilebilirdim ben bunların tümünü? Tanıdığım, bildiğim, aş-ekmek yediğim biri değilsin ki…
Er, Gokko Fuat ‘ın içine düştüğü derin şaşkınlıklara aldırmaksızın eğilip ayaklarının dibinden almış olduğu değnekten yapılma, başsız bir bastonu şöyle bir gösterip yine ayaklarının dibine uzatmıştı:
- Kendisi verdi bunu bana. Kendi bastonunu. Olur ki sözlerime inanmazsın diye. Yani sırf kanıt olsun diye. Artık neden gerekmişse.
Sözlerinin yol arkadaşı üzerinde nasıl bir etki yaptığına aldırış bile etmemekteydi ve ıslıkla bir marş çalmaya başlamıştı.
Gokko Fuat kulaklarına, gözlerine inanamıyor, neye uğradığını bilemiyor, olanca varlığı düşle gerçek arasında habire gidip gidip geliyordu. Ötedenberi alışageldiği ve kendisi için değişmez kurallara dayalı sandığı gerçekleri altüst olup gitmişti. Neye neden ve nasıl inanacağını, neye neden ve nasıl inanamayacağını bir türlü bulup çıkaramamaktaydı. Düşüncelerinin başı ve sonu birbirine karışmıştı. Bir tek gün içinde başından geçmiş olaylar bir yerde baş, bir yerde son oluyor, mantığının birbirine bakla bakla eklenmiş halkalarından ibaret zinciri biryerlerde bakla bakla kırılıyor, halka halka dökülüyordu.
O aksakallı, yaşlı ve gizemli köylü bu erin onu gördüğünü, onunla konuştuğunu söylediği saatlerde otogardaydı ve Gokko Fuat bundan kesinlikle emindi. Buna karşın şu direksiyondaki erin söylediklerinin de kılıkılına doğru olduğundan asla ve asla kuşkusu yoktu. Mantığı da, duyguları da bu anda elbirliğiyapmakta, bunların ikisini de yalanlamamaktaydı. Ortada bunların böyle olmamasını gerektiren bir tek şey vardı ki; o da, aynı adamın aynı saatlerde iki ayrı yerde birden bulunamayacağıydı. Eğer bulunabiliyorsa; bunun altında bir şeyler olmalıydı ve Gokko Fuat da kendince bunu bulmuştu işte.
Anlayabildiği kadarıyla; birleşe birleşe sonuçları oluşturan koşullar kendiliğinden oluşmuyor, tam tersine, bunlar bile bile oluşturuluyordu. Artık her kimse, biri veya birileri kendisinin köyüne otobüsle gitmesini istememiş, trenle gitmesini dilemiş, gerekli koşulları da buna göre seçip düzenlemişti. Gokko Fuat, bu bilinmeyen düzenleyicinin köye gitmesini engellemeye çalışmadığını, özellikle köyüne sağ-salim kavuşabilmesi için otobüsle gitmesine engel olduğunu kestirememekle birlikte, bu denli korunmaktan derin bir tad almaktaydı. Kafası çocukluğundan bu yana olmazları olurlaştıran masallarla beslenmiş durmuştu. Bunun için de, ancak bir simit almaya yetebilecek olan cebindeki son parasıyla, hatta bu parayı hiç harcamadan trene binebileceğine, Sivas ‘a kadar öylece gidebileceğine, oradan yine hiç harcama yapmaksızın köyüne ayak basabileceğine inanmaya başlıyor ve ne yazık ki; bundan da alabildiğine korkup duruyordu. Zira, Gokko Fuat Gokko Fuat oldu olalı, bu dünyada hiçbir şeyin karşılıksız olmadığını kaç kaç bir kez denemiş, kaç kaç bir kez öğrenmişti. Ona göre dünya, her karesinde, verdiği kadarını alıyor, her verdiğine kesinlikle bir bedel ödetiyordu.
Bu kere ne için ne bedel ödeyeceğini bilmemekle birlikte, sonunda ödemesi gerekecek bedelden korkmaktaydı.
“Ne şeytanı gör, ne iihlası oku.” Diye düşünerek elini direksiyona uzattı:
- Durdur cipi hemşerim, ineceğim…
Gırtlağından fırlayan çığlığa kendisi de inanamamış, kendi sesini kendisi de tanıyamamıştı.
Islıkla çalmakta olduğu marşı yarıda bırakan er, ağaçlıklı yolda olanca hızıyla ilerlerken ivedi bir baş çevirişle ve derin bir şaşkınlıkla Fuat ‘a baktı:
- Ne oldu, hemşerim? Korkmuş gibisin.
Gokko Fuat tek sözcük bile söyleyemedi. Yarı karanlık aracın içerisinde kafasını sola çevirmiş, direksiyon başındaki ere derin bir korkuyla bakıp durmaktaydı. Bir an için direksiyon başında o aksakallı kocayı görür gibi olmuştu. Ve gibisi fazlaydı. Bu O ‘ydu. O aksakallı kocaydı. Fersiz kuru parmaklarıyla direksiyonu sımsıkı kavramış, öne doğru eğilmiş, tüm ilgisini farların aydınlattığı yola vermişti. Fuat ‘ın yanında oturduğunun, başını çevirip korkuyla kendisine baktığının farkında bile değilmişcesine habire karanlıklara ve yağmura dalıp çıkıyor, bezden yapılma kapıların aralıklarından içeri saldıran rüzgarda o uzun, bembeyaz sakalı dalgalanıyor, beyaz bıyıklarının altındaki dudaklarında tatlı gülümsemeler dolaşıyordu. Herşey bir yana, üniformasının yakalarını yana açmış, başındaki kepini bembeyaz kaşlarının tam üstüne yıkmıştı.
Bir ara, direksiyon başındaki çizgiler ve siyaha kaçan renkler daha başka çizgilere ve renklere karışır gibi oldu, sonra bunların tümü belirgin bir yavaşlıkla duruldu ve o eski er, sanki derinliklerdeki bir yerlerden öne çıkarak direksiyon başındaki o eski yerine oturdu.
Gokko Fuat üstüne çöreklenmiş derin bir korkunun etkisiyle haykırışını yineledi:
- Durdur cipi, hemşerim… İneceğim…
Fren hidroliğe komuta edemeyen basit bir pedal haline gelmişti. Bu bakımdan erin olanca gücüyle pedala yüklenmesi en küçük bir yarar sağlamamakta, birbiri ardı sıra küçültülmekte olan vitesler ise aracı durdurmaya yetmemekteydi. Paniğe kapılma sırası ere gelmişti ve o da bunu belli etmemeye çalışıyordu:
- Ne yazık ki durduramıyorum, hemşerim… Durduramıyorum… Fren patlamış, ya da hidrolik boşanmış olmalı… İşin garip yanı vites küçültmenin de yarar sağlamaması… Bari önümüze çıkan birileri olmasa şimdi… Önümüze herhangi bir şey çıkarsa, bil ki; işimiz bitiktir… Bunca yıllık yaşantımda böyle dalga görmedim ben… Fren gaz görevi yapıyor sanki… Ben frene basıyorum, araba gaz yiyor…
- Durdur cipi dedim… Durdur lan…
Yağmurlu karanlıkta binbir biçime bürünen ağaçlar, duvarlar, bahçeler, tarlalar, bayırlar yanlarından sel gibi akıp geçiyor, araba farlarının ışıklarının yutarcasına uçuyor, far ışıkları altında solgun sarı bir kuleyi andıran istasyon binası üstlerine çullanmaya çalışan bir dev gibi büyüye büyüye yaklaşıyordu.
Sağ yanlarında ansızın beliren iri siyah bir köpek yırtıcı homurtularla bağıra bağıra koşup karanlıklara karıştı. Nereden çıktığı anlaşılamayan bir ikinci köpek aracın tam önüne atıldı.
Gokko Fuat tekerlekler altında kırılan, parçalanan hayvan kemiklerinin çatırtılarını durup delice haykırdı:
- Duuur… Ezdin hayvanı…
- Evet, ezdim…
Araç o beklenmedik çarpışmanın etkisiyle hafifçe yana doğru savrularak umulmadık bir biçimde durmuş ve içindekiler kendilerini koruyamayarak öne doğru savrulmuşlardı.
Bir süre toparlanamadılar fakat hemen arkasından kapıları sağlı sollu açıp ikisi birden yere atladılar.
Tekerleklerin altında olması gereken köpek ortada yoktu.
Arabayı gerisin geri iterek çarpışma yerinden bir-iki metre kadar uzaklaştırdılar.
Yağmur suları farların ışıkları altında pırıl pırıl parlıyor, çarpışma yerinin yarım metre yakınındaki yıkılmış köprünün ortaya çıkardığı uçurum, başlarına gelmek üzere olan felaketi tüm boyutlarıyla önlerine seriyor, sular uçurumdan aşağı küçük bir çağlayan gibi akıp duruyor, köpeğin ezildiğini gördükleri yerde kana, kemiğe, leşe benzeyen tek bir şey, tek bir iz göze çarpmıyordu. Araç her nasılsa ve hem de hiçbir şeye, hiçbir varlığa çarpmadığı halde, köprüsü yıkılmış olan uçurumun tam burnunun dibinde durmuş, ölümle bitmesi kesin görünen bir felaket kendiliğinden önlenmişti.Ortada gerçekten ezilen bir köpek bulunmamasına karşın, delice bir hıza ulaşan cipi durduran neydi? Gokko Fuat bunu, erin yıkılmış olan köprüyü son anda görüp fren yapmasına bağlıyor, er böyle bir düşünceyi kesinlikle ve öfkeyle reddediyor, aracın bu noktaya gelinceye dek esasen durdurulamadığını öne sürmekte direniyordu. Uzlaşabildikleri tek husus araçla köpeğe çarptıkları, kemiklerinin tekerlekler arasında kırılırken çıkardığı sesleri duydukları hususuydu. Her ikisinin de, köpeğin cipin altına girdiği, aracın köpeğe şiddetle çarptığı ve hayvanın kemiklerinin araba altında kırıldığı konusunda pek fazla kuşkuları yoktu. Fakat olay gerçeği yansıtmadığına göre; her ikisinin de aynı hayali gördüklerini benimsemek gerekiyordu. Değişik kişilerin aynı anda aynı hayali görmesi mantık açısından olanaksız olsa da.
Er sol farın, Gokko Fuat sağ farın önünde kalakalmışlardı ve olup bitenlerden pek bir şey anlamaksızın birbirlerinin yüzlerine bakıp durmaktaydılar:
- Ortada köpek-möpek yok…
- Köpek-möpek yok…
- Araba kemdiliğinden durdu…
- Durdu…
- Tam yıkılmış bulunan köprünün dibinde.
- Tam uçurumun kıyısında.
- Topu topu birkaç karış kala.
- Durmasaydı çoktan boylamıştık tahtalı köyü.
- Esirgendik besbelli.
- Böyle bir şeye asla olanak yok.
- Var. Biz köpeğin aracın önüne atıldığını gördük ve bunu gördüğümüz için onun tekerleklerin altında ezildiğini sandık. Ama o ezilmeden kaçıp kurtulmuş olmalı. Kaçamamış olsaydı burada bulunması ve ezilmiş olması gerekirdi. Bence o ezilmedi ve kaçtı. İşte olayın aslı-astarı bu. Çünkü; iki kişinin birden aynı anda aynı hayali görebilmesi olanaksız.
- Peki, ya kırılan kemiklerin, ezilen gövdenin sesi? Onu nasıl açıklayacağız?
- Kırılan kemikler ve ezilen gövde bulunmadığına göre; o sesleri de kendi hayalimizde biz kendimiz yarattık. Bence duyduğumuz sesler bu yağmurla bu rüzgarın sesiydi. Baksana çevrene. Herşey tıpkı bir cehennem gecesini andırmakta.
Er biraz biraz kendini toplamıştı. Kararlı adımlarla ileriye doğru yürüyüp arabaya atladı. Geri vitese takıp gaza bastı. Bir-iki metre kadar ötede durup bezden yapılma kapıyı açtı. Yağmurun altında ıslak bir heykel gibi durmakta olan Gokko Fuat ‘a seslendi:
- Hey hemşerim… Ver şu aksakallı köylünün değneğini…
Gokko Fuat elini salladı:
- Aksakallı köylünün değneği bende ne arasın, be hemşerim… Sen onu ayaklarının dibinden alıp bana gösterdikten sonra yine aynı yere bırakmıştın ya…
Er aracın kapısını kapatmamıştı. Seslenmesini sürdürüp durmaktaydı:
- Oyun oynamanın sırası değil, arkadaş… Değnek buradaydı, ayaklarımın dibinde… Ama şimdi yok… Niye aldınsa sen aldın besbelli…
Gokko Fuat ere gereken yanıtı vermeyi düşünmüyordu bile. Gözleri yol üstündeki bir noktaya dikili olarak cipe doğru birkaç adım atmış, son adımını bastığı yere çömelmiş, farların ışığı altında yağmur sularının oluşturduğu birikintilerden bir şeyler çıkarmaya koyulmuştu.
Onun bu anlaşılmaz davranışları direksiyon başındaki eri de ilgilendirmişti. Onun da ilk işi araçtan atlayıp Gokko Fuat ‘ın yanına gelmek oldu.
Gokko Fuat ‘ın elinde, tam ortasından ikiye bölünmüş değnekten yapılma basit bir baston vardı. Elleriyle birbirlerine uydurmaya çalıştığı değnek parçalarına son derece büyük bir şaşkınlıkla bakıyor, çevresinde olup bitenlere aldırmaksızın habire kendi kendine mırıldanıp duruyordu:
- İşte o aksakallı köylünün bastonu… İşte o yaşlı adamın değnekten ibaret asası… Frenleri tutmayan cipi durduran bu olmalı… Belli ki; tekerleğin tam altına rastladı ve sürükletip aracı durdurdu… Duyduğumuzu sandığımız o kırılan kemik sesleri işte bu bastonun kırılırken çıkardığı seslerden öte bir şey değil…
Bakışlarını Gokko Fuat ‘ın elindeki değnek parçalarına dikmiş bulunan er nedenini bilmediği büyük bir tedirginlikle kekelemeye koyulmuştu:
Bir bastonun tekerlekler altında kırılırken çıkardığı sesi bazı kemiklerin kırılırken çıkardıkları seslere benzetmekle herşey biter mi sanıyorsun? Biz ikimiz de, olanca hızımızla köpeğe çarptığımızı gözlerimizle gördük, hayvanın tekerlekler altında ezildiğini, kemiklerinin çatır çatır kırıldığını kulaklarımızla duyduk. Ben işte bunu bilir, bunu söylerim. Bundan ötesi benim aklımı mandallamaz, arkadaş…
Gokko Fuat herbir elinde bir kırık değnek parçası olduğu halde kollarını yukarıya, gökyüzüne doğru kaldırıp açmıştı. Uzak farların ıslak ışıkları altında başı olduğunca yukarı kalkıktı ve başından ayaklarına aşağı yoğun bir yağmur yağmaktaydı. Onun bu halinden bakışlarını bir süre ayıramamış olan er, önce bir-iki adım geri geri çekildi, sonra arkasını dönüp koşarcasına araca atladı, ivedilikle motörü çalıştırıp sağdan sola keskin bir viraj alarak arabayı geldikleri yöne çevirdi ve öylece tam gaz uzaklaşıp derin karanlıklarda kayboldu.
Gokko Fuat bulunduğu yerde hala daha kendi kendine söylenmekteydi:
- Bu bastonu o er attı tekerleklerin altına. Evet bana göstermeden gizlice o attı.
Bu sözlerine inanmakta kendisi de zorluk çekmekteydi. Zira, önce kırılan kemiklerin seslerini duyduğunu, sonra aracın durduğunu, durdukları anda erle birlikte arabanın önüne doğru savrulduklarını, daha sonra kendilerini toplayıp araçtan indiklerini kesinlikle biliyordu.
Yağmurun yüzünü önden arkaya doğru kamçılamaya başlamasına aldırdığı bile yoktu. Kafası allak-bullak olmuştu. Olup bitenlere akıl erdiremiyordu. İnançsız biri sayılmazdı ama olayları gizli güçlere bağlayarak açıklamaya çalışmanın da saflıktan öte bir şey olamayacağının bilincindeydi. Bir bakıma, onu asıl şaşırtani asıl bocalatan da buydu. Ne inancı gerçekleri yadsıyacak ölçüde sağlamdı, ne de gerçek konusundaki bilgileri saplantılarını silip atabilecek ölçüde güçlü.
En azından, dolu bir heybenin boş bir heybe kadar hafif olmaması gerektiğini kesinlikle bilmekte ve benimsemekteydi. Bir kimsenin aynı anda iki yerde birden bulunamayacağından da böylesine emindi. Arabayla çarpıştığını gördüğü, kemiklerinin tekerlekler arasında çatırdayarak kırıldığını duyduğu bir köpeğin ölüsünün tekerlekler altında bulunmaması onun da aklına ters gelen hususlardandı.
Fakat Gokko Fuat için emin olmakla işlerin bitmediği de bir gerçekti.
Nitekim Gokko Fuat hem nalına, hem mıhına vuran, bunun için de benzerine bolca rastlanan nalbantlardandı.
Gokko Fuat ‘ın gözünde, görünüşü nasıl olursa olsun; her aksakallı koca bir ermiş, her deli bir keramet sahibi, her asker asker üniformasına bürünmüş bir kutsal varlıktı.
Bu nedenle; saat yirmidört sularında, otogarda, biletini koltuğunun numarasıyla karşılaştırarak, heybesini yerden kaldırıp ayaklarının dibine koyarak kendi eliyle otobüse bindirdiği o aksakallı koca, eğer aynı saatlerde askeri bir garnizonun nizamiyesinde o ere görünebilmişse, bu onun ermişliğindendi.
Varlığı kanıtlanmamış gerçeklerle gerçekliği kanıtlanamayan duygular arasında Gokko Fuat ‘a göre herhangi bir fark yoktu. Zira, kendi öz gerçekleri duyularının ürünlerinden ibaretti. Duyuları ona neyi nasıl gösterebilmişse; onlar onun için oydu. Nitekim, gördümü, duydumu, kokladımı, tattımı, dokundumu gerçeği kolayca elde edebiliyordu. Yaptığı bunlardan öte olmayınca gerçekleri de bundan öye olamıyordu. Bunun içindir ki; Gokko Fuat ‘ın gerçeği bir ve tekti ve her zaman, her yerde beş duyuluk bir gerçekti. Gerçeğin duygularına ters düştüğü yerlerde Gokko Fuat ‘ın sığındığı tek şey tanrısal güçlerdi ve işte o zaman tüm olmazlar olurlanmaktaydı. Derinliği pek fazla olmayan mantığı böyle anlarda inançlarının içinde erir, dağılır, tükenir ve at koşturabildiği alanın son sınırlarına dayanırdı. İşte bundan ötesi kendi duygularına, kendi düşüncelerine, kendi mantığına yasaktı. Zira bu son sınırda başını döndüren paradokslar başlamakta, Gokko Fuat paradoksların çözümünü gizli güçlere bırakmakta ve kendisi sadece inanmaya başlamaktaydı.
Yıkılmış köprüden geçemediği için çamurlu yamaçlardan kayarak, zaman zaman taşlara, kayalara çarparak, Bazan kaya oyuklarını ayakları altına destek edinerek ırmak yatağına inebildiğinde yorgunluktan perişan sudan-çamurdan tanınmaz haldeydi. Irmağın kıyısını izleyerek az öteden geçen demiryol köprüsüne ulaşabilmekten başka hiçbir şey düşünmüyordu. Yürüyor, yürüyor, çamurlara bata-çıka ilerliyor, köprüye kavuşmak amacıyla dur-durak tanımıyordu.
Demiryol köprüsünün her türlü doğal zorlamaya dayanıklı betondan yapılma ayaklarını bulduğu zaman, yeniden çamurlu bir yamaç tırmanmaya koyuldu.
Rayların üstünde dünyaya yeniden geldiğini sandı.
İstasyon karanlıklar içindeydi fakat köprüye yakındı. Gar binasının bir-iki penceresinden süzülen solgun sarı ışık pencere diplerini bile güçlükle aydınlatmaktaydı.
Bekleme salonunda sigara ateşleri ve tütün kokusu vardı. Karanlıkta zorlukla seçilebilen hareketsiz katarlar koyu siyah renkli bir örtüye bürünmüşlerdi ve rüzgara karışmış olan inatçı yağmur karanlıkları kamçılayıp durmaktaydı.
Islak perondan elinde gemici feneri bulunan bir demiryolcu geçti. Ökçelerini ıslak taşlara vura vura uzaklaşıp feneriyle birlikte karanlıklara daldı. Taşıdığı fenerin gücü, zorlu karanlıklara havlayan bir küçük köpeğin mızıltılarından farksızdı.
Gokko Fuat bekleme salonuna savaştan çıkmışcasına girdi, kasketini dizine vurarak temizledi, elleriyle üstünü-başını fırçaladı ve tüm bunlara karşın kendisiyle ilgilenmeyen bekleme salonundakilerle ilgilenmeyerek en dipteki tahta kanepelerden birinin ucuna çekine çekine ilişti.
Tüm yaşantısında ilk kez olarak bu derece yorulduğuna rastlamaktaydı. Sırtında sabahtan akşama dek taş taşımamıştı. Savaştan çıkmamıştı. Hastane masalarında bıçaklar altına yatmamıştı. Fakat çok yorgundu. Ve bu yorgunluğun kafasına hışım gibi üşüşen düşünceler yüzünden ortaya çıktığının farkındaydı. Yorgunluk etlerinde, kemiklerinde değil, kafasında yuva yapmıştı. Kafası, gövdesinin taşıyamayacağı derecede ağır gelmekteydi omuzlarına.
Gecenin bu tekinsiz saatlerinde, cebinde bir yol parası bile kalmadığı, otogardan araç bulması bile olanaksız olduğu halde, demiryolu istasyonuna gelebilmişti. Henüz ortalarda bulunmayan trene de inanılmaz bir kolaylıkla binebileceğinden, bilet parasına bile gereksinme duymayacağından kesinlikle emindi. Zira; çok kısa bir süre içerisinde yaşadığı olaylar yüzünden bir takım gizli güçlerin koruması altına alındığına kesinlikle inanır olmuştu. Ve bu korumanın ta köyüne dek kesintisiz süreceği konusunda en küçük bir kuşkusu bile yoktu. Nebo ‘nun, kalbi delik küçük kızkardeşinin kendisini, köye ayak basıncaya, onu dünya gözüyle son bir kez olsun görünceye dek ölmeyeceğine ilişkin bir inanç beyninde değişmeyen bir düşünce haline gelmişti. Bir süreden bu yana önüne çıkan olmazların olurlanmasını işte bu işte buna bağlıyor ve bundan da çok büyük bir tad alıyordu.
- Ula gardaş, belit gişesi ne vah açılacah, biliyon mu?
Gokko Fuat başını kaldırdı. Sevecenlik dolu gözlerle karşısındaki adama baktı. Kendini bildi bileli rastlayadurduğu tipik köylülerden biriydi ve o da kendisine sevecenlik dolu gözlerle bakmaktaydı.
- Valla hemşerim, hiç bildiğim yok. Trenin geleceğine yakın açılır allalem.
- Peki tireyn ne vah geleceh?
- Valla hemşerim, onu da bildiğim yok.
Adam bir-iki adım dolanıp sorusunu bir başkasına yöneltirken Gokko Fuat yine kendi içine döndü.
Bilet gişesinin ne zaman açılacağını, trenin istasyona ne zaman gireceğini bilmesine bilmiyordu ama bu anda kendini tüm diğer insanlardan daha üstün görüyor, oturmakta olduğu tahta sırada yukarı, aşağı, daha bir yukarı kalktığını, sırtının yarı karanlık bekleme salonunun duvarına dayandığını, salona ve salondakilere ta yukarıdan baktığını sanıyordu. Çünkü; artık seçilmişlerden, korunanlardan olduğunun bilincindeydi. Gövdesi alabildiğine hafiflemişti. Etinin, kemiklerinin, sinirlerinin ağırlığını duymuyordu.Gerçekte tahta sırada oturmakta olduğunu kesinlikle bildiği halde, gövdesini bekleme salonunun tavanından indirip o tahta sıraya bir türlü oturtamıyordu.
Uzaklardan gelen bir tren sesi Gokko Fuat ‘ın kendisini tahta sırada otururken bulmasına yetiverdi.
Bekleme salonu bir anda sesle ve hareketle dolmuştu. Kapı yanındaki biryerlerden açılan bir gişenin ışığı yarı karanlık durumdaki salona düştü ve nereden oluştuğu kolaylıkla anlaşılamayan bir kuyruk gişenin önünü kapatıverdi.
Tren ortalığı makine seslerine ve ışıklara boğarak geldi.
Gokko Fuat, gişenin önünde dalgalanan kalabalığa küçümseyerek baktı. Kendinden son derece emin bir tutumla, bilet-milet almaya gerek görmeksizin salondan çıkıp elini-kolunu sallayarak trene bindi.
Tren kalabalık değildi.
Vagonlardan birinin açık duran koridor pencerelerinden birine abanmış olan köylü bir delikanlı gecenin karanlığını ve yağmurunu daha bir yakına getiren bir uzunhava söylemekteydi.
Girip kapattığı bomboş kompartımanın kapısı Gokko Fuat ‘ın hemen arkasından bir kez daha açıldı:
- Esaaaanss… Gülyağlarım, güzel kokularım, esanslarım vaaar…
Gokko Fuat esanscının kapıyı ne zaman örttüğünün, trenin ne zaman yola çıktığının, kaçbir istasyonda ne kadar durduğunun ve Sivas ‘a ne zaman girdiğinin farkında bile olmadı, uykuyla başladığı yolculuğunu uykuyla bitirdi.
Sivas Garı sabahın erken saatlerinde ıslak bir soğuğun etkisi altındaydı.
Yola koyulmak üzere olan trenin bazı yolcuları ellerindeki şişelerle, termoslarla gar binasının yanındaki çeşmeye koşuşmakta, sırtına pırıl pırıl ve iri bir güğüm yüklenmiş, belindeki bardaklığa pırıl pırıl bardaklar yerleştirmiş bulunan gezgin bir satıcı elindeki bardağa güğümünden kaynar kaynar süt doldurmakta, bir simitçi küçük nir çocuktan sattığı bir-iki halka simitin parasını almakta, bir taksi şoförü elindeki çantalarla müşterisinin arkası sıra yürümekte, yaşlı bir köylü kadın bulunduğu yerde dört dönerek ivedi tavırlarla birilerini aramakta, trenden inen kimi yolcular gar binasına girmekte, gar binasından çıkan daha başka birileri ivedi adımlarla vagonlara doğru yürümekte, makinist lokomotifin penceresinden bir-iki demiryolcuyla konuşup gülüşmekte ve elinde fenerli bir işaret çubuğu olan kırmızı şapkalı bir hareket memuru lokomotife doğru büyük bir çalımla ilerlemekteydi.
Gokko Fuat o şaşırtıcı haberi sabahın erken bir saatinde Sivas Gar ‘ında öbeklenmiş bir insan kalabalığından öğrendi:
Şarkışla otogarından geceleyin Sivas ‘a doğru yola çıkmış olan Mızrak 7 otobüsü Kalın İstasyonu yakınlarında şarampole kaymış ve ardı ardına üç takla atarak devrilmişti.
Arabada onyedi yolcunun canverdiği, sadece şoförle yardımcısının kazayı yara-berelerle atlattıkları söyleniyordu.
Gokko Fuat kontrolden çıkmıştı.
İstasyondan havuzbaşına, havuzbaşından Kepçeli ‘ye dek iki kez dolmuş değiştirdi. İkisinde de inerken para vermedi, kimse de kalkıp istemedi.
Kepçeli ‘deki Sivas otogarı olayın yankılarıyla dopdoluydu. Herkesin dilinde onyedi yolcunun yaşamını yitirdiği otobüs kazası dolaşmaktaydı. Mızrak Turizm ‘in Sivas Bürosu ana-baba gününü andırıyordu. Görevliler, meraklılar, ölü yakınları birbirine karışmıştı. Kimin ne söylediği, kimin neyi nasıl değerlendirdiği belli değildi.
Büronun kalkışa hazır minibüsüne Mızrak 7 ‘deki ölülerin yakınları oldukları anlaşılan kimseler tıkabasa doluşmuşlardı. Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Gokko Fuat ‘ın bir şeyler öğrenebilmek için elaltından yaptığı araştırmalar sonuç vereceğe benzemiyor, uluorta yönelttiği sorular asılmış suratlar arasında olduğunca yanıtsız kalıyordu.
Olanca hay-huy arasında yola çıkmış bulunan minibüs henüz ıslaklığını koruyan asfaltta belirgin bir özenle yürüyor ve olaydan ders almışa benzeyen şoför yeni bir felakete yol açmamak için elinden gelen önlemi almaya çalışıp duruyordu.
Olay yerinde üst-baş bakımından yoksul bir kalabalık kaynaşmaktaydı.
Gecenin pırıl pırıl, masmavi mersedesi sabahın ıslak güneşi altında bir hurda yığınından farksızdı. Sırtüstü yattığı halde sırtüstü yattığı bile anlaşılamayan yolcu otobüsünün tekerlekleri yukarıdaydı ve bağlantılarından kopup fırlamış olan sağ ön tekerleği yolla ilgisi bulunmayan bir tarlanın içinde yatmaktaydı. Demiri demirden, camı camdan ayırtedebilmek olanaksızdı. Çevre, neyin ne olduğu seçilemeyen bir çöplük, bir bataklık halindeydi. Son derece büyük bir güçle kanırtılmış, ayırılmış, koparılmış durumdaki demirlere insan etleri sarılmış, paramparça koltuklara,kırık camlara, makine parçalarına kanlar bulaşmıştı. Alan, bütünlüğü kalmamış ceset parçalarından görünmez haldeydi.
Gokko Fuat ‘ın son derece büyük bir merakla aradığı o köylü kadınını; Mızrak 7 ‘nin 3 numaralı yolcusunu arabadan ölü fakat sağlam bir biçimde çıkarıp çamurlu çayırların üzerine uzatmış ve üstüne de gazete kağıtları örtmüşlerdi. Bir parmağında basit bir bakır yüzük bulunan eliyle plastik ayakkabılar bulunan ayakları kağıtların dışındaydı. Kendisini arabadan çıkartmış olanlar, kadının gvdesinde tek bir yara-bere bulunmadığını, hiçbir yanının ezilip kırılmadığını, sanki uykuda ölmüşcesine rahat bir ölümle öldüğünü sağa-sola anlatıp durmaktaydılar. Sırtları ıslak ıslak parlayan iri mavi sinekler cesedin ötesine-berisine üşüşmeye başlamışlardı bile.
Gokko Fuat gazete kağıtlarının tümünü kadının üzerinden açmış ölü gövdeyi durgun gözlerle incelemeye koyulmuştu. Meraklı bir insan kalabalığı yere çömelmiş bulunan Fuat ‘ın çevresinde etten bir duvar oluşturmuş, bunlar da onu izlemeye başlamışlardı.
Ölüde gerçekten ezik-kırık yoktu. Bu yüzden gövdede kana rastlamak olanaksızdı. Gerçekten de ölüde kanama göze çarpmamaktaydı. Bulunduğu yerde sanki uyuyormuş gibi görünüyor ve bu da onun uykuda öldüğü yolundaki söylentileri az-çok doğruluyordu.
Parçalanmış onbir ölülerin başlarında gözyaşları ve hıçkırıklar içinde ağlayan yakınlar vardı. Bazı üniformalılar, ellerindeki kağıtlara bir şeyler yazıp çiziyor, bir-iki polis dağınık insan kalabalığını kalıntılardan uzaklaştırmaya çalışıyor, birileri ortadaki demir yığınında bir şeyler arıyor, daha başka birileri görgü tanıklarından resmi ifadeler alıyorlardı.
Gokko Fuat ‘ın hiçbirine aldırdığı yoktu. Bulunduğu yerden tıpkı uyurgezerler gibi kalkmış, gövde parçalarından oluşmuş kalıntılar içinde aksakallı, yaşlı ve gizemli köylüyü aramaya başlamıştı.
Onu, heybesini, kasketini, üstünü-başını, olur a; bastonunu, herhangi bir yerini, herhangi bir parçasını hiçbir yerinde bulamadı.
Aksakallı koca olay yerinde yoktu.
Mızrak 7 ‘nin, yerine eliyle oturttuğu 41 numaralı yolcusu hiçbir yerde, hiçbir kalıntı arasında değildi.
Gokko Fuat kafasını bir türlü toparlayamıyordu.
Salt kendisini ayakta tutabilmek için olacak ki; yine olmazları oldurmaya koyulmuştu: Bir nbakıma aksakallı kocanın yani Mızrak 7 ‘nin 41 numaralı yolcusunun şu paramparça olmuş otobüsün enkazı arasında bulunmaması Gokko Fuat ‘ın mantığına pek ters gelmekteydi. Zira, o askeri cipin sürücüsü olan er onunla garnizon nizamiyesinin az ötesinde bir görüşme yaptığını cip yolculuğu sırasında açık-seçik anlatmıştı. Bu durumda, bir askeri garnizon nizamiyesi önünde bulunanın bu otobüste bulunmaması son derece doğaldı. Erin kendisi konusunda kendisine söylediklerinin gerçekle bağdaşmayan bir yanı bulunmadığına göre; o aksakallı kocayla görüşmüş olduğu da gerçekti. Bu da, aksakallı kocanın otobüs enkazında bulunmayışını açıklamaya yetmekteydi.
Gokko Fuat başını salladı: Kendisini kandırmaya çalışmak için hazırlamaya uğraştığı mozaik yine noksan kalmaktaydı. Zira, o, aksakallı kocayı saat tam yirmidörtte otobüsle yolcu etmiş, er ise onunla yirmidörde beş kala görüştüğünü söylemişti. Bu durum aksakallı kocanın askeri garnizon yakınlarında otobüsten inmiş ve o erle görüşmüş olma olasılığını ortadan kaldırmaktaydı.
Gokko Fuat bu kez başka bir kapıyı yumrukladı:
Bu yeni kapının ardında erin yalan söylediği, aksakallı kocayla hiç görüşmemiş olduğu ve o yaşlı köylünün de otobüsten inmediği düşüncesi yatıyordu.
Ne yazık ki; Gokko Fuat erin yalan söylemediğinden kesinlikle emindi. Nitekim, O er aksakallı kocayla görüşmeden kendisi hakkındaki o sağlam bilgileri elde etmiş olamazdı. Böyle de olmasa; bu tür bir kanı, aksakallı kocanın otobüste bulunmasını gerektirir, bu ise insanı yanlış sonuca götürürdü.
Zira, aksakallı koca otobüste yoktu. Çünkü; ölüsüne ölüler arasında rastlayamamaktaydı.
Neye inanacağını bilememenin şaşkınlığı içinde, herhangi bir yön gözetmeksizin yürümeye koyuldu.
Mızrak 7 ‘nin ölümden kurtulmuş olan kaptanı derin bir üzüntü ve şaşkınlık içindeydi. Yüzündeki cam çiziklerinden çenesine aşağı inmiş bulunan dört-beş şeritlik kan boydan boya kurumuş, silinip temizlenmesine zaman bile bulunamamıştı. Gokko Fuat ‘ın altı çizili sorularına gözleri uzak bir noktaya dikili olarak yanıt verip duruyordu:
- Otobüste onyedi yolcumuz vardı. Onyedisi de can verdi. Kurtulan bir ben, bir de yardımcım. Tarlalardan birinden farların önüne atılan iri siyah bir köpek yırtıcı homurtularla bağıra bağıra koşup karanlıklara karıştı. Ben daha kendimi toparlayamadan, nereden çıktığını anlayamadığım bir ikinci köpek otobüsün tam önüne saldırdı. Alabildiğine yakınımdaydı ve duracak zamanım yoktu. Hayvanın tekerlekler arasında ezildiğini sezdim, kırılan kemiklerinin çatırtılarını duydum, araç kontrolümden çıkıp kaydı, şarampole uçtuk ve arka arkaya takla attık. Sonuç onyedi ölü.
Adam şoka girmişti ve sanki olanlar onunla ilgili değilmişcesine konuşmasını dürdürmekteydi:
- Senin dediğin tipte; aksakallı, yaşlı bir köylü yoktu otobüste. Onyedi kişiydi yolcunun tümü. Parasından neyinden belli. Yoktu arabada 75-80 yaşlarında kimse. Yolda-belde mola falan vermedik ki; ine de savuşa. Diyeceğim; Şarkışla ‘dan yola çıktık, Kalın ‘da takla attık. Bu ikisi arasında inen-binen arama. Şarkışla ‘dan nanca yolcuyla çıktıksa buraya işte onca yolcuyla geldik. İşte, bizim yardımcı yani Çopur orada. Sor bir de ondan, istersen. Ben arabasından sorumlu adamım. Arabamda aksakallı, yaşlı, kasketli, bastonlu, heybeli tek köylüyle yola çıkmadım.
Şaşkın ve durgun bir biçimde yol kıyısındaki bir tümseğe oturmuş olan şoför yardımcısı, toprakta konvoy halinde yol alan karıncalara bakmaktaydı. Gokko Fuat ‘ı yanıtlamak için başını bile kaldırmıyor, yüzüne bile bakmıyor ve bakışlarını karıncalardan ayırabileceğe dahi benzemiyordu.
- Öyle bir aksakallı, yanağı kara benli, heybeli, bastonlu, kasketli, yaşlı bir köylü yoktu Mızrak 7 ‘de. Olsaydı kesinlikle bilirdim: Benim adım Çopur. her birşeyi bizden sorulur otobüsün. O dediğin 41 numaralı koltuk boştu. Satılmamıştı. 39, 40, 41, 42 ve 43 numaralı koltuklar silme boştu. Bunların tümü en arka sıradadır. Otobüs yola çıktığında 41 numarada oturan bendim. Arabanın başına bu iş gelene dek de ben oturdum. Benim oturduğum koltukta aksakallı bir köylü nasıl otursun, herif.
Gokko Fuat Mızrak Turizm ‘inservis aracı olan minibüsle Sivas ‘a dönenlerin arasına taş gibi oturdu. Tüm kapılarını çevresinde olup bitenlere kapatmıştı. Tanış olmak için kendisine sorular yöneltenlerden hiçbiri ona ulaşamadı. Yağmurlu bir rüzgarın önünde kelle-paça uçuşan solgun bir yaprak gibiydi.Nereye gittiğini bilmeden gidiyor, gidiyor, gidiyordu. Duru-durağı, limi-limanı yoktu. Bir hırçın, bir azgın okyanusta bir karışlık bir kara parçası bulabilmek için ölesiye kulaç atmaya çalışan bir yorulmuş tayfa, bir umutsuz karınca. Güçsüz, yetersiz, bilgisiz.
- Başın sağolsun gardaş, sen neyini yitirdin?
Taşta yanıt var, Gokko Fuat ‘da yanıt yoktu; Başından geçenler dağ olup yıkılmış ve o altında kalmıştı. Neyi nasıl değerlendireceğini, nereye neyi soracağını, alacağı yanıtın doğru mu, yoksa yanlış mı olduğuna nasıl karar vereceğini bilem,yordu.
Ne demek oluyordu bütün bunlar?
Alt yanı, cezaevinden çıkmış, ölmeden önce, kalbinin delik olduğunu öğrendiği küçük kızkardeşini son bir kez görebilmek amacıyla köyüne dönmek istemiş, tutmuş bir otogardan bir otobüs bileti almış, sonra şu veya bu nedenle otobüse binmekten caymış, yolculuğunu trenle yapmaya karar vermiş ve bu kararı da kendisine yarar sağlamıştı: Binmekten caydığı otobüsün başına gelenler ortadaydı. Otobüse, kendisinin yerine binen yolcu canvermiş, kendisi ise sağ-salim Sivas ‘a kadar gelebilmişti. Şimdi bunun altında bir şey mi araması gerekiyordu? Böyle bir şey aramaya çalışmak “Gerçekte bu böyle değil, şöyle olacaktı.” Demeye kalkışmakla aynı anlama gelmez miydi? İnsan bu evrende neyin nasıl olacağını bilemeyeceğine göre; olmuşun altında başka şeyler aramaya çabalamak saçmalık sayılmaz mıydı?
Gokko Fuat canını sıkan birini başından savmak istercesine elini salladı.
Düşünde gördüğünü sandığı aksakallı kocanın gerçekte rastladığı o aksakallı kocaya kılı kılına benzemesi, onun kendisini otobüse binmekten caydırmaya çalışması, onun sözlerinin etkisinde kalarak otobüs yolculuğundan cayması, binmekten kaçındığı otobüsün devrilmesi, aynı otobüse kendi yerine binen köylü kadının canvermesi üzerinde durulmaya değmeyecek şeyler miydi?
Aksakallı kocanın kendi yardımıyla ve kendi gözleri önünde arabaya binişi, otobüsün, devrilinceye dek hiçbir yerde durmamış ve herhangi bir yolcu indirmemiş olması, o yaşlı köylünün nizamiye önünde cipin sürücüsü olan erle görüşmesi, tüm bunlara karşın olay yerindeki ölüler arasında aksakallı kocaya rastlanamaması basit bir omuz silkmeyle bir yana atılabilir miydi?
Bir yerde bunlar Gokko Fuat ‘a yazgıyı değiştiren şeylermiş gibi gelmeye başlamıştı.
Sanki; o otobüs yolculuğu Gokko Fuat ‘ın sonuydu ve gizli derinliklerden uzanan bir el nasıl etmişse etmiş, Gokko Fuat ‘ı, bileti bile alınmış olan otobüsten çekip alarak ölümlerden kurtarmıştı.
- Gusura bakma, gardaş, sen inmeyecen mi? Yani araç başka bir göreve gidecek de.
Orta yaşlı, esmer, yüzü üzüntü dolu bir adamdı ve incitmekten çekinen bir tutumla Gokko Fuat ‘ı omuzundan kavramış, hafiften sars arak kendisine getirmeye çalışmaktaydı.
Fuat minibüsün çoktan boşalmış ve yolculuğun çoktan bitmiş olduğunu o anda anladı. Araçtan tek sözcük söylemeden indi.
- Hele şurya otur gardaş.
Kollarında sağlı-sollu iki kişi vardı ve kendisini, herbir yanı camlı-camekanlı oda gibi bir yerde bir sandalyeye oturtmaya çalışmaktaydılar.
- Dikmeyin lan öyle, bardağı birden… Ağır ağır içirin oğlum…
Gokko Fuat birkaç yudum su içirildikten, alnı, ensesi, yüzü ve bilekleri kolonyayla oğuşturulduktan sonra kendine geldi. Hoşgörücü bakışlar altında çevresindekilere aldırış bile etmeden yürüdü. İlerledikçe yanından geçen vitrinlerin, duvarların, ağaçların, insanların yavaş yavaş farkına varmaya başladı. Tümüyle kendine geldiğinde Sivas Otogarı ‘nın tanımadığı bir kesimindeydi ve alabildiğine acıkmıştı. Görünürlerde bir simitçi aradıysa da bulamadı. Rastladığı bir-iki kişiden Demiröz Köyü minibüslerinin nereden kalktığını sordu.
Köyünün minibüsünde bilet paralarını araç kalkmadan topluyorlardı ve herkesin parası alınmıştı ama Gokko Fuat ‘tan para-mara isteyen olmadı. Fuat ‘ın hem paraya yeltenmeye niyeti, hem de minibüse ödenecek parası yoktu.
Şoför kolu birinci vitese Tanrı ‘nın adını anarak taktı.
Gokko Fuat cam dibindeki yerinde Nebo ‘yla baş başaydı ve şimdi rahattı. Zira, herbir adrese ayrı ayrı vermesi gereken zarfların tümünü ilk adrese verip kurtulan bir dağıtıcı gibi; yanıtını tek tek bulamadığı değişik ve hırpalayıcı soruların tümüne birden bir tek yanıt bulmuş kurtulmuştu: Para bulma, ivedilikle tedavi ettirme ve felaketten kurtarma umutları palavraydı; bunların hiçbiri gerçekleştirilemeyecek ve Nebo ölecekti. Gokko Fuat, kendisi daha cezaevinden yeni çıkmışken onun ölmüş olması gerektiğine kesinlikle inanmaktaydı. Fakat ona göre; olması gereken olmamış, dayak yiyen çocuğu garsonların ellerinden kurtarmak suretiyle yaptığı iyilik olacağı engellemişti. İşin içinde gizli güçlerin parmakları vardı ve bu kutsal güçler, salt kendi iyiliği karşılıksız kalmasın diye Nebo ‘nun ölümünü askıya almışlardı. Ta ki, kendisi köyüne, evine ulaşıp dünya gözüyle son bir kere şu zavcvallı bacısını görene dek. Çünkü; “Yazgı silinmez, gerekirse ertelenebilir.” Di. “Ölüm Tanrı ‘nın emri” olduğuna göre; Nebo ‘yu sağ iken son bir kez görebilmesi bile elbette kibir lütuftu. Ve Gokko Fuat, yazgıyı değiştiremeyeceği için alabildiğine üzüntülü olmasına karşın, yazgı ertelendiği, kemdisine Nebo ‘yu son bir kez sağ olarak görme lütfunda bulunulduğu için acısına daha bir kolay katlanabileceğini düşünmekteydi.
Binbir çırpınıştan sonra güçlükle bulduğu ve bulur bulmaz da dört elle sımsıkı sarıldığı çözümde hiç de yanılmamış olduğunu, Nebahat ‘i; beş yaşındaki yumuk gözlü bacısını evlerinin önündeki toprak yığınında görünce anladı. Minibüsten, kapısı açılmış kafesten dışarı saldıran bir goril gibi fırladı. Nebo ‘yu hüngür hüngür ağlayarak kucaklayıp iri kollarının kafesinde yüreğine, yüreğinin ta içindeki biryerlere sokmaya çalıştı. O küçücük başı ayırıp ayırıp yeniden göğsüne bastırdı. Yumuk yanaklara, ışıltılı kara gözlere, kirli-pasaklı saçlara yüzlerce kere dudaklarını bastırdı.
- Faaattt. Faat ‘ım benim… Oğluuuum… Goçuuum…
Genişce bir bahçenin içine ve birbirinden güzel çiçeklerin içine oturmuş olan ahşap köy evine salt Gokko Fuat, salt anası, salt bacısı değil, birbirine gömülmüş, birbirine kenetlenmiş üçlü bir et yumağı girdi sanki.
- - Ana Nebo… Nebo ‘nun kalbi… Yani Nebo ‘nun hali…
Tahtalardan yapılı kanepedeki minderlerden birinin üstüne, oğlunun tam karşısına oturmuş olan ve parmaklarıyla küçük kızın yanaklarını sıkan ve derin bir mutluluk içinde bulunan ana, canını sıkan birşeyi kovarcasına elini sallayarak utanç dolu bir kahkaha kopardı:
- Vay aman oğul, vay onun boynu altında galsın “Doktor” kere… Galbinde delik-melik yohmuş Nabahat ‘ın… Sivas ‘ta tahlillerini yaptırdım hastaj-hanada… Yani filimlerini, herbişeyini… Meğersem bomba gibiymiş senin aha bu bacın…
- Yani şimdi ölüm yok mu Nebo ‘ma?
- Aman oğul ne ölümü. Ağzını hayıra aç. Nebo daha yeni başladı yaşamaya.
Gokko Fuat ‘ın evi bayram yerine çevirmesine bir tek saniye yetmişti. Nebo ‘yu havalara, havalara atıp atıp tutuyor, sırtında gezdiriyor, kucağına alıyor, kanepeye oturtuyor, minicik bir at edip sırtına biniyor, elinden tutup halay çekiyor, beline sarılıp dans ediyor, küçük kızı fıkır fıkır güldürmek için yapmadığını bırakmıyordu.
Nebo ‘yu ortalarına alarak yere konulmuş ekmek tahtasının çevresinde bağdaş kurduklarında Gokko Fuat evrenin en büyük şöleninin bulgur pilavıyla ayrana kaşık sallamaktan, iri bir baş kuru soğanı güçlü bir yumrukla kırmaktan daha güzel ve daha görkemli olamayacağı kanısına varmıştı bile.
Gokko Fuat öğle yemeğinden sonra Nebo ‘yu akşama dek köy içinde gezdirdi, eğlendirdi, geçmiş olsun demeye kalkışanlara pas bile vermedi. Akşamleyin aynı bulgur pilavına, aynı ayrana kaşık salladı. Bazan güldürerek, Bazan şakacıktan korkutarak ve Bazan öperek, bazab sıkarak Nebo ‘yu uyuttuktan sonra odasına çekilip anasının serdiği yünden yapılma yer yatağına uzandı. Ellerini başının altına yerleştirerek dilinden bir türlü eksilmeyen garip bir lezzetle uykuya daldı.
Ertsei sabahın geç bir saatinde, anası ve yanında Nebo, elinde bir bardak süt olduğu halde, kendisini uyandırmak üzere odasına girdiğinde Gokko Fuat artık yaşamamaktaydı. Üzerindeki çiçekli basma yorgan didik didik didilmiş, başının altındaki kuştüyü yastık yırtım yırtım yırtılmış, altındaki yün döşek tiftik tiftik atılmış ve delikanlının o iriyarı vücudu paramparça olmuş, dağılmış, savrulmuştu. Bileğinden kopmuş bulunan sol eli oda kapısının eşiğindeydi. Karnı ta bacaklarının arasından göğsünün ortasına kadar yırtılıp açılmıştı. Kucağında kan içinde barsaklar durmaktaydı. Yüzünün ve başının ötesine-berisine birer iri hançer biçiminde cam kırıkları saplanmıştı. Yerler et parçaları ve pıhtılaşmış kan içindeydi.
Gokko Fuat sanki yattığı yerde korkunç bir araba kazası geçirmiş, koltuğundan kurtulup ön camdan fırlayarak paramparça olmak suretiyle yaşamını yitirmiş gibiydi.

İsmet Barlıoğlu
Kayıt Tarihi : 15.2.2007 23:49:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bu öykü de müteveffa ağabeyim Hikmet BARLIOĞLU (19332003) 'nun vefatından sonra elime geçen daktilo ile yazılıp bırakılmış eserlerinden, öyküler kategorisinde ve de metafizik öyküler türünden DURDU AVRAD isimli öykü eserinin içindeki öykülerin sonuncusudur. Okunulması temenni edilir.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • İsmet Barlıoğlu
    İsmet Barlıoğlu

    İlgilenip görüş ve düşüncelerini ileten arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.
    (Yüksel Önaçan kardeşim hangi sitede sergiliyorsa; bir görmek, izlemek isterim.)
    Seşam ve sevgilerimle.

    Cevap Yaz
  • Paraf Etraf
    Paraf Etraf

    “Olamaz” dedirten bir sonla bitişi beni çok üzdü ama şu var ki ölüm engellenemez ancak, ertelenir sözünün de belirgin bir şekilde işlenişini bir kez daha görmüş oldum.
    Güzel, anlamlı, anlamının ötesinde düşünmeye sevk eden bir hikâye…
    Sevgi, saygı ve hürmetler.

    Cevap Yaz
  • Orhan DEMİRTAŞ
    Orhan DEMİRTAŞ

    parmaklarım bu kaliteli esere yorum yazma cesaretini gösterdi..bu cesareti bana veren allah a şükrediyorum...saygılarımla.....

    Cevap Yaz
  • Binali Kılıç
    Binali Kılıç

    Muhterem dostum,saygıdeğer abim İsmet bey.
    Hayatta kitap okumayı çok seven bir yaratılışa sahip olduğum için,yuce yaratıcıya bol bol şükrediyorum.
    Çok sayıda kitap okumama rağmen,bukadar lezzetli,bukadar sürükleyici,daha doğrusu beni can evimden vuran böyle bir parçayı okumak bugun nasip oldu.Daha bir günlük tanışıklığıma rağmen benim kalbimdeap ayrı bir yer kazanan saygı değer Hikmet abimizin,dilerim yüce Allah(c.c.)katında kat kat yüce değeri olsun.Yüce Allah(c.c.)ından abinize rahmet,siz değeli abime hayırlı ve uzun ömürler diliyorum.Allaha emanet olun.Aşık Binali KILIÇ

    Cevap Yaz
  • Yüksel Önaçan
    Yüksel Önaçan

    Ne yapabiliriz, düşünüyorum.
    Şimdilik şiirlerinden alıntı yapıp, söylediğim sitede sergiliyorum. Hoş, kimlere gittiğini debilmiyorum ya...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (5)

İsmet Barlıoğlu