27-) Yarınları Tüketmek Dünden / Ka ...

Gürkal Gençay
29

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

27-) Yarınları Tüketmek Dünden / Kaleme Değil, Silaha Sarılmak

(güç elinde olan, bunun iyilik ve kötülükten beslendiğini bilir! ..)

Devlet, memurlarını silahlandırıyor...

Makine ve Kimya Endüstrisinin, devlet memurlarına KDV’si peşin-bakiyesi dört eşit taksit gibi ödeme kolaylıkları içeren 21.Ağustos.1998 tarih ve 076.00.06/1971 sayılı genelgesi yayımlanarak yürürlüğe girdi ve tüm bakanlıklara ulaştırıldı.
İlgili bakanlıklar da hiyerarşik düzen içinde, söz konusu genelgeyi kendilerine bağlı tüm seksiyonlara tebliğ ettiler.

TC gibi, etnik ve kültürel farklılıkların kriminal vakalar olarak yaşandığı, toplumun farklı katmanlarının Kürt/ Türk – Alevi/ Sünni – dindar/ laik gibi kategoriler ile kamplaştırıldığı ve sürekli kaos ortamının yaşandığı bir ülkede, aileleriyle birlikte sayıları milyonları bulan memurların silahlandırılmaları ürkütücüdür.

Son üç aydır piyasaların %2 daralmasına binaen fabrikaların sürekli işçi çıkardığı, işten çıkarılma tazminatlarının verilmediği, verilenlerin ise takside bağlandığı, mevcut işsiz sayısına altı yüz bin insanın kümülatif olarak katıldığı ve ekonomik alanların belirginsizliğinin daha da flulaştığı bu proseste insanların silahlandırılmaları çok düşündürücüdür...

Karl Marks’ın “ Tüm sosyolojik sorunların temelinde ekonomik gerekçeler yatar...” sözlerinden yola çıkarak/ sosyologların ortaya koyduğu verilere göre ve örnek parametrelerin de gösterdiğince, toplumsal patlamaların ana sebeplerinden birisi ekonomideki sorunların yüksek yoğunlukla yaşanması olarak belirtiliyor.
Bir ülkede, insanların milli hâsıladan aldıkları pay üzerinden/ iki kişinin aralarında fark; en fazla alanla en az alanın 8/1 oranında ise, orada toplumsal patlamalar ve iç çatışmaların yaşanması kaçınılmaz oluyor.
TC’de ise gayri safi milli hâsıladan en fazla pay alan ile en az pay alanın arasındaki fark çok korkunç: 15/1
Yani bu ülkede, daha da yoğunluklu toplumsal patlamaların yaşanması kuvvetle muhtemeldir.
Böyle bir potansiyel içten içe büyümektedir...
Böylesi gergin ve böylesi hassas bir zeminde bulunan toplumun bu noktada silahlandırılmasının, dinamitin fitilini ateşlemekten bir farkı yoktur...

Bu ülkede; adaletsiz gelir dağılımının, adaletsiz vergi sisteminin, eğitimde ve sağlıkta yaşanan fırsat eşitsizliklerinin sonucu olarak toplumsal barışıksızlığın göstergeleri her an kesif olarak yaşanmaktayken, bütün bu olumsuzluklardan en fazla etkilenen ve her an patlamaya hazır bir bomba durumundaki yüz binlerce memuru silahlandırmak çok dramatik/ çok tehlikeli boyutları olan ve ürkütücü sonuçlara gebe hazin bir oyundur...
Rus edebiyatının büyük ismi A. Çehov’un “..eğer bir tiyatro oyununda, sahnede mizansen gereği veya dekor için duvarda ya da şömine üzerinde asılı tabanca/ tüfek varsa, bilinmelidir ki; o silah oyun içinde mutlaka patlayacaktır! ..” sözü doğru bakış açısının yakalanabilmesi bakımından son derece önemlidir.

Prizmanın bir diğer köşesinde ise başka bir vahamet vardır.
TC’deki her altı erişkinden birinin ruhsal açıdan sağlıklı olmadığı saptanmıştır.
Ruhsal hastalıkların; alkol bağımlılığı dışında, uyuşturucu kullanımı dışında yüksek sayıda olduğu tespit edilmiştir.
Sağlık bakanlığı ile Ankara ve Hacettepe üniversitelerinin işbirliği ile gerçekleştirilen “Türkiye’nin Sağlık Profili” konulu araştırmayı yorumlayan Hacettepe üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cengiz Kılıç, Türkiye’deki gençlerin de onda birinin ruhsal açıdan sağlıklı olmadığını, ruhsal sorunları olan erkeklerin dışa dönük, kızların ise içe dönük davranışlar gösterdiklerinin saptandığını belirtmiştir.

Toplumsal gerçekler çerçevesinde, böylesine endişe verici rakamların ve konuların telaffuz edildiği bir ülkede insanların inadına silahlandırılmasına yönelik bir girişimin hiçbir geçerli mantığı olamaz.
İnsanların yaşamsal ihtiyaçlarını ve makro/ mikro ölçekli gereksinimlerini belirli bir plan/ program çerçevesinde tespit edip/ sağlamak durumunda olan devlet, bütün bunları görmezden gelerek/ adeta yok sayarak ve halkın öncelikli ihtiyaçlarından biri de silahmış gibi sığ bir düşünce yapısını pratiğe geçirerek/ insanlara silah dağıtarak adeta potansiyel katiller yaratmaktadır.

Mevcut adalet sisteminin kimseyi tatmin etmediği ve yargıyı bağımsız görmediği / ve (örf, adet, gelenek, görenek, töre vs. gibi) yazılı olmayan yasaları içselleştirip, referans alan insanların yoğunluklu yaşadığı bu ülkede insanlar kendi adaletlerini kendileri sağlamak üzere kâh kavga etmekte, kâh birbirlerini yaralamakta ve hatta öldürmektedirler.
Adaletten tutun da memur reformlarına, sağlıktan eğitime, sosyal güvenlikten yerel yönetimler açmazına kadar aklınıza gelebilecek tüm departmanların çöktüğü bir sistemin yanı sıra, demokrasinin saydamlaşmadığı/ kurumsallaşmadığı, hukukun ve insan haklarının hoyratça çiğnendiği bir “yasa devleti”nde insanların silahlandırılmaları vahim bir olgudur.

Bilinir ki, mafya ve çeteler devlet sistemi içindeki dinamikler ile işbirliği içinde oldukları sürece mevcudiyetlerini sürdürebilirler.
Devletin en küçük memurunun dahi (yeri geldiğinde) bu tür kirli işlerin içinde olması ihtimal dışı değildir.
Zira, geçmişteki bir büyük türk büyüğünün “benim memurum işini bilir...” söylemi ve buna koşut devlet etme zihniyetinin enikonu yerleşmesi bunun önünü açmıştır.
Bütün köşelerini mafya ve çetelerin tuttuğu ve adeta bir kanserojen olgu gibi tüm yapıyı sardığı bir ülkede memurların silahlandırılması marazı kronikleştirmekten başka bir şey değildir.
Unutulmamalı ki, arızalı bir sistemin doğru ve hukuki/ insani olarak dolduramadığı tüm alanları mafyalar ile çeteler doldurur.
Doğa asla boşluk kabul etmez...
Oraya hava doldurur; yine de boş bırakmaz...

Oluşturulmaya çalışılan bu korku cumhuriyetinin, öfke toplumu silahlandırıldığında; bu ülkede hak-hukuk isteyen, yaşama hakkını savunan, savaşlara “hayır” diyen, barış isteyen insanlar kendilerini adeta yetim gibi hissedeceklerdir.

Bu ülkede yaşanan gözaltında kayıplar, işkencelerdeki ölümler, tecritler, yargısız infazlar duyarlı insanlar ve demokratik kitle örgütleri tarafından eleştirilmiş ve devletin adeta bu “cinayet işleme hastalığından” kurtulması gerektiği vurgulanmıştır.
Görülüyor ki; devlet bu yükselen volüm karşısında geri adım atmış ama hastalığından kurtulamamıştır...

Ekonomik önlemler paketini içeren 5.Nisan kararları çerçevesinde devlet dairelerine memur alımları durdurulmuştu.
Bu tarihten sonra işe alınanlar ya torpilli olanlar, ya da sisteme uygun olan insanlardı.
Bu insanlar işyerleri içindeki uzlaşıyı yok ettikleri/ sendikal çalışmaları törpüleyip, zayıflattıkları gibi, devletin pratikteki tepki alan uygulamalarının da taşeronluğunu üstlenmişlerdir.
Bunun son örneği, Öcalan’ın yakalanmasından sonra ortaya çıkan (idamına yönelik) krizde de tüm ulus olarak görülmüştür.
Şövenist saldırılar öyle boyutlarda yoğunlaşmıştır ki; insanlar gözlerinden ateş, ağızlarından salyalar saçarak portakalların üzerinde tepinip, arabaları ve ev eşyalarını yakmışlardır.
İşte devletin silahlandırmaya çalıştığı hedef kitlesi, öfke ile domateslerin yakasına yapışan bu insanlardır...
Böylelikle; gerçekten demokratik bir ülkenin polisinin tepki alan/ yapmaması gereken uygulamaları düşünsel anlamda kendinden yana olan dinamiklere devretmiştir...

Devlet memurlarının silahlandırılması olayı esasen çok boyutludur.
Bunun ekonomik, siyasi, toplumsal ve psikolojik boyutu olduğu gibi, bir de etik açıdan bakılması gereken boyutu vardır.
Devlet, içeriden ve dışarıdan gelebilecek tüm tehlikelere karşı yurttaşını kendi kolluk kuvvetleriyle ve askeri gücüyle korumak mecburiyetindedir.
Dışarıdaki tehlikeler için askeri vardır, içerisi için de polisi...
Ve bunun için de insanlardan vergi alır...
Hiçbir güçlü devlet, vatandaşına “Ben seni koruyamıyorum. İşte silah, başının çaresine bak” diyemez...
Aksi halde, o devlet olamaz...
Bu, bu demektir...
Değilse, o silahı sade vatandaşa vermenin nasıl bir mantığı, nasıl bir açıklaması olur; soruyorum? ..
Bir silah ne işe yarar? ..
Soruyorum? ..

Tekrar soruyorum; sayıları milyonlar ile ifade edilen bu büyük kitlenin silahlandırılmasının mantığı/ esemesi nedir?
Bunun hiçbir anlaşılabilir bir mantığı olamaz, bu olsa olsa ahlak dışı bir davranıştır...

Bu; devletin vergi aldığı ve karşılığında yaşamını kolaylaştırıcı hizmetler götürmeyi, malını- canını korumayı taahhüt ettiği yurttaşına karşı görevini yapmaktan imtina etmesinin dışavurumudur.
Olay küçük değildir yani...
Bir metinde, verilmek istenen mesajın satır aralarında gizlenmesi gibi...

Bütün bu yanlışlar üst üste konulduğunda görülüyor ki, faturayı yalnızca masumlar ve daha da dramatiği çocuklar ödüyorlar.
Piknik alanlarında, düğünlerde, sonu galibiyetle biten maçların sonunda “şehir magandaları” kod adlı katillerin eğlence anlayışlarının hastalıklı bahçesine ektikleri yanlış tohumlar sonucu bigünah insanlar can veriyorlar.

Silahın yalnızca bir eşittiri vardır; o da ölüm! ..

Aklınıza gelebilecek her türlü nesneden çok estetik bir şeyler yaratabilirsiniz.
Yeri geldiğinde silah olarak kullanılan taşları boyayabilirsiniz, sopalardan/ tahtalardan bir kediye- köpeğe yuva yapabilirsiniz.
Ama silaha asla/ hiçbir şekilde estetik bir boyut kazandıramazsınız.
Hafızasında ölümden, acıdan ve kandan başka hiçbir şey olmayan bu aleti, öldürme içgüdüsünün baskıladığı bir topluma bakkaldan ekmek alır gibi verirseniz, geriye söylenebilecek tek şey kalır:

— “Ey, tercihini yaşamdan yana koyan, hiçbir canlıyı kategorize etmeyen, elimde silah değil kalem olsun diyen, çiçeklerle konuşan, kuşlara ekmek atan insanlar; bu ülkede hayatınız tehlikede demektir, bu ülkede can güvenliğiniz yoktur demektir...”

Gürkal Gençay
11.Aralık.1998
Deniz Köşkleri / İstanbul

(“Yarınları Tüketmek Dünden” isimli kitaptan / Örtülü Yayınları–1999)
******************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...

http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html

(Sayfa: 146 / 150)

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 25.3.2010 11:04:00
Hikayesi:


* * Doğada bir yaşam sürüyor... Kusursuz bir sistem ile devam ediyor... Doğanın bu yaşam üretgeçini “Ekoloji” olarak bilimsel bir başlık altında anlamaya/ tanımaya çalışıyor insanoğlu... Aslında kendini tanımaya çalışıyor... Doğanın bu kusursuz işlevine insan dışındaki tüm canlılar katkı sağlıyorlar... Aklımıza gelen gelmeyen bütün türleriyle doğanın yaşam üretmesine katkı sağlıyorlar... Ekosistem; Flora (Bitki varlığı) – Fauna (Hayvan varlığı) ve Bitkisel/ Hayvansal Mikroorganizmalar olmak üzere üç temel unsur ile varlığını sürdürüyor... Bu dinamikler gerek kendileriyle, gerek cansız dinamiklerle etkileşim göstererek bir programı sistematize ediyorlar... Ve bu mekanizmanın içinde ise İnsan yok... İnanın bana, gerçekten yok... İnsan dışındaki tüm canlılar varoluşlarındaki doğal özellikler/ donanımlar ile hatta hatta bokları, püsürükleri, salya-sümükleriyle bile düzeneğe katkı sağlamaktalar... Ölüleri bile işe yarıyor gariplerin; dirileri kadar... Bu anlamda İnsanın doğaya hiçbir katkısı da yok... Sömürgenliklerinden başka... Zararlarından başka... İnsanın doğaya katkı sunabileceği tek şey var... Zekâsı... Yani bu yeteneğini kullanarak onu korumak/ gözetmek ve sonraki nesilleri bu bilinçle yetiştirmek... Doğaya karşı bir savaşım göstereceğine, doğaya paralel yaşayabilmek... Aksine doğanın kurallarına karşı kendi yasalarını dayatmaya çalışan İnsanoğlu sisteme kanserojen bir olgu gibi, hastalıklı hücreler gibi yayılıyor... Ve doğa; varettiği bu tek hatasını hüzünlü bir gülümseme ile izliyor... Çünkü, yine büyük bir yanılsama ile dillendirdiğimiz “Doğa Sorunu – Çevre Sorunu” gibi söylemlerin aksine bunun “İnsanın Sorunu” olduğunu biliyor doğa... Doğadaki bütün ağaçlar yok olduğunda, doğa varlığını ağaçsız olarak sürdürecektir... Bundan kuşkunuz olmasın... Farklı bir biçimlenmeyle kendini sürdürecektir... Ama oksijen ihtiyacının %90’a yakın bir bölümünü bitkiler aracılığı ile sağlayan insanoğlu akciğer solunumuyla yaşayan diğer hayvanlar gibi bu varlığını yalnızca 45 dakika sürdürebilecektir... (Bu veri “Çevreci” Prof. Orhan Kural’ın tüm dünya üniversitelerinden topladığı ve televizyonlar aracılığı ile topluma açıkladığı kaynaklardandır.) Bunu hayvanlar için de düşünebiliriz... Onların hepsini yok edebiliriz... Yok sayabiliriz... Ama, ortaya çıkabilecek sorunsalı göğüsleyebilir miyiz? “asla...” İşte bunu düşünemiyoruz... Deve kuşları gibiyiz... Başımız hep kuma gömülü yaşıyoruz... —Gürkal Gençay— /

Gürkal Gençay