24-) Yarınları Tüketmek Dünden / Paranoya

Gürkal Gençay
29

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

24-) Yarınları Tüketmek Dünden / Paranoya

(Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır... “Emma Goldman”)


Savaşlar topla, tankla, tüfekle kazanılmıyor artık.

Emperyalist ülkeler daha önce tankla, tüfekle yani klasik savaş yöntemleri ile ele geçirdikleri ülkelere kendi sistemlerini, düzenlerini ve politikalarını oturtmak/ yerleştirmek için buralarda yeni yapılanmalar oluştururlardı.
Bu yapılanma/ tasarım ile; ele geçirilen ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısı gibi birçok stratejik alanı işgalci emperyalist ülkeler tarafından değişime/ siyasi metamorfoza uğrar, yani müstemleke edilir/ sömürgeleştirilirdi.
Bunun için, ele geçirilen ve kolonileştirilen ülkenin siyasal platformlarını, sivil ve askeri bürokrasisini, askeri yapılanmasını, ticari sistemini, ulusal ve uluslar arası ilişkilerini, medyasını ve diğer tüm katmanlarını kendi teknolojisi, makineleri ve telekomünikasyonu ile (kendine bağımlı olarak/ kendi kontrol edebileceği biçimde) yeniden düzenler, kendi kalifiye personeli ile kadrolandırırdı.
Son yıllara kadar geçen süreçte, söz konusu bu uygulamalar emperyallere (her ne kadar savaş tazminatı adı altında müstemleke ülkeyi haraca bağlasalar bile) çok yüksek maliyetleri de beraberinde getiriyordu.
Savaştan artakalan bir ülkenin (kentsel habitat bağlamında) yeniden yapılandırılması, lojistiği, binaların, otoyolların, havaalanlarının ve stratejik önemi olan yerlerin, bölgelerin fiziksel ve psikolojik olarak onarılması/ tadil edilmesi azımsanmayacak bir maddi külfeti de beraberinde taşıyordu.

/ Emperyalist ülkeler topla, tankla savaşmıyorlar artık! ../

Sermayenin rengi, savaşın rengini belirliyor...
Bunun için emperyal ülkeler; galibi belli bir savaşın “enfrastrüktür”ünü oluşturmak için ölümcül/ vahşi kapitalizmin nimetlerinden faydalanarak üçüncü dünya ülkelerine, gelişmemiş ve gelişmekte olan yoksul ülkelere ve bizim gibi (her açıdan) kalkınmamakta ısrar eden ülkelere önce kendi kültürlerini şırınga etmeye başladılar.
Türkiye gibi ülkelerin sanat konsepti içinde tanımladıkları ve bu anlamda akçe boyutu hep, // sanatın toplumun anlayış ve beğeni ölçülerine uygun olarak yaratılmasından sonra düşünülen resim, müzik, edebiyat, sinema gibi yaratılar sömürgeci ülkeler tarafından sektörel bir olgu olarak görüldü ve bir çeşit (konvansiyonel) malzeme olarak işlendi.
Bu ülkenin Güneydoğu’sunun, Doğu’sunun altyapı problemlerini neredeyse ortadan kaldırabilecek bir sermayeyi// ya da okul, fabrika gibi istihdam alanları yaratabilecek bir büyük parayı yalnızca “Titanic” gibi bir sinema filmine bağlayabilmişlerdir. Bu mantığın temelinde sanatsal bir yaklaşımın değil, bir işadamının (yararcı-faydacı-karcı) mantığı bulunmaktadır.
Emperyalist ülkeler kültür işgallerinde müziği de yoğunlukla kullanmışlardır/ kullanmaktadırlar.
Çok gelişmiş müzik endüstrileriyle, reklâm şirketleriyle ve burjuva kültürünün ürünlerinden/ enstrümanlarından biri olan müzik yarışmalarıyla evlerimize, hatta yatak odalarımıza kadar girebilmişlerdir.
Çaktırmadan haşlanan kurbağa misali, suyun altı da işte böylece ısıtılmaya başlanmıştır...
İşte, böylelikle ülke insanı (gün gelecek) halk müziği yerine Amerikan country müziği dinleyecek, kendi klasik müziği yerine jazz, Türkçe sözlü aranjmanlar yerine de disko müzikleri dinleyecekti.
Ve ilk göstergeler, dilimizi kullanmadaki yabancılaşmada ortaya çıkacaktı...
Bir fabrika yaparcasına büyük/ devasa sermayelerle çekilen aksiyon filmler, pazar ülkelerin sinema salonlarında boy göstermeye başlayacaktı.
Titanic – Rambo – Conan – Polis okulu gibi kendi kültürlerini muhteva eden ve seri olarak üretilen filmler sektör ülkelerin propagandasını yapacak, hem de pazar ülkelerin piyasasında bir alt sektör yaratıp yeni yeni kalemler oluşturacaktı.
Mesela, Rambo filmlerinden sonra gazete/ dergi reklâmlarında boy boy Rambo bıçakları, USA bayraklı Rambo ceketleri/ çizmeleri tanıtılıp, bir telefonla adrese teslim satışa sunulacaktı.
Müzik aracılığı ile önce dilimizi ve kulağımızı ele geçiren sektörel ülkeler, sinema ile sosyolojik davranış biçimimizi, giyim tarzımızı, beğenilerimizdeki ölçütleri ve yaşamı algılama köşelerimizi de işgal etmeye başlayacaklardı.
Eskiden; kıçı kırık yazlık sinemalarda çekirdek yenerek seyredilen, kışlık sinemalarda sevgililerin el ele izlediği, ailelerin ““değişik ve güzel bir gün”” olarak nitelediği, frigo – koko yenerek izlenen yerel filmlerin yerine, bir başka burjuva kültürünün ürünü/ videokaset kulüplerinden alınan USA patentli filmler, evlerin salonlarında patates cipsi, hamburger ve kola ile tüketilecekti...
Sofralarımızda yer alan kurufasulye, pilav ve yanında turşu gibi geleneksel yiyecekler, komposto, ayran hoşaf gibi içecekler, baklava ve kadayıf gibi tatlılar yerlerini; et, konserveler, konsantre yiyecek ve içeceklere terk edecek, üzerine tatlı olarak da frambuazlı bi’şey, bilmem neli peşmelba, tiramisu gibi dilimizin dönmediği şeyler yenecekti.
Günlerin saat beş’ine adını veren çay; ve keyif saatlerimizin vefakar dostu kahve; capuccino, expresso ve nescafeye karşı bir cephe savaşını çoktan kaybedeceklerdi...
Emperyalist kültür bombardımanı, pazar ülkelerin piyasalarını ele geçirmek ve devamlı kar akışı, piyasa hareketliliği/ sirkülâsyonu oluşturabilmek için yeni yeni ““anlamlı günler”” icat edilerek sürdürülecekti.
Dünya yaşlılar günü, anneler, babalar, sevgililer, âşıklar, hayvanlar, çevre, özürlüler, komşular, öğretmenler, öğrenciler vs. gibi içinde demogoji barındıran ve en çok da kendileri tarafından sömürülenlerin günleri, cadılar bayramı gibi salt kendilerine ait günlerle birlikte ihraç edilecekti.
Piyasa örgütlenmesinin yapıtaşlarından sadece biri olan bu girişimler ülke içinde kabul görecek ve sürdürülebilir bir önkabul ile genleşecekti...
Anneler gününde, babalar gününde, sevgililer gününde, hayvanlar gününde ve diğer günlerde; o güne ilişkin, öze ait bir günlük yoğunlaşma bu değerlerin hayatın bütününe yayılması yerine fast-food bir anlayışla apar-topar o gün içinde geçiştirilecekti...
Ve yaşam, tüm alanlarında da adeta fast-footlaştırılacaktı... Anlamsızlaştırılacaktı...
Artık gazetelerin ve TV’lerin yayın politikaları, müzik, roman, şiir, resim gibi (içinde bilinç dönüşümü sağlamaya yarayan iletiler barındıran) olgular bu sakat anlayış ile vücut bulacaklardı.
Emperyalizmin ürünü (modernizmin de alt başlığı) bir anlayış olan postmodernizm, yani (kabaca) her şeyin mubah görüldüğü bir anlayış beynimizin tüm hücrelerine ve kılcal damarlarımıza kadar zerkolacaktı...

Garip garip, tuhaf tuhaf adamlar şair diye, sanatçı diye, çevreci diye taltif edilecek, yerden mantar gibi biten (sistemden beslenen/ sistemin göt yalayıcısı) sistem ürünü medya dopingli şarkıcılar, şairler, yazarlar altın heykelcikler/ altın plaklar ile ödüllendirilirlerken, emperyalizme karşı çıkan ve bu anlamda duruş sergileyen/ şiirler yazan, türküler söyleyen sanatçılar kontrplak dahi alamayacaklardı...

Postmodernist ambiyansın kuşattığı fast-food yaşamın sokaklarında artık amerikan tıraşlı, USA bayraklı montlarıyla/ t-shirtleriyle, bağcıkları bağlanmamış (nedense?) adidaslarıyla, yırtık levis kotlarıyla, hardrock müzikli sony walkmanlarıyla, ceplerinde light sigara/ zippo çakmaklarıyla, bir elinde kola diğerinde kentucky fright chicken’ıyla/ mc Donalds’ıyla Türk asıllı Amerikalı insanlar cirit atmaya başlayacaklardı.
Artık her şey tamamdı.
Düşünsel zafiyetler içindeki erat ve erat-ı müştemilat çökertilmişti.
En azından ruhen, psikolojik olarak hazırlıksız olacaklardı.
Havadan yapılan kültür bombardımanı başarıyla tamamlanmıştı...

Portekiz’in otuz sekiz yıl başında olan diktatör Salazar’ın; (tarihe de geçen) ““Ben bu ülkeyi otuz sekiz yıl { 3F } ile yönettim [uyuttum]”” sözü bu emperyalist kültür bombardımanına bir cevap, bir anlam olacaktı.
Ama, düşünsel zafiyetler içinde olan ve ülkeleri bu koca gezegende sadece ““tüketicinin köşesi”” haline getirilmiş ülke insanları, savaşın ve ölümlerin kanıksandığı ve hatta birer cazibe merkezi haline getirildiği coğrafyalarında bu gerçeği atlayacaklardı...
{ -3F-: 1-) Futbol / 2-) Fiesta [dans] / 3-) Fado [arabeske benzer bir tür müzik] }

Artık kara savaşına geçilmeliydi ve (adeta) lale devri yaşayan pazar ülke topraklarına ve stratejik alanlarına girilmeliydi.
Böylece; emperyalist ülkeler, petrol şirketlerini, otomotiv/ lastik şirketlerini, maden şirketlerini, elektronik ve tekstil şirketlerini, sanayiini ve (istedikleri an çekebilecekleri) yatırımlarını pazar ülkede konuşlandıracaklardı.
Literatürümüzde IMF, borsa, parite, dolar, mark, CNN gibi yeni yeni kavramlar olacaktı.
Ve bu güçlü şirketler, ““küresel ekonomi”” adı altında ““küresel kapitalizm””i, ““global kapitalizm””i pratiğe geçirecek ve aktif olarak piyasaları örgütleyecekti.
Emperyaller, global kapitalizmin kendilerine tanıdığı geniş yetkilerle pazar ülkenin ekonomisini diledikleri gibi maniple edecek, emek-sermaye-sendika gibi ekonomik yaşamın önemli/ hareketli üçlemesine ve bankalar gibi sıcak alanlarına müdahale edebileceklerdi.
Ölçü ve sınırları belirlemede söz artık emperyallerindi...

Toplumsal patlamalara karşı sigortalar da belirlenmeliydi.
Demokratik kitle örgütleri ve sendikalara karşı mizansen gereği destek ve hoşgörü rolleri oynanacak, etkisiz örgütlerin ““mastürbasyon”” içerikli faaliyetlerine karşın bir şey yapılmayacak ama güçlü ve etkili demokratik kitle örgütlerine, sendikalara karşı kontra sivil toplum kuruluşları ve sarı sendikalar yaratılacaktı.

Savaş kazanılmıştı artık...
Başarılı(!) bir ““kültür hava harekâtı””ndan sonra, ülke topraklarına karış karış sermayesini (konsorsiyumlar aracılığı ile) örgütlenme inisiyatifini konuşlandıran Emperyaller kara savaşını da böylece kazanacaklardı...
Ülke sınırlarına/ ülke içine zafer (şirket) bayrakları dikilecek, sıra savaş galibinin egemenliğini tescil eden andlaşmalara/ anlaşmalara gelecekti.
NAFTA ve MİGA sözleşmelerinden sonra, kapitalizmin anayasası olan, çokuluslu yatırım sözleşmeleri adı altında MAI masamıza konacak ardından iç hukuku rafa kaldıran ve karar/ infaz mekanizmasında (dışarlıklı) kendilerine bağlı hâkimlerin olduğu “tahkim” yasaları çıkartılacaktı...
Bu yasalar ve anlaşmalar, ülke ormanlarını, doğal ve kültürel kaynaklarını, sit alanlarını katleden, emeği ve emekçiyi alabildiğine sömüren, toplumsal uzlaşıyı törpüleyen/ giderek yok eden, buna karşın demokratik kitle örgütlerinin/ sendikaların ve hatta siyasi otoritenin elini kolunu bağlayan, onları işlevsiz kılan/ hiçbir şey yapamayacak hale getiren anlaşmalar olacaktı.

Artık; savaşların topla, tankla, silahla kazanılmadığını toplum olarak anladığımızda ise ok yaydan çoktan çıkmış olacaktı...

Evet...
Artık savaşlar salt topla, tankla, tüfekle yapılmıyor/ kazanılmıyor.
Bundan benim hiç kuşkum yok...
Sizin de kuşkunuz olmasın...
Aksi halde; ““..Aaaa, neler oluyor ya? ..”” der durursunuz...

Eğer böyle bir ülkede yaşıyorsanız, bazı olaylara paranoyakça bakmasını bilmelisiniz...
Eğer bazı olaylara paranoyakça bakmazsanız; birçok şeyi, ve hatta çok çok önemli gerçekleri kaçırabilirsiniz...

Ve ondan sonra da ““aaa, neler oluyor yahu! ..”” der durursunuz...

Yaşam hala sürüyorsa, çözüm ve umut var demektir.
Yeter ki, düşünürün de söylediği gibi {Savaşın generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iş} olduğunu unutmayalım...


Gürkal Gençay
21.Eylül.1998
Deniz Köşkleri / İstanbul

* Alınteri Gazetesi - 03. Kasım. 1998 / Sayı: 34
('Yaşam Hâlâ Sürüyorsa, Çözüm ve Umut Var Demektir' başlığı ile yayımlanmıştır)

(““Yarınları Tüketmek Dünden”” isimli kitaptan / Örtülü Yayınları – 1999)
**********************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...

http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html

(Sayfa: 127 / 132)

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 25.3.2010 10:57:00
Hikayesi:


* KÜRTÇE FACEBOOK _________________________________________________________ Önce bu linke tıklıyoruz http://www.facebook.com/translations/index.php 'türkçe' yazan yeri, 'kurdish' yapıyoruz.../ Aşağıdaki link resimli anlatımdır... http://img194.imageshack.us/img194/2785/adsziva.jpg (Grupları olan arkadaşlar acilen mesajı bu sekilde yollasınlar! ..) ::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::: FACEBOOKA BI KURDÎ _____________________________ Facebooka bi Kurdî li ev linka lı jêr e. http://www.facebook.com/l.php? u=http%3A%2F%2Fwww.facebook.com%2Ftranslations%2Findex.php&h=94e4a34e91c12b53a2b62a1d18536ac1 Ev ji linka vegotina resîmkirî ye.. http://img194.imageshack.us/img194/2785/adsziva.jpg Bila bişinin hemû hevalên we... ********************************************************************************* TÜRKİYE'DE SAVAŞ KARŞITI OLMAK Savaş karşıtı hareketlere baktığımızda, savaşların olduğu süreçlerde ciddi bir gelişme seyri izlediklerini görmekteyiz. En son dünya ölçeğinde en gelişmiş ve de yaygın savaş karşıtlığı eylemini ABD'nin Irak işgali öncesinde gördük. Olası ABD'nin Irak'ı işgaline karşı 15 Şubat 2003 tarihinde dünyanın çeşitli kentlerinde 12 milyon insan sokakları doldurdu. Daha başlamamış bir savaşa karşı bu kitlesellikte bir kalkışmanın başka bir örneği yoktur. Bu kitlesel kalkışma ABD'nin Irak işgaline engel olamadı belki, ancak Nazım Hikmet'in de dediği gibi 'büyük insanlık' h‰l‰ ölmemişti. Aynı tarihte İstanbul Kadıköy'de de 10 bin insan bu savaşa karşıtlık temelinde bir araya gelmişti. Fakat Türkiye'de hala sürmekte olan bir savaşa karşı hiçbir zaman böylesi bir tepki örgütlenemedi. Sonda söylenecek sözü en başında söylemenin bu gerçeği daha çarpıcı göstereceğini düşünüyorum. Türkiye'de savaş karşıtlığının gelişmemesinde bilinç ve örgütlülük düzeyinin eksikliği ifade ediliyor olsa da yukarıdaki yaklaşımın etkili olmadığını söylemek oldukça güç. Yani bu ülkede ne yazık ki; egemenlerin çizdiği kırmızıçizgiler kendisine sol/sosyalist ve de savaş karşıtı diyen Türkiye'deki birey ve de grupların alanını belirleyebilmektedir. Bu ülkede savaş karşıtları, ABD'nin Irak işgaline, Afganistan işgaline, İsrail'in Filistin işgaline söz söyleyebilirler, ancak devletin Kürtler ile savaşına söz söyleyemez, eylem örgütleyemezler. Kürt halkına karşı yürütülen savaş, yarattığı ağır tahribatla bugün 30 yılı geride bırakmıştır. Türkiye nüfusunun kendini Türk kimliğiyle özdeşleştirmiş çoğunluk kesimi açısından bakıldığında, savaşta ölen ve sakatlanan on binlerce yoksul emekçi aile çocuğuna, yaşanan ekonomik ve de ekolojik tahribatlara rağmen bu aileler ve çevresinden başlayarak toplumun genelinde bu haksız savaşa son verilmesini isteyen güçlü bir ses ne yazık ki çıkamamıştır. Dağlıca vakası sonrası PKK tarafından alıkonan askerlerin teslim edildikten sonra başlarına gelenler, ülkedeki ağır militarist baskının düzeyini anlamak bakımından çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Alıkonuldukları andan itibaren toplumda askerlere dönük bir sempati oluşmaması için düzen cephesi dört koldan sinsi bir militarist-şovenist kampanya yürütmüş, sonunda adeta ölmedikleri için onları suçlu, hatta vatan haini konumuna sokmuştur. 'Ölselerdi daha iyiydi' ya da 'kurtulduklarına sevinemedim' gibi, burjuva medyanın bazı kesimleri tarafından bile ayıplanan skandal açıklamaların ardından bu askerler aleyhinde davalar açıldı. Hatta bu askerlerden biri, sadece Kürt olduğu ve PKK tarafından alıkonulduğu sürede kardeşlik mesajları vermiş olduğu için, düzmece olduğu her halinden belli asılsız suçlamalarla müebbet hapis istemiyle yargılandıktan sonra 3,5 yıl ceza aldı. Savaşın acı sonuçlarına doğrudan maruz kalan ve toplumda genel bir sempatinin odağı olan bu kesimlerin, yaşadıkları acılar nedeniyle öfkelerini düzene yöneltmeleri tehlikesi her zaman mevcut olduğundan, militarist düzen güçleri bu kesimleri kendi yanlarında tutmaya her zaman hassas bir dikkat göstermiştir. Ancak birçok ülkede askerler ve aileleri arasından savaşın ve militarizmin gerçek yüzünü sezen ya da görenler de çıkmış ve seslerini yükseltmişlerdir. Savaşın boyutları büyüdüğü, kayıplar arttığı ölçüde bu sesler artmış ve genellikle savaş karşıtı hareketlerin bir unsuru haline gelmişlerdir. Öyle ki strateji uzmanı sıfatıyla televizyonlarda boy gösteren zatlardan biri, bir keresinde, asker ailelerinin suskunluğunun büyük bir nimet olarak görülmesi gerektiğini itiraf etmek zorunda kaldı. Ancak Türkiye'de Kürt halkına karşı yürütülen savaşın insani bilânçosu hiç de küçük olmamasına rağmen, bu eğilim dünya genelinden çok daha cılız kalmıştır. Hatta yok gibidir. Türkiye'de ilk defa savaş karşıtı hareket, 5 Aralık 2004'te başlayıp 15 Mayıs 2005'e kadar sürecek bir kampanya ile Türkiye'de yaşanan savaşa dair 'yüzleşiyoruz' diye bir kampanya yürütmüştü. Bu süreçte ise PKK tek taraflı güçlerini çekmişti ve Türkiye'de göreceli bir ateşkes hali yaşanıyordu. Bu koşullarda böyle bir kampanya yapmış olmaktan kaynaklı sistemden dönük ciddi bir tepki gelişmeyecekti ki öyle de oldu. Bu temel zayıflık nedeniyle Türkiye'de asker aileleri büyük ölçüde faşist odakların istismar alanı haline getirilmiş durumdadırlar. Bu odaklar acılı ailelerin öfkelerinin, gerçek adres olan savaş makinesine ve onu besleyen düzene yönelme olasılığını daha baştan bertaraf ederek, bu öfkeyi Kürt halkına, onun ulusal hareketine ve haksız savaşa karşı çıkan hareketlere yöneltmeye çalışmaktadırlar. Bunların en bariz örneklerini son İzmir ve de İstanbul Tarlabaşı'nda yaşanan toplumsal linç olaylarında gördük. Bugün egemenlerin temel bir korunağı halini almış 'halkın doğal refleksi' devreye sokulduğundan bu ülkenin batısında Kürtler her gün çeşitli gerekçeler ile linç girişimlerine maruz kalmaktadırlar. Bu durumun egemenlerin oldukça hoşunu gittiğini Başbuğ ve de T. Erdoğan'ın demeçlerinde görmekteyiz. Burjuva medyası ve basını insanlığa düşman bir şekilde ırkçılığı, düşmanlığı körüklüyor, sokaklardaki linçler her biçimde devam ediyor. Yani bu ülkede Kürtlere karşı toplumsal-askeri bir imha ve de linç sürdürülürken, savaştan yana olanlar sözlerini söylerken bu ülkenin savaş karşıtlarının hiç mi söyleyecek sözleri, yapacak eylemleri yok? Türkiye'de tarihsel nedenlerle demokratik kültürün zayıflığı, bunun bir parçası olarak siyasal geleneğin temel unsurlarından biri olan militarizmin gücü gibi hususlar nedeniyle, örgütsüzlük sorunu çok daha vahim bir nitelik kazanmış olabilir. Toplumu oluşturan bireylerin beyinlerinin, daha çocukluklarından itibaren 'asker millet' şartlandırmasıyla, 'Türküm, doğruyum'larla yıkanmakta olduğu, okul sıralarında bir örnek üniforma giydirildiği, 'rahat-hazırol'larla hizaya sokulup askeri disiplin altında yürütüldüğü, 'yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadı' olunduğu anlayışının zerk edildiği bir ülkede yaşıyoruz gerçeği de var. Bu bireyler çocukluktan daha yeni çıktıkları bir dönemde ve kişiliklerinin oluşumunu henüz tamamlamadan askere alınırlar. Orada militarist kültür, katı hiyerarşi ilişkileri ve sorgusuz itaat alışkanlıklarının daha da içselleştirilmesi için adeta yoğun bir basınç odası içinde, 1-1,5 yıl boyunca militarizmin son bir tornasından geçirilirler. En son KCK operasyonu gerekçe gösterilerek Kürt illerinde estirilen devlet terörü sonucu Kürt illerinin seçilmişlerinin elleri kelepçeli bir şekilde sıraya dizilip mahkemelere getirilmeleri bu şiddetin son halkası olmuştur. Oluşturulan bu resim karelerinin nasıl bir mantık ürünü olduğu ve de bununla neyin amaçlandığını egemen ulus bireyleri unutmuş olsa da, ya da hatırlamak istememiş olsa da, bu coğrafyanın 'Ezilen' halklarından olan Kürtler çok iyi biliyor. Ezilenlerin belleği çoğu zaman egemenler karşısında kendilerini koruyabildikleri ve de üretebildikleri tek alandır. 'Bu ülkede ya bizlere biat edeceksiniz, ya da tarihte yaşattıklarımızı yaşayacaksınız.' Daha bu yüzyılın başlarında Ermeni halkının içinde çeşitli 'ileri gelen' isimler toplanıp elleri zincirlenerek kentlerin sokaklarında yolculuklara çıkarıldılar. Bir daha bu insanlardan haber alınmadı. Bu coğrafyada yaşayanların hayatlarında o insanlar çekilip alındı. Karşı bir ses, tepki oluşmadı. Devamında ise Ermeniler yaşadıkları kentlerden, köylerden, kasabalardan tarifi imkansız katliam/işkence yöntemleri ile sürüldüklerinde geride sadece bu insanlardan artı-değeri olmadığı için gasp/işgal edilemeyen mezarları kaldı. Katliamla sürülen ve bütün yaşamları parçalanan bu insanların yaşadıklarının bir benzerinin bugün egemenlerce büyük bir iştahla Kürtlere yaşatılmak istenmediğini söylemek güçtür. Bu yaklaşımlar bugün katliam boyutunu almıyorsa bunun nedeni bu ülkede muhalif, savaş karşıtı bir hareketin varlığından değil, sadece ve sadece Kürt halkının örgütlü olmasındandır. Bugün bu ülkede Kürtlere karşı yoğun bir kuşatma ile her türlü şiddet yöntemleri devreye sokularak; medyasından basınına, sokaklardaki ırkçı faşist paramiliter güçlerinden, halkın 'doğal tepkisine' kadar her kesim sözünü söylüyor ve Kürtler bir bütün olarak teslim alınmak isteniyorsa bu ülkenin savaş karşıtlarının da buna bir sözleri olmalıdır. Bu savaşın ağır bir faturası da 3500 Kürt çocuğunun cezaevinde olmasıdır. Bu çocuklar bugün sokaklarda özgürce dolaşmak yerine cezaevinin mezara dönen avlularında volta atmayı öğrenmeye mecbur edilmişlerse bundan biraz da bu ülkenin sol/sosyalist ve de kendilerine savaş karşıtıyım diyen birey ve de grupları sorumludur. Her gün hayatlarımızdan birileri daha eksilirken; 'Biz durumu değerlendiriyoruz', 'şiddet konusunda farklı değerlendirmelerimiz var', 'ezilenin şiddeti nereye kadar olmalı konusunda ayrışıyoruz', 'durun biraz daha değerlendirelim' diyerek bu süreci görmeyen ve de görmemekten direnenler sorumludur. Artık iyi niyet belirtmelerin, 'yanınızdayız' demelerin bir anlamı yoktur. Rahat bir şekilde yürümek ve de kendimizle, değerlerimizle, sözümüzle barışık yaşamak istiyorsak bugün bunun için söz/eylem zamanıdır. Yarın geç olabilir. ERCAN AKTAŞ Vicdani Retçi /

Gürkal Gençay