(Başta Hıncal olmak üzere, “Gökkafes”in yapılmasını onaylayan bütün ““hıyarellezine minel becel””ler için kaleme alınmıştır...)
Bay Hıncal Uluç,
Uzun süredir ülkenin gündemini meşgul eden/ yoran “Gökkafes” olayı son günlerde yeniden hararet kazandı.
Boğaza insan geçişi (taşınması) amacıyla düşünülen tüp geçit yerine, otomobil (araç) taşımayı esas alan ve İstanbul’un trafiği için palyatif bir proje sayılabilecek 3. köprüyü savunan, şehrin akciğerleri konumunda olan Sarıyer ormanlarının vakıf üniversitelerine peşkeşini onaylayan, Park otel gibi bir mimari faciayı bu kente yakıştıran sizler gibi sikimakıllı zihniyete karşın/ bereket versin ki bu ülkenin aklı başında milletvekilleri, bakanları, belediye başkanları, görevleri zaten bu gibi konular olarak bilinen şehir planlamacıları, mühendisleri, mimarlar ve onların bağlı oldukları odaları, sivil toplum kuruluşları, çevreciler, üniversiteler, bilim adamları, profesörler ve sağduyulu gazetecileri iyi bir volüm oluşturarak Orhan Veli’nin İstanbul’unun orta yerine bir çirkinlik abidesi olarak kondurulması düşünülen bu pisliğe karşı topyekun bir cephe savaşı başlattılar. Ve bunda da başarılı oldular.
Bütün bunlara bakarak; “Yahu, bu ülkede iyi şeyler de oluyor...” diye düşünmeye başlamıştık ki, siz ve sizin gibi çatlak sesli, garip gülüşlü, kibirlerinden dübürleri gözükmeyen bir azınlığın yazı yazdıkları gazetelerin köşelerinden topluma yansıttığı/ aktardığı ““şeyler”” bizleri bir hayli rahatsız etti...
Bu rahatsızlığı içinde duyanlardan biri olarak; bu ülkeyi ve yaşadığı kenti seven birisi olarak, bu ülkenin doğal yapısını, canlılarını ve doğa yeşilini koruyan/ seven birisi olarak ““dolar yeşilini”” sevenlere karşı iki satır söz de ben etmek istedim...
Türkiye 16.Kasım.1972 tarihinde Paris’te UNESCO’nun 17. genel kurulunda imzalanan ‘‘Dünya Kültür ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’’yi 14.Nisan.1982 tarihinde 2858 sayılı kanunla kabul etti.
Söz konusu sözleşme, 20.Nisan.1982 tarihli - 17870 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.
UNESCO’nun ‘‘Ortak Dünya Mirası’’na dâhil ettiği Türkiye’deki yerlerden bazıları şunlar:
1-) Hiera-Polis (Pamukkale)
2-) Hattuşaş (Eski Hitit Krallığı)
3-) Boğazköy
4-) Kapadokya
5-) Nemrut Dağı
6-) Xantos-Letoon Harabeleri
7-) Safranbolu
8-) Karain Mağarası
9-) Truva ve Efes antik yerleşim bölgeleri,
Ve; (şimdi çok dikkat edin! ..) 10-) İstanbul Kenti... Tamamı... Hepsi yani... Bütün bir şehir...
Yani dünyanın incisi İstanbul Kenti 1.dereceden ‘‘Dünya Mirası’’ kapsamında ve 1.dereceden koruma altında olması gerekiyor...
Yani bu kente, öyle kafanıza göre bir tek çivi bile çakamazsınız.
Yani bu kentin bir ağacını bile kesemezsiniz, tuğla üstüne bir tuğla koyamazsınız.
Komiklikler yapıp, şirinlikler tasladığınız ve (soytarı gibi) hoş görünmeye çalıştığınız dünya devletlerinin önünüze getirdiği anlaşmalara imza koymuşsunuz zira.
Bütün bunlara karşın bu ‘‘sahipsiz’’ şehir alabildiğine yağmalanırken, gecekondulaşma ve kaçak yapılar kanserojen bir olgu gibi şehrin vücudunu sararken; siz ve sizin gibiler göçlerin ve gecekondulaşmanın çözümü/ alternatifi olarak gökdelenleri ve Gökkafes gibi mimari katliamları öneriyor/ öngörüyorsunuz...
Farkında mısınız? Bokunuzla oynuyorsunuz! ..
/ Bunu niye yapıyorsunuz? /
Göç, gecekondulaşma ve çarpık kentleşme Gökkafes’ler ile bertaraf edilebilir mi?
Bunun nesini savunuyorsunuz?
Eğer siz köylere ve kırsala yatırım yapmıyorsanız, köylüyü-çiftçiyi yerine/ yurduna – taşına/ toprağına bağlayacak altyapıyı o bölgelere taşıyamıyorsanız, bölgeye yol, su, elektrik, telefon, sağlık, eğitim, barınma ve istihdam alanları götüremiyorsanız, yaşamını kaçakçılık ya da koruculuk yaparak kotarmaya çalışan insanlara alternatif/ sosyal güvenlikli iş imkânları yaratamıyorsanız; şikâyetçi olduğunuz gecekondulaşmanın/ orantısız kentsel yığılmaların önünü Gökkafes’ler ile de çözemezsiniz...
Büyük başın büyük derdi olurmuş...
‘‘Büyük ülkeyiz’’ diyorsunuz ya, iki de bir yazılarınızda.
Ama iş çözüme gelince, gene/ her zamanki gibi işin kolayına kaçıyorsunuz.
Çok ucuz düşünüyorsunuz...
Çözüm, yapıyı değiştirme modeli olamaz.
Çözüm kafayı değiştirme modelidir zira...
Böylesi fikirler, siz ve sizin gibilerin ellerindeki ‘‘şeltoks’’ kutularıdır.
Ellerinizdeki kalem değil, sinek ilacı adeta/ habire etrafa sıkıp duruyorsunuz ve sinekle mücadele ettiğinizi sanıyorsunuz.
Aslında kirlilikten başka bir şey yaratmıyorsunuz...
Bataklık duruyor beyler, bataklık duruyor.
Bataklık; göçlere zorlanan bu yarınsız/ geleceksiz/ umudu çalınmış insanlar.
Bataklık; sizlerin bunu ıskalayan/ kör/ itici, arızalı ilkel beyinleri.
Bataklık işte bu...
Siz, bütün bu yapısal müdahale gerektiren sorunsalı görmezden geleceksiniz, sonra da çıkıp diyeceksiniz ki: ‘‘Gökkafes ve onun gibi gökdelenler dünyaya karşı İstanbul’un simgesi olabilecek yapılardır! ..’’
Ve Gökkafes’in (kendinizce) görkemini sunacaksınız aynı vizyonu paylaştığınız beyinlere; peki ama, çağdaş yüzüyle dünyaya İstanbul’un reklamını yapacak dediğiniz Gökkafes’in arka sokaklarındaki sürgit yaşanan dramları ne yapacaksınız?
Sokaklarda yatan çocukları, potansiyel suçlu adayı tinerci çocukları, bankamatik-kırmızı ışık çocuklarını, evsizleri, ekmeklerini çöplüklerden çıkarmaya çalışan yoksul insanları, işsizliğin/ mekansızlığın ve imkansızlıkların arka sokaklara kümülatif olarak kattığı trajik yoksullukları ne yapacaksınız?
Sizler gibi vizyonsuz beyinler, problemleriyle kıvranan ülkelerdeki önlerine sunulan vitrine önem verirler...
/ Vitrin nedir ya? /
Vitrin göz boyamaya, aldatmaya yöneliktir...
Ve hiçbir zaman içeriyi yansıtmaz.
Hakikiye ve esasa ilişkin söyleyecekleri olmayanlar vitrinlere önem verirler.
Zarfa değil, mazrufa bakınız...
Mağazanız kaliteliyse, o vitrine yansır zaten.
Vitrin sizin görüntünüz değil beyniniz olmalı, fikirleriniz olmalı.
Ama bütün bunlar için bir beyniniz olmalı...
{..hadi efendim hadi, boşverin siz! .. }
Boynuna taktığı fuları Fransa’dan, yazın yediği dondurmayı İtalya’dan getirten siz ve sizin gibi efendiler; bu ülkeden zerre kadar haberiniz varsa eğer, yaşadığımız yerlerin içine sıçan/ canına okuyan böylesi girişimlere amigoluk/ borazancılık yapmazsınız...
Bu memleket sizin babanızın malı değildir öyle istediğiniz gibi kullanacak! ..
Ama, maalesef ki siz ve sizin gibi insanlar var bu ülkede...
Bu ülkeyi gerçekten seven insanlar olduğu gibi, her şeyi akçe boyutuyla değerlendiren sizler gibi (göt yalamaktan) dili kahverengileşmiş elemanlar maalesef bu ülkede de var...
Yazın...
Sizlere tahsis edilen köşelerinizden talanı, yağmayı cazibe halinde.
Her tarafını asfalt, beton, çelik yığınları ve gökdelenlerin sardığı çağdaş bir kentin çağdaş yüzünü anlatın insanlara.
Ve altına da şöyle yazın: ‘‘Ben böyle bir ülkede yaşıyorum ve (gastecilik) yapıyorum...’’
{..terlediniz değil mi değerli(!) dostlar? }
ABD merkezli, ‘‘Yüksek Binalar ve Şehir Yaşamı Konseyi’’ tarafından 12.Nisan.1996 tarihinde belirlenen tanıma göre;
[ Endüstri çağı gökdelenleri yarattı, enformasyon çağı gereksiz kılıyor.]
Türkiye’de, özellikle İstanbul’da doğru dürüst hiçbir şehir planlaması yapılmadan inşa edilen gökdelencikler mantar gibi bitmeye başlarken, enformasyon/ bilişim çağına adım atan ülkelerde gökdelenlere artık gerek kalmadığı tartışılıyor.
Endüstri (sanayi) devrimiyle birlikte 19.YY sonunda, biraz da prestij için yapılan anıtsal binalar inşa etme kaygısıyla, şehir siluetlerini bezemeye başlayan gökdelenler artık miadını doldurmak üzere.
Şehir planlamacılığı ve tasarım kaygıları gökdelen inşaatlarının önünü kesmeye başladı bile.
Yüksek binaların yer seviyesinde yol açtığı/ sebep olduğu önemli sorunlar var.
Uzun gölgeler yaratıp güneş ışığını engelliyorlar, tehlikeli rüzgâr patlamalarına yol açıyorlar, aşırı araç ve yaya trafiği oluşmasına yol açarak kaldırımların ve çevre caddelerin kapasitelerini zorluyorlar.
Bir gökdelende yaşayanların hepsi, aynı anda sifonu çektiklerinde o bölgedeki kanalizasyonların patlaması gibi bir risk de olası.
Ayrıca gökdelenlerin zemine yaptıkları baskı ve onun getireceği sorunlar da bir başka problematik.
Buna karşılık, büyük şirketler, holdingler, karteller şehir planlamalarına aldırış etmeden/ onları ve hazırlanan raporları siklemeden; en büyük şirketin kendilerinin olduğunu ima etmek için/ ekonomik olup olmadığına, böyle bir projeye gerçekten ihtiyaç duyup duymadıklarına bakmadan şehrin, ülkenin ve hatta dünyanın en yüksek gökdelenini inşa etmek için birbirleriyle yarışıyorlar.
Bu anlamsız yarış sürüp giderken, yeni yeni filizlenmeye başlayan enformasyon devrimi gökdelenlere olan ihtiyacı daha da gereksiz kılıyor...
Gökkafes’in adını oluşturan ‘‘Gök’’ ve ‘‘Kafes’’ kelimelerini, iki ayrı tanım halinde kavramlaştırarak;
[ GÖK: Gökdelen, çağın mimarisi ve gökyüzüne yükselişin bir simgesi...] gibi bir yaklaşım sunmuşsunuz...
[ KAFES: İslam mimarisinin simgesi... Kadınlarla erkekleri ayıran kafes var ya, işte o... (tanım aynen size aittir.) ] olarak buyurmuşsunuz pırıl pırıl zekânızla(!)
Ve buna karşı çıkan (içlerinde benim de bulunduğum) büyük bir çoğunluğu ise; yükselmeye, göğe erişmeye/ kavuşmaya karşı çıkan aşağılarda yaşamayı benimsemiş, aşağılık duygusu içinde olan kompleksli sürüngenler olarak tanımlamışsınız...
Gök; insanoğlunun tabularının, törelerinin, yortularının, sosyolojik/ inançsal ritüellerinin kaynağı olmuştur hep.
Gök kaynaklı doğal oluşumlar ve kinetik (yıldırım, yağmur, güneş, fırtına, sel vb.) insanoğlunu bugün içinde bulunduğu sürece kadar inanç sistemlerinden, dinlerden buna bağlı olarak gelişen korkulardan, geleneklerden, göreneklerden ve kültlerden oluşan ‘‘Kafes’’lere tıkmıştır/ hapsetmiştir...
Tevekkel, kaderci, edilgen ve güdülmeye müsait bireyler haline getirmiştir.
Sizin gibi insanlar, yarattıkları bu Gökkafes misali büyük/ devasa gövdeler (binalar) karşısında hep küçük kalmışlardır.
Aynı, yarattığınız paranın karşısındaki küçülmeleriniz gibi, yarattığınız çıkarların/ menfaatlerin sistematiğinin karşısındaki ufalmalarınız gibi...
Kendi güççüklüğünüzü (küçüklüğünüzü) Gökkafes’lerin büyüklüğü ile kamufle edemezsiniz...
Beyniniz, yüreğiniz, dünyanız büyük olmalı...
Dünyanız küçük olursa, hep duvarlara toslarsınız.
Bizler; bu memleketi sevenler, sizin tabirinizle ‘‘sürüngenler’’ aşağılarda onurumuzla ve ülkemize ve yaşama hakkının totalliği çerçevesinde tüm canlılara olan ayırımsız sevgimizle/ saygımızla alnımız açık, gururla yaşayacağız.
Sizler gibi ‘‘sömürgen’’ olmaktansa, onurla ‘‘sürüngen’’ olmayı da içimize sindireceğiz...
Unutulmamalı ki; ‘Yaş ile değil, baş ile büyürmüş insan...’’
Beyninizdeki arıza Gökkafes’in ‘‘kafes’’ini tanımlarken daha da aleni olarak ortaya çıkıyor.
[ KAFES: İslam mimarisinin simgesi... Kadınlarla erkekleri ayıran kafes var ya, işte o... (Yukarıda da belirttiğim gibi, söylem bire bir zat-ı âlinize ait...]
Bu kadar savruk bir beyin olabilir mi ya?
Bu kadar cahil misiniz ya?
Dünya, ayağının birini uzay çağına atmışken, sizler hala öbür ayağınızı ham çarık içinde tutuyorsunuz...
Hala Osmanlıdan kalan bir anlayışla kadınla erkeği birbirinden ayıran bir kafesi 21.YY’ da simgeleştirmeye yönelik yazılar yazıyorsunuz.
Ondan sonra da ortalara çıkıp, yok çağdaş mimari örneklerle İstanbul’un prestijli yüzünü dünyaya göstermeliymiş de, bilmem ne! ..
Osur osur ipe diz yazıları...
Laf! ..
{..yani bu kadar aklıevvel misiniz siz? }
İnsanı ayırımsız insan olarak görmek varken, tüm canlıları ayırımsız/ yaşam önünde eşit canlılar olarak görmek varken hala bu kategorize ve sınıfçılık nedir ya?
Bu ilkel beyinlerinizin; toplumu getirdiği nokta, insanları kimlikleri ile cinsiyetleri ile ve bedensel özellikleri ile değerlendirme noktasıdır. Ki bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır...
Sizin gibiler yüzünden bu coğrafyada hala Alevi/ Sünni – dindar/ laik – Kürt/ Türk tartışmaları/çatışmaları yaşanmaktadır.
Bu ne terbiyesizlik, bu ne cüret allahaşkına?
{..kendi içinizde tutarlı olmak zorundasınız! ..}
Doğayı yok sayarak, çevreyi yok sayarak, kadın/erkek ayırımcılığı ile başlayan ve etnik/ kültürel ayırımcılığa varan sınıflar/ katmanlar yaratarak, özürlülere, sokak çocuklarına, yoksullara, üçüncü cins insanlara dair (olumlu olarak) hiçbir şey yapmayarak/ yazmayarak ne kadar sahici gazeteci olabilirsiniz?
Bütün bunlar, sizi ne kadar sahici gazeteci yapabilir?
Siz ve sizin gibi ‘‘gasteciler’’ bu sistem ve bu anlayış içinde boşluk doldurmaktan başka bir işe/ bi’boka yaramıyorlar.
Bizler de orada gazeteci var zannediyoruz...
Hayır, hayır... Oradaki bir görüntü, bir cisim sadece! ..
{ Yerleşmiş bir boşluk nasıl doldurulur? .. / İşte, işin kilidi burada! ..}
Ne pişkin adamlar yahu bunlar böyle?
Müstemleke ilişkiler bağlamında, idari yapılanma olarak bağımsız gibi görünseniz bile; aslında bu böyle değil...
Burada çok kapsamlı tanımlar yapmaya gerek de yok, içinde bulunduğunuz durum mühendislik bir durum değil zira...
Aslında her şey o kadar net ve o kadar sarih ki, bu tavrınızın mantığı çok açık görülebiliyor.
{..bir aynaya bakın, bir sakalınızı sıvazlayın bakalım... /..eh be kardeşim, eh be! ..}
‘‘Yazık’’ demeğe dilim bile varmıyor...
Yaşadığınız çevreyi ve insanları bu kadar tali unsurlar olarak görmenizi gayri ahlaki bir tavır olarak görüyorum.
Bu sebeple, sizin ve sizin gibileri için T.Roosevelt’in ‘‘Eğer bir insanı akıl yönünden eğitip, ahlak yönünden eğitmiyorsanız toplumun başına yalnızca bir bela yetiştiriyorsunuz...’’ sözünü düşünmüştüm ama; sizlerin bindiğiniz dalı, bile bile kesmeniz karşısında akıl yönünden de eğitilmiş olabileceğiniz konusunda ciddi kuşkularım var...
Bu sebeple, sizlere gerçekten uygun olabilecek sözü G.B. Shaw’dan aktarıyorum...
/ Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir güç yoktur! .. /
Gürkal Gençay
07.Eylül.1998
Deniz Köşkleri / İstanbul
*Yaşama Sevinci Dergisi - 16.Ekim- 15.Kasım- 1998 / Yıl: 9 - Sayı: 103
(““Yarınları Tüketmek Dünden”” isimli kitaptan / Örtülü Yayınları–1999)
*********************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...
http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html
(Sayfa: 120 / 126)
Gürkal GençayKayıt Tarihi : 30.1.2007 20:11:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Büyük kozmik söylem: 'Ben vahşetim, ben kurnazlığım', vs., vs. Bir hatanın ve tüm acının sorumluluğunu üstlenme korkusuyla alay etmek (yaratıcının alayı) . -Hiçbir zaman olunmadığı kadar acımasız olmak, vs. -kendi yapıtından tatmin olmanın en üst biçimi; bu biçimi, bıkmadan usanmadan yeniden inşa etmek için parçalar. Ölüm, acı ve yok olma üzerinde yeni bir zafer. ''Nietzsche''
![Gürkal Gençay](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/01/30/23-yarinlari-tuketmek-dunden-gokkafes.jpg)