20-) Yarınları Tüketmek Dünden / Lilâ ...

Gürkal Gençay
29

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

20-) Yarınları Tüketmek Dünden / Lilâ Yağmurlar

Tren yolculuklarını oldum olası sevmişimdir...
İster şehirlerarası olsun, ister banliyö trenleri olsun, bir başka lezzeti getirirler hakir yürek soframa.
İstasyonlar, her ne kadar şehrin içinde olursa olsunlar, adeta çok uzaklarda ve terkedilmiş gibidirler. Peronlarda, insan kalabalıklarına rağmen bir kasvetli yalnızlık kol gezinir ve gündüz saatlerinin ışımaları, gecenin renkli neon ışıkları, reklâm panolarının, sokak lâmbalarının gösterişli aydınlatmaları peronların hüzünlü karanlığını süpüremezler.
Merdivenler her ne kadar “yürüyen” olsa bile, sanki taş basamaklardan tırmanılıyor gibidirler.
Şehirlerin vücudunda bir doku uyuşmazlığı misali gibidirler. İnsanlar mecbur olmadıkça trenleri hatırlamazlar, bilmezler. Ama; hep kalabalıktır peronlar ve hep yalnızdırlar…

Trenler şehrin içinden ciddi yüzleriyle, vakur geçerler.
Yaşadığı topluma ihanete hareket eden otomobillerin şımarık yüzlerinin aksine, trenler yalnızlığını, ıssızlığını, ıramışlığını mağrur bohçasına sarmalayarak soğuk demirlerin üzerinde giderler... giderler...
Renkleri mavi de olsa, kırmızı da olsa adları kara trendirler. Türkülerde kara tren, şiirlerde kara trendirler.
'Kara tren gelmez m’ola, düdüğünü çalmaz m’ola? '

Tren yolculuklarını oldum olası sevmişimdir.
Daha istasyona giderken ruhumdaki başkalaşım kendini hissettirir…/
Yürüdüğüm yollar parke taşlarıyla kaplanır önce, sonra kaldırımlar arnavutkaldırımlarına dönüşüverirler. Taştan, betondan evler yerlerini dış yüzeyi ahşap, cumbalı, sıcak yüzlü evlere bırakıverirler.
Bir hüzzam peşrev yankı bulur kulaklarımın koridorlarında.
Elişi, tığla bezeli yastıkların konduğu panjurların pervazlarındaki saksılarda fesleğenler, begonyalar rengârenk gülüşleriyle 'merhaba' derler bana.

Arnavut kaldırımlarını incitmeden, yavaş yavaş yürüyerek geçerim. Karşımdan gelen ve aynı kaldırımı paylaştığımız bir kediye yol veririm. İstasyonun kapısında şerbet satan, çörek satan satıcılar selam verirler; gülümserim...
... Bir gazeteci çocuk bağırarak hızla geçer yanımdan; 'yazıyor, yazıyor, olayları yazıyor! ..”
Burnuma Eyüp Sabri Tuncer kolonyasının o hoş kokusu dolar, derinden bir iç geçiririm.
Yürüyen merdivenlerin, siyah plastikle kaplanmış, mekanik hareketli tutamacını, ahşap merdivenlerin tahtadan tırabzanına dokunurcasına dokunurum. Avuçlarım ısınır, mutlanırım, ümitlenirim...
Tahta bavuluyla bir köylü, melon şapkalı birkaç adam ve lâvanta kokulu kadınlar adeta serpiştirilmiş gibidirler. Peronun tam ortasındaki bekleme salonunun sarı renkli duvarları ayışığı gibi yansır gözlüğümün kirli camlarına.
Dost yüzüyle kara treni beklemeye dururum. Gün, her zaman gri bulutların arasından akan güneş ışığıyla yarı aydınlık gibidir.
Tren yolculuklarını oldum olası sevmişimdir... İnsan kalabalıklarıyla birlikte, aynı yorgun telâşı bohçalayarak kompartımanlardan birine adeta tıkılırım.
Çevremdeki ifadesiz yüzler kol gezer gözlerimin sokaklarında, yüzleri incelerim, insanları incelerim.
Trenin, her gün onlarca kez bıkıp usanmadan, yorulmadan geçtiği güzergâhını incelerim.
İfadesiz insan yüzlerini ve soğuk rayları ve anlamsız bakışları incelerim.
Önce çığlık çığlığa tiz bir siren sesi çarpar kulaklarıma…/ ağır ağır dönmeye başlar demir tekerler ve sıyrılırım değişimin urbasından bir anda.
Kirden ve eskilikten rengi 'beyaz şarap' sarısına durmuş kalın camlara dayadığım başımın uzanabileceği her şeyi görmeye çalışırım. Hızla katedilen mesafelerin iki yanını dolduran ağaçları görürüm renkleri kömür karası.
Havanın kirliliği, egzost dumanı, toz-duman onları adeta plâstik ağaçlar gibi yapmıştır; içim acır.
Yaprakların gri yeşili, toprağın ölü bakışlı yüzü, savruk gazel yapraklarının kuru yalnızlıkları trenin hızı gibi çarpar gözlerime. Yağır kara gövdeleriyle süklüm püklüm hüzünleriyle bekleşen ince gövdeli ağaçların kara renkleri arasında bir beyazlık ilişiverir bir anda bakışlarıma:
Kırılan dalından sonra gövdesinde açılan yaranın rengidir bu beyazlık. Buğday ekmeği rengindeki bu renk daha birçok ağacın çelimsiz gövdesinde birer birer gözlerime ilişiverir; içim acır…
Ağaçların gözyaşlarını görürüm...
ve acılarını görürüm/ yardım istercesine sallanan dallarını, bana doğru uzanan yüzlerce el olarak görürüm. Kırılan dalların çaresizliğini ve gövdeden ayrılıp düşenlerin ölümünü görürüm;
Onların, bir çocuk sesiyle ağlayışlarını görürüm, pencereden uzattığım ellerimle dallarına dokunurum, avuçlarım yanar, içim acır, burnumun direği sızlar...
İstasyonların arasındaki mesafeler hızla çarpar katarların devasa gövdelerine.
... Ve yıkılmaya yüz tutmuş eski evler el sallar katarlara; direnen İstanbul'u görürüm:
Yağmayı, talanı ve nankörlüğü görürüm…
Hırsı, acımasızlığı ve yalnızlığı görürüm…
Direnen kentin evlerinde, sokaklarında anadoluyu görürüm; / aynı kadere ve sona ortak; el sallarım...
... ve bir tekir kedi görürüm; rayları sınırlayan taş duvarların üzerinde.
Güneş sanki yalnızca onun olduğu yere göndermektedir ışığını ve sıcaklığını…
... bir Tekir kedi görürüm, sırtı güneşe dönük. Akide şekeri rengi pembeliğindeki dili ile yalanmakta ve günlük temizliğini yapmakta. Ve bilirim ki yaşamı yarına örtük.
Gözlerindeki uykulu hali ile büzülür olduğu yere; korkarım, yüreğim endişe ile dolar. Aklıma tren yollarında ezilen kediler, köpekler gelir, içim acır.
Ölü vücutlarının üzerine yağan kar üşütür beni.
Yağmur iliklerime işler, güneş etimi çürütür, içim acır.

...Nazım’ın şiirlerinden biri takılır aklıma:
'Camların ardında gece ve kar / Beyaz karanlıkta parlayan raylar /Umutsuz, çaresiz sallanan eller / Kavuşulmamayı anlatıyorlar / Üçüncü mevki, bekleme salonu / Çıplak ayaklı bir çocuk yatıyor / Gece ve kar yine pencerelerde / Acı türküsünü mırıldanıyor.'

... Ve Nazım gibi topraksız, vatansız ölenler gelir aklıma.
Ruhi Su, Yılmaz Güney ve daha niceleri...
İçim acır, annemi yanımda isterim, oturduğum koltukta büzülürüm, küçülürüm.
Annemin kucağına sığınmak isterim.

Ölenlerin türkülerini görürüm raylarda ve onların yarım kalan öykülerini. Ecelsiz ölümlerini görürüm, içim acır, annemin kucağını isterim.

İstasyonlar tükenir bir bir, peronlar veremli solgunu yüzleriyle camlardan içeri bakarlar.
... Ve kimsesiz, sahipsiz bir sokak adamı üst üste giydiği yırtık, pırtık, kirden kara elbiseleriyle umursamaz bakışlarla söver gibi bakar katarlara, / saçı sırtında, sakalı döşünde yağır yağ, ayaklan yalın, ağzı izmaritlidir.
İnsanlar onu görmezler. Yattığı yer kalabalıkların diz kapağındadır.
Güneş gri bulutların arasından inceden inceden ısıtır, ısıtır ortalığı. Adeta yalnızca sokak adamının olduğu yere yollamaktadır sıcaklığını, aydınlığını;
...aklıma tekir kedi gelir, aklıma annem gelir, içim acır...

Yolculuğum, son durakta nihayete varır, / hamam sıcaklığındaki kompartımandan ağır ağır çıkarım. Garın yüksek ve oksit rengi tavanı azametiyle sarmalar kalabalıkları. İnsanlar bir serçe telaşıyla sağa-sola serpilirler adeta. Ayak sesleri ve kalabalıkların sağır edici uğultusu yankı bulur yüksek ve soğuk taş duvarların ölü bedenlerinde.
Gözüm, gar tavanının bir metre altındaki kanat seslerine takılır. Firari güvercinlerin ve kumruların yuva yaptığı demirden kirişte yaşam adeta gizli yüzüyle göz kırpmaktadır usuldan usuldan.
...ve saklandıkları yerden, güvercinler, ürkek serçeler yaşamın ritminin yalnızca ayakların değdiği yerlerde atmadığını söylerler; kimse duymaz, ben duyarım.

Ağaçların avuçlarını tutarım, gözyaşlarını silerim ve onların çığlıklarını duyarım; kimse duymaz, ben duyarım.
Kedilerin yalanarak vücutlarını temizlediklerinde ben arınırım kirliliklerden ve köpeklerin aldıkları her nefeste ben hayat bulurum bu kahpe yaşamın içinde,
...ve öldüklerinde bir şekilde ruhum sıkışır, beynim sıkışır ben ölürüm…

Kara tren aynı serüveni geri dönüşte de sunar yolcularına ve ifadesiz insan yüzleri dışında manzara hiç değişmez, / hiç değişmez…
Çocukluk anılarım depreşir trenlerle ilgili, hafızamı zorlarım, trenlerle ilgili hiç anı gelmez aklıma şaşırırım... Oysa trenlerin ve geçtiği yerlerin hikâyeleri hep aynıdır ve taşıdığı anılar vardır gani- gani, // kanıksarım. Oysa bir şeyler değişmelidir artık, bir şeyler değişmelidir...
Mesela, kara trenler beyaza durmalıdır ve geçtiği her yerde masmavi ağaçlar olmalıdır. Masmavi ağaçlar, bembeyaz katarları bir avenü gibi sarmalıdır.
Toprak kan kırmızı, bulutlar pembe yanaklı, yağmurlar lilâ rengi yağmalıdır sımsıcak.
Güneş; camgöbeği rengiyle ısıtmalıdır yaşamı, firuze rengi çayırlarda otlamalıdır kuzular ve onları kurtlar korumalıdır.
Sokak adamları ekmek, sokak çocukları çukulatadan evlerde yaşamalıdır.
...ve güller, bahçelerinde tomurcuk tomurcuk patlamalıdır.
Hani diyorum; lilâ yağmurlar yağmalıdır çiçeklerin üstüne ve ılgıt ılgıt işlemelidir köklerine.
Lilâ yağmurlarla ıslanmalıdır toprak ve burcu burcu lilâ kokmalıdır, kelebek öyle, kuş öyle.
Acı türküler, şivanlar anıların gramofonunda, bir taş plakta çalınmamak üzere hapsolmalıdır; // kediler, köpekler ölmeye uzak, yaşamın içinde; birer kristal zerreciği misali bezemelidir gözleri.
Kekliğin kanadı kırılmamalı, ceylân balasından ayrılmamalıdır… Bıldırcın ölmeye uzak, istavrit yaşama yakın olmalıdır. Oltalar yarım pabuç avlamalı, balıkçı tekneleri Sadabad'a âşıkları taşımalıdır. Hani; yağacaksa yağmur, lilâ yağmalıdır.
Tarlalar buğdaylı, başak sarıya durmalıdır. Meydanlar grevsiz, dağlar kaçaksız olmalıdır.
Sokaklarda keman taksimi, ya da bir neşeli saz semaisi çalmalıdır. Lilâ yağmurlar denizlere, gökten yağdığı gibi arı-duru varmalıdır.
Ne bir köpeğin yol kenarlarındaki ölü vücudundan arta kalanları, ne bir veremlinin balgamını, ne de bir kan davasında vurularak ölenin kanını süpürerek kirletmemelidir,
...ve köpük köpük, sapsarı dalgalarıyla denizler gülücükler göndermelidir camgöbeği güneşe.
Şairler vatansız, hayvanlar ve insanlar ecelsiz ölmemelidir.
Ağaçlar anıt gibi yükselmeli, hayır meleği ile şer meleği aynı kas içinde değerlendirilmemeli, gösterecekse de ölüm yüzünü apak göstermeli, kar cam beyazı yağmalıdır dağlara, / beton duvarlar yıkılmalı, silahlar toprağın kan kırmızı bağrına gömülmelidir…

Velhasıl-ı kelâm, diyorum ki;
Sigaramın ateşinin üzerine yağmurlar lilâ rengi düşmelidir.
Kara trenler bembeyaz katarlarıyla akmalıdır aydınlık gecelere ve camlarına lilâ rengi yağmurlar vurmalıdır, kırbaç kırbaç...
Sobalar odunlu, sofralar ekmekli, çocuklar gülecen olmalıdır, çitler yıkılmaktan, bahçeler talandan uzak olmalıdır…
Dağların bağrından kan gitmemeli, analar cumartesi günleri firuze rengi kırlarda pikniğe hazırlanmalıdır.

Kara trenin hiç bir zaman beyaz olmayacağını biliyorum, umudu, umutsuzluğu...
Ve bütün hikâyelerin hep aynı olduğunu, nafile bekleyişi...
Varın sayın ki; bencileyin kıçı açık yatmışım bu yazı arifesi…

Tren yolculuğunu oldum olası sevmişimdir.
Evet…

Geri dönmek için perona doğru atılıyorum.
İnsanlar kapkara yalnızlıklarıyla kurak güneşin altında benimle yarışırcasına trene deviniyorlar, /kimse kimseyi görmüyor; ama ben görüyorum…
Bir cılız sokak köpeği, demir kirişin dibinde kuru ekmek parçasını kemirmeye çalışıyor, bir yaşlı köylü, kuytuda namaz kılıyor, / ikisinin de arkasından geçiyorum.
Ellerim cebimde, ceketimin yakasını kaldırıyorum.

Gene de çisil çisil yağan lilâ yağmurlarla ıslanıyorum.
...benim dünyamın gerçeği bu; // rengi kara da olsa trenleri seviyorum.

Gürkal Gençay
15. Mayıs. 1998 - İstanbul

(“Yarınları Tüketmek Dünden” isimli kitaptan / Örtülü Yayınları–1999)
*******************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...

http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html

(Sayfa: 100 / 107)

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 25.3.2010 10:50:00
Hikayesi:


* * ŞİİR ÜZERİNE İlkokulun bahçesindeyken ''Şair'' ya da ''Şiir'' sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı hassas. Aşırı değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık. Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlamayın. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış … Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… İşten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… Yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici. ''Charles Bukowski'' /

Gürkal Gençay