2- Anılar. Dışarda Kar Yağıyor

Nurten Altınok
638

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

2- Anılar. Dışarda Kar Yağıyor

2- ANILAR

Karla karışık yağmur yağıyor.
Sevinçlere bürünüp kar toplamak var avuçlarda.
Nurten Hanım camdan bakıyor.
Sımsıkı giyinip sokağa çıkmak var şimdi. Kucaklamak gökyüzünü, sarılmak bulutlara.

Dün, ne kadar içimde...
*****
Bir tekerleme vardı çocukken söylediğimiz. ‘’Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor’’
Dışarıda atışan karı görünce bu geldi aklıma. Oldum olası çok severim karla oynamayı da seyretmesini de. Arap kızı yağmuru seviyormuş, Olamaz mı?
*****
Çocukluğum Gümülcine’de geçti. Lise sona kadar ordaydım. Sonra başladı İstanbul faslı. Üniversite, evlilik, iki çocuk, iş hayatı ve şimdi emeklilik.
*****
Dedemler, babamın doğumundan birkaç yıl önce kaçmışlar Yunanistan’a, Bulgaristan’ın Akpınar köyünden. Hududa çok yakınmış. Halam:
-Katır sırtına astıkları heybelerin içine saklayarak getirdiler bizi. Anam, bubam, amcam, yengem ve üç kızan. Ben, ablam bir de kardeşim Recep diye anlatıyordu.
Babam Yunanistan’da doğmuş. Büyük dedem binbaşıymış. Babam henüz yeni doğmuşmuş, bu kendilerine ait eve taşındıklarında. Demek, senelerden 1626. Ben onları hiç tanımadım. Babasını kaybettiğinde dört, annesini kaybettiğinde altı yaşındaymış. Halalarım büyütmüşler babamı.)

.
*****
Kalın ve geniş taş temelli, sıvasız tuğla duvarlı, iki katlı bu ev bizim. Dedemler kendi elleriyle yapmışlar amcayla beraber. Alt katta üç oda var. Yan yana, sıralı. Önünde ‘saçak’ dediğimiz önü açık, üstü kapalı, bahçe kotundan 10-15 cm. yükseklikte bir alan. İki baştaki odalar büyük, ortadaki küçük. Binanın sol tarafından ahşap tek merdivenle yukarı çıkılırdı. Üst kat baştanbaşa bomboş. Bahçe ortak kullanılırdı önceleri. Sonra anlaşamadılar, kavgalar başladı, gelin-görümce ve kardeşler arasında. Tahtalarla bölündü bahçe, saçak ve yukarsı. Babamın, sol taraftaki büyük bir oda ve dar-uzun bir bahçe düşmüş. hakkına. 5-6 yaşlarında çocuktum o zamanlar. Annem, babam, ben ve kardeşim Burhan’la, yer yataklı, bir köşesinde yıkandığımız ‘hamam dolabı’ dediğimiz 50/50 ebadında banyo, odun sobalı tek odalı evde geçti epey bir senemiz. Sonra üst kata bir kapı ve bir pencere taktılar. Bizim de odamız oldu. Ayak ayağa konmuş iki tel somya vardı. Biri benim biri kardeşimin. Başucumda, basma perdeli tek kanatlı bir pencere. Uzaklarda dağlar. Gökyüzüne bakan bir kadın profiline benzetirdim hep o dağları. Nasıl da üzülürdüm kar yağdığında. Ya üşürse!
Kırk beş sene olmuş evden ayrılalı. Annemi de babamı da kaybettim. Arada bir uğruyorum. Kıymet ablam var yanı başımızda. Halamın kızı. Nermin’im var. Halamın torunu. Konu komşu, kuzenler yeğenler, Hepsi orda. Her şey aynen bıraktığım gibi. Annemi, babamı kaybettikten sonra ne evimde ne odamda yatamadım. Alt katta bir hanım oturuyor şimdi. Avluya sonradan yapılan odada. Evde ışık sönmesin işte. Tek bir hanım. Ben yaşlarda. Gel diyor korkma yat evinde, ben buradayım. Ne istersen pişireyim sana.
Babamın cenazesi geliyor gözümün önüne.
Of… Şimdi değil… Başka zaman anlatırım.
*****

Kocaman bir bahçemiz vardı.(Bakmayın dili geçmiş cümleler kullandığıma. O gün neyse bugün de ev ayni. Ufak tefek tamiratların dışında. O gün neyse bugün de olmayan BENİM… Benim hallerim.
Ev, iki katlı, kalın taş temeller üzerinde kalın tuğla duvarlı, kiremit çatılı. Dededen kalma. Üç tarafı yüksek duvarlarla örülmüş, arka bahçesi olmayan, çift kanatlı bir yol kapısı olan bir ev. Tuvalet bahçede. Odaya en uzak köşede. Sadece Türk evleri değildi böyle olan, Rum’ların evleri de böyleydi. Ama onların duvarları bizim gibi yüksek değildi. Şimdi çoğu apartmanlarda oturuyor. İki katlı evlere de ’hanay’ denirdi.
*****

Komşularımızın çoğu da Rum’du. Bitişik komşumuz bir papaz ailesiydi. Türkiye’den çok seneler önce buraya gelmişler. Hep Türkçe konuşuyorlardı aralarında. ‘Yürü yavrum yürü Konya’lım yürü’ türküsünü söylüyordu hep komşu anne.
Hiç unutmam Kıbrıs çıkartmasında bir gece hudutta trende bekletildikten sonra, Gümülcine’ye gitmiştim. Ne Yunan içeri alıyor, ne de Türk geri. Ortada kalakaldık. Annemi babamı koruyacağım ya! Neyse sabah olunca bıraktılar. Tam eve gittim, valizimi bile açamadan babam aynen otobüsle geri gönderdi İstanbul’a.
-Biz, sen Türkiye’desin diye huzur içindeyiz. Ne işin var bu karışmalıkta burada?
O ara komşuanne geldi. Papazın eşi.
- Korkuyorsanız bize gelin biz sizi saklarız, dedi. Gitmedik. Bunu düşünmesi bile ne güzel!
Papazların bitişiğindeki aile de Rum’du. Değirmenciler (Dirmenciler) diyorduk. Her gün görüştüğümüz konuştuğumuz insanlar. Atatürk’ten bahsetti bir gün Dirmenci Karısı.(herkes böyle diyordu onlara. Gerçek adını kimse bilmiyordu.) . Atatürk’ün bir askeri atla üstünden atlamış. Pek te sevimli değildi ses tonu. Trakya’da Vize’de oturuyorlarmış. Kızları Despina:
-Git vre Nurten’imu, git, gör bizim memleketi, diyordu. Seneler sonra gittim, onların oturdukları yeri ve evi buldum, fotoğraflarını çektim, götürdüm. Yanında bir somun köy ekmeğiyle beraber.
Bir gün babam, yine o çıkartma günlerinde, bahçe kapısının arkasına, açılmasın diye kalınca bir odun dayarken o komşunun oğlu (Ditmencinin oğlu) geçiyormuş kapının önünden. Babamı görmüş. Ne kadar tanırsan tanı insanları, herkes zor zamanda ne olduğunu belli ediyor. Şöyle demiş:
-İstediğin kadar daya Hasan, önce seni ben keseceğim.
Allah rahmet eylesin, babam eceliyle öldü. Dimitri 5. Kattan kendini atarak intihar etmiş. Çok üzüldüm.

*****

Mahallemize karakol binası yaptılar. Tam dört katlı. Tam dört, dört kat. Adam balkondan düşse kafası yarılır. Çepeçevre de balkon. Gidip onu seyrederdim hayretler içinde. Bazen polisler olurdu kapısında. Şişt şişt şişt derler bir de kafa işareti yaparlardı gideyim diye. Korkardım o zaman, kaçardım. Bir o kadar daha kat çıkılsa, bulutlara erişir miydi acaba? Kafam bu soruya takılır kalırdı. Şimdi her gittiğimde önünden geçerken şöyle bir bakıyorum da: Hey Allah’ım diyorum. Bu bina bu kadar küçükmüymüş...Mimarlığa giriş miydi acaba bu merak...

*****

Mimarlığı kazandığımda – bu bir itiraftır - ben mimarların ne iş yaptığını bile bilmiyordum. Kabahat benim mi? Televizyonu bile olmayan bir çağdan bahsediyorum. Telefon bile yoktu evlerde. Hocalarım hiç bahsetmediler. Matematiğim çok kuvvetliydi onun için seçmiştim o bölümü.
Aramızda kalsın: İTÜ birinci sınıftaydım. Matematik 1'i ikinci hakta verdim. Matematik 2'de takıldım kaldım. Dersi anlamıyorum. Ben bütün liseye matematik dersi veren kişi değilim sanki. Meğer yurtdışında o konular okutulmuyormuş. Kopinezonlar mıydı neydi konu? Ne bileyim! Üçüncü mü dördüncü mü hakta imece usulü zar zor geçtim. İmtihan amfi şeklinde bir sınıfta oldu. Beş soru sordular. Zeynep asistan başımdan ayrılmıyor. Kopya çektirmeyecekmiş. Çektirmesin. Sınıf büyük. Bir tıkırtıda in aşağı çık yukarı, arada bul Zeynep Hanımı.
Vallahi sorulardan birini ben yaptım. İkinci soruyu, sınıfa girerken yanıma oturttuğum çalışkan bir çocuğun kâğıdından kopya çektim. Üçüncü soruyu da sağ arkamda oturan Kıbrıslı Baki’den aldım. Sınıfa girerken: Matematikten anlıyor musun Baki? Diye sordum. Çok iyi biliyormuş. Hemen sağ arkama oturuverdi. 3. Sorunun çözümü de bir kâğıda yazılı gerdi. Dördüncü, beşinci soruları okumadım bile. Okusam ne olacak. Na to kefali na to mermeri (İşte kafa işte mermer, Kısacası bir şeyden anlamaz mermer kafalı) Ne yaparsam yapayım kafa almıyor. Kâğıdı teslim ettim çıktım. On üzerinden beş almışım. Yetti de arttı bile.
Dördüncü hakta vize bitiyor, bir sene de derse devam mecburiyeti var. Altıncı hak son hak oluyor. Veremeyen okuldan atılıyor. Çok arkadaşım atıldı. Bunlardan biri de Orhan Pamuk (Nobel ödüllü yazarımız) Yazık oldu.
Ne işimize yaradı ki gerçek hayatta bu matematik? Bir sürü arkadaşın hayatı karardı. Kırk yıllık mimarım. Hiçbir yerde bu matematik konuları karşıma çıkmadı. Bizim zamanımızda hesap makinesi da yoktu. Hesap cetveli diye bir alet vardı. Onu da çarpılması gerekeni bölüyordum, bölünmesi gerekeni çarpıyordum. Sonra hesap makineleri çıktı. Alacak param yok.
Çelik dersini bir arkadaştan ödünç aldığım hesap makinesi sayesinde vermiştim.
Bir de psikoloji dersimiz vardı. Edebiyat Fakültesinden soyadı Akpınar olan yaşlıca bir hoca geliyordu. Bütün soruları yapıyorum, aldığım not ya iki ya üç. Vize düştü düşecek. Odasına gittim, derdimi anlattım. Meğer hocanın bir kitabı varmış sorulan sorulara o kitapta ne yazıyorsa kelimesi kelimesine yazmak gerekiyormuş.
*****

*****
Dışarıda karla karışık yağmur
İçeride Nurten Hanım
Camdan bakmaya devam ediyor

*****
Hava soğuk.
Sımsıkı giyinip sokağa çıkmak var şimdi
Kucaklamak gökyüzünü
Sarılmak bulutlara
Çocuksu sevinçlere bürünüp
Kar toplamak var avuçlarda.

Çocuk ellerimi çalan hırsız
Hiçbir işine yaramaz senin onlar
Elmaşekeri ister misin?
Üç iste beş vereyim, ya da
Keten helva
Pamuk şeker
Horoz şekeri, düdüklü
Kaymaklı ekmek kadayıfı?

Çocuk ellerimi çalan hırsız
Sarılsam sana dostça, arkadaşça
Şöyle oturalım bir fincan kahve içimi
Ellerimi ver geri

*****


Dün'e ne kadar yakınım!
Dün, ne kadar içimde...

Ne zaman kar yağsa kendimi bahçede bulurdum. Ellerim donuncaya kadar kar toplar, kardan adam yapardım. Üşüyünce, ağlayarak kaçardım içeri, donan ellerimi ısıtmak için sobada. Patırdayıp dururdu annem. Hasta olacaksın yeter, diye.
Şimdi,’’ Nurten Hanım camdan bakıyor’’
Ben cam silmesini hiç sevmem. Ama ne zaman kar yağsa evin camları bayram eder. Her taraf tertemiz olur, parlar pencereler. O gün benim kafadan izin günümdür. Ofisi arar, işim çıktığını ve gelemeyeceğimi bildiririm. Ya çıkar yolla gezerdim ya da ya da balkonda biriken karlardan adamlar yapardım.
Ne kadar büyürsek büyüyelim içimizdeki çocuk bağlıyor bizi hayata.
Bir de yağmur faslım vardı. Lastik çizmeleri giyer,
(bileklerimde izi kalan) sokakta kaldırım kenarlarında biriken sularda dolaşırdım bütün gün. Annem mi? Yol kapısının arkasında beklerdi gelmemi fırçalamak için. Ben de babamın gelmesini. Bakışlarımdan anlardı beklendiğini. Şimdi içeri girebiliriz.
Dışarıda kar yağıyor. Perdeler sonuna kadar açık. Balkondan, parkta oynayan çocukları seyrediyorum. Bir de ağlamaları olmasa, anneleri ellerinden tutup eve götürmeye çalışmasa.
Kar, ilk gün yağmurla karışık yağmaya başladı. İkinci gün, lapa lapa. Tutmadı ama. Yerler çok ıslaktı. Birazcık çatılarda gösterdi rengini.
Balkon parapetinde biriken karlar da ısınmaya başladı ellerimde.
Perdeleri kapattım.

Nurten Altınok
24 Ocak 2015
Cumartesi / Esenyurt.

ANILAR 2

Sene 1970 Ağustos’un 30u Günlerden Pazar.

Siz hiç babanızı ağlarken gördünüz mü?

Benim yeşil gözlüm, sarı saçlım, Atatürk bakışlım… Babam!

Nasıl yanıyor içim şimdi bir bilsen!
Özlem ilk defa İngiltere’ye giderken okumaya
-Gönderme be kızım. Bizim içimiz çok yandı, senin yanmasın bari demiştin ya! Yandı babam, çok yandı. Hiçbir yangına benzemiyor bu.
-Gider de bir daha geri dönmez, demiştin ya!
Onu da yaptı!

***
İlkokuldan yeni mezun olmuştum.
Gümülcine’de sadece bir tane Türk Lisesi var. Adı o zamanlar Celal Bayar Türk Lisesi idi. Ortaokulla lise ayni binada. Şimdi Müslüman Lisesi olmuş.
Ortaokula sınavla alıyorlardı. Annem tutturmuş beni okutmayacakmış. Okuyup da ne olacakmışım.
-Yarın çarşıya çıkalım sana feracelik kumaş alalım, Habiş abla diksin, diye tutturdu. Beni kapatacakmış. Yaşım daha 12 İlkokullar 6 yıllık eğitim veriyorlar.
Ortaokul giriş sınavları 2 defa yapılıyordu. Annemden korkumdan babama ilk sınavı söyleyemedim. Feracelik kumaş da aldırmadım.
Bir gün avluda çamaşır yıkıyorum. Büyüdüm ya artık. Kocaman bir ateş yakmış annem üstünde de kara bir kazan. Önümde bir çamaşır teknesi, anamın komutlarına göre yıkanıyor çamaşırlar.
Babam geldi. Hızla yol kapısını açtı kapadı.
-Sen Celal Bayar’a gitmeyecek misin? Dedi.
-Gideceğim ama annem bırakmıyor.
-Çabuk kalk bana ilkokul diplomanı getir. 2 gün sonra ikinci imtihan yapılacakmış.
Sonra bize doğru gelen anneme bakarak:
-Karışma kızana. O okuyacak.
Koşarak, merdivenler ikişer ikişer atlayarak üst kata çıktım. Diplomamı sandığın ta dibine saklamıştım. Bir hamlede sandık boşaltıldı ve diplomamı buldum. Nasıl güzel naftalin kokuyor, mis gibi.

-Al baba, derken annemin gözlerinden ateş fışkırıyordu.
Avluda bir de tulumbamız vardı. Tulumbanın önünde koca bir kova, içi su dolu. Çamaşırları bu suyla durulacakmışım.
Annem kovayı aldığı gibi başımdan aşağı döktü suyu. Kova kafamda kaldı. Okuyup ta ne olacakmışım.

Bu ikinci sınav olduğundan sadece 7 kişi alacaklarmış. Nasıl korkuyorum. Elim ayağım titriyor. Bu sene kazanamazsam seneye girerim şansımın olup olmayacağı da belli değil. İşin gücün yoksa annemin hakaretlerini dinle.

Ban olayları yaşadığım gibi yazıyorum. Aslında annem iyi bir kadındı. Arada bir bağırır, çok yaramazlık yaparsam bir cimdik atardı baldırıma ama o da acıtmazdı. Hiç beni dövdüğünü hatırlamıyorum.

Sınav günü babam götürdü beni okula. Biz Gümülcine’nin içinde oturduğumuz için benim Yunancam çok iyiydi. Bazen, Türk’müsün? Rum mu? Diye sordukları bile oluyordu. Sınava katılan çocukların çoğu Türk köylerindenmiş. Rumca pek bilmezler.
Sınavda ne sordular, nasıl yaptım hiç hatırlamıyorum. Sadece annemden korkuyorum.

Birkaç gün sonra sınav sonuçları açıklandı.
-Nurteeeeennnn, diye babam sevinçle bağırarak girdi avluya.
-Birinci gelmişsin. Hadi kazandın.
Ben senin hakkını nasıl öderim babammmm…

Ninem (anneannem olur) geldi bir gün köyden. Annem yine başladı şikâyete. Yok efendim açık gezecekmişim de… de…
-Bana bak Şadiye, dedi ninem. Bu kızan okuyacak. Okuyan kız kapanamaz. Bunu da kafana sok.
-Aman anaaaa, sen de onun kafasındasın. Tıpkı sana çekmiş. (Beni göstererek)
Ninem benden tam 60 yaş büyüktü. Ben ilk defa Atatürk adını ninemden duydum. Sonra annemden.
Bir gün ninem ağlıyormuş. Annem neden ağladığını sormuş:
-Mustafa Kemal’imiz ölmüş, demiş.
Demek günlerden 10 Kasım Yıllardan 1938 miş.
(Bir nineme bakın, bir de bugünkü zihniyete)

Ben ninemi annem daha çok sevdim. Ama en çok babamı sevdim.
‘’Şimdi üç torunum var. Üçü de bana NİNE diyorlar.
Hadi be sen de, diyor duyanlar. Neden nine dedirtiyorsun?
O Nine’de neler gizli bir bilseler.
O hiç bağırmadı bana. Hiç azarlamadı. Nereye gitse elimden tutar beni de götürürdü. Ondan önce girerdim onun yer yatağına. ‘’Gene mi burada uymuş bu’’ der, sarıldı sonra.

*****
İlkokula gidinceye kadar biz köyde onların yanında kaldık.
Gümülcine Yalanca (Galini) köyü. Türk köyü.
Köyün ağasıydı ninem. Odacılar Derlerdi.
Odacıların Minire’si. Ali Ağa’nın tek kızı.
Bir sürü hizmetçi vardı evde. Tarlaların sınırı, hayvanların sayısı belli değildi.
Yayık sesleriyle başlardı gün.
Çok büyük bahçeli bir evde oturuyorduk. Bir sürü odası vardı. Orda doğmuşum. İki tane ekmek fırını vardı avluda, bir de kocaman dut ağacı.
Bir gün koca bir ineği çekmiş dutun altına, oturmuş süt sağıyor.
-Gel kızanım, dedi beni görünce. Yanına oturttu. Kocaman bir kupanın içine sağıyordu. Kupa dolmuş, üstü köpük köpük:
-Al kızanım iç, dedi.
Bayılırdım taze sıcacık süte.
Liseye gidiyordum ninemi kaybettiğimde.

Ninemin hayatı on roman eder.
Hadi ninemin hayatını anlatayım bugün.

*****

Önce şu okul faslını bitirelim ama.
Sınavı kazandım, okul kaydım yapıldı ve ben okullu olum.
Bize her sene 4 karne verirlerdi. Babalarımız gider alırdı, elimize vermezlerdi.
İlk karnemi babam almış eve geldi.
-Ben böyle karne istemiyorum, dedi fırlattı attı.
Dondum kaldım. Ben hayatımda babamın yüksek sesle konuştuğunu bile duymadım.
-Ne oldu?
-Bak şu aritmetiğe.
Notlar 20 üzerinden. Aritmetikten 9 almışım. Kırık yani.
Yer yarılsa da girsem içine.
-Benim kızım en iyisi yapar. Yaparsın değil mi?
-Yaparım bubam.
Lise sona kadar matematik, cebir, geometri, edebiyat ya 19 du ya 20.
Yunancalar idare eder işte. Hele eski Yunanca. Tarih ve coğrafya derslerimiz de Rumcaydı.
Yabancı dilimiz Fransızca idi.
Faize vardı sınıf arkadaşım. Genç yaşta kaybettik sonra kendisini. Onlar İngilizce okuyorlardı. Bir gün bana, gel sana İngilizce öğreteyim, dedi. Biz derslere başladık. Gayet rahat konuşuyorum da yazıyorum da.
Bir gün, sene sonuna doğru, lise sondayız, Fransızca, bitirme sınanımız var. Hoca geldi, soruları verdi. Bitice de topladı, gitti. Birkaç gün sonra sınav kâğıtlarıyla sınıfa geldi, aldığımız notları okumaya başladı.
Nurten Hasan, dedi. Sıfır. Olacak gibi değil. İtiraz ettim, yanına çağırdı. Yoksa ikmale kalacağım. Sınav kâğıdımı açtı, -Oku ilk soruyu, dedi.
Soruyu da okudum, verdiğim cevabı da.-
-Hocam bu soru doğru. Neden sıfır verdiniz?
-Devam et
Ne kadar soru cevap varsa hepsini okudum, hepsi doğru, hepsi sıfır.
-Anlamadın mı hala?
-Anlamadım.
-A benim akıllı kızım, sorular Fransızca cevaplar İngilizce, deyince benim köşeli jeton düştü.
-Hadi hadi üzülme, sana şaka yaptım. Sen ne zaman öğrendin İngilizceyi? Bunca yıllık öğretmenim hiç böyle bir olayla karşılaşmadım.
-Kaldım mı şimdi hocam?
-Evet. 20 üzerinden 20 aldın, kaldın.
Bazı olaylar yıllar geçse de unutulmuyor işte.
Kullanılmayan dil, maalesef unutuluyor.
Şimdi sık sık yurtdışına gidiyorum. İngiltere’ye, kızıma. Gümrükte beni göreceksiniz! El, kol, kaş, göz işaretleriyle öyle güzel anlatıyorum ki derdimi. Ben anlatıyorum da onlar anlıyorlar mı bakalım. Geç, geç hareketi yapıyorlar elleriyle. Geçiyorum.
Şu İngilizceyi halletmem lazım. 60 yaşımdan sonra geçen sene İngilizce kursuna yazıldım. Sınıf arkadaşlarımın en büyüğü 17-18 yaşında. Bir sene gittim gerisi gelmedi.
İlk derse girdiğim dün hoca: İngilizceniz hangi seviyede diye sordu. Sıfırdan başlıyorum dedim. Birkaç ders sonra:
-Nurten Hanım geldiğiniz günden beri sizi takip ediyorum. Yazdığım bütün İngilizce cümlelere içinizden doğru cevap veriyorsunuz. Bu nasıl oluyor dedi.
Tahtaya yazdığı bir cümle vardı.
Bakın hocam dedim. Bu kelime Yunancadan geliyor, öteki Fransızcadan, bazısı Türkçeye geçmiş kelimeler oluyor, cümle yapısı yunaca gibi, Cümlenin yarısı zaten çözülüyor.
Güldü…

*****
Bize hiç Türk Tarihi okutmadılar.
Biz hiç İstiklal Marşı’nı okuyamadık.
Bizim duvarlarımızda hiç asılmadı Atatürk resimleri.
Hiç Milli Bayram kutlamadık.
Ah diyordum içimden bir Türkiye’ye gitsem, kapımdan Türk bayrağını hiç kaldırmayacağım.

Lise 1 de okuldan 4 çalışkan kız öğrenci seçtiler ve Yunan Lisesine gönderdiler. Biri bendim. Tesadüfen bir sene önce Türk okulunda Rumca dersine gelen hoca, tayini çıkmış, bizim gittiğimiz okula gönderilmiş ve de bizim sınıfın hocası olmuş.
Bir gün sınıfta bana:- İstanbul’u sizden alacağız- diye bağırdı. Ben de –İstanbul orda, git al, dedim.
Sınıfta kaldım. Sadece bir arkadaşımız geçti. Biz üçümüz sonraki sene kös kös döndük kendi okulumuza.
Kazasız belasız 3 senede lise bitti.
Şimdi Üniversite.
Ver elini İstanbul.

Nurten Altınok
25.01.2015 Pazar

Üniversite ve
Ninemin Hayatıyla yazı devam edecek…

(Yarın ameliyatım var. Dr. Düşmüş gözkapakları baş ağrısı yapıyor, almamız iyi olacak dedi.)

Yaşlıca kadının biri bir gün aynaya bakıyormuş. Bir de bakmış ki her tarafı buruş buruş. Bunu düzelte düzeltse kasap düzeltir deyip atlamış kasaba gitmiş, Derdini anlatmış.
Kasap almış eline bıçağı başlamış deriyi yüzmeye.
Bizim ki can vermiş:
-Yüz kasap, yüz. Güzellik. Diye diye.

Sevgiyle kalın.

DÖNÜŞ

-I-

Soğanı bir yumrukta tuş ederdik
bağdaş kurduğumuz yer sofrasında
yanında bir tencere kuru fasulye
bir testi de soğuk yayık ayranı
ayni tasta başlardı kaşık savaşı
Burası ninemin karpuz tarlası
köyün çayı geçerdi yanı başından
yılanlar tıslardı
biz korkardık
çocuktuk

Karpuza bıçak değmezdi tadı kaçmasın diye
tutup kulağından en büyüğünü vururduk yere
çatlayınca ortasından ikiye
göbeğinden başlanırdı elle yenmeye
kabukları atılırdı ineklere
Burası ninemin karpuz tarlası
köyün yolu geçerdi yanı başından
köpekler havlardı
biz korkardık
çocuktuk

Üzümlere ben düşerdi
biz güneşten önce bağa
elimizde şıra kokulu sepet
her kütüğün bir adı vardı
kimi çavuş'tu kimi hafızali
her üzümün bir başka koruk tadı
bir başka gökkuşağı rengi
Burası ninemin yukarı mahalledeki bağı
köyün mezarlığı vardı yanı başında
oynayamazdık yakınında
biz korkardık
çocuktuk
Dam dolusu inek, öküz, dana
ağıl dolusu koyun, kuzu
maşrapayla içirirdi ninem taze sağılmış sıcacık sütü
yayık sesleriyle başlardı gün, uyanırdık
gaz lambalarıyla devam ederdi gece
imece usulü soyulurdu mısır koçanları
ayrılırdı taneleri gündöndülerin başlarından dövülerek
gölle kokusu karışırdı, yaz sıcağı terine kadınların
maniler eşliğinde
Burası ninemin evi
.kocaman bir dut ağacı vardı avluda
çıkamazdık dallarına
biz korkardık
çocuktuk
-II-
Büyüdük, okullu olduk / okuduk
büyüdük koca adamlar olduk sonunda
kimimiz mühendis / kimimiz doktor olduk
sığamadık çocuk dünyamıza, daraldık
koptuk köyümüzden, şehirli olduk
memleketimizden olduk / ekmek kavgasına
tezek kokularını mazota boyadık
asfaltlar döşedik köy yollarımıza,
Çiçek yüreğimize, ağaçsız
topuklu ayakkabılarımızda unuttuk
yalınayak toprağa sıcacık basmasını
Unuttuk güneşin doğuşunu unuttuk batışını
unuttuk bir baş soğanı toprağa dikmesini
unuttuk bir folluktan taze yumurta alıp içmesini
unuttuk bir meyveyi dalından koparmasını
unuttuk ekmeklik hamurun mayalanmasını
Değer miydi diye
düşünüyorum şimdi
Sözlerimiz vardı verilmiş yarınlara, dönecektik / tutamadık
çıkamadık yaşam kanunlarının dışına / kopamadık
biz korkardık
yılandan, köpekten, yalandan
çocuktuk
büyüdük
korkak kaldık
Gidiyorum!
Çocukluğum;
asılı kaldı, Ağustosböceği şarkılı
incirin gevrek dallarında
gel, diyor
Çocuk ellerim;
tutuklu kaldı, komşunun nar ağacında
gece hırsızı
gel, diyor
Renklerim;
hıdrellez salıncağında uçuşan,
çiçekli basmadan kloş entarimde
gel, diyor
Bacaklarım;
ısırgan otu dağlamalı,
papatya kokulu
gel, diyor
Ninemin yattığı;
köy girişindeki yeşil yalnızlık,
köhne sessiz çığlık
.gel, diyor
Karpuz tarlası hala yerinde midir?
-III-
Gidiyorum!
Yanımda iki kavak ağacı!


Nurten ALTINOK

5- ANILAR Gözkapakları

26 Ocak 2015 Pazartesi
Gözkapakları ameliyatı.
Yazılacak.
Bugün katarak ameliyatı olalı bir hafta oldu. Kontrol için hastaneye geldim.
Cumartesi gecesi sol gözüm çok battı. Gözümü açıp kapatamıyorum. Hastanenin teflonunu internetten buldum ve aradım. Bir bey açtı telefonu:
-Buyurun, dedi. Burası Dünya Göz Hastanesi. Nasıl yardımcı olabilirim?
-İyi geceler. (saat gece on ikiye geliyor) Ben Pazartesi günü hastanenizde katarakt ameliyatı oldum. Bu güne kadar bir şikâyetim olmadı ama bu gece gözüm çok batıyor. Ne yapabilirim?
-Hangi semtte oldunuz?
-Esenyurt
-Bizim Esenyurt’ta şubemiz yok ki. Dünya Göz olduğundan emin misiniz?
-Bir dakika reçeteye bakayım.
Reçete masamın üstünde duruyor. Açtım.
-Çok affedersiniz. Özür dilerim. Avrupa Göz’müş.
Yıllarca babamı taşımıştım Dünya Göz’e. Nasıl yerleştiyse hafızama.
-Önemli değil, dedi.
-Bir şey sorabilir miyim, diye hemen söze girdim. Hastanenin teflonu bilmiyorum, sizinkini de internetten buldum. Yardım edebilir misiniz?
Tabi dedi. Ben derdimi anlattım. Çok önemli olmadığını, 2-3 hafta böyle batmaların olabileceğini ve eğer çok rahatsızsam Devlet Hastanesine gidebileceğimi, orada nöbetçi doktorların olduğunu söyledi. Tekrar teşekkür ettim.
Gecenin o saatinde hastane gitsem bile sıra bana gelinceye kadar zaten sabah olur. Yattım, uyudum. Sabah kalktığımda ne batma vardı ne ağrı.

Saat ona doğru kontrol için hastaneye gittim. Her şey iyiymiş.
-Hadi hazırlan, dedi Doktor Zafer bey. Şu gözkapaklarını da halledelim.
Böyle bir şeyi bekliyordum zaten.
Hastane çok kalabalık.
Beşli oturma guruplarında oturan bir anne kızın yanına gittim, oturdum. Diğer başta da bir başka hanım oturuyordu. Beklemeye başladım.
-Oooo merhabaaaaa, diye seslendi biri. Baktım, ayni gün ameliyat olduğumuz Ali Bey, selam verdi yanıma oturdu. Konu malum. O da kontrol için gelmiş. Ali bey 75 yaşlarında, iri yarı, babacan bir Anadolu adamı. Bir kaşları var tam 2 parmak kalınlığında. Kafam takıldı. Sanki hiç başka derdim yokmuş gibi (şeytan dürtüyor işte)
-Ali Bey neye kesmiyorsunuz bu kaşlarınızı? Deyiverdim.
Meğerse adamın lakabı ‘’Koca kaşlı’’ imiş. Hiç keser miymiş? Kaşla ilgili birkaç anısını anlattı. Ben gülüyorum, yanımdakiler gülüyor. Sırası gelince bizden kalktı gitti.

Bir saat bekledikten sonra nihayet adım okundu.
-Sizi burada çok beklettik. Hadi üst kata çıkaralım sizi, dedi hemşirenin biri. Üst kata çıktık, Üst katın da alttan kalır tarafı yok. Neyse yine bir saat orada da oturduktan sonra hazırlandık, oradan ameliyathaneye.

Burası geçen sefer girdiğim oda değil. Daha küçük ve fazla alet yok. Odanın ortasında bir ameliyat masası var.
-Ameliyatınızı ben yapacağım. Diğerlerinde de bulundum.
Korkacak bir şey yok.
Ağzı burnu maskeyle kapatılmış olan mavi gömlekli, sonradan adının İsa olduğunu öğrendiğim kişinin sadece gözleri gözüküyordu.
-Diğer ameliyatlarınızda da ben vardım.
-Masaya yatabilir misiniz? Zafer Bey de gelecek.
Masa çok yüksek. Denedim olmadı. Bir daha denedim, parmak uçlarıma basarak. I-ıh. Olmuyor. Gülerek yanıma geldi:
-Bir dakika ben onu biraz indireyim, dedi, indirdi. Çıktım, yattım.
-Bu ameliyatta ağzınızı kapatmayacağım. Rahat olun. Konuşabilirsiniz. Hiçbir şey de hissetmeyeceksiniz. Belki biraz gözkapaklarınıza iğne yaparken acı duyabilirsiniz.
Başımın altındaki bölümü de yastık gibi yukarı kaldırdı. Rahatladım.
-Şimdi biraz canınız acıyabilir.
İğneyi gözkapağıma soktu.
Ne iğneymiş mübarek! Kemiklerime kadar işledi sancısı.
-Tamaaaammmm… İşte bu kadaaar. Başka acı yok. Şimdi ameliyata başlayabiliriz.
-Gözlerinizi kapatabilir misiniz?
Bir kalemle kesilecek yerleri işaretlerdi.
-Şimdi işaretli yerleri kesiyorum.
-Her hangi bir ağrı var mı? Diye sordu biraz sonra.
-Acı yok doktor bey ama yanık et kokuyor, dedim. Yanık et kokusunu duyunca.
-Mangal sever misiniz? Dedi gülerek.
-Kim sevmez? Severdim! Bu günden sonra pek seveceğimi sanmıyorum. Her mangal kokusu beni bu masaya yatıracak. Bundan sonra sevmem herhalde.
Ameliyat boyunca hep konuştuk.
-Hadi geçmiş olsun, dedi. İnebilirsiniz. Gözünüze su değdirmeyin. Damlalarınızı da zamanında kullanmayı unutmayın. Gözünüzdeki bantları çıkarmayın. Yarın pansumana gelin. Biz çıkartacağız.
Masadan indim, teşekkür ettim.

Yolda eve geliyorum baktım yeni bir kebapçı açılmış sitenin altında. Vitrinde çeşit çeşit kebaplar. Kahvaltı bile etmeden çıkmıştım yola. Saat de dörde geliyor. Karnım aç. İçeri girdim. Kocaman bir mangal, etrafında alçak sandalyeler. Kaç yıl oldu kim bilir böyle mangal başında oturmayalı?

*****

Kızımın doğumuna sayılı günler kalmıştı. Yurttan, oda arkadaşım Esengül, Tıp Fakültesinden mezun olduktan sonra, kadın doğum uzmanı olmuştu. Her ay Beşiktaş’tan, İstanbul Üniversitesi Hastanesine kontrole gidiyorduk ona. Bu son kontroldü. Artık doğumda giderim diye hesap ediyordum.
Esengül geldi, muayene etti
-Hemen yatıyorsun, doğum başlamış, dedi
-Daha 20 gün var. Nasıl olur? Ben gidiyorum. Beyim aşağıda bekliyor.
-Tamam, git ama bak sancıların artınca, mutlaka gel.
Kalktım, aşağı indim.
-Ne oldu dedi Haluk. Yüzün bir acayip olmuş.
-Yok bir şey. Hadi gidelim.
Biz Aksaray’da İETT otobüsüne bindik Beyoğlu’ndaki ofise geldik.
-Hani sen eve gidecektin, neden ofise geldin?
-Canım eve gitmek istemedi.

Hala ona Esengül’un ‘’doğum başlamış’’ lafını söylemedim.
Hafiften hafiften bir sancı başladı. Sancılar 2 dakika arayla gelmeye başlayınca mutlaka gelin demişti Esengül. Durup durup saate bakıyorum. Şimdilik beş dakikada bir geliyor. Gittikçe sancı da artıyor. Korkmaya başladım.

-Haluk bak ne diyeceğim sana. Esengül, doğum başlamış dedi. Hastaneye yatmam lazımmış. Ama ben korktum. Kaçtım. Sana da söyleyemedim beni orda bırakırsın diye. Şimdi sancılar artmaya başladı. Ne yapalım? Gidelim mi?

Aldı mı adamı bir telaş. Ofisin içinde bir aşağı bir yukarı oğlum geliyor, oğlum geliyor diyerek volta atıp duruyor. Sanki o doğuracak. Kayınbiradere telefon ettik. Evde doğum için hazırladığım valizi alıp getirdi.

O zamanlar Beyoğlu araba trafiğine açıktı.
-Ne yapalım? Gidelim mi, dedi.
-Ben acıktım. Yemek yiyelim ondan sonra gideriz.
Beyoğlu’nun arka sokaklarında mangal başı yapan bir yer varmış. Oraya gittik.
Acılı bir Adana’dan sonra Beyoğlu’na çıktık ve hastaneye bizi götürecek taksi seçmeye başladık. Taksi kırmızı olmalıydı ve de yeni.

Beklediğimiz gibi bir arabayı görünce durdurduk, bindik.

On altı saat çektiğim sancıdan ölüm öldüm dirildim. Sonunda forseps denilen bir aletin yardımıyla Özlem’im doğdu. Başının üstünde sanki bir baş daha var. Biraz daha zorlasalarmış ölebilirmiş.
Yıl 1977 Aylardan Ekim. Ekimin 19 u. Günlerden Çarşamba.
Unutulur mu hiç.

Doğumdan sonra ebe, bahşiş koparmak için, dış kapıda bekleyenlerin yanına gitmiş ve Nurten Altınok’u bekleyen kim diye sormuş.
Bizimki oğlum geliyor, oğlum geliyor diye volta atıyordu ya, fırlamış ortaya.
-Ben bekliyorum. Ben.
-Gözünüz aydın. Nur topu gibi bir kızınız oldu.
Hemşireye vermek için hazırladığı bahşişi de aynen cebine geri sokmuş.

Özlem’in yüzünü gördükten sonra ne erkek davası kaldı ne kız. Öyle güzel bakıyordu ki kocaman siyah gözleriyle.

İşte en son mangal başına ben o zaman oturmuştum.

*****

O sahne geldi gözümün önüne. Hiç düşünmeden daldım kebapçıya.

-Bir Adana alabilir miyim? Dürüm olsun lütfen.

Bir an önce kendimi eve atmam lazımdı. Yorgundum.
Kâğıda sarılı dürümü, evde yiyeceğim, diyerek aldım ve oradan ayrıldım.

Dürüm bittikten sonra aklıma geldi o ameliyat masasında söylediklerim ve de et kokusu. Çoktan unutmuştum bile.

Bir gün Özlem’le beraber gitmek şart oldu ocak başına..

Şimdi yüzüm gözüm şiş. Yarına da morarır herhalde. Gözlerimi zor açıp kapatıyorum.
Pansuman için hastaneye giderken güneş gözlüğü takmak zorunda kaldım. Güneş bile yoktu ve yağmur çiseliyordu.

Aynaya bakıyorum, kendimi tanıyamıyorum. Bir çocuk görse bu halimi ÖCÜ sanıp korkup kaçacak.

Nurten Altınok
27.01.2015 Esenyurt.

Anılar 6 / Babam

Hastaneler neden bu kadar çok dikkatimi çekiyor ve neden oralı anılar dimağımda hep capcanlı bende. Bilmiyorum.
Çocukken hep doktor olmak isterdim. Tıpla ilgili yazılar okur, bulduğum her broşürü saklardım?
Sonra!
Bugün, hala doktor olma isteği içimde kocaman bir yara işte. Olamadım. Belki de insanlara yardım etmeyi çok sevdiğimden kaynaklanıyor bu doktor olma hevesi.

*****

Yine çocukluğum geldi aklıma. (Şimdi de öyle ya) Ne zaman yolun ortasında bir taş görsem veya başka bir engel, bir yaşlının düşmesine neden olur, bir çocuğun ayağına takılır hayalimde. Ya acırsa bir tarafı yaşlının, ya süzülürse yaşlar boncuk boncuk o minicik gözlerden!
O taşın yeri orası değildir.
Taşınır, olması gereken yere.

*****
Nihayet liseden mezun oldum. O kadar çok istiyorum ki üniversiteye gitmeyi. ’ Anne ‘ engeli de yok bu sefer önümde.
Arkadaşlarımın hemen hemen hepsi pasaportlarını çıkartmışlar, Türkiye’ye gidecekler. Benim kimsem yok Türkiye’de. (Pardon, bir amcam varmış ama kendisine hayrı yokmuş.) Nereye giderim, nerede kalırım?

Ne kadar zaman geçti aradan bilmiyorum. Bir gün bir mektup geldi adıma. Açtım, okudum. Bizim Türkçe ders gördüğümüz derslerin hocaları Türkiye’den gelirdi.

Türkan Teker
Hayatımda, bana dönüm noktası olan kişilerden biri. Matematik hocam.
Bizim mezun olduğumuz sene onun da görevi bitmiş ve Türkiye’ye dönmüştü. Mektup ondan geliyordu. Açtım, bir nefeste okudum.
Mektubunda, arkadaşlarımın çoğunun İstanbul’a gittiğini ve benim hala neden gitmediğimi soruyordu.

*****

Babamın da halini biliyordu. Fakirdik. Bir el arabası vardı babamın üç tekerlekli. Etrafını ve üstünü camekânla kapatmıştı.
Evimize yakın İdadiye Türk İlkokulu’nun ikinci kapısının önünde, (Demir parmaklıklı, 4 kanatlı, törenlerde ve büyük bir eşyanın içeri sokulması için açılan, yedek kapı) çocuklara, arabaya koyduğu şeker, kuruyemiş, ufak tefek oyuncaklar, defter, kalem ve buna benzer şeyler satıyordu.
Birinci kapı ana giriş kapısıydı. Bunun önünde satış yapmak yasaktı. Yaklaşık üç metre genişliğindeki demir kapının yerden 60-70 cm kadar olan kısmı tamamen kapalıydı. Ondan sonrası parmaklık halindeydi. Kapı genellikle hep kitli kalıyordu. Özel günler haricinde. Babamın üç tekerlekli arabası bu kapının önündeydi. Teneffüs olunca çocuklar kapıya gelir, parmaklıklara tutunur bir şeyler satın alırlardı. Araba sabah akşam evden okula, okuldan eve itilerek götürüp getiriliyordu.

Ne kaldırım vardı yollarda ne doğru dürüst bir yol. Her taraf tümsek içindeydi. (Egnatias 108 Komotini) Arada bir kocaman kayalar çıkıyordu çamurların arasından. O zaman arabayı itmek daha zor oluyordu. Her an için devrilebilirdi. Babamla birlikte kalkar ona arabayı itmesine yardım ederdim. 7-8 yaşlarında bir çocuktum. Benim kuvvetimden ne olacak. Olsun. Üzülüyordum babamı öyle görünce. Bazen de o istemediğim taşlar çıkıveriyordu bir yerlerden. İt itebilirsen arabayı işte o zaman.
Bir işe yaramak çok hoşuma gidiyordu.
Engel olacak taşı her çektiğimde:
-Hah, yaşa be kızım, deyince babam, gözlerimizin içi gülüyordu birbirimize bakışınca.

Aç değildik, açıkta değildik çok şükür. Anca karnımızı doyurabiliyordu benim öksüz babam.
O, küçüğün de büyüğün de Hasan Aga’sıydı.
Bir türlü öksüz büyümenin çekingenliğini, ezikliğini atamamıştı üstünden.

Yüreği kocaman, elleri nasırlı, yamalı pantolonlu bu sarı kıvırcık saçlı, yeşil gözlü adam, benim babam. Benim bubam O…

Dünyalar tatlısı bu çok yakışıklı adam, yemeyip yediren, içmeyip içiren, bu melek adam, benim babam.

Her karşılaştığımızda ‘’Benim Kocaman Kızım’’deyip boynuma sarılan bu can adam, benim babam.

Bana iyiyi, güzeli, sabrı, çalışmayı, sevip sayılmayı, güvenmeyi, iyilik adına, doğruluk adına ne varsa konuşmadan, bakışıyla öğreten, bu adam benim babam…

‘Bela Hasan’ lakaplı bu melek yürekli adam benim babam.

Ben her zaman Bela’nın kızı olmaktan büyük gurur duydum. Gurur duyuyorum

Amcam (anasına baltayla saldıracak kadar) çok kötü biriymiş. Bir gün Yunanistan’dan İstanbul’a kaçak gitmiş, bir daha da geri dönmemiş. Mahalleli o kadar bıkmış ki ‘’başımızdan bir bela gitti, kurtulduk’’ demeye başlamışlar. Babamı gördüklerinde de Bela’nın kardeşi diyorlarmış. Zamanla ‘’kardeşi ‘’ kelimesini kullanmaz olmuşlar’’ Babamın lakabı ‘’Bela’’ kalmış.

*****

Gözümüzü karnımızdan önce doyurdu O.
Bir gün, her zaman olduğu gibi, bir kasa portakal almış, eve geldi. Tek gözlü odamızın kapısını açtı, bütün portakalları odanın içine döktü.
-Yapmasana öyle Hasan, dedi annem. Koy kenara, kızanlar oradan alsınlar, yesinler.
Hiç unutmam. Şöyle bir baktı çakır gözleriyle anneme:
-Bana bak Şadiye, dedi. İnsanın karnını doyurmak çok kolaydır. Zor olan gözünü doyurmaktır. Onun için, önce gözünü doyuracaksın. Gerisi kolay.

Yazları okullar kapalı olunca ayni arabayla babam evde yaptığımız dondurma, kırmızı şerbetli su muhallebisi, elma şekeri, susamlı dediğimiz bir çeşit tatlı ve bizim orada adına Şamali dediğimiz (Şambaba) tatlısı satıyordu. Bu tatlılar dikdörtgen şeklinde tepsilere konuluyordu, üstleri büyükçe bir şişeyle bastırılarak düzgün hale getiriliyordu sonra da uzunca tahtadan bir cetvelle muntazam bir şekilde şeritler halinde kesiliyordu. Susamlının, tepsinin kenarlarına gelen yerleri de muntazam olmalıydı. Önce onlar kesilip (kırıntılar) tepsiden çıkarılıyordu.
Susamlı sıcacıktı.
Ateşten yeni çıkmış şerbetiyle de mis gibi kokuyordu.

-Nurten al bunları dağıt.

Ciğerci kedisi gibi başında beklediğim kırıntıları alır arkadaşlara vermek için, sokağa kaçıyordum.

Kazan dolusu su muhallebisi yapıyorduk. Bir kilo nişastaya 9 litre su. Annemle beraber yapıyorduk. Avluda kocaman bir ateş ve üzerinde kocaman bir kazan.
Daha sonraları tek başıma yapmasını da öğrenmiştim. Muhallebi pişinse su bardaklarına, üstünde bir parmak boş kalacak şekilde dolduruyorduk. O boş kalan yer kırmızı şerbetin konacağı alandı.
Satılırken bardağa önce şerbeti konur, tatlı kaşığıyla servis yapılırdı.
Ben ilkokuldaydım bunları yaparken.

Hiç aklıma gelmedi tariflerini bir yerlere kaydetmek.

*****


Dondurma

Babamın dondurmasının üstüne dondurma yoktu. Aradan 50 yıldan fazla geçti. Ben değil böyle güzel bir dondurma yemesini, benzerini bile bulamadım.
Dondurmanın sütün içine şekeri de eklenip, avludaki kocaman ateşte, ateş çok kuvvetli olmayacak, kalaylı bakır kazanda karıştıra karıştıra, ağır ağır pişirilmesi gerekiyormuş. Ateş kuvvetli olursa süt yanık kokarmış. Öyle derdi babam. Pişen süt, tekrar bu sefer soğuması için karıştırılır ve bekletilirdi.

Koyun sütüydü hatırladığım kadarıyla. Koyunları olan biri her gün kapıya getirirdi. İki üç sefer bir tülbentten geçirilerek süzülürdü. Bizim oralarda pek keçi yetişmezdi.
Fiyatının çok pahalı olduğunu söylediği ve gramla satın aldığı açık sarı bir baharat karıştırıyordu süte. (Adını hatırlarsam ilerde yazarım. Sanki mahlep gibi bir adı vardı.)
Süt soğuyunca 2 parmak kaymak tutardı.

-Bu gün gene sütü Nurten pişirmiş.

Yaaa babam, bir gün de çakmasan olmaz mı sütün kaymağının tadına bakarken fark etmeden tamamını yediğimi!
Babam bana hiç kızmadı. Bir gün olsun sesini yükseltmedi.
Sitem ederken bile gözleriyle, iyi etmişsin, der gibi gülümsedi.

-Bir dahaki sefere birazcık kaymak kalsın. Olur mu?

Müşteriler, kaymaksız olmuş bu gün dondurma Hasan aga, derlermiş.
Derlermiş de akşama kalmadan gene bitermiş Dondurmacı Hasan Aga’nın dondurması.

Kaynayıp soğutulan süt 60-70 cm yüksekliğinde silindir şeklinde yine kalaylı bir kabın içine konur, büyükçe bir kulpu olan kapakla iyice kapatılırdı.
Silindir bakır kabın çapından 15-20 cm kadar daha büyük ahşap bir fıçının ortasına konurdu. Fıçı ile kap arasındaki boşluk, kalıp halinde alınıp evde parçalanan buz parçalarıyla doldurulur, buzların üzerine de bolca kalın tuz dökülürdü. Hasır oturmalığı olan ahşap bir sandalye fıçının yanında yerini alırdı.
Kapağın üstündeki tutamacın arasına bir sopa geçirilir ve elle süt döndürülmeye başlardı. Arada bir uzunca bir demir spatulayla dondurmanın kapağı açılır ya karıştırılırdı ya da ahşap kalınca sopayla dondurma dövülürdü. Ta ki dondurma kıvamını bulana kadar. Bu kıvama 1,5- 2 saatte varılırdı.
Yenmeye hazır dondurma arabadaki buz dolu fıçının içinde yerini alırdı.

*****

Elma Şekeri

Öce elmalar bir güzel yıkanırdı. Daha sonra küçük küçük kesilen kargılar elmanın sapının olduğu yere saplanır ve büyükçe bir tencerede kaynayan kırmızı şerbete batırılıp, tepsilere soğuması için dizilirdi.

El arabası 2 katlıydı. Ağırlar alt katta elma şekerleri üstte dururdu.

29.01.2015 Esenyurt


*****

Koca Çınar

Bu sefer mekân mahallemizdeki kocaman bir çınar altıydı.
Gümülcine, Kesikbaş Mahallesi Camii’nin yanında.
Bir de küçük bir baraka vardı (büfe) hemen yanında. Sigara, ufak tefek atıştırmalık bir şey satıyordu Aliosman amca. Sabire’nin babası.
Karşı sıradaki Hacer Ablanın oğlu, Ahmet Abinin kahvesindeki sandalyeler taşınırdı çınarın serin dalları altına.
Bu çınar altının bir başka anısı daha var.

*****

Ben, Özlem, Onur

YAZIYI SİL BAŞKASINI EKLE… ONUR’UN İLK TRAŞI

Dondurmanın sütü çok kısık ateşte ve yavaş yavaş karıştırılarak pişiriliyordu. 70-80 cm yüksekliğinde 50 cm çapında bir fıçının ortasına konan çapı 40cm olan, kalaylı bir bakır silindir kabın içine konurdu. Fıçıyla süt kabının arasında kalan boşluk, üstüne bolca kalın tuz dökülen parça buzlarla doldurulurdu. Süt kabın üstünde bir kulp vardı. O kulpun içine bir sopa geçirilir ve süt kazanı buzların içinde başlanırdı bu sopayla elle çevrilmeye. Ta ki dondurma olana kadar.
Ne güzeldi o dondurmanın sütü. Mahlep kokusu bir daha lezzet katıyordu lezzetine.

Akşam babam (BUBAM) eve geldiğinde takılırdı anneme:
-Bu gün sütü gene Nurten pişirmiş galiba.
Süt, ben pişirdiğimde, soğuyunca, üstünde üç parmak kaymak tutardı. Kaymaktan şöyle bir kaşıkçık ayırır, yerdim. Tadına bakmak için. O bir kaşık iki olurdu, üç olurdu ta ki tamamı bitene kadar. Nerden bileyim babamın çakacağını. Bir daha yapmadım. Dondurma kaymaksız oluyormuş! Dondurma lezzetsiz oluyormuş. Akşama kadar yine de bitiyordu ama.
O dondurmanın tadını ben hiç bir yerde bulamadım bir daha.

*****

29.01.2014
Nurten Altınok

__________________________________________________

Ver Elini İstanbul

*ANILAR *
İSTANBUL'A DAİR

Ağlamak geliyor bugün içimden.
Her dokunduğum şeyde bir anım canlanıveriyor gözlerimde. Her ses, şarkılar, türküler efsunlu bugün.
Ağlamak geliyor içimden.
Onat’ım aradı telefonla. Şu akıllı telefonlar var ya, işte onunla aradı. Görüntülü.
Onat’ımın kara gözlerini gördüm. Ninem diyen sesini duydum. Uras’ım girdi sonra ekrana. Sarı fırtınam benim.
Ağlıyorum.
Ay! Sabahtan beri pek bir gözü yaşlı, sulu kadın oldum.Ben çocuklarımı çok özledim.
Altınoluk’tayım.
Neden buradayım?
Oksijeni bol, havası güzel dediler.
Bir de arkadaşlarım var burada.
Buradaki komşularımı seviyorum. Buradaki dostluğu seviyorum. Ben burada yalnız değilim. Gözümü açar açmaz tanıdık bir günaydın sesini cevaplıyorum.
Zehra görünür birazdan. Nasılsın der. Gel çay içelim. Yasemin selam verir karşıdan. Hal hatır sorar. Feride hanım biraz önce bahçesindeki çiçekleri suluyordu. Ayşe elinde bir şeylerle Yasemin'e geldi.
Yasemin’in acısı var bu bir iki gündür. En sevdiği bir arkadaşını kaybetmiş kanserden. Dün cenazesi vardı. Her halde bugün helvasını kavuracaklar. Henüz daha 30 lu yaşlardaymış. Allah gidene Cennet'ini, kalana da sabrını versin.

Sıkıntılıyım bugün. Hiç bir nedeni yok.
İnsanız işte.
Sabah Fox Tv de sabah haberlerinde İsmail Küçükkaya çok güzel bir müzik dinletti. Müzik güzel, ses güzel!
Zaten ben ne zaman bir müzik duysam kanatlanırım bir yerlere.
Aşağıya o çok beğendiğim şarkının sözlerini ekledim.

Bu 1

Hoş Geldin

Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim

Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar

Sen bana geç geldin, ben sana erken
Tutuşsun gün, yansın geceler, vaktimiz varken

Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim

Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar

Sen bana geç kaldın, ben sana erken
Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken

Hüsnü Arkan
Bu 2

Arkadaşlardan biri de İstanbul’a gezmeye gitmiş,
Antalya’da oturuyor. Safure Tonyalı.
Ortaköy Camii'nin önünde çektirdiği bir fotoğrafı eklemiş bir paylaşım sitesine.
Hah işte esas zincir burada koptu. Koptum.
Sihirli bir nefes yıllar öncesine üfledi beni.

Üniversiteye giderken her gün Çemberlitaş – Taksim T1 İEET otobüsüyle her gün önünden gelip geçiyordum. Tam soldan yukarı Taksim'e doğru dönünce İnönü Stadyumu görünüyordu. Hemen onun arkasında, tepede tüm haşmetiyle İ.T.Ü Taşkışla.
Ne bileyim ben, o günler geldi işte aklıma.
Salya sümük her şey kırbaçlıyor anıları. Hiç ummadığım kişiler, arkadaşlar, olaylar, boy sırasına bakmadan dizildikleri anı sayfasından çıkıverdiler su üstüne.
Amcamın kızlarını bile hatırlattılar. Bir de Hüseyin’i. Bir de Mehmet’i. Orhan Gencebay’ın "Yağmurun Sesine Bak" şarkısını. Yürüdüm gittim yıllar öncesi oturduğum bir kır çay bahçesine. Önümde deniz, bir ağaç altında elimde bir fincan çayda demledim anıları. Yanımda kim vardı bilmiyorum.
Dolmabahçe’den bir vapura atlayıp karşıya geçtim. Ne işim var Üsküdar’da. Gittim işte. Son susamına kadar martılarla paylaştım mis kokulu bir simidi.
Ortaköy’e uğradım. Bir balıkçı lokantasında ilk defa yediğim ve
sevdiğim roka boğazıma takıldı. Bir bardak suyla hallettim işi. Sonra çiğ köfte. Hiçbir acı bu kadar güzel gelmemişti.
Boğaz köprüsü henüz yoktu o zamanlar. Sene 1971-72 olmalı. Köprünün temelleri atılıyordu. 5 senede bitecekmiş. O ooo dedim. Biz görebilecek miyiz acaba köprünün bittiğini? Görürsün, görürsün dedi Hüseyin. Daha ne köprüler görürsün sen.
Dediği de çıktı. Şimdi 3. köprü inşaatı var.

Köprüden geçemedim. Gelin değildim. Hani bir türküde köprüden geçer ya gelin. Sonra bir şiirim geldi aklıma. Galata köprüsünden geçirmiştim gelini.
Eminönü sahilinde ilk balık ekmek yiyişim. Kapalı Çarşı'nın gürültüsünde buldum kendimi. Bir de piyango bileti aldım Nimet Abla’nın gişesinden. Amorti bile çıkmadı kısmetime.

Sirkeci garında buldum kendimi.
Yanımda Türkan Teker, matematik hocam vardı. Allah rahmet eylesin. Bu günlerime gelmeme sebep olan, yardım eden, hayatıma yön veren birkaç ender kişiden biri oldu.
İlk defa, sırtında yük taşımak için taktığı semeriyle, bir adam gördüm Sirkeci Garı’nın önünde. Sırtındaki sepeti tıka basa doluydu. Adeta iki kat olmuştu yükün ağırlığından. Oturdum ağladım. Alışırsın kızım dedi hocam. Gün gelir görürsün de aldırmazsın bile. Ama ben hep aldırdım.

Satıcının biri incir satıyordu garın önünde. Şaşırdım. Hocam dedim hiç incir satılır mı? Satılır tabi dedi. Burası İstanbul. Oysa ben incir ağaçlı bir evde büyümüştüm. Ne zaman çıksam tepesine annemin sesi gelirdi. Gene mi incirdesin? İn düşeceksin, derdi. Hiç düşmedim ağaçtan ama burada yüreğim düştü.
Adım başı hayret ettiğim şeylerle karşılaştım.
Ne çok insan vardı burada. Ne çok araba. Ne çok gürültülü yer burası. Oysa benim Gümülcine’m, Yalanca Köyüm öyle miydi ya? Bütün ağaçlardaki meyveler bedava.
Köydeki yan komşunun birinden nar, diğerinden de kocaman siyah erik çalıyorduk çaktırmadan. Tam yumruk kadardı erikler. Narlar da futbol topu kadar. Bırak işte be adam. Çocuğun canı çekmiş. İki tane versen bir tarafın mı eksilir. Göz hakkı denen bir şey var. Ben o komşuları hiç sevmemiştim. Bir de köyün imamı olacaksın. Sözde bir de köyün en zenginlerindenmişler. Benim ninem hepsinden zengindi. 24 saat o kapılar hiç kapanmaz, sofradan misafir eksik olmazdı.
Ninem… Yunanistan, Batı Trakya, Gümülcine, Yalanca Köyü'nden Odacılar’ın Minire’si ninem. Ahmet Ağa’nın kızı. Ne çok severdim seni ve de ne çok ağlamıştım sen ölünce. Nur içinde yat benim canım ninem. Acılı ninem. Gönlü bol ninem.
Bana Atatürk’ü anlatırdın. Duvarda, Kur’an’ın yanında asılı duran fotoğrafa bakarken.
Bak derdin. Bu Mustafa Kemal’imiz. O bizim Ata’mız. Düşmanlardan o kurtardı bizi. Bana Atatürk’ü ilk tanıtan ve sevdiren kadındın. Henüz 4-5 yaşlarındaydım.

Bu gün bir acayibim işte. Üstüme, üstüme geliyor bütün anılar.

Duygusallığım tüm ihtişamıyla yüreğimde.
Anlaşılan benim İlham’ım, ilham perim unutmamış beni!

Oturdum, bir şeyler karaladım şiire benzer. Baktım olacak gibi değil, daha da çok yoğunlaşıyorum, bıraktım.

Eminönü’ndeyim şimdi. Bir alt geçitte.

Bir oyuncak dükkânının camekânına alnını dayamış, annesinin elini çekiştiren, oyuncak isteyen o küçücük çocuğun yanındayım işte.
Kadın, çantasından cüzdanını çıkardı içine baktı. Paramız yok oğlum, dedi. Başka zaman alırız. Benim de yoktu! Dokunamadım çocuk yüreğine evlat. Bağışla beni.

Baharat kokularını çektim içime Mısır Çarşısı’nda gezinirken. Ne ararsan vardı burada. Çoğu da ilk defa gördüğüm otlardı. Adlarını bilmediğim.

Altın varaklı vitrinlerini ayna gibi kullanarak kendimi ve etraftaki kalabalığı seyrederek gezdim Kapalı Çarşı’nın kuyumcularını.
Sahi benim, sonradan sattığım bir alyanstan başka, hiç altın takım olmamıştı. Olmadı da. Olmasa da olurmuş.
Gümüşsuyu yokuşuna döndüm tekrar. Yürüyerek çıktım o yokuşu.
Yolun solunda İTÜ Makine ve Elektrik Fakültesi var. Sağdaki ilk sokakta da Sebahat ablanın evi.
En sıkıntılı zamanımda bana maddi ve manevi el uzatan, bir Yunan Lisesinde Türkçe Öğretmenliği yapan bir öğretmendi.
Arif Hoca (Gümülcine’den ilkokul öğretmenim) tanıştırmıştı beni.
Gümülcine’de o zamanlar yayınlanan Azınlık Postası adında bir gazete vardı. Her hafta bir şiirim yayınlanıyordu. Bu orta 1 den lise sona kadar devam etti. O gazete Sebahat Hoca’ya gidiyormuş.
Arif hocaya beni sormuş. Kim bu demiş. O da üniversiteye gelecek buraya o zaman tanıştırırım demiş.

Bir gün beni aradı Arif Hoca, seni bir hanım öğretmenle tanıştıracağım dedi. Buluştuk ve Sabahat ablanın evine gittik.
Bir apartmanın giriş katıydı Gümüşsuyu’nda.
Zile bastık, orta boylu, tombulca, kısacık sarı saçlı, güler yüzlü bir hanım açtı kapıyı.
-Hoş geldiniz hocam, dedi.
-Hoş bulduk. Bak sana kimi getirdim.
Bana baktı:
-Hoş geldin evladım.
Sıcacık bir ses tonu vardı.
-Hoş buldum, dedim. Uzandım elini öptüm.
Arif hoca:
-Bu kim biliyor musun? Dedi.
-Tanıyamadım, dedi. Tanımak istermiş gibi daha dikkatli baktı yüzüme:
-Çıkaramadım hocam.

Gazetede şiirlerimin altına NUR mahlasını kullanıyordum.
Arif Hoca başıyla beni göstererek:
-İşte bu o bahsettiğimiz Nur. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesini kazandı. Sana çok yakın okulu. Orada okuyacak.
Gözlerini hayretle, sevinçle, merakla açarak bana baktı ve:
-O koca şiirleri yazan bu çocuk mu?
Kocaman açtı kollarını ve sarıldı bana bir ana gibi.
Zamanla arkadaşım oldu, ablam oldu, sırdaşım oldu. Yıllar sonra vefat ettiğini öğrendim. Daha önce çok aradım onu. Telefonla konuşuyorduk. Yaşlı bir annesi vardı. Beraber kalıyorlardı. Annesini kaybedince yalnız kalmıştı.

Seneler geçti. Okul bitti. Evlenmiştim. İki de çocuğum olmuştu. Çocuklarımla da ziyaretine gittim zaman zaman.
Son aradığımda telefonu kimse açmadı. Belki evini değiştirdi. Bilemiyorum. O zamanlar cep telefonu yoktu. Nur içinde yat ablam. Hakkını helal et.

O çay bahçesi var ya hani biraz önce bahsettiğim, o da hemen oralarda Sabahat Ablanın evinin hemen üst tarafında tepede bir yerdeydi. Boğaz ayaklar altında harikaydı.
Gümüşsuyu’nun biraz ilerisi Taksim.
Taksim’de, meydanda, heykelin tam karşında Taksim Postanesi var. Kime sorsan bilir. Taksim Parkının hemen köşesinde duruyor.
Şimdi hala duruyor mu bilmiyorum. Çok oldu oralara gitmeyeli. En son gittiğimde eser yoktu o eski halinden.
Buluşmalar için postanenin önü tam adres.
Okul çıkışı ne zaman önünden geçsem, önünde heyecanla saatlerine bakanlar hiç eksik olmazdı.

Ben de onun önünde bekledim O canı. Sonradan canım dediğim. Hala duruyor mu acaba yerinde? Kim bilir ne kadar oldu gitmeyeli.

İstanbul’u özlüyorum arada bir aklıma gelince. Balığın denizde suyu özlediği gibi.
İşte buyum bu gün. İstanbul anılarım depreşti.

Beyoğlu’nu dolaşıyorum şimdi.
İlk günümdeki gibi. Taksimden Galataray’a gidiyorum. Beyoğlu’ndayım. Sol tarafta küçücük bir büfe vardı. Kilo ile dilim, dilim bitter, acı çikolata satıyordu. Elimdeki para ya bir dilim almaya yetiyordu, ya da iki.
Sağ tarafta meşhur Beyoğlu Muhallebicisi vardı.

Muhallebici dedim de aklıma geldi.
Bir Taksim Muhallebicisi var, benim bildiğim, bir de Çemberlitaş Muhallebicisi.
İki muhallebici arasına gizlenen anılar var.
Birinin başlattığını diğeri neye bitirdi?
Bu iki mekân arasındaki bağlantıyı kuran kim?
İkisi arasında yaşanan, iki kişinin yüreğine inme gibi inen, idam hükmünü onaylar gibi bu mührü vuran kim?

Hayatın cilvesi bu olmalı.
Taksim’de başlayan bitmişti Çemberlitaş’ta.
Hayret!
İlk defa aklıma geliyor bu seneler sonra.
Tesadüf olabilir mi?
Bilmem!
Oluyormuş demek ki.
Mukadderat mı dersiniz!

Daha neler oluyor hayatımızda fark etmeden kim bilir?
Hayat rotamıza yön veren bu sır ne?
Anlatacak çok şey var daha.
Çok…
Çok...

Bugün:
Yıllardan 2015 /Aylardan Ağustos /Ağustosun 28i /
Günlerden: Cuma / Yer Altınoluk
Ben: Nurten Altınok

Nurten Altınok
Kayıt Tarihi : 7.4.2016 01:43:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Nurten Altınok