15Miniklerİçin: Yeraltı Kasabasının Kava ...

Ahmet Yozgat
2011

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

15Miniklerİçin: Yeraltı Kasabasının Kavalcısı

YERALTI KASABASININ KAVALCISI ŞİİRLEMESİ
Uzaklarda bir ülke,
Dört bir yanı salt masal,
Kahramanımız Memiş,
Masala bizi de al.
***
Bağ baba, bağcı baba,
Şu yol nereye gider?
Bu masalda kazları,
Hangi Keloğlan güder?
***
Bir sinirli kadıncık,
Çıldırmış kasabada,
Anlatmış her bir şeyi,
Bizim “masal baba” da…
***
Kahraman hızla dalmış,
Yeraltında tünele,
Dizi dizi taş heykel,
Bilen var mı, bu da ne?
***

YERALTI KASABASININ KAVALCISININ TEKERLEMESİ

Derler ya hani, “Bir varmış, bir yokmuş…” diye
Vaktiyle uzanırmış bir ülke çook uzaklarda.
Ya bir karanlık ormanın kuzey kıyısında,
Ya da sapsarı bir çölün tam ortasında…
Ama mutlaka bir mutlu kulübe olurmuş,
Yapısı halis muhlis sarıçam ağacından,
Bu sırada yoksul mu yoksul bir adam,
Kulübede uzanmış ve ölecekken acından,
Çıkagelirmiş koşa koşa bir masal oğlan,
Taa Kaf Dağının gün doğusu yamacından,
Padişahın üç oğlu hani şimdi nerdeler?
Duysalar olanları onlar bile gelirler,
Bu masaldaki fenerin ışığını görseler…
Padişahsa divitle fermanını yazmada,
Sultanların sakası ise elinde altın kazma,
“Oh Oh Dev”in yaşadığı kuyuları kazmada,
Dünya güzelinin başında ise nakışlı bir yazma,
Dua ile sulanmada buz gibi ayazmada…
Uçar gibi gitmede, ankanın kanadında,
Bize masal yollayan amcamız Kaf Dağında,
Bilirim beklersiniz gökyüzünden üç elma,
Onlar da gelir belki, buraya çok yakında,
* Sıra geldi masala,
* Yeter bu kadar teker,
* Hadi geçelim artık,
* Masala teker teker…

YERALTI KASABASININ KAVALCISI
Bir varmış, bir yokmuş...
Vaktiyle, uzak ülkelerin birinde unutulmuş bir şehir varmış. Çevresi dağlarla örülü, önü arkası kapalı bir vadinin ortasında yer alan bu kentin ne geleni varmış, ne gideni. Hatta bu uzak kentte yaşayan insanların nüfusu bile ne artar, ne eksilirmiş; hep aynı sayıda bekler dururmuş. Takvimdeki günler değişir ancak kent hiç değişmezmiş. Buradaki insanlar da ömürlerini sakin sakin yaşar giderlermiş.
Zamanın küçük bir aralığında, nasıl olmuşsa olmuş ve kentteki her şey bir anda değişmiş; tüm insanların yaşamı alt üst olmuş, eski sakin yaşantı yerini hesapsız bir heyecana bırakmış, esenlik ve güvenlik bulaşıcı bir korkuya dönüşmüş…
Günlerden bir gün… Bu unutulmuş kentte güneş batmış, el âlem yataklarına yatmış. Işıklar söndürülmüş, kent bir mezarlığa döndürülmüş. Sokaklarda bir tek çıt bile yokmuş her yeri kaplamış olan alacakaranlıkta. Ancak çok geçmeden bir fısıltı başlamış mahalle aralarında. Ardından daracık sokaklarda ve kısacık çıkmazlarda bir inilti… Derken bu inilti, ivmelenerek büyümüş ve evlerin çatılarında yankılanmış. Çok geçmeden dolunay gri bir buluta girince olan olmuş; ilk önce, hafiften bir ses duyulmuş kentin semalarında. Sonra bu ses perde perde yükselmeye başlamış; hatta nota nota sıçramış çatıdan çatıya, kaçkın bir kurt gibi seke seke dağılmış o pencereden öteki pencereye... İnsanın içini ürperten bir kaval sesiymiş bu ve geceye yayılmış bir koyun sürüsü gibi yavaş yavaş ancak kararlı ayak sesleriyle ilerliyormuş. Kent kulak kabartmış bu sese. Herkes sus pus… Ses soluk kesilmiş yatak odalarında bile… Tüm şehir halkı, o anda tek yürek tek böbrek olmuş sanki.
“Ne olacak? Neler olacak? ”
Sorular cevapsız kalınca kocaman gözlü çocuklar, kınalı saçlı kadınlar ve yetişkin erkekler korkuyla yorganlarının altına girip saklanmışlar. Heyecandan tir tir titreyen cılız sesleriyle birbirlerine haber vermişler:
“Yine başladı uğursuz kaval…” demişler.
Bağrı yanık analar, hüzünlü bir ifade ile:
“Acaba sıra kimde bu gece? ” diye düşünmüşler hep birden.
Babalar, ellerinden bir şey gelmeyişinin acısıyla fısıldamışlar kendi kendilerine:
“Bir çaresi yok mu bunun? ” diye. Sonra umutla akıl danışmışlar içlerindeki bilge birilerine. Genç oğlanlar ile ergen kızlar ise tedirginlik içinde bekleşmeye başlamışlar.
Bir süre sonra uğursuz kaval sesi birdenbire susmuş. Tıpkı bıçakla kesilmiş gibi... Kısa ama anlamlı bir sessizlik olmuş kentte... Ancak sessizliğin ardından canhıraş bir feryat patlamış, “Ahh! ” diye. Bu uzun “Ah! ” kara gecenin ortasına top güllesi gibi düşüp bir kez daha patlamış.
İnsanlar, sanki bunu bekliyorlarmış gibi altına saklandıkları yorganları fırlatıp atmışlar üzerlerinden ve hışım gibi dışarı fırlamışlar. Sokaklar ve caddeler bir anda kalabalıklarla dolmuş. Telaş içinde koşuşan yetişkin erkekler birbirlerine yaklaşıp merak ve korkuyla:
“Kimdi bağıran? ” diye sormuşlar. “Bilen var mı aranızda?
“Çığlık nereden geldi? ” diye sormuşlar anneler yolda belde rastlaştıkları herkese. “Kimin sesiydi bu ses? Yine kimin bağrı yandı acaba? ”
Akşamüzeri söndürdükleri ışıkları tekrar yakan genç anneler, alelacele çocuklarını saymışlar. Sayıyı tamam çıkaranlar ferahlamışlar, hesabı tutturamayan ise hâlâ sürdürüyormuş acılı çığlığını. “Ah ki ah! ”
Evinin damına çıkıp çığlığın geldiği yöne kulak kabartan biri:
“Bu kez uzun saçlı kadının evinden geliyor çığlık.” diye haber vermiş meraklı kalabalığa. “Koşun, koşunda yetişin! ”
Ortalıkta merakla bekleşen insanların hepsi, uzun saçlı kadının evine doğru koşuşmuşlar. O sırada uzun saçlı kadın, evinin önünde saçını başını yoluyor ve çığlık çığlığa ağlıyormuş. Zavallı kadının önünde ise o sırada kaskatı taş kesilmiş bir kız çocuğu duruyormuş; tıpkı bir heykel gibi...
***
Bu unutulmuş şehrin halkı, bir süreden beri bir kâbusu yaşıyormuş. Kâbus: Önce geceyi yırtan uğursuz bir kaval sesi, ardından da taş kesilen çocuklar... İnsanlar, başlarına gelen bu gizemli belâdan kurtulmak için her çareye başvurmuşlar. Sokaklarda sırayla nöbet beklemişler, olmamış. Çevredeki bilgelere ve büyüklere danışmışlar, olmamış. Geceleri damlara çıkıp sarışın yıldızlara bakışmışlar yine olmamış.
Herhangi bir gün… Olan oluyor ve o uğursuz kaval sesi yayılıveriyormuş kentin üzerine, sonrası malum… Kasabada yaşayan zavallı çocuklar birer birer taşlaşıyorlarmış.
Başlarında dönüp duran bu felâkete bir çözüm bulamayan kent halkı sonunda, kadere razı olmuşlar; boyun büküp sineye çekmişler olanları. İnsanlar, o uğursuz gecelerin sabahlarında, taş kesilen çocuklarını ağıtlarla alıp birer heykel gibi dizmeye başlamışlar şehrin uygun bir meydanına. Artık anneler, akıllarına düştükçe gelip bu meydanda ağıtlar yakıyorlar ve gözyaşlarını soğuk taşlara akıtıyorlarmış.
Unutulan kent, tarihinde ilk kez bu kadar heyecan yaşıyormuş ama ne heyecan? Her basamağı bir başka acıyla örülü... Sonunun nereye varacağı belli değil…
***
Bir varmış, bir yokmuş.
Unutulan kentte heyecanlı ve acılı heykelleşmelerin olduğu o zamanlarda, yakınlardaki bir ülkede, köylerden bir köy varmış. Her köyde olduğu gibi bu masal köyünde de bir oğlancık yaşarmış. Bu oğlancığın adı Memişko imiş. Bizim masal oğlancığı Memişko, evlerinin önünde tembel tembel oturur ve hiç durmadan kendi kendine kaval çalarmış. Bunun dışında da hiçbir işe bakmazmış çünkü o, müzikle uğraşmayı her şeyden çok severmiş. Tabii ki, Memişko’nun bu tembel hâli anasını hiç memnun etmezmiş. Memnuniyetsizliği yükselip ta gırtlağına gelince de yaşlı kadın açarmış ağzını, yumarmış gözünü:
“A oğlum, bırak artık şu kavalı.” dermiş sinirli sinirli. “Kaval çalmak karın doyurmaz. Git atölyelerde işçilik yap, tarlalarda ırgatlık yap! Ekmek kazan, aş kazan. Evini geçindir.”
Memişko, anasını dinler dinler sonra da gayet sakin bir eda ile:
“Ama ana, ben sanatçıyım.” dermiş.
“Sanatçılık da neymiş? ” diye sorarmış yaşlı kadın.
Bu kez bizimki daha anlaşılmaz bir sözcük kullanarak:
“Müzisyenim ben anne.” diye karşılık verirmiş. “Bu sanatkâr duygular içimde oldukça nasıl gider de tarlada, bağda işçilik yaparım? ”
Bu söz bardağı taşıran son damla olurmuş:
“İşte böyle yaparsın! ” diye fırlarmış yerinden yaşlı kadın.
Oğlancık önde, kadıncık arkada bir süre kovalaşırlarmış. Sonunda yaşlı ana yorulur ve olduğu yere otururmuş. Bunu gören Memişko, hemen koşarak gelir, anasının elini öper, kolundan tuta tuta kaldırır ve onu gerisin geri evlerine götürürmüş. Kendisi de kavalını kuşağının arasına sokarak ormana meyve ve mantar toplamaya gidermiş. Ana oğul, o akşamı toplanan meyve mantarlarla geçirirlermiş.
***
Günlerden bir gün…
Memişko’nun anasının elinde sopa hep hazır olurmuş ya... Bu sefer de öyle olmuş. Yaşlı kadın, müzisyen oğluna bir süre öğüt verdikten sonra çekmiş sopasını kınından:
“Seni gidi mözükçü seni! ” diyerek yayan yapıldak bir hâlde koşmuş ardından. “Şimdi görürsün sen zanatçıyı manatçıyı…”
Annesinin bu kez iyice sinirlendiğini gören Memişko, zıplamış kaçmış yaşlı kadının önünden; o hızla köyden çıkmış:
“Anam haklı! ” demiş kendi kendine. “Artık bu tembelliğe bir son vermeliyim. Şimdi doğruca şehre gidip ne iş bulursam çalışmalı ve para kazanmalıyım. En iyisi şu müzik işini şimdilik bir kenara bırakmalıyım. Bu arada kavalımı amatör olarak çalmamda bir mahzur yok tabii ki...”
Verdiği karar üzerine bizim Memişko, babadan kalık kavalını çala çala düşmüş yola. Az gitmiş, uz gitmiş... Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi aşmış. Öğlen vakti bir dağın eteğine ulaşmış. Oralarda bir yerde rastladığı yaşlı bir bağcıya:
“Selâm sana babalık. Bu sabah çalışabileceğim bir iş aramak üzere yola çıktım köyümden.” demiş. “Ancak nereye gideceğimi ve nasıl edeceğimi bilemiyorum. Bana bir yol gösterir misin? ”
Bağcı baba, elindeki çapasını bir kenara bırakıp alnındaki terleri elinin sırtıyla sildikten sonra:
“Ne iş yaparsın evlat? ”diye sormuş.
Memişko, cahilliğinden utana utana:
“Belli bir mesleğim yoktur be babalık.” diye cevap vermiş. “Ancak kaval çalmasını iyi bilirim.”
“Daha ne? ” diye karşılık vermiş yaşlı bağcı. “Kavalcılık da bir meslektir işini bilene.”
Memişko biraz sızlanmış:
“Ama şimdiye kadar bir getirisi olmadı be babalık.” demiş. “Çaldık çaldık ama ekmeğini yiyemedik şu meretin.”
Memişko’ya rağmen yaşlı bağcı umutluymuş; bu yüzden, aydınlık bir ifade ile:
“Bakarsın bundan sonra olur be evlat.” diye karşılık vermiş. “Sıkma tatlı canını.”
“Nasıl? ” diye sormuş bizimki. “Bu konuda bana yol göstermek için bir bildiğin varsa söyler misin babalık? ”
“Söylerim.” diye cevap vermiş yaşlı bağcı. “Şu gördüğün dağın arkasında kaval çalmanın işe yaradığı bir kent olduğunu işitmişliğim vardır. İstersen şansını orada da bir dene; bakarsın, ekmeğini çıkartacağın bir çalgıcılık işi bulunur...”
Memişko, karşısında yükselen koca dağa kaygı ile bakmış:
“O dediğin kente nereden gidilir ki? ” diye sormuş.

“Şu karşıda gördüğün mağaranın o şehre çıktığı söylenir bizim buralarda.” Demiş yaşlı bağcı. “Ama hiç giden olduğuna şahit olmadım.”
“Öyleyse şimdi şahit olabilirsin.” diye karşılık vermiş bizimki..
Yaşlı bağcı, deneyimlerinin verdiği dürtüyle:
“Yine de dikkatli ol evlat.” diye uyarmış genç yolcuyu. “Mağaranın içinde nelerle karşılaşacağın hiç belli olmaz; buraları pek tekin değildir. Ona göre! ”
“Kader be babalık.” demiş Memişko. “Ne olursa olsun bir kez deneyeceğim şansımı. Kaderde ne varsa onunla karşılaşacağım nasıl olsa; ha burada, ha orda...”
Bağcıyla yaptığı konuşmasını tamamlayan Memişko, vedalaşıp onun yanından ayrılmış. Tarif edilen mağaranın yolunu tutmuş. Az sonra oradaymış. Mağara, tıpkı bir yol şeklinde ilerliyor ve dağın içine doğru girip karanlıkta gözden kayboluyormuş. Memişko, işin başında biraz çekinmiş bu görüntüden ama korkusunu çabuk atmış üzerinden. “Kadere kırk beş…” deyip alacakaranlığın içine dalmış. Uzunca bir süre yol almış mağarada. İçerideki hava alacakaranlıkken çok geçmeden kararmış ve ardından çevre zifiri karanlık olmuş. Sonra perde perde açılmış karanlık ve Memişko, mağaranın öteki ağzından dışarı çıkmış. Burası bir vadinin başlangıç yeriymiş. Vadinin içinde, kesme taş yapılardan oluşan bir kent uzanıyormuş. Merak içindeki Memişko, kaldığı yerden yoluna devam ederek çok geçmeden önünde uzanan şehrin kıyısına ulaşmış. İlk evlerin arasındaki daracık sokaklarda henüz kimsecikler yokmuş; tıpkı terkedilmiş kasabalar gibi... Bu durumda Memişko’nun şaşkınlığı gittikçe artıyormuş. Sonunda içini dolduran hayret duygusu doruk noktasına çıkmış. Çünkü şehrin girişinde, bir dizi çocuk heykeli göze çarpıyormuş. Memişko, aval aval bakarak geçmiş çocuk heykellerinin önlerinden. O sırada güneş batmaktaymış. Akşamın karanlığı bir çarşaf gibi sağılıyor ve kentin üzerine iniyormuş. Çevrede garip bir sessizlik varmış. Üstelik sokaklar, caddeler ve meydanlar hâlâ ıpıssızmış. Kentin terkedilmiş hâli içerilerde de devam ediyormuş.
Memişko, bu ıssız ve sessiz sokaklarda da bir süre yol almış. Nihayet sessizlik bozulur gibi olmuş ve bizim oğlanın kulağına hafif bir kaval sesi gelir gibi olmuş, Memişko’nun kulağına kadar uzanan bu ses sanki büyülü gibiymiş... Dinleyen insanların içini ürpertiyormuş. Sonra ne olmuşsa olmuş ve birdenbire kesilmiş tılsımlı kaval sesi. Ardından tiz bir çığlık yayılmış şehrin üstüne:
“Kızım kızım! Kızımı taş kestirdi kara cadı...” diye haykırıyormuş bu ince ses.
Feryadın arkasından ortalıkta bir canlanma olmuş; birden bire sokağa fırlamış insanlar. Çok geçmeden koşuşmalar ve bağrışmalar birbirine karışmış.
Memişko, merak içindeymiş; olanlara bir anlam veremediği için kafasında sorular dolanıyormuş. Aradığı cevabı bulmak için çığlıkların geldiği yana doğru yürümüş. Az sonra karşısında bir kalabalık görünmüş. Bu sefer o tarafa doğru ilerlemiş. Uzaktan Memişko’yu gören birisi:
“Bakın bakın! ” diye haykırmış, Memişko’yu yanındakilere göstererek. “Bir yabancı geliyor bu yana doğru.”
Başka birisi araya girip:
“Amanın! ” diye ünlemiş. “Kuşağına bakın hele kuşağına! Gelen yolcunun kuşağında bir kaval sokulu...”
İşaret edilen kavalı görenlerin beyinleri bir anda kuşkuyla dolmuş. Kuşkuculardan biri:
“Hem de heykel mezarlığından geliyor bu adam. Yoksa? ”
“Evet, yakalayalım onu.” diye karşılık vermiş yanındaki. “İşte aradığımız şeytan bu.”
“Yakalayın, kaçmasın...” demiş arkalardan başka birileri de.
“Neler oluyor? ” diyemeden öfkeli kalabalık, Memişko’ya dört bir yandan saldırmış. Kalabalığı oluşturan adamların her biri, çocuğu bir başka yandan kuşatıp zavallıyı kıskıvrak yakalamışlar. Bu arada birisi kavalını çekip almış kuşağının arasından, öfkeyle dizine vurup kırmış. Sonra da sinirli bir sesle:
“Asalım onu! ” diye haykırmış.
Kalabalığı oluşturan öfkeli adamlar, Memişko’yu yaka paça edip kentin ortasında yer alan meydana kadar getirmişler. Hemen oradan bir urgan bulup meydandaki taş kemerlerden birine takmışlar. Urganın bir ucunu ilmik yapıp bizimkinin boğazına geçirmişler. Memişko’nun aklı hâlâ olanlara ermemiş olacak ki bir o yana bir bu yana şaşkın şaşkın bakıyormuş. “Durun! Benim bir suçum yok.” Bile demeyi akıl edemiyormuş zavallı. Neyse ki o sırada, kalabalık arasında şaşkınlık yaratan bir başka şey olmuş:
“Dürü lü, dürü lü! ”
O uğursuz kaval yine üflenmiş. Bütün çabalara rağmen sesin nereden geldiği belli olmuyormuş ancak Memişko’nun kavalından çıkmadığı kesinmiş. Bu durumda ne yapacağına karar veremeyen kalabalık şaşkın şaşkın kalakalmış.
Bir süre sonra müzik sesi susunca, o keskin çığlık yine dolmuş meydana ve meydanı dolduranların kulaklarına... Bunun üzerine meydanı dolduran herkes çığlığın geldiği yana doğru koşuşmuş. Bu arada bizim Memişko’yu unutmuşlar. Tabii ki koşuşan insanlar, çığlığın duyulduğu yerde taş kesen bir çocukla daha karşılaşmışlar.
Gidenler, az sonra üzüntü içinde geri dönmüşler Memişko’yu bıraktıkları yere. Çocuğu asmak üzere bağladıkları halat, kemerde hâlâ sallanıyormuş. Ama Memişko yokmuş ucunda. “Nerede? ” diye sormuşlar birbirine insanlar. “Oysa burada bırakmıştık onu.”
***
Öte yanda, kentin altındaki loş bir dehlizde…
Memişko, uykudan uyanır gibi doğrulmuş yerinden. Gözlerini şaşkınlıkla kocaman kocaman açmış ve çevresine bakınmış. O sırada başucunda bir kadın duruyormuş, elinde ise acayip şekilli bir kaval varmış. Memişko, bir rüyadan uyanır gibi tekrar tekrar bakmış çevresine, sonra da başucundaki gizemli kadına dönüp:
“Ben neredeyim, Burası neresi? ” diye sormuş. “Kalabalıktakiler astılar mı beni yoksa? ”
Kadın, birer çiviyi andıran bakışlarını Memişko’nun gözlerine dikip:
“Hayır, asamadılar.” diye karşılık vermiş. “Hadi, geçmiş olsun! O gözü dönmüş canavarların elinden ben kurtardım seni.”
Memişko, bir kez daha ve dikkatlice bakmış çevresine. Onlar da ne? İçinde bulundukları dehlizin duvarındaki küçücük odacıklarda bir sürü çocuk görünüyormuş. Ortalıkta ise taştan yontulmuş onlarca çocuk heykeli duruyormuş.
Memişko, soru işaretleriyle dolu gözlerle çevresine bakmayı sürdürerek:
“Bu çocuklar da kim? ” diye sormuş kadına. “Ve bu heykeller de ne? ”
Kadın, gözlerini kısarak gülmüş:
“Onlar, taş kesildiği sanılan çocuklar yani benim tutsaklarım.” demiş. “Şu heykeller de bundan sonra buraya gelecek başka çocukların taştan heykelleri. Ha, bu arada… Neden benim heykelim yok diye üzülme, bir tane de senin için yontacağım birazdan. İnsanlar heykelini, sabahleyin seni asmaya karar verdikleri meydanda bulacaklar. Doğal olarak diğer çocuklar gibi seni de taş kesildi sanacaklar. Nasıl plân? ”
Memişko, kadının uyguladığı plânın amacını bir türlü anlamamış olacak ki soran gözlerle bir süre süzmüş karşısındaki çılgını:
“Bütün bunları neden yapıyorsun peki? ” diye sormuş. “Doğrusu aklım yatmadı.”
Kadın, tiz bir kahkaha atmış havaya; sesi, yılan ıslığı gibi taş duvarlı koridorda yankılanmış:
“İntikam alıyorum.” diye karşılık vermiş. “İntikam! ”
“İntikam mı? Ne intikamıymış bu? ” diye sormuş bizimki. “Sonra kimden ve niçin alıyorsun bu intikamı? ”
“Bütün çocuklu kadınlardan yani analardan…” diye karşılık vermiş çılgın kadın.
“Neden? ” diye sormuş Memişko. “Sana ne yaptılar ki onlar? ”
“Hiiç! ” demiş çılgın kadın. “Hiçbir şey yapmadılar.”
“Öyleyse? ” diye sormaya devam etmiş Memişko. “Şunu baştan anlatsana be kadın... Bu çılgın plânı kurmanın sebebi nedir? ”
Bir anda gözleri nemlenen kadın, boynunu bükmüş; hayatının derinlerine dalarak hüzünlenmiş sonra da tane tane:
“Benim hiç çocuğum olmadı.” diye başlamış anlatmaya. “Sonunda da kocam, kısırım diye boşadı beni. Ondan sonra aylarca sokaklarda yaşamak zorunda kaldım. Kentin kadınları bile anlamadılar beni ve bu durumumla alay ettiler. Nasıl dayanabilirdim bütün bunlara? Tabii ki dayanamadım. Sonunda bu yeraltı sığınağını keşfettim ve kenti terk edip buraya yerleştim. Fakat içimdeki öfkeyi dindiremedim. Uzun uzun düşünerek, tüm şehir halkından bir öç alma plânı kurdum ve bir süre önce bu plânımı başarıyla uygulamaya başladım.”
Memişko anlatılanları hayretler içinde dinlerken, bir yandan da üzülmüş kadının bu hâline. Belki onunla iki normal insan gibi oturup karşılıklı konuşursa yaptığı yanlışı anlatabilirmiş, bakarsın kent halkına ve çocuklara verdiği zarardan vazgeçirebilirmiş. Ancak konuşması biten kadın, bir anda ilk hâline dönüvermiş, elindeki çekici çılgın gibi sağa sola vurmaya başlamış:
“Benimle alay ettiler ya… Şimdi de ben o kadınlarla oynuyorum.” diye bağırmış. “Benimle alay etmelerinin acısını çocuklarını ellerinden alarak çıkarıyorum. Hih hih hih! Nasıl hikâyem, iyi mi delikanlı? Hoşuna gitti mi? ”
Memişko, acıyan gözlerle bakmış karşısındaki hasta kadına:
“Bu kadın ruh sağlığı yerinde olmasa gerek ve ben derhâl engel olmalıyım ona.” diye düşünmüş. “Yoksa ilerde daha kötü şeyler yapabilir. Bakarsın tutsak ettiği şu zavallı çocukların canına bile kıyabilir.”
Bu arada kendi heykelini yontmaya dalmış olan kadının uygun bir zamanını gözlemeye başlayan Memişko, ellerinin bağını belli etmeden usulca çözmüş. Neyse ki aradığı fırsatın gelmesi pek uzun sürmemiş. Kadın, arkasını döner dönmez yerinden fırlayarak kaplan gibi saldırmış; o arada eline geçirdiği balyozla kadının sırtına şiddetle vurmuş. Kadın, aldığı darbenin etkisiyle yere yuvarlanmış; molozların arasında debelenmeye başlamış. Memişko, hemen ikinci hareketine geçmiş ve kadının toparlanmasına olanak vermeden göğsüne bastırmış ve elini ayağını bir güzelce bağlamış:
“İşte bu kadar! ” demiş işini bitirip ayağa kalkarken. “Bu çılgın plânını artık uygulamayacaksın kadın. Ben de fareli köyün kavalcısı olup tutsak ettiğin çocukları buradan çıkarıp kent sokaklarına oyun oynamaya salacağım. Sen de gerçek farelerinle bu yeraltı kasabanda sonsuza kadar yaşayacaksın.”
Memişko harekete geçmiş. Günlerden beri küçük hücrelerinde mahpus hayatı yaşayan çocukları, küçük odalardan çıkarmış. Çocuklarda bir sevinç bir sevinç ki sormayın. Atılıp kurtarıcılarının yanaklarından öpeni mi ararsınız, bacaklarına sarılanı mı? Daha neler neler…
Memişko, çocukların sevgi gösterilerinden zor kurtulmuş:
“Durun durun! ” demiş. “Şimdi buradan çıkma zamanı… “Hadi düşün peşime.”
Çılgın kadının garip yapılı kavalını alıp çocukların önüne düşmüş Memişko. Tıpkı fareli köyün kavalcısı gibiymiş. Sihirli kavalı çala çala yürümüş alacakaranlık tünelde. Çocuklar da peşinde tabii ki…
Sonunda Memişko onları, bu uzun ve karanlık dehlizden geçirip yeryüzüne çıkarmış:
“Hadi bakalım küçümenler.” demiş gün ışığına çıkınca da. “Koşun, anneleriniz sizleri bekliyor. Doğru evlere...”
Evlerine yollanan çocuklar, kenti bir anda sevinç çığlıklarına boğmuşlar. Şehir halkı bayram yapar gibi sevinmiş. Yavrularına kavuşan analar, kendilerine bu sevinci yaşatan Memişko’ya altın yüzüklerini ve inci kolyelerini seve seve vermişler. Tabii ki bizim oğlanı bir anda zengin etmişler. Ee, bu masal da burada bitmiş…
Memişko, hoplaya zıplaya ayrılmış unutulmuş masal kentinden; kavalını çala çala, köyüne dönmüş. Anacığına kavuşmuş. Kazandığı altın ve incilerle rahat içinde yaşamaya başlamış…
Onlar mutluluğa, biz de doğruca kerevetlere… Koşun!

Ahmet Yozgat
Kayıt Tarihi : 25.11.2007 15:14:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Ahmet Yozgat