15Miniklerİçin: Okuma Yazma Bilen Düdük

Ahmet Yozgat
2011

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

15Miniklerİçin: Okuma Yazma Bilen Düdük

OKUMA YAZMA BİLEN DÜDÜĞÜN ŞİİRLEMESİ
A be ce diye ötmüş,
Bir sihirli kavalcık,
Şifresini üflemiş,
Kaf Dağlı bir oğlancık…
***
Kaçırmış uzaklara,
Cimcimeyi bu oğlan,
Masalda sevgi gerçek,
Kalan macera yalan…
***
Oğlan ile küçük kız,
Yürekleri kabarık,
Masalın ortasında,
Atmaktaymış: Tık tık tık!
***
Abılobut adlı dev,
Binmiş bir canavara,
Getirmiş mutlu sonu,
Boğazındaki yara…
***

OKUMA YAZMA BİLEN DÜDÜK
Evvel zaman içindeyken, saman çuval içindeymiş. Saman çuval içindeyken ise masal kitap içindeymiş. Kaf Dağından bir masalcı çıkıp gelmiş ta buralara, bakalım neler neler söylemiş?
Bir varmış, bir yokmuş…
Vaktiyle, uzaklardaki ülkelerin birinde bir garipçik yaşarmış. Kimi kimsesi olmayan bu garipçiğin adı sanı da belli değilmiş, herkes onu Cimdallı diye çağırırmış önceleri sonra gide gide Cimdallı adı kısalmış ve yaşadığı kasabada bizim garibe “Cim” denmeye başlanmış. Garip Cim’in kimi kimsesi yokmuş dedik ama aslında onun yaşlı bir annesi ve sevdiği bir kız varmış. Kız kim imiş mi? Kızın adına yakınları önceleri Cimcime diyorlarmış sonra bu adı kısaltmışlar ve ona da sadece “Cime” demeye başlamışlar.
Cimdallı ile Cimcime’nin ya da Cim ile Cime’nin ilişkileri biraz sorunluymuş. Nasıl mı? Şöyle ki efendim: Cim, ne kadar yoksul ise Cime’nin üvey babası da o kadar zenginmiş. Adamın malı mardası yerindeymiş ama huyu suyu yerinde değilmiş. Yanında çalıştırdığı kimselere pekiyi davranmazmış. Çevrede kendi hâlinde yaşayan zavallı yoksulları küçümsermiş. Kendisini, karşıdaki dağların sahibi sanırmış. Bunlardan daha büyük sorun olur mu? Yokmuş zaten…
Günlerden bir gün bu huysuz baba, konağından hışım gibi çıkıp:
“Ben yoksul bir çulsuza kız mız vermem.” diye bağırmış ve kızına zengin bir koca aramaya başlamış. Galiba sonunda da birini bulmuş: Kaf Dağından inmiş bir dev…
Bizim garip Cim’in son günlerdeki derdi gamı işte bundanmış, başkaca bir düşüncesi yokmuş. Zaten o, annesi ile birlikte küçük kulübelerinde oturuyor, minik dükkânında da pabuç tamiratı yapıyormuş; böylece, geçinip gidiyormuş. Kendini bildi bileli neşesi de yerindeymiş, hayattan zevk almasını da biliyormuş. Ancak gel gör ki Cime’nin babası, kızına bir ayakkabı tamircisinin talip olduğunu duyunca küplere binmiş ve kestirip atmış. İşte o günden sonra zavallı Cim’de ne neşe kalmış, ne keyif? Kara kara düşünmeye başlamış zavallı oğlancık.
İki sevgilinin yani Cim ile Cime’nin buluşma yeri, kasabanın çevresinde yer alan tepelerdeki ağaçların altıymış. Cim, her gün belli bir saatte herhangi bir ağacın altına gelir ve başlarmış düdüğünü çalmaya. Meğerse Cim’in babasından kalan bu düdük, tılsımlıymış yani okuma yazma bilirmiş, üflenince alfabenin harflerini sıralarmış: A b c ç d e f g… diye. Cim, hangi tepede ve hangi ağacın altındaysa bu düdük sayesinde haber verirmiş sevdiğine. Örneğin düdük şöyle dermiş: “K o c a t e p e d e k i a k a s y a n ı n a l t ı …”
Cim ile buluşma saatinde Cime’nin kulağı zaten kirişte olurmuş. Cim’in düdüğü, a b c d e’leri sıralayıp da buluşma yerini kodlayınca kız, mutfaktaki su testisini kapıp:
“Ana, ben çeşmeye su almaya gidiyorum.” der ve koşarmış çeşme yolunda bulunan tepelerin üzerindeki koca ağaçlardan birinin altında bekleyen sevdiğinin yanına.
Okuma yazma bilen düdüğün dilinden sadece Cime anlarmış. Zaten Cime’nin babası, kızı ile Cim’in nasıl haberleştiklerini ve nerede buluştuklarını uzunca bir süre takip etmesine rağmen bir türlü bilememiş ve bu uğraşından bir sonuç alamamış.
O günlerin birinde bizim Cim, yine buluşma tepelerinden birindeymiş. Bu kez altında olduğu koca çınarın altındaki oturak taşının üzerine oturmuş, tepeden kasabayı izliyormuş. Bir süre sonra kuşağının arasındaki dilli düdüğünü çıkarmış ve başlamış öttürmeye. Tabii ki Cime, Cim’in düdüğünün yanık sesini hemen duymuş.
Düdük bu kez; “Ç a t a l t e p e d e k i k o c a ç ı n a r ı n a l t ı.” diye kodluyormuş buluşma yerini. Adresi duyar da daha durur mu Cime kız? Durmaz tabii ki... Hemen mutfağa, annesinin yanına koşmuş:
“Anne, izin verirsen ben çeşmeye gidiyorum.” demiş. “Taze su alacağım akşam için.”
Annesi, kızı Cime’yi uyarmadan edememiş:
“Aman kızım çok sallanma oralarda.” demiş. “Babanla beni kavga ettirme gözünü seveyim. Zaten bu günlerde cinler tepesinde... Testiyi doldurduğun gibi gel. E mi? ”
“Sen hiç merak etme anneciğim.”
Cime su testisini eline almış, koşa koşa evden ayrılmış. Çeşmeye gitme bahanesiyle, Çatal tepedeki koca çınarın yolunu tutmuş. Öyle hızlı gidiyormuş ki karşıdan bakanlar onu yürümüyor da koşuyor sanabilirlermiş. Az sonra tepeye ulaşan Cime, hemen koca çınarın yanına koşmuş. Cim, orada, gözleri kapalı olarak habire düdüğünü çalıyormuş; yanık mı yanık... Bu yüzden Cime’nin ta yanına kadar geldiğini bile görememiş. Aslında bizim Cimcime muzip bir kızmış; insanları şakacıktan korkutmaktan zevk alırmış. Bu yüzden saklana saklana ilerlemiş, Cim’nin tam arkasına gelince de:
“Böö! ” diyerek oğlancığın ensesine “Şap! ” diye bir tokat patlatmış.
Cim, ensesine yediği şaplağın sonunda öyle bir korkmuş ki, sormayın. Zavallının dili tutulmuş: “Ke ke ke! ” diye kekelemeye başlamış.
Cime durur mu? Oğlancığın durumundaki komikliğe bakıp kıkır kıkır gülmüş uzunca bir süre. Üstelik:
“Ne kadar da ödlekmişsin be Cim? ” demiş. “Bir, ‘Bö’ hecesinden bile ödün patladı.”
Cim’in ağzının iki yanına işaret parmaklarını takan Cime, iki yana doğru hafifçe çekmiş sonra iki minik şaplak patlatmış oğlancığın yanaklarına. O yörede herhangi bir nedenle ve aniden korkan çocuklara, korkusu geçsin diye böyle yaparlarmış. Neyse ki Cim’in korkusu çabucak geçmiş de, “Ke ke ke! ” diye kekelemeyi bırakmış, çok geçmeden düzgün konuşmaya başlamış. Bunu üzerine iki arkadaş, oturak taşının üzerine yan yana oturmuşlar ve her zaman yaptıkları gibi havadan, sudan söz etmeye başlamışlar.
Bir ara Cime, derin derin içini çekmiş:
“Ah ah! ” demiş acılı bir ifade ile.
Cim merak etmiş bu “ah”ların nedenini:
“Neden ahlıyorsun a Cime kız? ” diye sormuş. “Evde kötü bir şey mi oldu yoksa? ”
Cime ufuklara dalıp:
“Ben ahlamayım da kimler ahlasın! ” diye karşılık vermiş sonra da, “Artık her şey bitiyor Cim. Bu son buluşmamız olacak seninle.”
Anlayamadım.” diye sormuş Cim. “Neden böyle söylüyorsun Cimeciğim? ” Cime kız yine bir “Ah! ” çekmiş:
“Babam beni istemediğim birine, Kaf Dağından gelen bir deve veriyor.” diye eklemiş. “Üstelik bu gece söz kesilecek. Üç gün sonra da düğün var…”
Bu olumsuz haberi işitmekten hiç hoşlanmayan Cim şiddetle atılmış:
“Ne, olamaz bu! ” diye bağırmış. “Seni başkasına asla yâr etmem.”
“Ne yapabilirsin ki? ” diye sormuş Cime.
Ne mi yapabilir? Bir süre düşünmüş Cim:
“ Hazır ol! ” diye karşılık vermiş arkadaşına. “Bu gece yatsı ezanı okunur okunmaz evinizin arka penceresinin altına geleceğim.”
“Anlayamadım. Niçin gelecekmişsin ki penceremin altına? ” diye sormuş Cime.
“Niçin olacak? ” demiş Cim. “Seni üvey babanın elinden kurtarmak için maalesef kaçırmak zorundayım.”
Cime, şaşkınlıkla baka kalmış oğlancığa:
“Ama,” diyecek olmuş. “Bu fikir iyi bir fikir değil bence.”
Cim, iki elini iki yana açıp:
“Aması maması yok! ” diye kestirmiş. “Ben de kabul ediyorum ki bu iyi bir fikir değil fakat üvey baban başka bir yol bırakmadı bize.” Bir süre düşünen Cim, daha sonra şöyle devam etmiş sözlerine; “Dinle şimdi beni Cime: Sen, buradan kalkınca doğruca evinize git ve akşam için bohçanı hazırla! ”
Cime yine itiraz etmiş:
“Kaçmak olmaz.” demiş. “Bunun bir başka yolunu bulmalıyız.”
“Başka çaremiz yok ki Cime! ” diye karşılık vermiş Cim. “Biliyorsun, annemi gönderip seni babandan istettim ama adam, Nuh diyor, peygamber demiyor. Üstelik seni istemediğin bir başkasına hem de Kaf Dağından inmiş bir deve vermeye hazırlanıyor. Var mı bunun başka çaresi? Varsa söyle de onu yapalım.”
“Yok.” demiş Cim gözleri dolarak. “Anlaşılan o ki başka bir çıkar yolu yok bu işin.”
“Öyleyse? ” diye sormuş Cim. Sonra da, “Bu gece mecburen kaçacağız.” deyip kestirip atmış.
***
O gece kasaba camiinin imamı:
“Allah-ü ekber! ” der demez Cim, sine sine Cimelerin konağının arka penceresinin altına gelmiş; yukarıya küçücük bir taş atmış. O sırada Cime camdaymış, o da heyecan içinde sevdiği gencin cam altına gelmesini bekliyormuş. Zaten beklediği anın geldiğini Cim’in ayak seslerinden anlamış, hele camı tıklatan taşın sesini duyunca yerinden fırlamış. Hemen koşup pencereyi açmış önce bohçasını atmış aşağıya sonra da kendisi atlamış. Elini Cim’e vermiş. İki arkadaş hızla uzaklaşmışlar oradan, çok geçmeden de karanlığın içinde gözden kaybolmuşlar.
***
Ertesi gün, sabah…
Üvey kızının odasında olmadığı haberini alan Cime’nin babası:
“Nee! Kız kaçmış mı? ” diye bağırmış haberi veren eşine. Sonra adamlarına dönüp, “Hemen atımı hazırlayın! Kaçakların peşlerine düşüp bu işi kökünden bitirmeliyim. Yoksa kızın sözünü verdiğim Kaf Dağından inen devin elinden kurtulamayız.” diye emretmiş.
Cime’nin üvey babası, kısa sürede hazırlanan atının terkisine bir heybe altın atmış; kendisi de üzerine binip düşmüş yola. Önce az gitmiş, sonra düz gitmiş. Ardından karşı dağlara vurmuş atını. Dağdı, bayırdı derken sonunda da kayalık bir bölgeye girmiş. Ancak burada at tökezleyip yürüyemez olmuş. Cime’nin babası, çaresiz kalıp atından inmiş ve ondan sonra yaya olarak devam etmiş yoluna. Gide gide öyle bir yere gelmiş ki, iki yanı uçurum olan bıçak sırtı gibi bir yer... Burada atılacak bir yanlış adım, kesin kes ölüm demekmiş. Yürürken son derece dikkatli olmak gerekiyormuş.
Bir süre sonra Cime’nin babasının önüne, upuzun bir merdiven çıkmış; bu merdiven için ben diyeyim yüz basamak, siz deyin bin basamak... Öylesine azman bir merdiven… Zaten merdivenin alt ucu görünüyor, üst ucu bulutların arasında kaybolup gidiyormuş.
Cime kızın üvey babası:
“Kader beni buraya çektiğine göre geriye dönemem, çaresiz ilerleyeceğim.” deyip merdivenin basamaklarına tırmanmaya başlamış.
Bir basamak, on basamak, yüz basamak derken… Tam üvey babanın nefesi kesilecekmiş ki, bir kapı çıkmış önüne. Baba, son bir gayretle kapının altın tokmağını yakalamış; kendini zorlukla yukarı çekip bir süre soluklanmış orada. Sonra da heyecan içinde kapıyı tıklatmış. Ağır kapı, gıcırtılarla ardına kadar açılmış. Cime’nin üvey babası, açılan kapıdan korka korka içeri girmiş. Burası büyükçe bir salonmuş; duvarları ak mermerden, tabanı sarı mermerden, tavanı gri mermerdenmiş. Sütunları ise som altın kaplamaymış. Tavandan sarkan avizelerin üzeri ise kıymetli taşlarla kaplıymış. Gördükleri karşısında Cime’nin üvey babasının ağzı bir karış açık kalmış, O şaşkınlıkla birkaç adım ilerlemiş, tam salonun ortasına ulaşınca korkunç bir kahkaha patlamış dört bir yandan. Kahkahanın ardından kulakları sağır edecek kadar şiddetli bir ses duyulmuş. Ses:
“Abılobut devin sarayına hoş geldin insanoğlu.” diye gürlüyormuş.
Cime’nin üvey babası, bir süre sesin geldiği yeri araştırmış sonunda sesin sağ yanındaki loş girintiden geldiğini anlamış; merakla oraya bakmış ve gördükleri karşısında şaşırmış kalmış.
Adının Abılobut olduğunu söyleyen dev, tam karşıdaki tahtının üzerinde oturuyormuş. Taht da tahtmış hani; bir yanı altın, bir yanı gümüş… Bu kıymetli tahta kurulmuş olan Abılobut derseniz, öyle korkunç bir devmiş ki, onu birden bire karşısında gören Cime’nin babasının korkudan ödü patlamış. Zavallı adam, olduğu yere yığılmış kalmış.
Abılobut dev, nasırlı parmağını Cime’nin babasına doğru uzatarak:
“Buralarda ne arıyorsun ey insanoğlu, söyle bakalım? ” diye patlamış yeniden.
“Şey,” diye kekelemiş baba. “Ben buraya yakın kasabalardan birinin beyiyim. Bir üvey kız sahibiyim; kızımı Kaf Dağından inmiş olan bir hemcinsinize vermeyi düşünüyordum. Ama olmadı, Cim adlı bir ayakkabı tamircisi biricik üvey kızımı kaçırdı. Kasaba içindeki şerefimi on paralık etti, Kaf Dağlı deve verdiğim sözümü tutmamı da engelledi. Tüm aramalarıma rağmen kaçakları bulamadım. Sonra karar verip sana geldim. Çünkü bu sorunu çözsen çözsen ancak sen çözersin.” Cime’nin babası, bu arada omzundaki heybeyi devin önüne koymuş; sonra da, sözlerine şöyle devam etmiş; “Bu bir heybe altını sana hediye olarak getirdim efendim. İsteğim senin için zor olmasa gerek… Ne olur Sayın Abılobut dev, onları bul. Oğlandan öcümü al. Bu arada kızı da sana vereyim, kendine hanım yap.”
Üvey babanın bu isteğine karşılık dev, hiç bir şey dememiş. Yanındaki altın tokmağa uzanıp kalın sapından kavramış ve hızla kaldırıp tavandan sarkan bakır gonga tüm hızıyla vurmuş. Bakır levha, bu darbenin etkisiyle öyle bir ses çıkarmış ki sarayın duvarları sesin şiddetiyle bir hayli zaman sallanmış. Çok geçmeden sarayın dip taraflarından bir çığlık yükselmiş. Bu ses uçan bir canavara aitmiş. Gonk sesini duyan canavar yüz yıllık uykusundan uyanıp uça uça efendisinin karşısına gelip yere konmuş:
“Buyur buyruğunu ey Abılobut efendim.” demiş. “Sen boş yere uyandırmazsın beni uzun uykumdan. Hizmet nedir söyle? ”
Dev, Cime’nin üvey babasının anlattıklarını kısaca özetlemiş canavara sonra da:
“Derhal git ve kaçakların nerede olduklarını teşhis et.” diye karşılık vermiş. “Sonra da saldırıp oğlanı yok et. Kızı da bana getir. Hadi durma fırla! ”
Efendisinden aldığı emir üzerine uçan canavar, ok gibi fırlamış havaya. Sarayın kubbesinin ortasında bulunan delikten dışarı çıkmış. Bir süre göğe doğru dik olarak yükselmiş sonra da ulaştığı yükseklikte gittikçe genişleyen daireler çizmeye başlamış. Bu arada yeryüzünü inceliyor, aşağıda olan biteni kontrol ediyormuş. Meğerse bu canavarın gözleri öyle keskinmiş ki, kilometrelerce ötedeki kara karıncayı bile görürmüş. Çok geçmeden bizim Cim ile Cime’yi de görmüş. Bunun üzerine yeryüzüne doğru hızla süzülmüş ve çok geçmeden bizimkilerin üzerlerine aç kurt gibi saldırmış.
Cim, uçan bir canavarın üzerlerine doğru indiğini görünce, acil olarak tedbirini almış tabii ki. Cime’nin kolundan tuttuğu gibi yandaki mısır tarlasına koşmuş; kaşla göz arasında tarlaya girmiş ve mısır saplarının arasına saklanmış. Bir anda hedefi gözden kaçıran Canavar, bir süre mısır tarlasının üzerinde dönüp durmuş. Ama Cim’i de Cime’yi de bulamamış. Çaresiz tekrar gökyüzüne yükselmiş ve Abılobut devin sarayına dönmüş. Olanları efendisine anlatınca:
“Desene iş başa düştü.” diye karşılık vermiş dev. “Eğil de al beni sırtına.”
Efendisini sırtına alan canavar, bir kez daha havalanmış saraydan. Kaşla göz arasında mısır tarlasının olduğu bölgeye geri dönmüş. Oraya varınca da yavaş yavaş alçalıp usulca yere konmuş. Canavarın sırtından inen dev, o sırada mısır tarlasının kıyısında yüzü poşu ile sarılı bir çiftçi ile karşılaşmış. Hemen vücut değiştirip o çevrenin insanlarından birinin kılığına bürünmüş. Meğerse tırpan biçen bu çiftçi, mısır tarlasının sahibiymiş ve elindeki tırpanla mısır saplarını hasat ediyormuş.
Çiftçi ile Abılobut dev selâmlaşmışlar. Abılobut, kızıyla oğlunu arayan meraklı bir köylü ifadesiyle:
“Buralarda bir genç kız ile bir oğlan gördün mü çiftçi baba? ” diye sormuş.
Kan ter içinde tırpan biçen çitçi, alnında biriken terleri kurularken:
“Gördüm.” diye cevaplamış.
“Onların nerede olduğunu bana gösterir misin? ” diye sormuş Abılobut bu kez.
“Neden göstermemi istiyorsun ki onları? ” diye sormuş çiftçi.
Abılobut dev, çiftçinin aksi bir adam olduğunu anlayınca cebinden birkaç tane altın lira çıkarmış ve mısırcıya uzatmış:
“Al bu altınları,” demiş. “O kızla oğlanı da neden aradığımı sorma. Yalnızca soruma cevap ver.”
Altınları alıp kuşağının arasına sokan mısırcı:
“Aradığın çocuklar tarladalar.” demiş. “Şimdi beni omzuna al da seni onlara götüreyim.”
Mısırcı, Abılobut’un sırtına binmiş. Dev altta, mısırcı omzunda… Beraberce mısırların arasına girmişler. Yürüye yürüye tarlanın ortasına kadar gelince, mısırcı başındaki örtüyü çıkarmış. Elindeki tırpanı devin boğazına dayamış:
“İşte aradığın delikanlı benim.” demiş. “Adıma da dostlarım kısaca Cim derler.”
Pabucun pahalı olduğunu gören Abılobut:
“Yapma, etme Cim kardeş! ” diye yalvarmaya başlamış. “Ben ettim sen etme! ”
Cim bu, dinler mi devi? Tam tırpanı vuracakmış ki, aklına ne geldiyse birden bire durmuş:
“Vazgeçtim seni boğazlamaktan.” demiş deve. “Ancak bir şartım var.”
“Ne imiş? ” diye sormuş dev. “Söyle bakalım şu şartını.”
“Bundan böyle kimseye zarar vermeyeceksin.” diye açıklamış şartını Cim. “Çevredeki tüm insanlarla dost olacaksın hatta elinden gelen her türlü yardımı yapacaksın. Tamam mı? ”
“Peki peki...” diye karşılık vermiş dev. “Dediğini yapmak benim için hiç de zor değil.”
Bir başka şey gelmiş Cim’in aklına:
“Ha, bir de Cime’nin üvey babası konusu var...” diye eklemiş.
“Onu ne yapmamı istersin? ” diye sormuş dev.
“Hiçbir şey.” diye cevap vermiş bizimki. “Bu yılın sonuna kadar senin yanında kalsın. Onu sarayında hizmetli olarak çalıştır da çalışmak nasıl olurmuş öğrensin. Bundan sonra insanlara karşı daha iyi davransın.”
Dev, uysal uysal sallamış başını:
“Hay hay Cim kardeş.” diye karşılık vermiş. “Şimdi izin verirsen sarayıma dönmek istiyorum.”
Bizimki, cömert bir işveren edasıyla:
“Peki sana izin...” diye karşılık vermiş. “Ama senin kuşa emret de önce bizi kasabamıza kadar uçursun yoksa bunca yol yürüyerek çekilmez.”
Efendisinin Cim’e teslim olduğunu gören canavar kuş da kanatlarını indirmiş, boynunu eğmiş. Cim, hemen canavar kuşun sırtına binmiş; arkasına da Cime’yi almış. Kuş, koca telekli kanatlarını sallaya sallaya havalanmış. Cim’in yönlendirmesiyle uça uça kasabaya ulaşmış. İki arkadaşı kasaba meydanına indirip geri dönmüş. İki arkadaş, birkaç gün içinde düğün yaparak dünya evine girmişler ve ömür boyu mutlu olmuşlar.
***
Onlar ermiş muratlarına, biz de atlayalım kerevetlerine…

Ahmet Yozgat
Kayıt Tarihi : 25.11.2007 15:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Fesih Aktaş
    Fesih Aktaş

    Ahmet Bey,
    Az önce yeğeniniz Siyami hocam ile bir telefon görüşmesi yaptık. Sizden sözetti biraz. Merak ettim sayfanıza konuk oldum. Hâla şaşkınlık içindeyim. 1660 civarında bir şiir deryasında boğulmasam iyi.
    Kaleminizi, kelamınızı sevdim, keyif alarak okudum şiirinizi hikayesiyle birlikte.

    saygılar sunuyorum.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Ahmet Yozgat