Onu bir caddede yatarken bulmuşlardı.
Gözlerinde yaşama tutunma canlılığı yoktu. Feri yoktu…
İnsanlar meraklı bakışlarla seyrettiler onu.
..korkuyordu…
Caddenin soğuk zemini işliyordu etine ılgıt ılgıt,
ve başındaki insan kalabalığı, değişen yüzlerin dışında değişmiyordu…
Kendisini oraya getiren sahibini arıyordu hep. Aksi adamın biriydi, üstelik içkiciydi. Ama;
O gelmeliydi.
Ve kendini okşamalıydı ve yelelerini ve sırtını ve yanaklarını… O gelmeliydi.
Doğduğunda, annesinden sonra ilk onun yüzüydü gördüğü ve dudaklarının kıvrımlarına ilişiveren mutluluk çizgileriydi sakalları arasındaki. Ve derin bir nefes çektiği sigarasının dumanı bir zafer meşalesi gibi tütmekteydi.
İlk dokunuşlar, okşamalar ve güzel sözler…
..ve yulaf, kepekli yem, şekerli su gibi özel yiyecekler…
Bekledi umarsız, hiç durmadan ve yavaş yavaş büyüyen acısına karşı koyamadan.
Ve biri seslendi kalabalıktan “ölüyor bu! ”
ve biri daha “belediyeci çağırın! ” ve biri daha… biri daha…
Artık her şey bitmişti. Ve anlamıştı ki, sahibi bir daha gelmeyecekti. Bu dünyada yapayalnız olduğunu hissetti.
Ne olurdu onu bir daha görebilseydi.
Başındaki insan kalabalığı artmıştı. Gülüşen iki genç gördü.
Bir kadın geçiverdi yanından, ağzını başörtüsünün ucu ile kapatarak ve bir yaşlı adam koşarcasınaydı; umursamayarak…
..Oysa yaşam ne güzel şeydi…
Anasının ayakları dibine, bir kartopu misali düştüğünde merhaba demişti hayata.
Meraklı, şaşkın ve ürkekti. Ve o günler görülmeye değerdi. Anasının ardına takılıp çıktığında kırlara, herkes onlara bakardı.
Sevecen, meraklı eller dolaşırdı boynunda ve genç kızlar, delikanlılar yanağını öperdi.
Mutluluk bu olsa gerek diye düşünürdü bazen.
Çünkü o; dağlarda, bayırlarda özgürce uçuşan cıvıl cıvıl kuşları ve mavi gökyüzünü, yemyeşil çayırları, dereleri, tepeleri, insanlardan uzak yaşayan yılkı atlarını bilmezdi.
Zaten onu mutlu kılan şeyleri yaşıyordu. Varsın kuru otu yoncasız, suyu samanla karışık olsundu.
Yanında annesi ve kendilerine bakan bir sahibi vardı.
Huysuz bir adamdı, günü gününe uymazdı. Ama; bazen, kendini okşaması yok mu? İşte o zaman bütün gerginliğini atardı.
Bir gün sahibi ağzına bir şey taktı. Ve o şey bütün yüzünü kapladı. Sırtına da oturmalık, o gün canı çok yandı.
Ve o gün sırtında açılan yaralar, bir daha hiç kapanmadı.
Bir arabaya koşmuştu sahibi onu. Artık o da çalışacaktı. Ve o çalıştıkça anası dinlenecek, bir daha yüke koşulmayacaktı.
Bir gün konuşurlarken duymuştu. Anne at artık yaşlanmıştı ve yük çekemiyordu. Ve yıkılmıştı iş başında.
O gün, annesinin gözlerinde hiç görmediği bir şeyi görmüştü…
..Ve o şeyi hiç anlayamamıştı…
Artık kendisi çalışıyordu ve bu durum onu mutsuz etmiyordu. Biliyordu ki o çalıştıkça yorgun ve yaşlı anası çalışmayacaktı.
Akşamları anasının yanında yorgunluğunu unutacaktı. Ve sahibi yiyeceklerini getirdiğinde, ana-oğul karınlarını doyurup,
bir günün üstüne bir sayfa daha kapanacaktı.
“-öldü galiba! ” diye bir ses duydu.
“-Hayır..hayır yaşıyor! ”
Siyah elbiseli biri iyice sokuldu yanına, başını iki yana salladı; geçip gitti.
“-Yolun kenarına çekin şunu” dedi birisi ve sonra beş-altı kişi geldi. Kaldırmaya çalıştılar. Vücudu kalkmak istemiyorcasına ağırdı ve amacı zaten yardım etmek olmayan insanların direnci ise onun yaşama karşı koyma direncine zayıf kalıyordu.
“-Belediye geliyor mu” dedi birisi. Ellerinde tespihi, kırçıllı sakallı birinin “geliyor, geliyor” dediğini duydu.
..Gözlerini kapadı…
Bir gün çok yorulmuştu. Sahibi de fena halde canını yakmıştı. Taşıdığı yükün çok ağır olduğu bir zamandı.
Zorlanmıştı…
Sahibi de ona yardımcı olmamıştı nedense. Üstelik sürekli kırbaçlamıştı.
Bir süre sonra da kırbacın vurduğu yer hissizleşmiş, acımaz olmuştu. Bacağının ise uyuştuğunu hissetmişti. O gün çok yorulmuştu.
Akşam, sahibi yiyeceklerini getirdiğinde yüzünü okşamıştı ve sırtını ve yelelerini ve yanaklarını ve onunla konuşmuştu…
Ne olursa olsun, iyi adam diye düşündü. Anasıyla beraber karınlarını doyurmuşlardı. Üstelik arpa yemiş, şekerli su da içmişlerdi.
Ve; aslında onu doyuran şeyin bu mutluluk kırıntılarının yaşandığı zamanlar olduğunu düşündü.
“-Geldi... geldi! ..Belediyeciler geldi! ” diye bağırdı bir çocuk.
Başını kaldırmadı bile…
Kalabalık ve meraklı bakışlar biraz daha artmıştı.
Acaba sahibi de burada mıydı? Onu bir görseydi, bir görebilseydi…
Kendisini kaldırmaya çalışsaydı, yardım etseydi.
Yattığı yerden kalkabilecek gücü verseydi. Konuşsaydı, yüzünü okşasaydı ve sırtını ve yelelerini ve yanaklarını…
Bir gece tuhaf sesler duymuştu.
Sahibinin sesiydi bu. Ve sahibinin yanında birkaç adam daha vardı. Ahırdan içeri girip kapıyı kapatmışlardı.Korkmuştu...
Ayın şavkı tahta duvarların arasından ve camsız taka penceresinin kirden kararmış naylon korunağının yırtıklarından içeri sızıyordu.
“-Bu mu? ” dedi adamlardan biri. 'Evet' der gibi başını salladı sahibi.
Adamlar anasının yanına doğru yürümüş, sahibi ise ahırın ortasında hareketsiz öylece duruyordu. Yüzündeki çizgiler daha da derinleşmişti sanki.
Adamlar, anasını yularından çekerek kapıya yöneldiler. Sahibi kapıyı açtı;
Ay ışığı tamamen dolmuştu içeri ve anasıyla göz göze gelmişti.
O gece, annesinin gözlerinde hiç görmediği bir şeyi görmüştü.
..Ve o şeyi hiç anlayamamıştı…
Sabaha doğru sahibi gelmişti ve ona şefkatle yaklaşıp yüzünü okşamıştı ve sırtını ve yelelerini ve yanaklarını…
Şimdiye kadar ona mutluluk veren bu yaklaşım, bu sefer nedense onu mutlu etmemişti.
..Ve o geceden sonra, bir daha anasını görememişti…
“-Açılın, kamyon iyice yanaşsın! ” dedi hırpani kılıklı biri.
Bir çöp kamyonuydu bu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yüreğinde ise bir acı durmadan sızlıyordu.
Sahibi neredeydi? Şimdiye kadar yanında olan sahibi?
Ümitsizlik ve yalnızlık tüm hücrelerine doldu ve bütün vücudu bu yangınla ürperdi.
İki – üç adam yanına sokuldu. Biri eğilerek diğerlerine “haydi” dedi. Kaldırmak için yapılan bu zorlamalar, isyan edercesine bedenine ağırlık veriyordu. Ve bu zorlamalar ise artık canını yakmıyordu…
Vücudunun her yanını dolaşan eller bitip tükenmek bilmiyordu. Bu acı yumağı ise onun yalnızca yüreğini yakıyordu.
Birden; “-Ne yapıyorsunuz? ” diye bir ses duydu. Ve o sesin “-Atı bu haliyle çöpe atmanıza izin vermem” diyen gürleyişini duydu...
Ne kadar sevecen bir sesti. Ve bu kalabalığın içindeki hiç kimseden, ve şimdiye kadar tanıdığı tüm insanlardan ve sahibinden şimdiye kadar hiç duymadığı bir sesti.
Ve anasının sesini duydu ve isyanının sesini duydu bu seste. Bir gayret göstermeliydi ve bu sesin sahibini görmeliydi.
..bir sakallı adamdı bu.
Ama; biraz önce gördüğü eli tespihli, kırçıl sakallı adama hiç benzemiyordu. Bir de kadın vardı yanında, ağzını başörtüsünün ucu ile kapatıp geçip giden kadına benzemeyen.
Mutlu olduğunu hissetti. Buna benzer mutlulukları yaşamıştı önceden.
Çok soğuk ve karlı bir kış günüydü. Sahibi hastalanmıştı. O gün hiç dışarı çıkmamışlardı. Anasının yanına sokuluşunu düşledi ve onun kokusunu ve onun sıcaklığını…
..içinin acıdığını hissetti…
Bir bahar sabahı da sahibi onu daha önce hiç görmediği kırlara götürmüştü. Dere kenarında; güneşi, havası alabildiğine uçsuz bucaksız ve suyu yalaksız ve otu kırnapsız. Mutluluktan kendinden geçmişti…
“-Kendine geliyor” dedi sevecen bir ses.
O sakallı adamdı bu ve o kadın ve onlar gibi olan insanlar.
Artık o caddede değildi ve artık o insanlar yoktu ve sahibini de aramıyordu;
..mutlu hissetti kendini...
Herkesin duygularını anlayabiliyorum, bakışlardaki sözcükleri, suskunluklardaki isyanı anlayabiliyorum dercesine bakmaktaydı ve yüzünde ve sırtında ve yelelerinde ve yanaklarında bir çok sevecen el dolaşmaktaydı.
Bu insanları mutlu etmek ayağa kalkmaktan geçiyordu. Ama...
Yorgun bacakları, yorgun yüreği buna izin vermiyordu.
Birinin gözlerinde “-Kalk...Kalkmalısın...” diyen haykırışları; diğerinin, sırtında dolaşan ellerinde “-Atlar ayakta ölür,kalkmalısın ve öleceksen bir at gibi ayakta ölmelisin” diyen fısıltılarını duyuyordu.
Ve onların gözyaşı dökemeden ağlayışlarını görüyordu...
Hatta; birinin “-Aptal hayvan, sen kendine yardımcı olmazsan ben nasıl olabilirim? Lütfen ayağa kalk! ” serzenişi bile çok mutluluk vericiydi...
Ama yıllar, yorgunluklar ve acılar ve zorlanmalar, vefasızlıklar ve sırtındaki nasırlaşan yaralar bu yüreği artık susturacaktı.
Ve bu yüreğin bir köşesinde, birkaç mutlu zamanın fotoğrafı ve ne zaman, nerede ve nasıl karşılaşılacağı bilinmeyen dostların çaresizce bakan gözleri kalacaktı...
Yattığı yer artık onu üşütmüyordu. Dizlerindeki ve sırtındaki yaralar da hiç acımıyordu. Artık yorgun da değildi ve artık mutsuz da değildi...
..ve artık; annesinin gözlerinde gördüğü ve bir türlü anlayamadığı şeyi, anlamıştı...
Gürkal Gençay
16.EKİM.1996
Deniz Köşkleri - İstanbul
Not: Aynı Tarihte Yaşadığım Olaydan.
-
* Yaşama Sevinci Dergisi - 15.Mart/ 15. Nisan. 1999 - Yıl:9 - Sayı: 106
(''Yarınları Tüketmek Dünden'' isimli kitaptan / Örtülü Yayınları-1999)
******************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...
http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html
İşbu Öykü Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 474664125075
******************************************************************************
(Sayfa: 57 / 62)
Gürkal GençayKayıt Tarihi : 25.3.2010 10:29:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
* Hayatı asla insan merkezli tanımlamadım ben... Ve buradan hareketle egosantrik bakmadım hiçbir şeye... Biyomerkezlilik... Yaşamı algılama prensibim budur... Yaşam merkezlilik... Yaşama hakkını total olarak algılayabilme yeteneğinin olup olmaması durumu... İnsanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle... Hayata ve içindeki tüm yaşayan canlı hücrelere hep saygı duydum... Aynı saygıyı görebilmek için... Ve yansımamı... Çünkü, hep şuna inandım ben... Başkalarının yaşamlarına saygı gösterenler aslında kendilerine saygı göstermiş de olmaktalar... Kendime duyduğum saygıdan; diğer canlılara da saygı gösterme zorunluluğunu duydum hep... Sevginin paralelinde... Ve bunu içselleştiririm... Kendime olan saygımı yitirmemek için... Kendimi sevebilmek için... Faşizan bir zihniyetin yansımadır kategorik sınıflandırmalar... Yaşam bir bütündür... Bunu ayıramazsınız... Parçası olduğumuz doğa kesinlikle ayırmıyorken... Yapay gerekçelerle dikine hiyerarşik bir yapılanmayı kurgulayamazsınız... Bunun sonucu bizi türcülüğe kadar götürür... Nitekim geldiğimiz nokta da budur... Doğa bizim en büyük rehberimizdir... Buna kör bakamayız/ bakmamalıyız... Ve doğadaki enteraksiyon yatay hiyerarşi üzerinedir... Doğada hiçbir canlı imtiyazlı değildir... İmtiyaz kavramı insan beynine özgü hastalıklı bir yaklaşımdır... Ve yanlış bilinen “Doğada gücü olan yaşar” söyleminin aksine kural şöyledir... “Doğada, varlığını sürdürebilenler güçlüdür...” Anlatılmak istenen aslında budur... Çünkü buradaki kastedilen güç fiziksel bir güç değildir... Aksi halde milyonlarca yıl önce doğadan silinip giden (ve o zamanların fiziksel olarak en güçlü canlılarından biri olan) dinozorların gücüyle; onların neredeyse dönemdaşı olan ve bizlerin (Karafatma, kakalak ya da Hamamböceği) gibi isimlerle andığımız ve bugün hala varlığını sürdürmeye devam eden böceklerin güçsüzlüğünü açıklayamayız... Empati... Ya da, kendime yapılmasını istemediğim bir şeyi başkalarına da yapmama ilkesi... Kendimi karşımdakinin yerine koyabilmek ve oradan düşünebilmek melekesi... Bunlar önemli şeyler... Bunlar insanın karakterinin, insanlığının, vicdanının, zekasının ve sairinin ipuçlarını veren şeyler... Bunlar insanı ahlaklı kılan şeyler... /
![Gürkal Gençay](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/03/25/10-yarinlari-tuketmek-dunden-beyaz-at-2.jpg)