NAİME ERLAÇİN 10 KASIM ŞİİRLERİ

NAİME ERLAÇİN 10 KASIM ŞİİRLERİ

Naime Erlaçin

Hüznün kara bulutları çökmüştü üstüme. Her şeyin üst üste geldiği öyle zamanlardan biriydi…

Bir dostum kızını; bir büyüğüm elli beş yıllık sevgili eşini kaybetmişti. Yakın birkaç arkadaşım ve sanal çocuğum aniden köşelerine çekilmişlerdi. 8 Kasım, içimde daima engin bir sevgi kaynağı ve onulmaz bir yara gibi yaşayacak olan Buruşuk köpeğimin dördüncü ölüm yıldönümüydü. 9 Kasım ise gurbetteki bir tanecik kızımızın yaş günü. Yıllardır birlikte kutlamak nasip olmamıştı. Üstelik ana-oğul hastaydılar. Aklımın bir yarısı deniz aşırı o ülkedeydi…Yetmez gibi, bir de bilgisayar-modem bağlantım koptu. Canım çok sıkılıyordu.

Ah, kara bulutlar! ... Durup durup nasıl da çöreklenirsiniz bazen insanın üstüne. Ama eski toprağız biz. Alışmışız dik durmaya, aldırmaz görünmeye ve hatta çevremize güç vermeyi sürdürmeye…

Yine de kurumuştum!

Sonra sağanaklar geldi birbiri ardı sıra…

..

Devamını Oku
Naime Erlaçin

sarı bir hüzne ekilmiş
kekre pişmanlıklar yasından
kalmaydı gün

söküldükçe uzuyordu tırnaklar
aniden ucuzladı yaşamak
aniden kısa

kirpikler isli
sağır bir yangından
..

Devamını Oku
Naime Erlaçin

bir yanım yara
her bir yanlarım yara

düşünce sen olunca çocuk kalbi taşıyorum
küçük Buruşuk'u yazmış Ahmet Erhan son kitabında
ne de babayiğitti hani
köpek değil aslan parçası sanki!

sen gideli güz, sen gideli kış
yıkadım ruhumu insanoğlundan
..

Devamını Oku
Naime Erlaçin

Çok yorgundum. Bedenimdeki son enerji kırıntısını da tüketmiş, bir elimde tutup yudumladığım kahveye eşlik eden sigaramla bilgisayar sandalyesine çökmüş, boş gözlerle kapalı ekrana bakıyordum. Parmaklarıma bulaşan ve tırnaklarımı tamamen kaplayan boya artıklarını çıkaracak gücüm kalmamıştı. Evi kaplayan taze boya kokusu, beni onunla geçirdiğimiz günlere geri götürüyor ve aynı zamanda derinden acıtıyordu yüreğimi.

8 Kasım 2000…

Buruşuk'u çaresizce kansere teslim ettiğimiz o uğursuz gün... Epeyce zaman geçmişti üzerinden. Ama belleğimde en küçük ayrıntısına kadar öylece kazınmış duruyordu. Ölesiye özlüyordum onu.

O kadar mutsuzdum ki, kendimi biraz olsun yormak ve içimdeki dipsiz hüzünden bir nebze olsun kurtulmak umuduyla oturmuştum boyaların başına. Faydası olmuş muydu? Kesinlikle hayır. Bir yandan ekrana bakıp e-postalarımı açıp açmamayı düşünür, bir yandan da içimi kanırtan bu ayrılık acısıyla nasıl baş edeceğimi bilemezken, uzaktan yankılanan ve bir 'synthesizer' tınısını andıran o sesi duydum. Elektronik bir enstrümandan sızıyor gibiydi. Sonra daldım yeniden. Düşünce girdaplarında dolaşırken sesin yakınlaştığını ve icranın hiç de amatörce olmadığını fark ettim. Dinlemeye başladım. Çalınan müzik bizden değildi ama içli bir halk ezgisine benziyordu. O anda Chopin, Smethana ve hatta belki de bir çingenenin kemanından dökülen bilinmedik ve hüzünlü nağmelere doğru sürüklenip gittim. Pencereye çıkıp sesin kaynağını merakla aramaya başladım. Ve ancak kulaklarımın rehberliğiyle bulabildim onu.

İki apartman ötede, 9-10 yaşlarında bir erkek çocuğu boynuna astığı akordeonu çalıyor, bir yandan da başını yukarı kaldırmış üst katlara bakıyordu. Üstelik komik görünüyordu. Minyatür bir serenat sahnesi izler gibiydim. Çocuk ufak tefek, akordeon küçük ama müzik büyüktü. O kadar rahat ve profesyonelce çalıyor ve işin tuhaf tarafı bunu yaparken müziğine öyle bir duygusallık ve müzikalite katıyordu ki, güzel bir bahar akşamüzerinde salt mahalleyi değil ama tüm doğayı ve yaşamı adeta kutsuyor, büyülüyordu. Minik bir sihirbazdı kapıma gelen.

..

Devamını Oku