1 Ekim 1945 Şiiri - Yorumlar

Nazım Hikmet Ran
273

ŞİİR


2129

TAKİPÇİ

Dağın üstünde:
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de:
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı:
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.

Tamamını Oku
  • Hüseyin Gümüş
    Hüseyin Gümüş 01.10.2004 - 12:12

    Soru: 'Günün şiiri' sayfası niçin hazırlanır?
    Cevap: Tüm yetkili şairler kendilerini en büyük şair sansınlar diye. Hüseyin Gümüş

    Cevap Yaz
  • Aylin Antmen
    Aylin Antmen 01.10.2004 - 03:37



    Şiirin biçimselliğini beğenmedim ama şiirin sonundaki cümle gerçekten enfes.

    tekrarlar gereksiz geldi.

    ünlü şair ile iyi şiiri ayırmak gerek bazen diye düşünüyorum.. kendi adıma.

    Cevap Yaz
  • Mutlu Ayar
    Mutlu Ayar 01.10.2004 - 01:29

    'Şiirde ses' için örnek gösterilecek bir şiir...

    Nazım aynı zamanda bir hece ustası dır...

    ve hece şiirlerindeki ahengi serbest şiirlerinde de görebiliriz...

    Cevap Yaz
  • Ayla Demir
    Ayla Demir 11.07.2004 - 16:04

    Iste..hayrani oldugum bir sair! tepeden tirnaga sair!

    Cevap Yaz
  • Berfin
    Berfin 25.06.2004 - 18:19

    NAZIM usta denince saygiyla egilirim...

    Cevap Yaz
  • Blair Tweddle
    Blair Tweddle 24.05.2004 - 17:32

    :)

    Cevap Yaz
  • Ahmet Atalay Salık
    Ahmet Atalay Salık 04.05.2004 - 14:00

    iyi günler

    Cevap Yaz
  • Nazlı Çiçek
    Nazlı Çiçek 26.04.2004 - 12:46

    Çok güzelllll.

    Cevap Yaz
  • Mehtap Gökçe
    Mehtap Gökçe 16.04.2004 - 15:55

    KATILIYORUM

    Cevap Yaz
  • Sude Son
    Sude Son 13.03.2004 - 23:06

    Nazım Hikmet'in Şiir Üstüne Düşünceleri

    Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde
    halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak
    zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman
    gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır. (Babayef, Nâzım Hikmet, ss. 140-141)
    *
    Yeni şair, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar tanımıyor... O,
    bir tek lisanla yazıyor : Uydurma, sahte, sun'i olmayan; canlı, geniş, renkli, derin ve sade
    lisanla. Bu lisanın içinde, hayatın bütün unsurları vardır. Şair, şiir yazarken başka şahsiyet,
    konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir! Şair, bulutlarda uçtuğunu
    vehmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilâtlandıran bir vatandaştır! (Babayef,
    Nâzım Hikmet, s. 141)
    *
    Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün bizim
    şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok,
    tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını, tıknefesliklerini örtbas için, sözde kendi iç âlemlerine
    kulak verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa bile, gerçekte iç
    âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi gerçekte dış âlemin bir inikâsından
    [yansımasından] başka bir şey değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç
    dünyası da daracık olur. (Memet Fuat'a Mektuplar, s.70)

    *
    Sanatkâr, ressam, şair, romancı, mimar, aktör vesaire, her şeyden önce insandır.
    İnsan her şeyden önce mücerret bir varlık değil, konkre [somut] bir varlıktır. Yani her insan
    muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetede [toplumda], belli bir sınıfın
    insanı olarak vardır. Yoksa umumiyetle, mücerret [soyut] olarak insan denilen bir şey, bir
    anlam mevcut değildir. Birçok mektubumda bu meselenin üzerinde durdum sanıyorum,
    fakat bunu çok iyi anlamanı isterim. şimdi, bundan dolayı, sanatkâr da konkre bir insandır.
    Muayyen bir fizyolojisi, belli bir maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir
    tarih devrinde, belli bir sosyetenin içinde yaşar, o belli sosyetede çeşitli sınıflar ve
    tabakalar vardır. Sanatkâr insan bütün bu şartlar içinde eserini verir. Onun üzerinde
    doğumundan başlayarak bütün bu sayıp döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi-şahsi
    yapısı konkre muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bağlı olduğu sosyeteye
    ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva esas olmakla beraber,
    kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın filan teknik imkânlarıyla da sınırlanmıştır. Bu
    suretle muhteva [içerik] ile şekil [biçim] arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir
    tesir vardır. (...) Şairle çevresi arasındaki münasebet pasif bir münasebet değildir. Yani şair
    sadece tespit etmekle kalmaz, onun tespit ettiği şey sosyal çevresine tesir eder, onun
    değişmesinde derece derece amil de olur. (Memet Fuat'a Mektuplar, ss. 61-62)

    *
    Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda
    raslanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici
    sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış,
    hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir
    yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını
    bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur.
    (Babayef, Nâzım Hikmet, s. 140)

    *
    Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya
    değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl
    olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille
    muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda
    tayin edici unsur muhtevadır. (...) Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir
    kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı
    bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek
    de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle
    konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve
    inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul
    etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez,
    konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen
    külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en
    uygun olanıdır. Lakin bazı muhtevalar vardır ki, kafiye ister - kafiye de çeşit çeşit olabilir,
    kafiye imkânları da hudutsuzdur - ve bazı muhtevalar vardır ki, konuşma dili yetmez, daha
    geniş, daha mücerret, belki bundan dolayı daha renksiz bir dil ister. Hasılı bu getirdiğim
    misalleri istediğin kadar çoğaltabilirsin. Yalnız, bir şey yapma, dogmatizme saplanma,
    gençlikte dogmatizme, değişmeyen, ebedi hakikatlere saplanmak ve bunları kabul etmek
    ileri bir işmiş gibi gelir insana. Bak ben, yıllardır, hiç kafiyesi olmayan şiirler yazdım,
    konuşma dillerinin çeşidiyle şiirler yazdım, içinde bol resim olan, yahut hiç resim olmayan
    şiirler yazdım, kitap diliyle şiirler yazdım, çeşitli kafiye telakkileriyle yazdım, hasılı,
    muhtevama, o şiirdeki, o muayyen, müşahhas yazıdaki muhtevaya uygun şekli bulmaya
    çalıştım. Yanlış bir iş yaptığıma da kani değilim. şiirimizin genel olarak - bazen çok güzel
    şeylere de rastlanıyor - bugünkü sefaleti şairlerimizin bir dönüm noktasında iki çeşit,
    birbirine zıt iki yobazlığa, yani hareketsizliğe, yani ölülüğe saplanmış olmaları, şekil
    meselesini, kendilerinin kabul ettiği bir tek şekli esas olarak almalarıdır. (Memet Fuat'a
    Mektuplar, ss. 52-53)

    *

    Artık şiirlerimi tiyatro sahnesinden işçilere yüksek sesle okumam imkânı yoktu. (...)
    Bu durum şiirimin hem muhtevasına, hem de şekline tesir etti. 'Kerem' gibi bazı şiirlerde,
    hele hicviyelerde kesin kafiye ve sürprizli hayal imkânlarını kullanmakla beraber, ana
    hattında, şiirlerimde lirik eleman, bundan sevda elemanını anlamıyorum, gitgide
    kuvvetlendi, kafiyeler yumuşadı, dil şairin bir kişiyle, yahut birkaç kişiyle konuşması oldu.
    (...)
    Beynelmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o
    günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle
    bunları bastırabilirdim. (...)
    Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı'dır. Burada şekil bakımından,
    halk vezni unsurları, Divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer
    taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil
    imkãnlarının bir muhasebesiydi. (...)
    Bu kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda bir kat daha
    berraklaştı sanıyorum. Evvela, hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. (...) şekli
    öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekil
    belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat kendisi belli olmayan
    ince bir çorap gibi. Bu bugün tercih ettiğim şekildir, ama elbette ki, yarın rengârenk şekilleri
    de tercih edebilirim. (...)
    Sanat bahsinde sekterlik [yobazlık] en büyük düşmanımızdır. Sekterlik nihilistliğin
    [yadsımacılık] bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi zevkinden başka her şeyi, bütün
    görüşleri inkâr eder. Hele şekil meselesinde sekterliğin kötülükleri sayılamayacak kadar
    çoktur. Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler
    kadar dar kafalıdır. şiir öyle de yazılır, böyle de. Edebiyat dili, hele şiir dili hayallerle,
    teşbihlerle falanla ortaya çıkar, ancak böyle bir dil şiir dilidir demek ne kadar yanlışsa,
    tersini kabul etmek de o kadar yanlıştır. Gençliğimde, ben de az sekter değildim. Klasik halk
    vezinleri ve kafiyeleriyle şiir yazdıktan sonra, şekilde yenilikler aramaya başladım, kendime
    göre bir çeşit serbest vezinle yazmaya başladım. Bunun temelinde yine de halk şiirinin
    ölçüleri, hatta bazen aruz vardı, kafiye ve dil bahsinde de öyle, ama şiirin yalnız böyle
    yazılacağını, bunun biricik şiir şekli olduğunu iddiaya kalkıştım. Uzun zaman sevda şiiri
    yazmadım. Hatta şiirlerimde 'yürek' kelimesini kullanmadım, yürek şuurun değil, duygunun
    sembolüdür diye. Zaman oldu en renkli, en ahenkli şekillerin peşinde koştum. Halka
    söylemek istediklerimi bu şekillerle söylersem daha hoşa gider, daha kolay dinlenir, daha
    dokunaklı olur diye düşündüm. Zaman oldu, büsbütün tersine, en sade, en göze görünmez
    şekillerle halka türkümü dinletmek istedim. Bence öylesi de lazım, böylesi de, daha nice
    nicesi de. Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden,
    ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca süren bir baş
    ağrısından, sinir bozukluğundan başka sonuç vermez. Olsun. (...)
    Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum,
    kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz
    de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de,
    sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan
    her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün
    duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı'na dair şiir okumak istediği zaman da bizi
    okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın.
    (Babayef, 'Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor', Konuşmalar, ss. 180-186)

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 93 tane yorum bulunmakta