1 Bölüm Şiiri - Kezban Güçlü

Kezban Güçlü
112

ŞİİR


20

TAKİPÇİ

1 Bölüm

Bütün gece yağan yağmurdan sonra bulutlar yükünü bırakmanın verdiği hafiflikle gökyüzünde savrulurken, güneş henüz uyku mahmuru bir çocuk gibi nazlanarak bir bulutun arkasından görünüp tekrar kayboldu.
Sabahın doğaya ait bu saatinde uyku arasında bile olsa terasa ve çatıya konan kuş cıvıltılarını ağaçlarında hışırdayan yapraklarında gezinen rüzgarı, boş sokaklarda çöp kutularına dadanan kedilerin haylazlığını ve denizin dilsiz mavisinin sesini duyarım.
Yeni başlayan güne ve kendini yenileyen tekrara gönüllü akışlarını düşünür, düşünmekle kalmayıp bunun bir parçası olduğuma inanırım, ve duygumla gizliden gizliye gurur duyarım. Bu yüzden hiç kol saati merakım olmadı nedenini bilmediğim bir reddediş benimki.

Az sonra güneş mahmurluğunu üzerinden atmış, sarı sıcak bir edayla gezinmeye başlamıştı bile.
Büyük bir bahçe içinde yeşile sarınmış renklere dokundu önce.
Bahçe duvarında sarmaşık iğde ve bal çiçeği bir de renk, renk güller baş döndürücü bir kokuyla ve üzerlerindeki parıltılı yağmur damlalarıyla süzülerek eşlik ettiler sarı sıcak ışıklara.
İki katlı beyaz boyalı bu evde ilk dikkati çeken çok büyük ahşap pencereler ve pencere kafeslerinde açmış bahar çiçekleri.
Bahçe kapısından girişte büyük taşlarla evin girişine uzanan yolda, ince uzun saksılarda kızarmaya yüz tutmuş çilekler ve bu çileklerin üzerlerinde
gezinen ve sessizliği bozan iştahlı arılar uçuşuyordu.
Evin üst katında bahçeye bakan tarafındaysa büyük bir teras ve teras demirlerine tutturulmuş asma saksılarda salkım salkım kasımpatılar ve karanfiller teras demirlerine asılmış renkli takılar gibi görünüyordu.
Terasta iki tarafa açılabilir cam bölmeli büyük bir oda vardı.
Odanın duvara bakan duvarının üçte ikisini üzerlerinde küçük oyma kuş figürleriyle süslenmiş ahşap pencerenin perdesinin bir kısmı sürekli açık kalırdı.
Güneş gezintisine perdenin aralıklı yerinden süzülerek içerde devam etti.
Karyolanın üzerindeki turuncu yorgana ve hep yorganın dışına çıkarttığım çıplak ayaklarıma ki bunu bilinçli yapıyorum, yaz da olsa güneşin sıcaklığını ayaklarımda hissetmek güven duygumu besliyordu.
Güneş odamdaki kısa yolculuğunda, tuvalet aynasının üzerine astığım çeşitli renklerdeki takılara dokunup ışıldattı ve sonra da yatağımın sol tarafında duran tekli yeşil koltuğa yığılıp kaldı.

2. Bölüm
Güneş Babam ve Ben
Babam bana dört yaşlarımdayken bir oyun öğretmişti, gölgeyle yarışma oyunu.
Yemeklerimi yiyip uykumu alırsam bu yarışta her zaman birinci olacağımı söylerdi.
Babamla birlikte dışarı çıkmadan önce yemeğimi güzelce yiyip sütümü de iştahla içerdim.
Dışarı çıktığımızda babam yarışı başlattığı zaman bütün enerjimle koşmaya başlardım.
Bazen bir bakardım gölgem öne geçmiş hemen biraz daha hızlanırdım, sonra bir bakardım ben öndeyim, gölgem arkada kalmış.
Gölgemin arkada kaldığı zamanlar sevinç çığlığı attığım zamanlar olurdu ve çoğunlukla yarışı ben kazanırdım.
Babamın aferinli alkışlı övgüleriyle kendimi bir masalın kahramanı olarak görürdüm.
Tabi babam her yarıştan sonra kollarını açıp kendisine koşmamı beklerdi. Bütün gücümle koşup boynuna zıplardım o da beni ensesine alıp taşırdı bir süre.
Gölge oyunun ödülü değişmezdi ya beyaz çikolatalı gofret ya da limolu dondurma alırdı babam kendine ve bana. Çok sonraları kendi kendime fark ettiğim bu ışık oyununun devamı gibidir perdeyi aralık bırakmak.
Benim için yaz kış gece gündüz fark etmezdi, Çünkü ışıkla birlikte çocukluğumda süzülürdü odaya, perdenin aralık kalan yerinden.
Ayaklarımda hissettiğim sıcaklıkla birlikte uyanıp üzerime mor kapşonlu hırkamı alıp terasa terasa çıkmak için kapıyı açtığımda, toprak kokusuyla bütünleşmiş ılık bir rüzgar önce yüzümü sonrada sonra da üzerinde papatya desenleri olan perdeyi yoklayıp geçiyor.
Hafif ürpererek çıkıyorum terasa, gökyüzü az önce yıkandığı için pırıl pırıl.
Bahçede küçük su birikintileri olmuş, serçeler su içiyorlar.
Saat kulesine bakıyorum saat 7.15 zamanı saat kulesi dışında takip etmeyi sevmiyorum.bu yüzden hiç kol saati merakım olmadı, nedenini bilmediğim bir reddediş benimki. Babam kızıyor zamansızlığıma, bazen kendi kendine söylenip duruyor da olsa da, ben zamanı dilimlere bölmekten hoşlanmıyorum.
Sabahları çalar saatle uyanıp geceleri saate bakıp uyumakla birlikte gün içinde zaman dilimlerine sıkıştırılmış işler için harcanan çabalar bana göre değil.
Bunun nedeni ruhumdaki tembellik mi ki dışarıdan bakıldığında öyle görülüyor olsa da, ruhumdaki haylaz çocuğun kurguladığı hayal dünyasındaki kahramanları ya da o kahramanların haylaz çocuğu ne zaman yoklayacağı, zamanla ilişkili değildi.
Burnuma nefis kokular geliyor, burnumla derin bir soluk alıp ne koktuğunu çözüyorum. Taze kırmızı biberli omlet bu.
Teras demirlerine tutunup gövdemi hafifçe öne doğru eğince mutfaktan tıkırtılar geldiğini duyuyorum.
Tatlım uyanmış demek ki hemen kendimi alt kattaki mutfağa enfes kokuların içine bırakıyorum.
Günaydın tatlım diyerek yanağından öpüyorum babamı.
Günaydın tatlım derken ocakta pişen omleti tahta kaşıkla yoklayıp kapatıyor ocağı.
Bakıyorum masada her şey tamam. Ocakta fokurdayan çaydanlıktan çayımı doldurup oturuyorum yerime.
Mutfak penceresi açık sıcacık omletimizin kokusunu alıp yerine bahar kokusu veriyor bize. Çok açıkmışım, sanki günlerdir açmışım gibi ekmeği omlete banarak iştahla yiyorum. Babam kızım yavaş ye diye uyarıyor, her zamanki sakin ve sevecen ses tonuyla, kesin kedi gibi kokuyu alıp gelmişsindir diyor.
Gülüyorum, kahvesini yudumlayıp beni seyrediyor.
Omletten bir lokma alıp tatlım ben hepsini bitirmeden bu lokmayı da sen ye diyerek uzatıyorum, babam bu hamleyi bekliyormuşçasına atılıp lokmayı alıyor ağzına.
Tatlım çıkıyorum ben derken kahvesinden son bir yudum alıp ayaklanıyor ve odasına çıkıyor.
Bende kendime bir çay alıp mutfaktan bahçeye geçiyorum.
Az sonra babam hızlı adımlarla yanıma gelip yanağıma bir öpücük kondurup, bahçe kapısına doğru ilerlerken kızım akşama bir şeyler istiyor musun diye soruyor? avucuma bir öpücük kondurup el sallıyorum, o anda bana dönüp yüzünde görmeyi sevdiğim tebessümüyle el sallıyor bana.
Çayımı yudumlarken ağaçların altında dolaşıyorum biraz. söğüt ağacımın dallarıyla oynuyorum,kiraz ağacımın gövdesine sarılıyorum,kayısı ağacımın reçinesinden bir parça alıp ağzıma atıyorum.
Kayısı reçinesi başka çocuklar içinde kayısı balı mıydı? bilemiyorum ama ben ve Elif için öyleydi.
Elif yan komşumuzun kızı benimde tek çocukluk arkadaşımdı.Birbirimize gidip gelmeler için kapı yerine engin bahçe duvarını kullanırdık.
Elif benden daha uzun boylu olduğu için kedi gibi direk tırmanabiliyordu.
Bense mutfaktan aşırdığım ve basamak niyetine kullandığım tencere ve kovalar sayesinde bahçe duvarından Eliflere geçebiliyordum.
Elif'lerin bahçesi bizim bahçeden küçüktü ve kayısı ağaçları yoktu, bu yüzden benim kayısı ağacım ikimizin de gövdesiydi. Elif le aynı anda kayısı ağacının gövdesine sarılıp ellerimizi kavuşturmaya uğraşırdık.
Önceleri parmaklarımız birbirine değmezken beş yaşımıza geldiğimizde ellerimizi kavuşturabildik. Elif de ben de kayısı ağacının gövdesinden süzülen bala bayılırdık, hatta bu bal için aramızda gizliden bir yarış vardı.
Balı ilk kim yer yarışı. Sabahları erkenden uyanıp bahçeye kayısı ağacının altına koşup ağacın gövdesine bakardım. Eğer bal gövdede duruyorsa, büyük bir keyifle yerdim, ama eğer gövdedeki minik oyuk boşsa, başımı öne eğip Elif'e gizliden içerleyip eve girerdim. Çok uzun sürmezdi bu iç çekiş, kahvaltı yapana kadar geçerdi küslüğüm. Kahvaltıdan sonra ilk işim Elifi oyuna çağırmak olurdu.
Etrafımda uçuşan arının vızırtısıyla bir anda dalgınlığımı üzerimden atıp hemen eve giriyorum. Hızlı bir şekilde bir duş alıp gardolabımın önünde oyalanarak ne giyeceğime karar veriyorum, sanırım bugün rengim yeşil, yeşil salaş gömleğimi ve mavi blucinimi yatağın üzerine bırakıyorum. Sonra saçlarımı kurutup sıkı bir at kuyruğu yaptıktan sonra, şeftali tonlarında renkleri kullanarak hafif bir makyajla yüzümü canlandırıyorum. Aynaya yansıyan görüntümü sevimli bulunca, yanağımı sıkıp kendimim benim diyerek hızlı hareketlerle ve araya sıkıştırtığım dans figürleriyle birlikte giyiniyorum. Ceketimi ve çantamı alıp atıyorum kendimi sokağa.
İçimde fokurdaya enerjimle sivri yokuştan aşağıya doğru inerken, zıplasam başım gökyüzündeki pamuk yumaklarına değecek kadar hafif ve özgür hissediyorum kendimi. Kışlanın önünden geçerken çam ağaçlarını selamlayıp, müzenin önüne gelince de, adımlarımı yavaşlatıp yerdeki siyah taşlarda çizgi varmış gibi zıplıyarak yoluma devam ediyorum. Kuş cıvıltıları eşliğinde kordona geliyorum. yürüyüş yolu bu sabah her zamankinden daha kalabalık. Kulağımda denizimin fısıltılı gülüşüyle şöyle bir turlayıp boş bulduğum bir banka oturuyorum.
Gözlerimi hafifçe kapatıp ciğerlerime iyot kokusunu armağan edince, o anda bütün görüntüler silinip, bütün sesler sessizliğe açılan kapıdan süzülüp yok oluyorlar.
Hafif yumuşacık bir sesle doluyor kulağım. Sözlerini anlamıyorum, belki de o anda sözlerinin anlamına takılıp kaçırmak istemiyorum ezginin ritmini.
Denizin sesi denizin sesiyle özdeş içli bir kadın sesi ve rüzgarın hafif dokunuşlu elleriyle hop oturup hop kalkıyor küçük bir kız çocuğu yüreği.

Eve dönerken aynı yolu kullanmıyorum.
Halil Rıfat paşa caddesinden geçip yolumu biraz uzatarak yürüyorum.
Her zamanki gibi sarı kamış ilkokulu tabelasının yazılarını sanki yeni bir şey keşfetme merakıyla okuyup sınıfımın açık pencerelerine özlemle bakarak geliyorum eve. Mutfağa girip xl bardağımı suyla doldurup birde türk kahvesi hazırlıyorum, kahvenin dumanıyla yayılan koku ziyan olmasın diye koklayarak odama çıkıp terasa geçiyorum.
Terasın demirlerine dokunan güneş sıcacık bir gülüş gibi karşılıyor beni.
Ben de bu sıcak karşılamaya kayıtsız kalmayıp başımla selamlıyorum ufukta sessizce kayıp giden sıcağını.

Zeytin ağacının altında hafif rüzgarla savrulan eteğiyle salınıyor. Pamuk beyazı bileğinde ışıldayan gümüş bileziğiyle, ince uzun parmakları ağacın dallarını seviyormuşçasına özenle zeytinleri toplayıp yanında duran sepete bırakıp tekrar uzanıyor dallara. Simsiyah saçları belinden aşağıya doğru uzanmış, sırtına aldığı siyah bir şal gibi.
Yanı başında olduğum halde beni görmüyor. Bir türkü mırıldanıyor yumuşacık sesiyle, sözlerini yakalamaya çalışıyorum olmuyor. Kendimi öyle bir kaptırmışım ki sesinin kokusunun tazeliğine... Kıpırtısızım sanki kıpırdasam yanıbaşımdan sessizce akıp gidecek bir nehir misali. Yüzüne bakıyorum, o kadar tanıdık ki, yüzündeki her çizgiye yüzlerce defa bakıp dokunmuşum gibi içimi huzurla dolduruyor.
Bir ara elimi kaldırıp hafifçe eteğinden tutmak ve sonrada bana vereceği en ufak tepkiyle, bacaklarına sarılmak istiyorum, ama beni görmüyor bile.
Rüzgar bir uğultuyla birlikte eteklerini kabartıp yüzüme doğru savurunca bende kollarımı açıp sarılmak için bir adım atıyorum. Teredütle attığım o adımla birlikte gri bir boşluk kulaklarımı zonklatacak bir gürültü ve su kabarcıklarıyla genzim yanarak çırpınıyorum, çırpınıyorum ama ne attığım çığlık nede el kol hareketlerim düşüncemden öteye gitmiyor. Hıçkırıklar içinde sıçrıyorum yerimden. Terasta bir ürpertiyle açıyorum gözlerimi, fincanım yarım kalan kahveyle saçılıyor yerlere, fincanın etrafa dağılan parçalarına basmamaya özen göstererek teras demirlerine yaslıyorum kendimi. Neydi bu yaban duygu kim o kadın? kendini tekrar ettiren bu sorular havada uçuşuyorlarken, sessizce gidip yatağıma sokuluyorum ve yorgun zihnimi suya atılmış bir taş gibi boşluğa bırakıyorum.
Ayak parmaklarım da kelebek dokunuşu hafifliğinde bir sıcaklık hissettim. Bedenimi hafifçe toplayıp tekrara ileriye doğru uzatırken, bütün bacak kaslarımı harekete geçirerek ittim ve bu arada derin bir soluk aldım. Gözlerimi hiç aömadan ayak parmaklarımdaki ürpertiyle ayaklarımı tekrar hareket ettirip perdenin aralık kısmından yatağa sızan güneş ışığının sıcaklığını tekrar buldum. İşte buradaydı sıcacıktı ve benim için doğmuştu. Ayak parmaklarımdan bedenime doğru yayılan sıcaklık bir sevgi dalgası gibiydi ve yüz kaslarıma kadar ulaşıp yanaklarımı gerip göz cevremde bir hareketlilik oluşturmuştu. Bu hareketliliğin adının mutluluk olduğunu biliyordum. Babamın sabah kahvesi diye fırlıyorum yataktan kapıyı açıp aşağıya mutfağa kulak kabartıyorum, hiç ses yok. Hemen yavaşça merdivenin korkuluklarının üzerine oturup keyifle kayıyorum aşağıya doğru.


5. BÖLÜM
Ertesi gün, sonsuz bir boşluk ve öldüresiye bir sessizliğe, usulca sızdı güneş.
Uyumadım. Uyusam, uyandığım da olcay' ın yokluğuna çarpacaktı bedenim.
Saat 5.45 olmuştu, sade bir kahve yaptım kendime ve bahçeye çıktım. Olcay'ın bahçesine, bahar sarhoşuydu bahçe coşmuştu.
Akasya iğde kayısı ve erik ağaçlarının çiçekleri; güler kasımpatılar hepsi alabildiğine ışıldıyordu. Olcay'ın parmak izlerini ve sıcaklığını taşıyordu bahçedeki bütün bitkiler.
gözlerimi kapatıp derin bir soluk aldım. Bu sabah her yer Olcay kokuyordu.
Hafifçe öptüm, kırmızı gülün tomurcuğunun kadife yumuşaklığını. Olcay çok yapardı bu hareketi, bayılırdı bahçenin bu haline ve bahar mevsimine.
Zarif parmaklarıyla Deniz'e dokunur gibi dokunurdu bahçedeki her bir ağaca çiçeğe.
Güneş bahçede titrek bir gölge gibi hafifçe kayarken,yukarı çıkıp tıraş oldum.
Siyah takım elbisemi giydim. saçlarımı ellerimle düzeltip birazdan toplanacak kalabalığa karışma gücünü bulabilmek için, bir kahve daha içtim. Evin içinde silik bir gölge gibi dolaşıyordum.
Ayaklarım beni yatak odamıza götürdü. İçimde bir ürpertiyle yorganı kaldırıp hafifçe
yatağın içine süzüldüm. Yüzüm duvara dönüktü, göz kapaklarımı ben yönetmiyordum sanki. Duvarın kırık beyaz rengi parlak bir ışık gibi gözlerimi kamaştırıp acı bir yanma hissi veriyordu.
Kapı açıldı ve Olcay'dan önce kokusu geldi. Karım benim arım benim. Yatağın içinde üzerine güneş açmış kardan adam gibi çözülüp gevşedim.
Kulak kabarttım topuk tıkırtısı na, bir, iki,üç adım attı yorganı hafifçe kaldırıp, zarif bedeniyle yanıma sokuldu.
Sıcacıktı karnı bacakları, kollarını belimden kaydırarak sırtımdan sarıldı. Kafasını sırtıma yapıştırıp derin bir soluk aldı. Yüzün de bir tebessüm izi vardı.
Sırtım dönüktü ama yüzünü sırtıma yapıştırdığında anladım. Ezbere bildiğim yüz hatlarının gerildiğini ve tebessümle dolduğunu.
Biraz sonra doğrulup, kelebek kanatları hafifliğindeki dudaklarının sıcaklıyla omuzum dan öptü ve odanın içinde yankılanan topuk tıkırtısıyla gitti..
Hala yüzüm duvarda gözlerim açık aniden sıçradım.
Güneş tepeye tırmanırken büyük bir kalabalıkla birlikte Olcay'ı sevgiyle bağlı olduğu tanrısına ve toprağa emanet ederken, kimseye fark ettirmeden kalbimi göğüs kafesimden tırnaklarımla parçalayarak çıkartıp, Olcay'ın bedeniyle birlikte toprağa bıraktım.
Olcay'ım bundan sonra gündüzü ve geceyi yağmuru ve güneşi, Rüzgarın kıpırtısını ve toprağın can verdiği canlıları, İyimser gülüşleriyle karşılayıp ki gülüşüyle her defasında bedenim de ince sarsıntılar yaratan kadınımın, kokusunu bırakacağı kara parçasına sarılıp sesli çığlıklar da sessizce boğuluyorum.

6.BÖLÜM
VEDA
Kordona geldiğimde nefes nefese kalmıştım ne söyleyeceğim nasıl söyleyeceğim konusunda hiç bir fikrim yoktu.
Sinan her zaman ki gibi benden önce gelmiş denizi seyrediyordu. Yaklaşıp ensesinden öpmek geçti içimden, bu fikirle birlikte dizlerim titredi orada yığılıp kalacağımı düşündüm. Sinan'ı aradığım zaman konuşmak istediğimi söyleyip cevabını beklemeden yarım saat sonra kordonda diyerek kapatmıştım telefonu. Kafamda biriktirdiğim cümleleri buraya gelirken kendimle getirdiğimi sanıyordum yanılmışım. Yaklaşıp titreyen sesimle merhaba dedim. Ayağa kalkıp elimş tuttu ve merhaba canım diyerek yanağımdan öptü.
O bana canım demese her şey daha kolay olacaktı. Sessizce yanına sokulup oturmak ve öylece saatlerce kalmak istedim, buna rağmen biraz mesafeli oturdum. Bir anlık sessizlikten sonra
-Gidiyorum dedim. Buz gibi bir ses tonuyla ki sesimin soğuk ve duygusuz tınısını ben bile hissettim. Dönüp yüzüme baktı. Güneşin de etkisiyle su yeşili gözleri iyice koyulaşmıştı.Bu gözlerle bana baktığı gibi başkasına bakıyormuydu acaba?
Bir an bencilce ellerimle kapatmak istedim gözlerini. Evden giyinip kuşanıp geldiğim zırhı delmesi an meselesiydi. Gayri ihtiyari -nereye gidiyorsun diye sordu. sanki gözlerini gözlerimin içine kiiltlemişti. Ben hiç bir zaman bu kadar direk bakamazdım gözlerine, yine öyle yaptım.
Bende tam olarak bilmiyorum bu şehre ve kendime yabancılaşmaya başladım. Bazen nefes bile alamıyorum. Babamdan sonra bu şehrin içi boşaltıldı sanki. Hayatımdaki her şey alt üst oldu toparlayamıyorum. Her şey anlamsız gibi, gibisi de fazla aslında. Soluk almadan konuşuyordum, bir şey söylemesine izin verirsem konuşmamın devamını getiremyeceğimi biliyordum.
Tepkisiz ve ifadesiz dinliyordu beni.
Bu şehri ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun başka bir şehirde nasıl yaşanır bilmiyorum ben, gerçekten bilmiyorum, şu anda sadece içimdeki sese kulak veriyorum. Bu duyguyu daha önce yaşamadım. İçimde kaynağı belli olmayan bir cesaretle yola çıkıyorum.
Gitmeden seni görmek istedim.

Kezban Güçlü
Kayıt Tarihi : 25.7.2016 13:31:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Kezban Güçlü