Onur BİLGE
Oda sigara dumanı içinde kalmıştı. Kapıyı pencereyi açarak havalandırdık. Duygu çay getirdi bize. Dede, son derece duygulanmıştı. Kesif bir keder içindeydi. O gün ona daha fazla eziyet etmek istemedim. Yere yayılan eşyaları birer birer kaydedip, yerine koydum. Zaten vakit hayli geç olmuştu. İstemeye istemeye onlardan ayrılacağım sırada dede elime bir tomar kâğıt tutuşturdu.
“Semiray! Bunlara bak! İşine yarayanlardan faydalanabilirsin.” dedi. Kulaklarıma inanamadım!
“Sahi mi dedeciğim! Teşekkür ederim! Ne kadar sevindim, anlatamam!..” diyerek, elini öptüm.
Elimdekilerin ne olduğunu henüz bilmiyordum. Şiirler miydi, mektuplar mıydı, çeşitli notlar mıydı? Sandıktan çıkarıldıklarına göre konuyla alakalı bir şeylerdi. Yararlanabileceğim bir şeyler…
Eve kadar zor sabrettim. Kendimi kapıdan içeriye atar atmaz odama geçtim. Hemen kâğıt tomarının ipini çözdüm, ruloyu açtıktan sonra tersine sararak düzelmesini sağlamaya çalıştım. Pek istediğim gibi olmadı ama kıvrılıp durmayacaktı da artık.
Çeşitli kâğıtlara, bazıları özenle bazıları alelusul yazılmış yazılar, notlar, şiirler, mektuplar, güzel sözler… Çok yorgun ve açtım. Çay, iyice midemin kazınmasına sebep olmuştu. Onları, ağız tadıyla okumak istiyordum. Üstü nar gibi kızarmış bir porsiyon kaymaklı tel kadayıf gibi yemek sonrasına bıraktım.
O küçük odada ne kadar da üşümüşüm! Yürürken biraz ısınmıştım ama ellerim ve yüzüm serin rüzgâra maruz kalmıştı. İçeriye geçip harlı harlı yanan demir döküm kömür sobasının harareti yüzüme vurunca ona doğru ilerledim. Ellerimi uzatıp ısıtırken mutlu bir şekilde tebessüm etmeye başladığımı fark ettim. İnsanın evinden rahat hiçbir yer yokmuş! Bunu bir kez daha anladım. Öncelikle ayakkabılarından kurtuluyorsun. Sonra soyunup dökünüp rahatlıyorsun, Eğri doğru oturabiliyor, yatıp yayılabiliyorsun. Canının istediğini, kim ne diyecek diye düşünmeden yapabiliyorsun. En güzeli, en güzeli, pencereden karşı evin penceresine bakabiliyorsun! Bu sonuncusu, benim için özel bir durum ve tarifi imkânsız bir sevinç kaynağı, doğal olarak.
Yemekten sonra onları okumaya ve konularına göre ayırmaya başladım. Okuma ve ayrıştırma işi tamamlanınca, dedenin anlattıklarını kaydetmekte olduğum deftere bölüm bölüm ilave etmeye koyuldum. Bunlardan ilki:
“Dalgasını geçmişti, yani kısaca, mavi gözlü kız bizimle. Islak martı, alay etmişti bizimle! Ne cesaret, yüzmeye kalkmıştı ki aşk denizinde!
Artık ne yeri belliydi, ne izi… Enikonu ölüye saymıştı kalbimizi. Aklınca, teselli ağacı etmişti bizi, kullanmıştı gölgemizi. Hoyratça kullanmıştı maddi manevi bizi. Gemimizi daha limandan çıkmadan yakmıştı, hiç utanmadan harcamıştı sevgimizi!
Biliyordum, o kâğıttan bir yelkenliydi. Engin denizlerde yüzemezdi. O sular, ona göre değildi. İlk dalgalara bile dayanamaz, örselenir, açılır, parçalanır, dağılır giderdi!
Kıyılarıma perişan bir halde vurması yakındı. O zamana kadar sağlam kalır, erimez, dağılmazsa şayet.
Nasıl olsa gelecekti, gittiği gibi biliyordum! Büyük bir şaşkınlık, pişmanlık ve hüsranla dönecekti geriye. Adım gibi emindim bunun böyle olacağından. Belki göremeyecektim, ilk döndüğü o köşeyi yine dönüşünü ama mutlaka görecektim kapımdan süklüm püklüm girişini. “Sen sık dişini oğlum! Sık dişini! Bekle ve gör, kâğıttan kayığın geri gelişini…” diyordum, kendi kendime.
Yine de gönlüm razı değildi. Temenni etmiyordum hiç, öyle olmasını. Her şeye rağmen mutsuz olmasını dilemiyordum. Silemiyordum aklımdan adını, anılarımızı. Kalbimden çıkarıp atamıyordum zehirli aşkını. “Bari o mutlu olsun, ben olamasam da… Kiminle olursa olsun, huzura kavuşsun!” diyordum içimden ama ne yazık ki benim dilememle olmuyordu! Her şey olacağına varıyordu. Bir senaryo yazılmıştı. Aynen oynanıyordu.
Olay iki kişilikti… Nerden bakarsan bak, olacak gibi olmayan bir evlilikti! Fakat anlatamazsın ki! Bir kere dikmiş burnunu bizimki! Burnunun dikine gidecekti! Gidecekti gitmesine de eninde sonunda bin kere bin pişman geri gelecekti.
Küsecek miydim ona? Yüzüne bakmayacak mıydım? Sitem mi edecektim yoksa içten içe? Belli belirsiz sezdirerek? Ezdirerek gönlümü onu mu eğleyecektim? Ne diyecektim geldiğinde?
Sevinecektim ya yine de gördüğüm için, zor da olsa gülümseyecektim muhakkak. “Geldin ya! Gerisi mühim değil!” mi diyecektim? “Zararın neresinden dönülürse dönülsün, yine de kârdır! Belki de beraberliğin ömrü bu kadardır.” diyerek teselli mi edecektim?
Mahzun mahcup bakacaktı gözlerime, yüreği titreyerek, dayanamayacaktım! Belki de onunla birlikte ağlayacaktım. Bir kez daha kullanacaktı duygularımı, muhtemelen. Bir kez daha ezip geçecekti üzerimden ve ben bir kez daha örselenecektim. “Yüreciğim, metin ol! Güçlü ol, olabildiğince! O geldiğinde yine kıyametler kopacak senin içinde! Ey garip gönlüm! Hazırlan bir daha incinmeye, kırılmaya, parçalanmaya hazır ol! Öyle bir fırtına bora bekliyor ki seni, ilkinden bin beter!..” diyerek hayal ediyordum dönüşünü.
“Yeter kalbim, yeter! Deli gibi atmaktan vazgeç artık! Her şey bitimlidir. Bu olay da bir yerde biter. Vazgeç o derin maviden! Kendine, kendin gibi bir yar seç.” diye teselli etmeye çalışıyordum kendimi.
Ne güzel olurdu onunla yaşamak! El ele yürümek isterdim, caddelerde sokaklarda onunla. Birbirimize yakışsak da yakışmasak da… Yine de can cana tutuşuyorduk, el ele tutuşamasak da… Yanıp tutuşuyordum, onun gibi uçuşamasam da! Fakat diyemiyordum aşkımı, yakıştıramıyordum kendimi ona. Zavallı vaziyetine düşmek istemiyordum.
Düşündüm taşındım, günlerce gecelerce kafa yordum, işin içinden bir türlü çıkamıyordum!
Enim boyum, yüksekliğim belliydi benim. Kenarda köşede kalmış yalnız, yaşlı ve cılız bir ağaçtım nihayetinde. Nihayetinde ben de gelene geçene muhtaçtım. Dükkâna müşteri gelmese, açıktaydım, çıplaktım, açtım! Yine de açtım kollarımı ona, dallarımda salladım. Bağrımda barındırdım, yüreğimde ısıttım.
Yapraklarımın arasında sakladım. Yasakladım yabancı bakışları. Başka kuş uçurtmadım etrafında. Gönlümün en üst kademesinde muhafaza ettim. Resmettim beynime, hayranlıkla seyrettim. Belleğime işledim, arşivime fişledim. Afişledim dükkânımın duvarlarına, kapılarına, camlarına… Ne yazık ki yalnızca aldanışım kaldı bana.
Şubatın ortasında dallanışım, yapraklanışım, zamansız çiçek açıışım, karakışın sonunda… Sonunda olacağı belliydi, bütün bunların! Kabahat onun değildi aslında, tamamen benim… Bendim yıllar öncesi doğan, yaşlanan… Yaşlandığını unutarak dallanmaya kalkışan…
Şimdi bende kalan anılar silinmez ki! Yılların nereye sürükleyeceği bilinmez ki! Yüzüm kırış kırış, alnımda bilmem kaç çizgi… Gözlerim çukuruna kaçmış, feleğini şaşmış!
Hiç yaşlanmayacağım sanırdım eskiden. Yüzüm hep güzelleşecek, hep genç kalacağım… Yaşlılık çok uzaklardaydı, havsalamda. Mutlaka hayatın sonuna doğru vardı, doğru, vardı, olacaktı ama… Ne kadar da çabuk geçiverdi yıllar! Takvimlerde emanetmiş seneler. Yaprak yaprak kopup maziye serpiliverdiler. Bana yorgun ve çökmüş bir beden, beyaz saçlarla sakallar verdiler.
Yıllar, aşkı getirdiler bana. Sevmeyi getirdiler. Sevilmek nasıldır, ne kadardır, bilemem. Sevilsem de sevilmesem de unutulmayı getirdiler. Unutulmayı, herkesle bir tutulmayı… Unutulmayı, kalın hatıra defterleri arasında unutulan, tozan güller gibi… Kanayan, dağılan al gelincikler gibi yarası hiç kapanmayan, hep kanayan… Bahtı kara, kalbi yara… Yıllar yılı hep kanadım. Sayfalara işledi kanım! Ben de uçmak istedim. Çalıştım çabaladım, başaramadım. Çünkü kırıktı kolum kanadım! Bir türlü olmadı, olamadı muradım!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 0466
Kayıt Tarihi : 1.11.2017 07:18:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!