0404 - KUL OLMAk Şiiri - Onur Bilge

0404 - KUL OLMAk

Onur BİLGE

Beşikçiler yokuşunu çıkarken dayanamadım, elimdeki simitlerden birisinden bir parça kopardım, başladım yemeye… Solumdan arabalar gelip geçiyordu, sağımda Kültür park ve stadyum… Ben yükseldikçe ve uzaklaştıkça küçülüyorlar, küçülüyorlardı… Bu kadarcık bir uzaklaşma ve yükselmeyle bu denli fark ediyorsa, şu koskaca dediğimiz dünya uzaktan nasıldı ki acaba?

Dünyanın bin misli büyüklüğündeki hayat kaynağı bile küçücük bir top, bir tabak kadarsa… Dünyanın durumu ona oranla bile ne kadar acınası! .. Ya Samanyolu içindeki hali? Yürekler acısı! .. Yani Bursa’da ne kadar taş toprak varsa havalansa, savrulsa belki ancak öyle hayal edilebilir o galaksi… Dünya onun içinde bir zerre, bir toz tanesi… Devasa gezegenlerin arasında mavi bir bilye bile değil… Nerde? Ara ki bulasın! Göz falan seçemez herhalde…

Ya şu dünya denilen yerde ben neyim? Nokta bile değilim. Dört milyardan biri… Kendisini var zanneden, hiç yok olmayacağını sanan, Var ile var gibi görünen, gölgeden ibaret biri… Ne kadar da aciz, güçsüz, dayanıksız ve kırılganım! Bu yaşta, kısa ve az meyilli bir yokuşta bile zorlanıyorum, nefes alış verişim değişiyor.

Monotonlaşmış bir hayatı, el arı düşman gayreti, sürükleyip götürmekteyim. Her sabah aynı işleri yapmak üzere uyanmakta, gün boyu o işlerde yorulmakta, akşamüstleri böyle yorgun argın eve dönmekte, akşamlarımı aynı yeknesaklıkla yaşamakta, her gece aynı uykulara yatmaktayım.

Çalışmakta ve okumakta olduğum okullarla Virane ve ev arasında köşe kapmaca oynamaktayım. Hayatın çarkına takıldığım, çevremdekilerle kaynaştığım, bu gidiş gelişlerin bir kısır döngüden başka bir şey olmadığının farkına varmadığım zamanlarda bu oyunu oynamak sıkıntı vermiyor bana ama yalnız kaldığım ve kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda, hele akşam alacasında, bu kahreden tekdüzelik içinde mahvoluyorum! Hele kış günlerinde mübarek yüzünü zaten bir sabah bir akşamüstü birazcık gösteren, Uludağ’ın arkasında oyalanıp gün boyu zatını özleten sultan, sanki çok çalışmış, yorulmuş da uyumaya istirahate çekiliyormuş gibi umursamaz bir edayla aheste aheste çekip gitmiyor mu en çok ona kızıyorum!

Akşam olunca, hani eve dönüyorum da kapıya dokuz kere vuruyorum ya… Hani annem deli oluyor da: “Neden o kadar çok çalıyorsun kapıyı? Bir iki kere tıklat yeter! Her seferinde yüreğim ağzıma geliyor! ..” falan diyor ya… Ben de Besmelenin hece sayısı… Aslında Besmele çekiyorum.” diyorum, o zaman da: “İyi! Tamam! Madem öyle…” diyor, yatışıveriyor ve hatta memnun bile oluyor ya… Bu olay bile her gün aynı şekilde tekerrür etmekte… İçeriden yemek kokuları gelmekte… Üst baş değiştirilmesi, el yüz yıkanması… Sonra bir masa başında yemek ve hasbihal…

Bu hal böyle sürüp gitmekte… Televizyon bildiği gibi çalmakta… Hep içimde bir heyecan, bende bir telaş… Günlük plan yapacağım, özet çıkacağım, ders notlarını gözden geçireceğim… Ertesi gün ne giyeceksem onları hazırlayacağım… Bütün bunları yaparken ara ara aklımı istemli istemsiz düşünceler işgal edecek… Ya ben ne zaman fırsat bulup da kulluk edeceğim?

Biliyorum, evren tümüyle yalan… Ben de yalanım tüm faniler gibi… Var olan ve hep var olacak olan sadece Allah, O’nun dışında ne varsa hayal, yalan, düş…

Zaman zaman çok güçlü bir manevi hava içinde oluyorum. Mükemmel bir Müslüman olma gayretiyle bunca meşgalenin arasında ibadete yer açıyorum. Sürekli öyle olmak istiyorum ama bu hengâme içinde dinginliğe kavuşamıyorum. Ne elimde Musa’nın âsâsı ne de İbrahim’in baltası var! Hele bir de şu aşk denen tatlı bela var ki Nemrut’un beynine musallat olan sivrisinek misali yeyip bitiriyor beynimi! Ya nefis denen illete ne demeli? Onu frenlemek kolay mı! .. Ona hâkim olmadıkça şeytana avukatlık etmek kalıyor bana. Neler istiyor nefsim benden neler neler… Yokluğa sabrettirmiyor, varlığa şükrettirmiyor. Her dilediğini ver de ver! Bir türlü sonu gelmiyor.

Küçük bir altın kolye gördüm vitrinde… Benim olsun istedim. İçeriye girip satın aldım, ince bir altın zincirle birlikte… Şöyle küçücük, kalp şeklinde… Yanına bir de minik boncuk koydum. Bir hafta bile takamadım! Herhalde zincirinin halkalarından birine saçımın bir teli takıldı, ne zincir kaldı ne de ucundakiler… Haberim bile olmadı!

Böyle giderse, bu zamana kadar yaptığım ibadet namına ne varsa yok ettirecek o canavar nefis bende! Dişini damarıma geçirmeye görsün! .. İşte oradan tüm kanımı emip yok edecek, boş bir çuval gibi yığılıp kalacağım!

Ne kadar hızla geçiyor akıldan düşünceler! Çoktan içeriye girmişim, her zamanki yaptıklarımı yapıp bitirmişim de masaya oturmak üzere sandalyemi çekiyorum. Babam her zamanki yerine kurulmuş bile… Zavallı annem de benden farklı bir durumda değil… Her gün o da aynı işleri yapıyor, üstelik bize hizmet ediyor. Fakat o benim gibi değil. Babam da öyle değil… Onlar hayatın dev dalgaları içinde ibadet gemilerini yüzdürmeyi, ufuklara gidip gelmeyi muntazaman başarabiliyorlar. Dediklerine göre onlar da başlangıçta benim yaşadığım sıkıntıları yaşamışlar, günün birinde kulluk görevlerini rayına oturtmayı becermişler ve artık o şekilde bu zamana kadar getirmişler.

Öncelikle bir karar almak lazım, biliyorum. Uhrevi işlerin önemini göz önüne alarak, dünya işlerinin önüne geçirmek… Eskiden öyleymiş mesela… Misafir bile gelse, namaz vakti girdiyse, öncelik namaza verilirmiş.

Ara ara televizyondan gelen cümleler, düşüncelerimi başka taraflara çekip götürüyor. Kısa konuşmalar bölüyor, tekrar kaldığım yere gidip devam ediyorum. Beni huzursuz eden boşluğu nasıl dolduracağımı biliyorum. O konuyu beynimde yoğurup duruyorum.

Maneviyatı ne kadar güçlü bir milletmişiz! Ne yüce bir ırk… Uygarlıkta dünyanın en yüksek noktasında... Bilimde zirvede… Bize ne oldu da böyle miskinleştik? Neydik ne olduk, nerelerden nerelere geldik! .. Allah beterinden korusun! .. Adı modern yaşamsa aman aman şurda dursun! ...

Babamın bir kulağı haberlerde, bir gözü ekranda… Bense düşüncelere dalmışım. Spikerin sesini işitiyorum ama ne dediğine kulak vermiyorum. İçimde bir huzursuzluk kaç saattir! Virane’ye de sığamadım, parka da… Şimdi de eve sığamıyorum! Arada yorum yapıyor dinlediklerine babam. O da Osmanlıdan bahsediyor, Kıbrıs olayları dillendirildikçe:

“Dört koldan yayılıyorduk ne güzel! Doğudan batıya, kuzeyden güneye fethetmeye başlamıştık dünyayı! Şimdi zevk ve safa içinde yaşayan bir millet haline geldik. O şanlı seferlerle yeryüzünü tir tir titretirdik, bir zamanlar! Haritalar değiştirir, tarihler yazardık zaferlerle! Yer kürenin romanını biz yazardık! Şiir eder, marş eder söylerdik! O reklâmı yapılan radyolar çalmaya başladığında bülbüller bile susarmış ya… İşte öyleydi o zamanlar… Biz konuşmaya başladık mı bütün dünya susardı! ..” gibi bir şeyler söylüyor ortaya… Spikerle mi konuşuyor kendi kendine mi? Bize mi hitap ediyor yoksa? Biz tam anlamıyla var olamıyorduk ki! Annem içeri dışarı gidip geliyordu, benim de aklımdan neler neler geçiyordu… Ayıp oluyordu olmasına da yarısını anlıyor, yarısını anlamıyor, dinliyormuş gibi yapıyorduk. Ne yapalım yani?

Ben kendi geleceğimin derdine düşmüşüm! Burayı iyi kötü hallediyorum da orayı ne yapacağım? Akıl almaz sonsuzluk içinde sonlu olsam keşke, ölsem de bitse her şey! Kurtulsam! .. Ne sorgu ne sual! Oh! İş falan da yok arttık! Hiçbir şey yok! Aman ne güzel! .. Ne âlâ memleket!

Keşke öyle hiç olmak olsa! Topraktan toprağa… Bitkiler gibi… Hiç dokunmasalar hiçliğime! Tekrar var olmasam! O zaman ne bir kederim olur ne de bir tasam… Her şey istediğim gibi… Tastamam!

Azrail zaman sayıyor. Mikail dünya yayıyor… İsrafil, sûr elinde bekliyor… Ben her geçen gün, sonuma bir gün daha yaklaşıyorum… Her an… An be an…

Hayatta bir oluş bir hareket… Spiker neler neler anlatıyor… Duymak istemesem de algılıyorum ara ara… Şurada şu kaza, burada bu felaket… Bir de siyaset… Şu şunu demiş bu bunu demiş… O da buna bunu demiş… Haberler bitiyor, reklamlar başlıyor. Yemek de bitiyor ama düşüncelerim bitmiyor. Haberlerin bitmesiyle olayların bitmediği gibi…

İki taraf var… Yaratan ve yaratılanlar… Yaratılanların içindeki bilinçli ve sorumlu varlıklar… Biz insanlar… Bir Allah var bir de kullar… Uluhiyet tam anlamıyla yerinde durmakta ama kulluk sallantıda…

İnsanlar ve cinler, kulluk etsinler diye yaratılmış. Ne savaşsınlar diye, ne topraklara doymaz gözlerini dünyayı yutmaya diksinler diye ne de yalnız ama yalnız dünya için çalışsınlar diye… Âşık olsunlar diye de değildir mutlaka ama her şeysiz olur, olur da aşksız olmaz, olamaz! O zaman yaşamanın tadı kaçar! Bir anlamı kalmaz! ..

Masada boş tabaklar, televizyonda reklamlar, Ankara’da siyaset, Kıbrıs’ta karmaşa… Yunanistan çıldırmış, Türkiye zafer şenlikleri yapmakta, sevinç çığlıkları atmakta! ..

Ben battıkça batmaktayım! Kulluktan sınıfta kalmış, rızadan mahrum… Ben ne işe yararım? Güya var bilirim kendimi insanlar arasında… Güya kul bilirim, pul kadar değerim yok kendi gözümde bile…

Kâinattı düşünüyorum… Dünyayı… Sonlu ve sorumlu varlığımı… Hiç olacak evreni… Evrende nokta gölgesi gibi duran, hatta o kadar da yer tutamayan dünyayı… Bunca gelip geçmiş insan arasında ben diye birini…

Ben… Hem hiçim evrende hem evreni içermekteyim! Tek sözcük var vazgeçemediğim… Ayın, Şın, Kaf… Aşk… Mecazisini bildim bileceğim kadar! Şimdi de gerçek aşkı yakalamalıyım!

Yaratan ve yaratılan… Allah ve kul… Her an sağanak sağanak inmekte olan kesintisiz nimetler, yasaklananlar ve emredilenler… Bir Yüceler Yücesi ve çok sayıda hiç…

Ne evren ne galaksiler, yıldızlar… Ne melek ne insan ne cin… Uçsuz bucaksız hiçlik… Yok olduğunu bilmek… Yok olmak…

Hiçliğin içinde hiç olmak ya da Varlık’ta... Ne kadar zor, insan yaratılmış olmak! ..

Ne kadar güzel bir şey, ne büyük bir şeref, insan olarak yaratılmak! Yaratılanların en şereflisi… Meleklerden bile… Meleklerin kendisine secde ettirildiği… Allah’ın halifesi…

Ne güzel ve ne zor şey insan olmak! O yükümlülüğü taşımak… Fakat benim âsâm yok, nefsimin ürettiği yılanları yutacak… Putum çok, baltam yok! Ne zor şey kul olmak!

Kul olmak kül olmak! ..

***

Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 404

Onur Bilge
Kayıt Tarihi : 27.2.2007 21:45:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Onur Bilge