(âlem-i sagîr'in hâkîkate ve âşka ric'ât edişi, bu kuyruklu dervişlerin yaşadıkları sevgiyi örnek almaları ile mümkün olacaktır.../ bu âmentü; aklın ötesinden, yüreğin derinindendir! ..)
KURBAN BAYRAMI
değerli dost,
bayramlar istisna günlerdir.
güzel günlerdir.
insanlar güzellikleri paylaşabiliyorlarsa,
ben de bu günü paylaşmak için
bayramdan saymadığım bu günleri
bu şiirin sana çıkan yolculuğuna sarmalayıp
yola çıkıyorum
ve bu satırları bir “istisna” olarak karalıyorum.
yalnızca bayramlara mahsus bir istisna
küçük bir nostalji sadece…
bu günlerde binlerce can gidecek,
ırmaklar misali kanlar akacak,
kuzuların gözyaşları akacak analarının ardından çağıl çağıl
gözyaşları ve masum kuzucukların acıları büyüyecek
sabah ezanlarında…
insanlar ise mutlu olacaklar,
ya da öyle olduklarını sanacaklar…
ben de senin hep mutlu olmanı istiyorum.
boşver…
kesilsin kurbanlar!
Gürkal Gençay
23.Haziran.1991
Adana
(''Yarınları Tüketmek Dünden'' isimli kitaptan / Örtülü Yayınları-1999)
******************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...
http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html
İşbu Şiir Şairinin Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 474661125218
******************************************************************************
(Sayfa: 39)
Gürkal GençayKayıt Tarihi : 10.6.2006 22:04:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Doğada bir yaşam sürüyor... Kusursuz bir sistem ile devam ediyor... Doğanın bu yaşam üretgeçini “Ekoloji” olarak bilimsel bir başlık altında anlamaya/ tanımaya çalışıyor insanoğlu... Aslında kendini tanımaya çalışıyor... Doğanın bu kusursuz işlevine insan dışındaki tüm canlılar katkı sağlıyorlar... Aklımıza gelen gelmeyen bütün türleriyle doğanın yaşam üretmesine katkı sağlıyorlar... Ekosistem; Flora (Bitki varlığı) – Fauna (Hayvan varlığı) ve Bitkisel/ Hayvansal Mikroorganizmalar olmak üzere üç temel unsur ile varlığını sürdürüyor... Bu dinamikler gerek kendileriyle, gerek cansız dinamiklerle etkileşim göstererek bir programı sistematize ediyorlar... Ve bu mekanizmanın içinde ise İnsan yok... İnanın bana, gerçekten yok... İnsan dışındaki tüm canlılar varoluşlarındaki doğal özellikler/ donanımlar ile hatta hatta bokları, püsürükleri, salya-sümükleriyle bile düzeneğe katkı sağlamaktalar... Ölüleri bile işe yarıyor gariplerin; dirileri kadar... Bu anlamda İnsanın doğaya hiçbir katkısı da yok... Sömürgenliklerinden başka... Zararlarından başka... İnsanın doğaya katkı sunabileceği tek şey var... Zekâsı... Yani bu yeteneğini kullanarak onu korumak/ gözetmek ve sonraki nesilleri bu bilinçle yetiştirmek... Doğaya karşı bir savaşım göstereceğine, doğaya paralel yaşayabilmek... Aksine doğanın kurallarına karşı kendi yasalarını dayatmaya çalışan İnsanoğlu sisteme kanserojen bir olgu gibi, hastalıklı hücreler gibi yayılıyor... Ve doğa; varettiği bu tek hatasını hüzünlü bir gülümseme ile izliyor... Çünkü, yine büyük bir yanılsama ile dillendirdiğimiz “Doğa Sorunu – Çevre Sorunu” gibi söylemlerin aksine bunun “İnsanın Sorunu” olduğunu biliyor doğa... Doğadaki bütün ağaçlar yok olduğunda, doğa varlığını ağaçsız olarak sürdürecektir... Bundan kuşkunuz olmasın... Farklı bir biçimlenmeyle kendini sürdürecektir... Ama oksijen ihtiyacının %90’a yakın bir bölümünü bitkiler aracılığı ile sağlayan insanoğlu akciğer solunumuyla yaşayan diğer hayvanlar gibi bu varlığını yalnızca 45 dakika sürdürebilecektir... (Bu veri “Çevreci” Prof. Orhan Kural’ın tüm dünya üniversitelerinden topladığı ve televizyonlar aracılığı ile topluma açıkladığı kaynaklardandır.) Bunu hayvanlar için de düşünebiliriz... Onların hepsini yok edebiliriz... Yok sayabiliriz... Ama, ortaya çıkabilecek sorunsalı göğüsleyebilir miyiz? “asla...” İşte bunu düşünemiyoruz... Deve kuşları gibiyiz... Başımız hep kuma gömülü yaşıyoruz... -GG- ''Doğa sustuğu zaman insan konuşur...'' -Jan Jack Rousseau- ************************************************************************************ YILDA KURBAN BİR OLUR, BEN HERGÜN KURBANIM SANA Kurban sözcüğünün “yakın olmak” anlamındaki “kurb”dan türediği söylenir. Dini bir terim olarak kurban Tanrı’ya yaklaşmak amacıyla belli günlerde kesilen hayvana verilen addır. Bilirsiniz, İbrahim Peygamber Tanrı’ya “Eğer bir oğlum olursa onu senin yoluna kurban ederim” diye yakarır. Sonra da dünyaya gelen oğlunu Hakk yoluna kurban etmek ister. Bunun üzerine Cebrail tarafından bir koç indirilir ve çocuk kurban olmaktan kurtulur. Yine de merak ederim “kurban” sözünün sevgi, saygı, hayranlık anlamlarını da taşıdığı Türkçe’den bir başka dil var mı acaba? Belki canından geçmeye hazır olduğu bildiren bir anlamı da olduğundan, İstiklal marşımızdan aşk türkülerine bir aşk belirtme, bir yalvarma olarak yer alır “kurban olma”. Bu deyimin çok anlamlılığı başka dillerde var mı deyişim, “kurban” fiilinin çok eski ve hemen bütün dinlerde var olan bir kavram oluşundan. Kurban dünyanın pek çok yerinde ve pek çok inançta bulunan bir ibadet. Eski Yunan ve Roma toplumlarında da, daha basit örgütlenmiş toplumlarda örneğin Kızılderili kabileleri, Japonya’daki Ainu klanlarında da törensel kurban belli başlı uygulamalardan. Ancak kurban edilen hayvanların türü ve cinsinde farklılıklar var. Her zaman da hayvan kurban edilmiyor. Japonların eski doğa dini Şintoizm’de doğa tanrılarına ve ölülere sunulan kurban ve adaklar pirinç de olabilirmiş, hayvan da... Ancak hayvanı keserek kurban etme anlayışı pek yokmuş. Eski Çin’de kurban en büyük tanrı T’ien ya da Şang-ti’ye, yaşamı kontrol ettiğine inanılan tanrısal varlıklara ve ölen atalara kurban olarak ev hayvanları, hububat, çeşitli yiyecekler, mayalandırılmış içki, ipek sunulurmuş. Bazen de yaşlı ve işe yaramaz beygir. Tarihin ilk çağlarında insan kurbanı da yaygındır. İbrahim Peygamber ile oğlu söylencesini tekrarlamaya gerek yok... İbrahim’in Tanrı’sına ilk oğlunu/en sevdiğini kurban etmeye kalkışının çok tanrılı dinler döneminden kaldığını söyleyen bilimciler var. Çocuk kurbanı da sadece İbrahim Peygamber’e özgü değilmiş. İbrahim’in ulusunun komşu olduğu Kenan toplumu ve onlarla akraba olan Kartacalıların (yani Batı’da yerleşmiş Fenikelilerin) çocuk kurban etmelerinin yaygınlığı Kartaca’daki arkeolojik kazılarla da kanıtlanmış. 1921’de, Kartaca mezarlığında yapılan kazılarda, yanmış çocuk iskeletleri bulunmuş. Buradaki dikilitaşlardan birinin üzerinde de, kucağında çocuk taşıyan bir rahip görüntüsü varmış. Eski Güney Amerika’daki toplumlarda da yapılan kitlesel insan kurban etme törenleri ile ilgili kanıtlar varmış... Tarihten bugüne kurban Biliyorsunuz İbrahim Peygamber tek Tanrılı dinlerin ortak atasıdır. İsa’dan 1263 yıl önce yaşadığı sanılır. Tanrı’nın bir sembol (put) yerine gözle görülmez, dokunulamaz bir güç oluşu, inançlarda nasıl önemli bir aşama ise Tanrıya insan yerine bir başka canlının kurban edilişi de yine önemli bir dönemeçtir... Bir de İbrahim Peygamber’in Tanrıya hangi oğlunu sunduğu konusu da var. Karısı Sara’dan olan oğlu İsak’ı mı, cariyesi Hacer’den doğan oğlu İsmail’i mi? Müslümanlar İsmail’de, Museviler İsak’ta ısrar ediyorlar... Hıristiyanlar, İsa’nın çarmıha gerilişini bir kurban olma eylemi saydıklarından onun eti yerine kutsanmış ekmek, kanı yerine şarabı paylaşıp günahlarından sıyrılıyorlar. Kurban sunma geleneği, dinsel kaynaklara göre ilk peygamber Hazreti Adem’in oğulları Habil ile Kabil dönemine kadar uzanıyor. Habil hayvancılık, Kabil de çiftlikle uğraşıyormuş. Kabil toprağın ürününden, Habil de sürünün ilk doğanlarından bir bölümünü Tanrılarına sunmuşlar. İslam kaynaklarına göre Habil ve Kabil kurbanlarını sunağa koyduktan sonra gökten gelen bir ateşin Habil’in kurbanını, kabul edildiğini göstermek için, yakıp yok etmiş. Bu anlatı kurbanın yakılmasının başlangıcı belki. İbrahim döneminde de kurban sunakta yakılıyor... (İç yağına sarılıp yakıldığı için, Museviler hâlâ iç yağı yemez.) Yani kurban başlangıçta eti yensin diye kesilmiyor İbrahim’le kurban edeceği oğlunu gösteren Musevi temsili resimlerinde de sunakta yanan bir ateş görülür. İbranice’de “kurban yakma yeri” anlamına gelen bir sözcük var: “Tofet”. Kartaca’da yanık çocuk iskeletlerinin bulunduğu mezarlığa da “tofet” adını vermişler. Kurbanın Tanrı’ya sunumunun kaç yüzyılda değişime uğrayıp İslam’daki halini bulduğunu bilmiyoruz. Ama İbrahim Peygamber’in oğlunu kurban edeceği sırada gökten koç inmesine benzer bir olayı Antik Yunan söylencelerinde bulmak şaşırtıcı değil mi? (Hemen söyleyeyim İbrahim Peygamber daha eski) Truva savaşına gidecek Agamemnon’a, gemisinin yelken açabileceği bir rüzgarın esmesi için kızı İphigenienia’yı, Tanrıça Artemis’e kurban edilmesi bildirilir. Genç kız kurban edilmek üzereyken, tanrıça onun yerine dişi bir geyik koyarak onu tapınağına kaçırır. Bir başka söylencedeyse iki çocuğu üvey anaları İo’nun elinden gökten inen altın postlu kutsal bir koç kaçırır. Sonradan kurban edilen bu koçun postu bir başka söylence konusudur. Asgari ücretle kurban olur mu? İslam inancında, Hicretin ikinci yılından beri kurban kesilmektedir. Türkiye’de kurbanın kanının ve kullanılmayacak iç organlarının bir çukura gömülmesi, kurban etinin üçe taksim edilip bir bölümünün fakirlere, bir bölümünün akraba ve dostlara dağıtılması bir bölümünün de ev halkıyla yenilmesi tavsiye edilir. Ev halkı kalabalıksa kurbanının evde tüketilmesi de uzmanlarca hoş görülür. (Gerçi çocukluğumda bu tür davranan aile pek olmaz, “Allah için kurban, küp için kavurma” diye kınanırdı) Benim aklıma böyle sorular pek gelmez, geçenlerde “asgari ücretlilere kurban kesmek gerekir mi? ” sorusunun bir profesöre sorulduğunu gördüm. Yanıt şöyle: “Kurban Bayramı günlerinde, borç harç dışında, eldeki para miktarı 85 gram altının tutarını geçiyorsa kurban kesilir. Seksen beş (85) gramın altındaki altına da zekât düşmez. Bu miktarı geçerse kırkta bir oranında zekâtı vardır.” (Kurban Hakkında Akla Gelen Her Soruya Cevap, Prof. Dr. Raşit Küçük, Haber 7) Altın fiyatları için hiç fikrim olmadığından araştırdım, 24 ayar altının gramı 30 lira falan. 85 gram altın 2 bin 550 lira civarında. Asgari ücret bir yana, galiba belli bir azınlığın dışında kimsenin kurban kesmesi gerekmiyor. Zekat ha keza. (Sayın hükümet, TBMM falan acaba biz emeklilere ya da çalışan çoluk çoğumuza kurban kesebileceğimiz paranın verilmesi için gerekli bir yasayı çıkartır mı? Zaten yoksulluk sınırı kaç liraydı?) ‘Yahu! Bir külbastı yapın’ Neyse bir zamanların Kurban telaşını biraz gülümseyerek yaşamak için Ahmet Rasim ustamıza bir göz atmak gerekli. Eski... Çok eski İstanbul’un iki üç katlı ahşap konaklarının ya da evlerinden birinin bahçe katındaki mutfağındayız. Ev halkı kalabalık. Ayrıca evin çalışanları da var. Bahçede kurban için çukur kazılacak, koçun gözleri gülsuyuna batırılmış tülbentle bağlanacak, öd ağacı yakılacak. Ağaca çengel asılacak. Bir telaş... Bir telaş: - Peştamal nerde? Tülbent getirin, öd ağacı yakın, gül suyu serpin. - Çengeli tak! Çukuru kaz! Bıçaklar hani ya? Masad! Masad! Verin masadı! - Çocuklar, mutfağa bakın! - Ayol! Küçük hanım! - Dadı! Teyze! Anne! Satır nerde? - Ay şaşırdım! İlahi kör ol kedi! Yiyemez ol! - Şimdi ha! Baksana Ahmet Ağa! Şu oğlana böbreği çıkarıver! Ahçı kadın! Büyük tencere ne cehenneme gitti? - Hu! Efendi kahve istiyor. - Hah işte sırası! Aman! ... Tütününden kahvesinden bıktım. İşte biliyor, işimiz var. İspirto yanında! Aman erkekler! ... - Anne! - Ne var? ... Ay çıldıracağım! ... - (Biraz küçüğü) Anne! - Hasbinallah! Ne var? - (Biraz daha küçüğü) Anne! - Aman yarabbi! Mübarek günde yarabbi! ... - (Biraz daha küçüğü) Anne! - (Gırtlağının var kuvvetiyle) Annesiz kalın! ... - Aman! ... Teyze! Sen de! - (Yukarıdan kalın bir ses :) Yahu! Bir külbastı yapın. - İşte böyledir! ... İş arasında iş! ... (Kapı çalınır) - Kim o? - Biz. (Kapı açılır.) - Selam ettiler. (Beze sarılı bir parça) - Anne! Kırmızı perdeli hanımların... (Yine kapı çalınır) - Selam ettiler. (Keza.) - Anne muhasebecilerinki... (Yine kapı çalınır. Bu kez “etten kurbandan” diyen bir dilenci sesi) (Büyükhanım eller dizinde :) - Bizim Durmuş ne cehennemde? Hasan nerde? Ayol, yollasanız a! Bana bak o budu Tarandil’e ayırın! O gelir alır. Benimkinin budunu Hocaefendi’ye götürsünler. - (Yukarıdan kalın bir ses :) Yahular! Bir parça kavurma yok mu? - Anne görüyor musun? Hiç dili duruyor mu? Aman Allah! ... (İnce bir bağırtı :) - Aman! ... Elim! ... Aman! ... - Ne oldu oğlan? ... - Aman hanım nine! ... Acıyor... Yandı... - Oh olsun! Acelen ne? Patladın mı? Sahana alsınlar da ondan sonra yiyeydin... (Çat kapı, yayık bir ses :) - Kimse olmasın! - Anne! Misafir geldi... - Alın yukarıya! O kemikleri ayır... İşkembeleri beriye çek... Hu! Kadın, o budu, tatlılı yahni gibi kır... O inceleri sarmısaklı yapmalı. - Aman hanım nine! Sen bari sus! Çıldıracağım... - A! Kız şaşırdı! ... (Satır yavaş yavaş işlemeye başlar, çat çatlar ziyadeleşir, koyun yüzülüp kesilir, parçalanır... Külbastının dumanı ortalıkta tüter.) Kolesterole dikkat! Kurban Bayramı’nda birçok sağlık uzmanı, etlerin yumuşaması, ve sağlıkla tüketilebilmesi için en az iki gün bekletilmesi gerektiğini söyleyecek. Eğer elinizde et varsa nasılsa bu tür öğütleri dinlemeyeceksiniz. Ama taze etin, sert olduğu için çabuk pişmeyeceğini hatırlatayım. Peki et yıkanır mı? Geleneğe uyarsanız ya da kurbanı kendiniz kesmişseniz, temiz bir şekilde ayırmışsanız yıkamanıza gerek yok. En önemlisi şunu unutmayın, koyun eti oldukça yağlıdır, sindirilmesi de zordur. Mide, kalp damar, kolesterol sorunu olanlar (ve parası olmayanlar) et tüketirken özellikle dikkatli olmalı. Evinizin bereketi eksilmesin. Sennur Sezer - Evrensel Gazetesi