02-) Yarınları Tüketmek Dünden / ...

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

02-) Yarınları Tüketmek Dünden / Biyografi

(Anılması güzel olan bir söz olmaya bak. Çünkü insan, kendisi hakkında söylenilen { güzel ya da çirkin } sözlerden ibarettir... ''Mevlana'')

téşrin-î sâni kâmer'inin on bir'inde doğdu;
anasının sarıldığı memesini,
ninniyi sevdi.

kız kardeşi oldu;
gökkuşağını,
toprak saksıda çiçeği
ve ona konan kelebeği sevdi.

Aksaray’da ilkokul;
manavın kızı Filiz’i sevdi.

Kocamustafapaşa’da ortaokul
Vefa lisesi’nde yatılı okul;
siyah rengi,
ışığı sevdi, gölgeyi sevdi.

yaşanmadan, bir çırpıda geçip giden çocukluk yılları,
sancılı büyümeler,
bütün renklerden, kırık oyuncakların
üstü üstüne yığıldığı çamaşır sepetini sevdi,
sade gazozu, karamelayı sevdi.

Nuruosmaniye’de küçük bir matbaada çıraklık,
Gedikpaşa’da ayakkabıcı kalfalığı;
makinelerin gürültüsünü,
tulumu sevdi,
avuçlardaki nasırı sevdi.

Küçükçekmece’de gençliğe geçiş,
Merter’de tutkulu seneler;
papatyaları ve Naile’yi sevdi,
sonbaharı sevdi, yağmuru sevdi.

Hatay Dörtyol’da acemi birliği
Isparta’da usta birliği;
vuslatı sevdi, sılayı sevdi,
annesini gördüğü rüyaları sevdi.

Kuledibi’nde esnaflık denemeleri;
günün erken saatlerini,
Yahudi kadınlarını,
alın terini, emeği sevdi.

Manisa, İzmir, Afyon, Eskişehir, Antalya, Side,
Manavgat, Burdur, Eğridir gibi birçok kent gezmeleri;
bakır tasta ayranı, esmer ekmeği,
türküyü sevdi,
dilili çekmeyi, halayı sevdi.

Adana’da yeni bir yaşam
çınarın toprağı yırtan kökleri;
umudu sevdi, doğayı sevdi,
yaşama hakkını savunan havarı sevdi.

Memuriyete geçiş süreci;
beyaz güvercinleri,
takvim yapraklarını
şalgam suyu, aşlama ve turunçu sevdi.

Urfa’ya sürgün;
ve Malatya’ya
ve Antep’e sürgün,
yılları sevdi,
saçının beyaz telini
şiiri sevdi, destanı, ağıtı, Harran’ı sevdi,
sevgiden dem vuran yazıyı sevdi.

doğduğu yer, doyduğu yer
İstanbul’a dönüş;
özlemi sevdi, sabırı sevdi,
Arnavut kaldırımlarını, sokak lambalarını
Sarıyer’de böreği, Emirgan’da çayı
Tarlabaşı’nda fahişeyi sevdi.

ağacı sevdi, yaprağı, çiçeği sevdi
börtü-böceği, kurdu kuşu, hayvanları sevdi.

hayvanları sevdi ayırmaksızın, insanı, çocuğu
ezgini, zayıfı, güçsüzü sevdi
bir hayvan gibi uçsuz bucaksız
karşılıksız, ölümüne sevdayla.

Gürkal Gençay
27.Mart.1998
Deniz Köşkleri - İstanbul

* Özgür Kocaeli Gazetesi - Ruşen Hakkı/ Günce - 21. Eylül. 2008


(''Yarınları Tüketmek Dünden'' isimli kitaptan / Örtülü Yayınları-1999)
******************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...

http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html

İşbu Şiir Şairinin Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 474666125336
******************************************************************************

(Sayfa: 36 / 37 / 38)

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 10.6.2006 22:11:00
Hikayesi:


* Yaşam, (artık her ne demekse o) geçmişte, (yani gençlik yıllarımın başlarında) şiir, yazın adına yola çıktığımız arkadaşlarla aynı kulvarda birlikte koşma okazyonunu tanımıştı bana.../ Bu iyi bi şey miydi, yoksa değil miydi; bilmiyorum ve (aramızda kalsın) kendime de bunun sonucunu şimdilerde merak etmemeyi öğretiyorum… / He... O zamanlar, İstiklâl caddesi'ndeki pidecilere, Gedikpaşa’daki (bir merdiven altında, kıç kadar bir yer olan) köfteciye (bu arada, naneyle pişirilen ve formülü adeta kokakolanın formülü misali, bir sır gibi saklanan kuru fasulyesi de harikaydı bu ufak mekânın) birlikte gider, minibüse, trene beraber biner, yazıp ettiğimiz şeyleri herkesten önce birbirimize gösterirdik…/ Güvenirdik birbirimize… Öyle, üstünde durmaya bile değmeyecek ufak tefek farklılıklar yok muydu aramızda? Elbette ki vardı. Ben şimdi olduğu gibi o zaman da komünisttim; onlar bu mevzularla alâkalı değillerdi. Ben şimdi olduğu gibi (artık adına salaklık mı denir, romantiklik mi; bilmiyorum ama) o zaman da bir kuru lokmayı bile sevdiğimden ayrı yiyemezdim; kimileri gizliden gizliden lüpletirdi. Ben şu anda olduğu gibi o dem’de de sabahlara kadar inekler, kılı kırk yarar, diyare olmuş döt gibi harala gürele yazıp çizmek, yani 'sürümden kazanmak' yerine, edebiyat adına içime sinebilecek bir şeyler yazabilmek için didinir dururdum; onların ekseriyeti ise cukkalarını doldurmayı düşünürdü. Ben vicdanıma kabul ettiremeyeceğim şeylere “n’ayır” derdim, onların çoğu bu sözcüğüm manasını dahi bilmezdi. Henüz (yaşam) serüveni(mi) n başındaydım, paraya ve şansımın yanımda olmasına, yapabileceğimi düşündüğüm şeyler için bana fırsat tanınmasına herkes kadar benim de gereksinimim vardı, ve fakat gene de altın tepsiler içinde sunulan (ama içime sindiremediğim ya da vicdanımı acıtacak) fırsatları(!) geri çevirebilecek (melâmi dervişi misali) kanaatkârlığımı her nasılsa beraberimde getirmiştim…/ Kaldı ki sülalemin içinde bu memleketin (siyasetçi, teknokrat, bürokrat, asker, gazeteci vb.) önemli noktalarında görev ifa eden insanlar olduğu gibi; hakkım olmayanı almama hasletime en çarpıcı verebileceğim örnek; annem ve babamdı…/ Annemin medya dünyası içinde yer alan bir insan olması, babamın bu ülkenin saygın yayınevlerinden birinin sahibi tanınmış bir yazar olması beni kışkırtmadı hiçbir zaman kolaycılığa ve pragmatik davranmaya… O dönemler (ve hatta hatta şimdi bile) reddettiğim fırsatlara diğer çocuklar gözlerini bile kırpmadan çivileme atladılar. Zaman geldi birbirlerini ispiyonladılar, gün oldu birbirlerinin sırtında sopa kırdılar, gün oldu, birbirlerinin paralarının üstüne yattılar, her hamlede birbirleriyle dalaşıp bin parçaya bölündüler, her ayrışmada (çalıştıkları ya da yazı yazdıkları) gazetelerin, dergilerin tirajı daha da azaldı, ama onlardaki köşeyi dönme hırsı buna mukabil hiç azalmadı. Birbirleri arasındaki bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu bile onların nazarında satış temelli istatistiklere yansıyacak ölçüde bir kıymet-i harbiye taşıdı hep. Lâkin mahviyetkâr okuyucu, aradaki bu nüansı hiç görmedi, hepimiz aynı terazide tartıldık. Ve seneler geçip gitti, kimimiz daha da yoksullaşırken, kimilerimiz ikbal basamaklarını sekizer onar tırmanıp ev, araba, arsa, tarla, yazlık, kışlık sahibi oldular. Peki, yetenek miydi bu öykünün ana bileşeni? Elbette ki değil! ... Faaliyetkârlık mıydı? Hayır! .. Şans mıydı o hâlde? Asla! .. Neydi o zaman peki? Hepimiz 'yazar' ya da 'şair' ya da 'edebiyatçı' hatta sanatın diğer alanlarını da dâhil edersek müzisyen, ressam, heykeltıraş vb. gibi ulamsal tanımlar altında aynı tarz elemanlar olarak bilinip, tanımlansak da, kimilerimiz (çok azımız) için bir varoluş ve gerçeği arayış problemi olan yazma-çizme işi, kimileri (yani pek çoğu) için de müreffeh bir hayata revan olan ehven bir sıçrama tahtasıydı. Sapla samanı birbirinden ayırmaktan aciz aldatılabilir çoğunluk için elân dahi hiçbir kıymet barındırmayan derinlik ve erdem arayışı, kimin varsıl kimin yoksul olacağını daha o günden şaşmaz bir katiyetle belirliyordu. Basitleşmeyi, sıradanlaşmayı, ali’nin külâhını veli’ye fırsatçılığını, çelmelemeyi, fücuru, tezgâhtarlığı içine sindirebilene de 'sanatçı' dedi bu okuryazar necip(!) zümre, sindiremeyene de. Sanılmasın ki sanat tarihi 'en mükemmellerin' tarihidir; hayır, geleceğin sanat tarihçileri bugünün yazılı (gazete-dergilerin) ve görsel arşivlerin külliyatını referans alıp, en medyatik olanlara 'en mükemmel' etiketini yapıştıracak…/ Bu böyle biline… Şatafatlı bir albüm ya da hiçbir masraftan kaçılmayarak necip ve de seçici(!) halkım okusun diye hazırlanmış (özellikle de) cicili-bicili cildi olan bir kitap bastırmak için kimlerin karşısında ne tür şaklabanlıklar yapmak ve hangi entel barlara takılıp, hangi yüksek(!) piyasalarda kimlerle büzükdeşlik yapmak gerektiği acı hakikatini es geçip, en baba kuşe kâğıtlara basılmış, içinde boktan boktan şiirlerin, yazıların olduğu 'ulûfe' kitaplara bakıp, bugünün sanat tarihini yazacak yarının koçyiğit muharrirleri. 'Tarih aldatılamaz' lafzı sıkı bir geyiktir; gerçek şu ki, tarih, geçmişin martavallarının bugün ve bugünün palavralarının yarın onaylanmasından başka bi’bok değildir. Hep bir şeyi (içimi kemirircesine) anlamayı ve öğrenmeyi isteyip dururum; acaba bu zamana değin kaç adam gibi şair ve de yazar // ve sanat adına, içinde bulunduğu gezegene yabancılaşan kaç pırıltılı insan // ve filhakika geleceğin (hangi sanat dalında iştigal ettiği önemli değil; herhangi biri olabilir) sanat dehası olmaya namzet kaç cevheri, daha yolun başında iken basiretsiz yayımcılar, dogmatik tarihçiler, vizyonsuz ve haset meslektaşlar, ezberci münevverler ve elifi görse mertek zanneden ve siyahla beyazı birbirinden ayıramayan kuru kalabalık yüzünden henüz yolun başında ışk’ını- ışığını içine gömdü? Gene merak edip dururum; nasıl olur da (kendini insan olarak tanımlayan) bir insan haksızlığa karşı çıkmak şöyle dursun, çıkarlarına halel gelmesin diye ve yahut da (o kıytırık aklıyla kâr diye hesap ettiği şeylerin) zarara/ ziyana uğramaması için, ya da (her ne ise o) başka başka sebeplerle yalana, gizli kapaklı alicengiz oyunlarına ve de adaletsizliğe tepkisiz kalır? Hakikatlerin tebliğ edeni olmak gibi bir misyon ile yükümlüyken, beş para etmeyen ve (dandik dandik / içi boş ve de mantık hatalarıyla dolu, çelişkili) maksatlı şiirler ve yazılar döktüren şuara ve müelliflerin; çıkar odaklarına yamandıkları için hakikati saptıran yorumcunun; kamunun sağduyusunun sivri dilli temsilcisi olma görevinden imtina edip, yalnızca kitap, dergi, yayınevi ve de plaza patronlarının talimatlarıyla ya da angaje olduğu şu ya da bu cemaatin klişeleriyle 'vaziyeti idare eden' yazarın/ şairin; kendisine teveccüh gösteren seçmenin reylerine ihanet eden politikacının; vazifesini savsaklayan amme görevlisinin; halkın vicdanını kâr-zarar hesaplarına tahvil eden (adı) aydının paçasına asılmayan her birey, şikâyet edermiş gibi göründüğü bu boktan işlerin/ işleyişin suç ortağıdır. Eğer; işsiz-güçsüz kalmak, ötelenmek/ örselenmek pahasına medya aristokratlarını hicveden şair ya da yazar ile, // tavşan boku gibi akmayan, kokmayan, suya sabuna dokunmayan, çıkarlarına göre düşünen ve ona koşut davranan 'köşe' yazarını aynı kefeye koyan ve de ol “hayır ve şer meleklerini aynı kasları içinde” değerlendirenlerdenseniz; sizden bir istirhamım var: Lütfen, gerek yazdığım şeylerin altına yazdıklarınız aracılığıyla, gerek vicahi, gerek şifahi, bana yaptığınız tüm iltifatları geri alın. İdare-î maslahatçılarla aynı 'elit' kategoride anılmaktansa, esasında çok da hak etmediğim ve ortaklaşa budalalığın, ahmaklığın aleni bir tezahürü gibi yakama yapışmış olan 'boktan herif' sıfatını tercih ederim. Sualler suallere gebe. Müstebit ve despotları ve de lafebesi dalkavukları ayakta tutan nedir? Teslimiyet. Muhatara. Suç ortaklığı. Ve elbette; kendine ve başkalarına karşı takınılan (ve artık karakteristik organları haline gelmiş olan) riyakâr bir tutum. Benim 'boktanlığım' belki de sizlerin kendinizle yüzleşmekten kaçınma halinizin diğer adıdır. Yalana-dolana ve de sahtekârlığa karşı alenen, yürekli ve içtenlikli bir tepki koymadığınız ve 'ben kesin-kes yalan söylemeyeceğim ve ne kadar küçük olursa olsun, ne kendime ne de diğer insanlara (doğaya/hayata) karşı asla desise yapmayacağım ' diyemediğiniz sürece, sizden daha mahir yalancılar ve hilekârlar tarafından keklenmekten kurtulamayacaksınız. O, boyalı basın ürünü dediğiniz şeylere (gastelere) her allahın günü avuç avuç para ödeyip içinde ele gelir, dişe dokunur bir şeyler arayıp da bulmaya çalışan sizsiniz. O, reklâm pastası hesapları ve promosyon kokan yazıları temcit pilâvı gibi tekrarlayıp önünüze koyan, yazarlığın aczi içindeki kifayetsiz muhterisleri yazar yerine koyup, embesil şairlerin osur osur ipe diz saçmalıklarını mailden maile forwardlayan, panonuza iğneleyen, defterinize yapıştıran da siz... Okuduğunuz yazılar, şiirler, güldüğünüz espriler, onayladığınız içtenliksiz 'sanatsal' duruşlar, sizin kutrunuzu ele veriyor. Ne olur, (yalvarırım) sakın ola ki yanılıp-yunulup bu furyada beni de beğenmeyin. Tillâhi de istemem; Üstelik, inanın hicap duyarım. Beni o listeden silin. Yaşam tüm heyecanı ve coşkusuyla ışık ve harmoni içinde içimden akıp giderken bunu sizinle üleşemiyorsam, bu kayıp benden çok sizin kaybınız. Uzun zamandır bir şeyler yazma adına elime kalem almıyorum. Şiir, öykü, makale vs. vs. yazmanın insana kazandırdığı bir çok şey vardır elbet…/ Bu işi profesyonel olarak yapanlara maddi getiri, zevk için yapanlara farklı bir manevi dünyanın açılan kapıları gibi…/ Bu noktada bi’halt yazmamamın bana hangi açılardan zararı olmuştur diye bir hesabım olmadı ama ne kazandığımı biliyorum: İç huzuru. Şiir/yazı yazmadığım son iki yıl süresince sigara ve stres kaynaklı göğüs kafesimi kuşatan o ağrı da yakamı bıraktı…/ Yazı yazmadığım zaman sigara da içmiyorum buna paralel olarak… Ve zorlanmadan nefes alabiliyorum artık... İnanın, tüm o göz nuru, // uyumadan sabahları bulma, // göğüs ağrıları, // o kitapların, üzeri kargacık burgacık (unutmayayım diye hızla yazdığım için çoğunu bir daha okuyamadığım) yazılarla dolu, not aldığım (ne yazdığımı çözerken de adeta doğum sancıları çektiğim) müsvedde kâğıtları, gazete kupürlerinin bulunduğu dosyalar, // çoğu kez (içimin geçip) üzerine kapanıp uyuyup kaldığım masalara dayanmalar, bir başınalıklar, argınlıklar, ertelenmiş randevular, kaçırılan sinema filmleri, boş vakitler ve okumayı arzu ederek bin bir heyecanla kitapçıdan aldığım ve bir türlü okunamayan (giderek biriken) kitaplar, o nezrolmuş hayat, sizinle bir şeyler paylaşabilmek içindi. Değil mi ki genetik rastlantılar bu kâinattaki sonsuz ışığın bir zerresini de benim ellerime bir mükellefiyet olarak tutuşturmuştu, vediayı çoğaltarak gerçek sahibine, yani hayata ve size geri yansıtmalıydım. Lâkin anladım ki, herkese ait olanı hiç bir karşılık beklemeden ve üzerine koyarak yine herkese iade etmek için bile tüketim toplumunun kaidelerine göre davranmak, yarışmak, belden aşağıya vurmak, 'konu neydi? ' diye soran sekreterlere meram anlatmayı içine sindirebilmek, basit bir öykü bile yazamayacak editöre roman, bir film çekemeyecek sponsora senaryo, bir güfte yazamayacak, beste yapamayacak ve o kapı gıcırtısı gibi sesiyle şarkı söyleyemeyecek prodüktöre şarkı beğendirmek ve iki kelimeyi bir araya getiremeyen, türkçeyi/ dilbilgisini daha adam gibi kullanmaktan aciz ortalıkta şairim diye cirit atan kibirinden dübürü görünmeyenlere şiir sunmak, // 'sanatçı'dan sayılabilmek için ilk adım olarak pazarlamacılık imtihanından geçmek gerekiyormuş. Eh, o vakit ben kırılgan çocuk irisinden günah gitti arkadaşlar; yaşamın manasını, her şeyin üzerine barkod yapıştırıldığı ve satıldığı yerlerde arayanlarla yolum kesişmeyecekmiş gibi görünüyor. Parayla pulla hiç işim olmadı; yediğim iki lokma, giydiğim çul-çaput…/ Laf ola beri gele tarzında söylenmiş bir şey değil bu; gerçekten…/ Sökük gömlek, tabanı delik pabuç giyerim…/ Beni tanıyanlar bilirler… İki – üç yıl önce (daktilom arızalandığı ve tamir parası da benim daktilomdan fazla tuttuğu için) elimde avcumda olan birkaç kuruşla (taksitle) bir bilgisayar aldım ve yazılarımı insanlarla paylaşmaya başladım. Başta da belirttim ya, yaşama olan borcumu ödemeye gayret ediyorum. Bilenler biliyor, gönülden/yürekten bir tebessüm dışında hiçbir beklentimin olmadığını. Buna rağmen yine de birileri çıkıp (yazılarımın yayımlandığı mekânlarda) 'onun sayfasını/ şiirlerini tıklamayın, menfaati zedelensin' gibi yorumlar yapacak. Başka birileri bu kendi içime çekilme ve yalnızlığın bile bir 'satış taktiği' olduğunu söyleyecek. Başka birileri 'ukalâ', 'kendini beğenmiş', 'egosantrik' gibi tanımlar yakıştıracak. Ki; ben yayımladığım şiirleri yorumlanmaya, puanlamaya ve her türlü iletişime olabildiğince kapalı tutmaya ve yazdıklarımı salt okunması mantığı ile arzetmeğe çalışırım.../ Zira bilirim ki; insanlar belli bir doyumdan sonra o şiiri değil, şiire yapılan yorumu okumak için açmaktadırlar o sayfayı ve orada görülen okunma sayısı da böylelikle (doğal olarak) gerçekçiliğinden uzaklaşmış olur.../ Benim bu tür komplekslerden uzak olduğum yıllardır bilinir... // Amma ve lâkin! .. Ne kadar feryat edersem edeyim, biliyorum ki, çığlığım sevgisizlik ve hoyratlık dağını aşamayacak. 'Benden bu kadar' diyerek, (yıllar önce) yazı yazdığım gerek siyasi fraksiyon gazete ve dergilerini ve (teyzemin vesile olup da hasbelkader girdiğim) plaza medyasını terk ettiğim şu son birkaç yılda bir tek anlayışlı yorum, bir tek içten rica bile beni o göğüs ağrılarıma geri döndürebilirdi. Neyse ki olmadı. Sağolun doslar, arkadaşlar, okurlar ve özellikle beni sevmeyenler; sağlığımı ve mutluluğumu sizin bu “üç maymun” hallerinize borçluyum. ____________________________________________________________________________________________________________________ D E R V İ Ş Derviş oldum gönül gönül dolaştım Balık oldum deryalara ulaştım Kurumasın diye kavga fidanı Canım alıp canan ile bölüştüm. Günlerim gecelerim Dost adını hecelerim Günlerim hey gecelerim Biter bir gün acılarım hey! Derviş olan kavga kucağındadır Kan bulaşan tenin sıcağındadır Yürek zorlu yolculuklara gebe On beşinde sevdalık çağındadır. Yüreğim alıp kavgaya yürüdüm Yürüdüm dağların doruğuna eriştim Kurumasın diye sevda fidanı Öfkem alıp yüreklerde bölüştüm... —Grup Yorum— http://video.google.com/videoplay? docid=-7608690722615573736#

Gürkal Gençay