01-) Yarınları Tüketmek Dünden / Şikâye ...

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

01-) Yarınları Tüketmek Dünden / Şikâyet (Önsöz)

HAYVAN DOSTLARI (Bu ne şizofrenik çelişki dostlar?)

'Bir toplumun medeniyet seviyesi hayvanlarına gösterdiği davranış ve ilgileriyle orantılıdır.' sözünü çok doğru buluyorum.”

Yazıya bu çerçevede girmiş olmam kimseyi yanıltmasın sakın…/ Üzülürüm sonra.
Konuyu yalnızca bu ülkede yaşayan hayvanlarla ve onların yaşadıktan acılarla lokalize etmek gibi (derinliksiz- eksensiz) bir niyetim yok.
Ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel yapısını ve o yapıyı oluşturan dinamikleri sistemin ne şekilde etkilediğini eleştirel açıdan yazıya alarak anlatmak istiyorum.
Eleştirel; evet… Ve her zamanki gibi…
'Zaten parlatıcı yazıyı gerektirecek pek bir şey de görünmüyor aslında.'

Bu ülkenin özürlüleri, üçüncü cinsleri, etnik ve kültürel farklılıkları olan insanları gibi, hayvanları da sistemin çarpıklığından nasibini (menfi olarak) almaktadırlar. Demokrasinin ve yaşam haklarının kâmil anlamda yaşandığı gelişmiş ülkelerde insanların, hayvanların ve onları barındıran doğanın yaşam hakları 'hukuksal' düzenlemeler ile sistematiğe bağlanmış ve yasalarla koruma altına alınmıştır. Demokrasi, anlam ve mantığı itibarı ile (bir kişi bile olsa) azınlığın haklarının ve hukukunun oluşturulduğu ve korunduğu istemdir. Sınıfsal farklılıkların, alt ve üst kimlik hesaplarının yapılmadığının ve hukukunun oluşturulduğu ve korunduğu sistemdir. Sınıfsal farklılıkların, alt ve üst kimlik hesaplarının yapılmadığı bu sistemin çalıştırılmasında resmi kanatın olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin katılımı 'bir fantezi değil, gerekliliktir.'
Türkiye'de, bu konuda gözle görülür gelişme ve faaliyetler var. Şimdilik bi’boka yaramasalar da, hiçbir şey yapılmamasından evlâdır tabii ki bu durum… Olumsuz giden birçok şeye karşın, az da olsa bu tür kıpırdanmalar tünelin ucundaki cılız ışık misali umutlarımızın yeşermesini sağlıyor.
Amma ve lâkin, bu kıpırdanmalar ya da minik gelişmeler (ne yazık ki) yalnızca tabanda gerçekleşmekte ve istenildiği nitelikte volüm oluşturamamakta. Ve bu konuya gönül vermiş insanların bireysel çabaları ile ve de derneklerin içinde (eğer varsa) birkaç iyi insanın, bir kaç müspet faaliyeti ile sınırlı kalıp bu çizginin dışına olumlu olarak çıkamamakta. 'Bu anlamda sağlıklı ve etkin bir sivil toplum örgütlenmesi bizde henüz yok maalesef.

Bugün; hayvanlarımızı gerçek anlamda koruyacak ne bir yasamız, ne de onları hak - hukuk ve kanunlar ile destekleyecek bakanlık düzeyinde bir kurumumuz maalesef mevcut değil.
—“Denizlerden sorumlu” Denizcilik Bakanlığı;
—“Ağaçlardan sorumlu” Orman Bakanlığı;
—“Tarım alanlarından sorumlu” Tarım Bakanlığı örnekleri gibi, hayvanlarımızı gerçek anlamda koruyacak bir 'Hayvan Bakanlığı'nın ve doğru dürüst bir 'Hayvan hakları koruma kanunu'nun oluşturulması ivedilik kazanmaktadır.
Biliyorsunuz; bu işlerin yapılması için birçok bakan 'nafile' gelip gittiler. Geldiler; hepsi de götlerini- göbeklerini büyütüp büyütüp gittiler.
Demek ki bazı şeylerin olması için yalnızca 'Bakan' olmak yetmiyor. 'Gören' olmak gerekiyor!
Evet, baktığını gören bir 'Bakan' gerekiyor.
Bizimkiler “çevre” denildiğinde ya arkadaş çevrelerini, ya da aile efratlarını anladılar…
Kimlerin üstüne alınacağını bilmiyorum. Ama isteyen istediğince üzerine alınabilir. (Şeyimde değil; // “umurumda! ..”)
'Sayın bakan, pılınızı pırtınızı toplayıp oradan gitmelisiniz! '. Zira öylesine izole bir ortamda yaşıyorsunuz ki, giderek beyinleriniz ilkelleşiyor. Ve bu durum sinirden tüylerimizi diken diken ediyor…
Ha; bu arada, milletvekili - bakan falan demeden eleştiriyorum da, şunu belirtmeden geçemeyeceğim; ki bunu söylemek istiyorum, bu önemli:
—bu ülkenin asilleri cehennemde yaşar gibi yaşarlarken, vekilleri krallar gibi yaşıyorlar.
Bu ne garip vekâlet müessesesidir bu? Dünyanın hiç bir yerinde böylesine bir garip, böylesine garabet bir vekillik düzeni yok. Zaten mentaliteye de aykırı, düşünsel olarak da aykırı, nereden bakarsan bak, aykırı!

.. // Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-ül el aleyhûl azim ve eşhedû enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne YA HÛ; yeteri bilirseniz yeter artık! ..

Hani asillerde de hata yok değil tabii... Sen kulluğu kabullenirsen, başına da bir sürü tanrılar çöreklenir. Hani, “bu heriflere oy verip başımıza belâ ettiğinizden size müstahaktır” diyeceğim ama lâfın seyri de, boyu- posu da hem uzayacağından, hem de rotası değişeceğinden bu kadarıyla yetineceğim (şimdilik) // siz de öyle yapın… / Ve başkalarına lâf yetiştirip, “benim yoğurdum ekşi değildir” mücadelesi yapmak yerine takkeyi önünüze koyun bakalım… / Zamanıdır…
Neyse geçiyorum!

Peki, bu arada hayvanlarımızın büyük umutlarla (!) bel bağladıkları dernekler, kurum ve kuruluşlar ne yapmakta?
İşte kördüğümün birinci ilmeği de burada.
Merakınıza bir yanıt bulamadıysanız ben söyleyeyim; sokaklardaki sahipsiz, zavallı hayvanlar belediyelerce kâh zehirlenerek, kâh pompalı tüfeklerle vurularak öldürüldüklerinde, önce magazin basını çağırılıyor. Sonra öldürülen hayvanların başında bir-iki dernek/ vakıf mensubu, ellerinde birer kırmızı karanfil, ölü hayvanların üzerine çiçek koyarken resim veriyorlar gazetelere. Dudaklarında ise fotoğrafta güzel çıkmanın tebessümü ve gözlerine olayın vahameti gereği apar-topar takıştırdıkları bir yapmacık öfke/ hüzün karışımı bakışla arz-ı endam ediyorlar fotoğraf makinelerine. İşte yaptıkları yalnızca bundan ibaret. Hayvanların ölülerini kullanıyorlar, onları sömürüyorlar... 'En ucuz, en hafif deyimle ayıp ediyorlar, ayıp ediyorlar'. O can; bedenden çıkmıştır artık, o testi kırılmıştır. Bu noktadan sonra yapılanlar, birer kahkahadır artık gözpınarlarında insanların. Ve gözyaşları yalnızca bir oyundur, oynadıkları rolün gereğidir. Ağlama duygusunun taşıdığı– aktardığı o safiyane, arı-duru, naif hüzün bu embesiller yüzünden artık anlamını yitirmiştir… Ne dramatik…
Ve bu yapılanlar şov bile değildir, zekâ düşüklüğüdür bu yalnızca. Ben böyle düşünüyorum, sizi bilmem…
Artık o can bedene girmeyecektir ve (az önceki teşbihin devamınca) testi suyu taşıyamayacaktır.
Bir şeyler yapmak için hayvanların katledilmesini beklemek yakışmamalıdır yapılacaklara ve hemen ve şimdi adam gibi bir şeyler yapılmalıdır. Yanlış mıyım?
Yanlışsam beni düzeltin… // Düzeltirken yamultacağınızdan eminim! ..

'Maalesef, bilindiği gibi, bu ülkenin bir acı gerçeği var; haber olması için, haberdar olunması için birilerinin ölmesi gerekiyor.' Ülkem adına ne utanç verici bir şey, ne hazin bir şey...

Hayvanları korumayı temel ilke olarak göstererek zemin oluşturan ve bu zemin üzerine bina olan dernekler, tüzel yapılar, gerçekten bir sivil toplum örgütünden beklenildiği gibi yaşanan problemleri çözümleme konusunda gerekli etkinliğe sahipler mi?
İştigal ettikleri konuda ne kadar bilgililer, ne kadar yetenekliler, proje üretebiliyorlar mı? Ve daha önemlisi ne kadar samimiler? Gerçekten inanıyorlar mı yaptıkları işe, yoksa lâf ola beri gele tarzında bir kalkışma mıdır bu? İşte üzerine gidilmesi gereken olgu bu. Bunun altını kalın fosforlu kalemle çizmek gerekiyor.
Hayvanları koruma adına ortalıkta mantar gibi biten ve 'hayvanları sevelim, onları koruyalım' yaygaraları atan ister münferit, ister tüzel kişiliği olsun; bu elemanlar ne kadar samimiler? Bunu sormak gerekiyor işte...
Açık ve net biçimde soruyorum; cevabını alamayacağımı bildiğim halde bunu soruyorum...
Bunları anlamak ve sorunun cevabını tahmin etmek zor mu? ! Zor değil aslında tabi... Zerre-i miskal kadar samimiyetleri yok. Birkaç insanı tenzih ediyorum, ikiyüzlü bunlar, ikili oynuyorlar ve nokta kadar samimiyetleri yok.
Şimdiye kadar yapılanlar ise nedir? 'Merak etmeyin; söylüyorum'.
Hayvan dernekleri, önce göstermelik bir iki sahipsiz sokak hayvanı buluyor ve daha önceden çağırdıkları magazin basınına onlarla beraber resim çektiriyorlar, poz veriyorlar.,
'Fotoğrafta kimin kim olduğu belli olsun diye onlar iki ayağının üzerinde poz veriyorlar.'
Daha sonra 'hayvanları sevin, onları koruyun' gibi günün mana ve ehemmiyetini vurgulayan laflar edip, komiklikler yapıp şirinlikler taslıyorlar. 'Palavranızı yiyim sizin, palavranızı yiyim'. Ha; bir de kınıyorlar unuttum.
'Kınamaktan başka şeyler de yapsanız keşke...'

Bu, Türk sivil toplum kuruluşları için utanç vericidir.
Bu, alaturkalığın, bu seviyesizliğin göstergesidir.

Sahipsiz bir hayvan kendilerine götürüldüğünde ise;
—“Bizim hayvan barındırma yerlerimiz mevcut değil' diyerek kabul etmiyor ve hayvanı kaderi ile başbaşa bırakıyorlar. Ama; işin akçe boyutu varsa, götürülen hayvana barınağın kapıları ardına kadar açılıyor ve uyguladıkları bu çifte standarda hayvanseverlik diyorlar.
Bari susun... Susun bari... Bari ortaya çıkmayın mantar gibi...
Ne gam yahu bu, ne gam! Bu ne hastalıklı tavır böyle? Kafayı yiyeceğim bu adamlar yüzünden. Geçiyorum, çünkü midem bulanıyor...

Bugün, İstanbul'daki faaliyet gösteren herhangi bir hayvan koruma derneğinin, -atıyorum- Ankara'da aynı faaliyeti gösteren hayvanları koruma cemiyetinden haberleri olmamaktadır. İnanması güç ama birbirlerinin telefon numaralarını dahi bilmemektedirler. Ve ilginçtir; Adana ili PTT istihbaratında (1991 yılı araştırması) ne İstanbul, ne de Ankara'daki hayvanları koruma derneklerine ait bir telefon numarası bulunamamıştır.
Koordinasyonsuzluk diz boyu ve birbirlerinden bihaberler... Kim kimdir bilinmiyor ve kimse kimseyi tanımıyor...
Hatay iline bağlı Erzin'de bulunan hayvan koruma cemiyeti ise evlere şenlik. Dernek önünde horoz dövüşleri yapıyorlar ve aynı olay Aydın ili Merkez'de bulunan Eskiciler Çarşısı arkasındaki 'Kümes hayvanlarını sevenler derneği'nde farklı bir versiyonla yaşanıyor. Dernek üyeleri meyhane gibi kullandıkları dernek binasında hem içip- sıçıyorlar, hem kızarmış tavuk yiyorlar ve bir yandan da horoz dövüştürüyorlar. Allah aşkına; şu manzarayı gözünüzde bir canlandırın ya hû! ..
... Ve hâl böyleyken hayvanlar acımasızca katlediliyorlar...
Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin kaderidir bu. Diyecek fazla bir şey yok tabi!

Şimdiye kadar hayvanların itlafını üstlenen bir yerel yönetim çıkmadığı için 'kaynağı belirsiz kurşunlar' saplanıyor hayvanların zayıf, çelimsiz gövdelerine.
Ve dernekler magazin şovlarına kaldıkları yerlerden devam ediyorlar.

Magazin, olayların ardındaki trajediyi gizler nazik beyler, narin hanımlar. Magazin, olayların gerçek nedenini, vahametininin görülmesinin önünü güler yüzlü bir perde ile örter. Alet oluyorsunuz. Pardon alet olmuyorsunuz. Bu çarpık modelin bir ürünü oluyorsunuz. Bu bilgisizliğiniz, bu cahilliğiniz ile ve beyinsel zafiyetleriniz/ dangalaklıklarınız ile birilerinin ekmeğine yağ sürüyorsunuz demektir. Yaşadığınız topluma ihanet ediyorsunuz demektir.
Ve elbette bu sisteme çok yakışıyorsunuz... Körün tuttuğunu öptüğü bu sistemin içinde siz de hakettiğiniz yeri alıyorsunuz.
Bütün bunlar olurken, gerçekten inandırıcı olduğunuzu düşünebiliyor musunuz? Müsebbip olduğunuz durumları içinize sindirebiliyor musunuz? Biliyorum ki hiç biriniz üzerinize alınmadan inandırıcı olduğunuzu düşünüyorsunuz ve benimle beraber sövüyorsunuz...
Hay Allah! .. Bu ne arızalı beyin. Kemiksiz, jöle gibi bir düşünce yapısı. Aklıma mukayyet ol yarabbi... Bırakın sevmeyin artık, bıktık artık...
Bu kadar mı kemiksizlik, bu kadar mı ilkesizlik, bu kadar mı sevgisizlik olur? ! Bu kadar mı ruhsuzlaştınız beyler, hanımlar? Yaşam bu kadar mı değersizleşti gözünüzde, hayata duyarsızlık bu kadar mı olur?
Ondan sonra da yok üzülmüşler de bilmem ne; üzülmediklerini bal gibi biliyorum. Görevleri bunları söylemek, böyle konuşmak zira.
Varlık nedenleri bu. Nasıl anlatmalı ki?

Bu tatlı su çevrecilerinden sıkıldım artık. Sıkıldım...
O şişman göbekleriyle, makyajlı suratlarıyla, mürai ve müstehzi tavırlarıyla, ukala, kibirli halleriyle çok komik oluyorlar.
... Ve beni hiç ilgilendirmiyorlar. Öyle ki artık sinirimi dahi bozamıyorlar.
Tehlikeli bir durum aslında bu; zira bağışıklık kazandık artık bu karikatür adamlara karşı... Ya lanet edeceksiniz, ya küfredeceksiniz, ya da...

Bütün iyi niyetli halimi takınarak (ya da arada bir yaptığım gibi, işi salaklığa vurarak) diyorum ki; “artık silkinmenin zamanı gelmiştir.”
İstanbul'daki hayvan koruma kuruluşlarının, Ankara'daki, İzmir'deki, Edirne'deki, Ardahan'daki ve tüm coğrafyadaki dernek, cemiyet, vakıf ve kuruluşların artık kaybedecek zaman kalmadığını idrak ederek kenetlenmeleri ve bir koordinasyonu oluşturmaları gerekmektedir. Zaman 'hayvanları koruyun, onları sevin' mesajları vererek, demogoji yapıp araya banka hesap numaraları sokuşturma zamanı değildir artık.
Artık kişisel çıkarların, sen-ben kavgalarının, kendimizle barışıksızlığın zamanı değildir.
Bir araya gelinmeli, ayağı yere basan projeler üretilmeli, kuru laf kalabalıkları yerine icraata geçilmelidir.
......diyorum amma;
'Beni ve benim gibi iyi niyetle bekleyen insanlar; ola ki bu derneklerden ve hatta belediyelerden, merkezi yönetimlerden, hükümetlerden olumlu bir şeyler bekliyorsunuz'... sizleri yeni bir hayal kırıklığı bekliyor sevgili okurlar, sevgili hayvanseverler, hayat severler, sevgili Türkiye... Sizleri yepyeni bir hayal kırıklığı bekliyor... Parlak dernekçiler, parlak bürokratlar, parlak belediye başkanları ve parlak siyasiler öylesine vahşi bir yörüngeye girmişler ki hepsi... Heyhat! ! ! Eğer dilimi tutmazsam daha söyleyecek çok şeyim var! ..
Öyleyse söyleyeyim, kimlere mi?
Sırtlarında vizon, astragan gibi kürkler ve kucaklarında bir süs köpeği ile boy boy poz verip; bir hayvan dostu ya da hayvansever olduğunu iddia eden sanatçılarımıza(!)
Ki onlar halk üzerinde büyük bir etki silahıdır. Çünkü hepsi kendince karizma sahibi, büyük ölçüde hayran kitlesi olan kişilerdir. Yaptıkları, yaşam biçimleri, tarzları ve mesajları topluma model olmaktadır. Bu da kendilerine bir sorumluluk yüklemektedir aslında.
Ama hal böyleyken içlerinden bazıları çıkıp bin dolar verip İran'dan kedi getirtmekte ve adı 'hayvansever sanatçı' ya çıkmaktadır. Sokaklarda bakışlarıyla, yüreğiyle, sevgileriyle başıboş gezen İran, siyam kedileriyle doludur. Adı her ne kadar Tekir de olsa, Sarman da olsa aynı severler ve bedava severler, parasız severler...
Ses sanatçıları olsun, sinema ve sahne sanatçıları olsun, mankenler olsun; içlerinden birine ya da kendilerine bir haksızlık yapıldığı zaman hemen kenetlenebiliyorlar da; neden çok sevdiklerini söyledikleri zavallı hayvanlar acımasızca katledilirken ortada yoklar?
Belki hayvanları sevdiklerini söylerlerken samimi değillerdir, belki söyledikleri popülist söylemlerdir ama olsun. İnsan, en azından verdiği mesajın arkasında durur!
Dernekler veya kuruluşlara yapılan aynî-maddi yardımlar yerine ulaşıyor mu, ulaşmıyor mu tedirginliğini yaşıyorlar da birşeyler yapmaktan imtina ediyorlarsa; kendileri ortaklaşa bir arazi alıp, bunun alt ve üst yapısını oluşturup, o şekilde bir ya da bir kaç kuruluşa verebilirler. Bu onlar için çok zor bir olay da değildir. Mankenler ayda bir defilesini, sahne sanatçıları bir konserlerini böyle bir iş için yapabilirler.
Yeter ki yapmak istesinler! Yapmak istesinler yeter ki!
Ulan; bizim cebimizde yok, zulamızda yok; kıçımız başımız ya açık, ya yamalı, gene de lokmamızın büyüğünü paylaşıyoruz ve bundan gocunmuyoruz…/ Millette -vır vır vır- lâf çok, icraata gelince bi’numara yok…/ Ne kıymetliymiş ya hû paranız- malınız/ mülkünüz! ..

Anladığınız üzre, bu günkü panoramaya bakıldığında; davranışları ve düşünceleri birbiriyle bağdaşmayan sanatçı (!) kitlesiyle; zihniyet ve faaliyetleri birbiriyle çelişik bu dernek, vakıf ve kuruluşlar ile sahipsiz, zavallı hayvanların katledilmeleri tüzüğünde görevlerinden biri olarak yazılan belediyeler ile ve de toplum içindeki hayvan sevmezler ile hayvanların içinde bulundukları içler acısı durum daha da bir önem kazanıyor.

Türkiye'nin karanlık tablosuna, sefil yerlerde sürünen tablosuna yalın gözlerle bakın n'olur. Burada bir sakatlık yok mu sizce? Dernekler, gerçek hayvanseverlerin vicdanında sınıfta kalmışlardır. Belediyeler, gerçek hayvanseverlerin yüreklerinde yargılanmış ve mahkûm olmuşlardır.
Peki, tamam da; ya sanatçılar! ? Ya da sanatçıyım diye ortaya çıkanlar?
Ellerinde bir köpek, iki kedi; ya da muhabbet kuşlarıyla gazetelere poz poz resim verip televizyonlarda boy boy arz-ı endam ediyorlar ve maalesef 'hayvansever sanatçı' oluveriyorlar.
Bir iki gerçek hayvansever sanatçıyı tenzih ediyorum. Kaldı ki onlar hakikaten gerçek sanatçılardır, ama diğerleri 'sanat adına' birşeyler yapıp bir yerlere gelmeyi hayvanları reklâmları amacı ile kullanıp süreci kolaylaştırma oportünizmi sergiliyorlar. Sanatçı olamıyorlar! .. Hiç bir zaman da sanatçı olamayacaklarını biliyorlar...
Eee, burası Türkiye... Bunlar da Türkiye'nin sanatçıları(!) Tamam, bir şey demedik!
Ne hazin bir ülkede yaşıyoruz, ne hazin... Yazık... Yazık... Hakikaten yazık... Bu ülkenin çağdaş sanatçıları(!) olabilirsiniz. Ama uygar değilsiniz, uygar değilsiniz maalesef!
Hayvanlar, kucaklarınızda tuttuğunuz finolardan ibaret değil. Sizler, fifilerle 'hayvansever sanatçılık' oynarken, her gün belediyelerce sokaklarda yüzlerce Karabaş, Garip, Öksüz zehirlerle, kurşunlarla öldürülmekte.
Ve sizler yumuşacık yataklarınızda mışıl mışıl uyurken, bir kamyon kına yola çıkmakta...
Hayvanları sevmek zorunda değilsiniz. Onlar için birşeyler yapmak zorunda da değilsiniz. Ama bir sanatçı duyarlılığı ile yaşamı total algılamak ve hayvanları da o bütünün içinde görmelisiniz. Sanatçı duyarlılığı bunu gerektirir zira.
Ama, siz önce at gözlüklerini takıyorsunuz, sonra da o hâlinizi imaj değişikliğinden sayıyorsunuz. Ya da öyle sanıyorsunuz. Mentalite değişmedikten sonra imajın değiştirilmesinin, görüntünün önemi olmuyor, kıymet-i harbiyesi kalmıyor.

Savaşlarda ölen insanlar ne kadar yakarsa yürekleri, açlıktan, yoksulluktan ölen insanlar ne kadar acıtırsa vicdanları; sokaklarda sebepsizce öldürülen zavallı hayvanlar da o kadar kasıp kavurmalıdır duyarlı sanatçı yüreğini.

Savaş ve ölüm korkunçtur. O kadar! ..

Bir anda binlerce masum insan ölür. Çocuklar öksüz kalır, kadınlar dul kalır, od-ocak söner, bacalar tütmez, sokaklarda hayvanlar bilmedikleri ve anlayamadıkları bir öfkenin kurbanı olur.
Çocuklar, (Nazım'ın dediği gibi) kâğıt gibi yanarlar.
Çocukları kâğıt gibi yanmayanlar, ya da bunu düşünemeyenler hiç savaşa karşı koyabilir mi?
Ölen kadınların-kızların, yaşlıların-çocukların, kedilerin, köpeklerin görüntüleri gözlerinizin önüne gelmezse eğer; savaşa ve ölümlere karşı çıkamazsınız.
Bu bile derin düşüncelere gark olmadan ölümlere karşı olmaya yetmiyor mu?
Peki; bu anlamda söylediğiniz ve yaptığınız ne var? Söylediniz de atladım mı ben yani? Hadi canım sizde! .. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Çocuk bile kandıramazsınız siz! ..
... Nohut kadar beyninizle fetva veriyorsunuz samimiyetsizce. Akıl veriyorsunuz...
Geçin efendim, geçin! ..
Fino severliğinizi ve akıllarınızı kendinize saklayın.
Hayatseverlik, hayvanseverlik kavramlarını, düsturunu ya biliyorsanız söyleyin; ya da susun! Beyninizdeki o ilkel süzgeçten geçirmeyin.
Dünyaya ait değerlendirmeleriniz o kadar yerel, o kadar sığ ki; bunun için olayları siz teşhis etmeyin.
Hayvanları sevdiğinizi söylersiniz, bu anlamda bir pratiğiniz olmaz. Hele meşhur bir geyiğiniz de var ki; bu söylem kullanıla kullanıla fahişeye döndü dilinizde; //
{“Önce İnsan! ..”} ''narana-naaaaaaam! ! ! ''

O kadar anlamsızlaştı ki bu söylem, o kadar içi boşaltıldı ki tarafınızca; duyunca tüyüm kazık gibi oluyor! .. Yeter ya hû! .. Yeter artık! .. İnsan diye diye ortalarda daltaşak siftinirsiniz; ama insanlar için şöyle bir santim olsun o koca götünüzü kıpırdatmazsınız… Sadece lâf! .. / Hadi canım siz de! ../ Önce insanmış; peh! ! !
Ossuruktan tayyare, selam söyle o yare! ../ Pabucumun hümanistleri: sizde! ! !

Bu söylem ilk anda çok kutsal bir sesletim olarak algılansa da, aslında içinde faşizan bir yaklaşımı barındırmakta…/ Neden önce insan? ..
Kim veriyor ona bu önceliği…
El Cevap: Diğer insanlar…
Ne demek şimdi bu? .. // Literatürde ne deniyor buna? .. / 'Türcülük… '

Halk dalkavukluğu yapmayın, bakın daha dürüst olacaksınız o zaman, bu işin şiarı budur. Bunun aksi beyinsel bir faaliyet gerektirir zira; sizde beyin yok ki! ..
Evet, aklıma ve sinirime sahip olmalıyım.
—“Deveye sormuşlar: Boynun neden eğri? '
—“Nerem doğru ki' demiş. Bunlar da böyle.

Düşünce egzersizinden nasibini almamış bir yapının elemanlarından daha fazlasını beklemek fazlaca saflık olurdu zaten. Aşkolsun ya; aşkolsun! .. Ne diyeyim? Sonra, kuyruğunuza basılınca da rahatsız oluyorsunuz tabi...,

(Neyse; siktiret oğlum, çünkü daha fazla deşersem klavye kullanılamayacak hale gelecek; öyle görünüyor…/ Ateş bastı beni sinirden…)

Bugün; havaalanları, kit lojmanları gibi özel bölgelerde, tel örgü dâhiline dışardan kedi ve köpekler girmektedir. Uçaklar için, çevre sakinleri için tehlike arzediyor bahanesiyle, sokak ve caddelerdeki popülasyon bahanesiyle hemen (insanların iki eli kanda olsa) belediyeler aranır ve hayvanlar katledilir. Vahşice öldürülür...
Bu ülkenin hiçbir sokağında, caddesinde de durum bundan farklı değildir.
Derneklerin belediyeler ile bağlantı kurmalarını ve kendilerine intikal eden şikâyetlerde, ihbarlarda hayvanları koruma cemiyetlerinin devreye girip, bu hayvanları toplamalarını, aşılarını yapıp onları kısırlaştırdıktan sonra, sahiplendirene kadar, bir yuva bulana kadar (standartlara uygun barınaklarda) himaye etmelerini, koruma altına almalarını istiyorum.
İnanıyorum ki, belediyelerin bu iş için ayırdığı insan gücünden ve maaşlarından, itlaf arabalarının amortismanından, benzin ve mazot giderlerinden, zehirli et ve kurşun masraflarından daha ekonomik olacaktır iki ampul aşı.
Hem de, bir yaşamı kurtarmanın huzur ve vicdan rahatlığı oluşacaktır. Gelişmiş, demokratik dünya ülkeleri problemlerini böyle çözmüşlerdir zira... Sevgiyle çözmüşlerdir, fedakârlıkla çözmüşlerdir.

'Demokratik diyorum, ama halt ediyorum galiba! ..'

Belediyeler, şikâyetler karşısında 'öldürmekten' başka bir alternatifleri olmadığını söyleyerek çok önemli bir noktaya temas ediyorlar. Bunu matah bir şeymiş gibi gerine gerine söylüyorlar.
Bak... Bak... Bak! ..
Böyle ahmakça bir yaklaşım, bir bakış açısı olabilir mi ya? ! İş bu noktaya mı geldi yani? İş bu kadar seviyesizleşti mi?

'Evet, durduk yerde gene midem bulandı. // Benim midem çok hassas...'

Yahu istenmedikten sonra itlaf yapılabilir mi ya?
İstenmedikten sonra itlaf- mitlaf yapılmaz. Bunları söyleyenlerin böyle bir utançtan sonra kızarma ameliyeleri bile yok. Böyle bir mekanizmaları yok çünkü.
Yaşamı bu kadar ucuz gören bir anlayış dürüst olabilir mi? Yaşamı böyle algılayan anlayış hiçbir zaman dürüst olamaz, içten olamaz. Zekâ fakiri bu yaratıkların böylesine ilkel, primitif yaklaşımlarını, bu fikir üretimi kabızlıklarını dehşet ve öfke ile değerlendiriyorum.
'Eğer bu ülkede bu olanlara rağmen hâlâ aklınız dimağınız yerindeyse...'

... ama; maalesef bu ülkede var bu adamlar ve bu adamların zihniyeti paralelinde olanlar.
Maalesef varsınız bu ülkede beyler/ ve bu adamları bu sistem yaratıyor, bu sefil, bu rezil sistem yaratıyor...

Bu ne biçim belediyecilik, bu ne biçim çevre bakanlığı, bu ne biçim çevre bakanı, bu ne biçim bir hukuk devleti?
Sokaklarda katliamlar sürgit yaşanırken, bu ne nasıl faşizan bir vurdumduymazlık? Bu sistem ve onu çalıştıran zihniyet insan, hayvan, doğa demeden öğütürken, onları katlederken, onları hiçe sayarken, bir şeyler yapması gerekenler üç maymunu oynuyorlar adeta...

Erkek harflerle yazıyorum! ..
İçimizdeki umudun yeşermesi için, her şeyden önce devletin cinayet işleme zihniyetinden sıyrılması gerekir. Devlet bu hastalıktan kurtulmalıdır.
Geldiğimiz noktadaki gibi, Türkiye canilerle, katillerle gurur duymamalıdır. Susurlukta olduğu gibi, bazı büyük Türk büyüklerinin ifade ettiği gibi 'devlet cinayet işler' - 'devlet adına kurşunu atan da, yiyen de kahramandır' gibi söylemler hem devletin bünyesindeki bu anti-demokratik marazı kronikleştirir, hem de aklımıza başka bir yorumu getirir. 'O halde diyebiliriz ki; bunlar cinayettir.'
İster insan, ister hayvan olsun; birileri tarafından öldürülüyorlarsa bunun adı cinayettir.
Zira bu ülkede birilerinin yaşama haklarına tecavüz ediliyorsa, birileri artık dünyadan siliniyorsa, kişisel özgürlük alanlarına giriliyorsa ve birilerinin yaşamları zorla ellerinden alınıyorsa, burada bir sakatlık var demektir... Burada yanlış giden bir şeyler var demektir...
Öldürme sistematiktir, ölümlere ve öldürenlere bakıp da sınırlandırmayın. Bu, aslında bu anlayıştır. Bunda buna benzer bir şey var! ..
Hayvan ölüsüyle ve onların kanlarıyla beslenen bir belediyecilik sistemi can ile kan ile beslenen 'resmi bezirgânlar' yaratmaktadır. Ve bu sistemin yansımaları, devletin yapısında da görülmektedir. Bu bir iddia değildir, bu doğrudur.
Bu ülkede yaşanan yargısız infazlar, gözaltı kayıpları, işkence olayları işkencede ölümler devletin;
Sahipsiz sokak hayvanlarını alabildiğine katleden belediyelerin iğrenç ve anlaşılmaz tavrı ortaya koyuyor ki; bütün bu yaşananlar, devletin taammüden (bilerek, isteyerek, tasarla¬yarak) adam öldürmesidir.
16 Mart 1978'de bir büyük Türk büyüğünün 'bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz' sözleri - 'Tespih çeken eller silah tutmaz' sözleri sistemin eli kanlı tetikçilerinin katliamlarına meşru zemin hazırlamaktır.
'Bu ülkede can güvenliği yoktur' bu ikazı yapmak zorundayım, bu duyuruyu iletmek zorundayım;
'Ey insanlar ve bilumum canlı mahlûkat; bu ülkede hayatınız tehlikede demektir! ..
Bunun başka bir açıklaması yoktur.
İnanın; Allah kimseyi Türkiye gibi etmesin diye dua ediyorlardır diğer dünya devletleri.
Ölüm tamtamları çalınıyor bu ülkede ve korku masalları anlatılıyor bu ülkede.
Beynimiz dumura uğruyor, beyinlerimiz ölümlere hazırlanıyor, sanki ölümler olması gereken bir şeymiş gibi, sanki matah bir şeymiş gibi...
Bir korku masalı gibi anlatılıyor bu ülkede...
— Öldürülen insanlar 'teröristtir, öldürülür'
— Öldürülen hayvanlar 'kuduzdur, öldürülür'
— Öldürülen üçüncü cinsler 'AİDS'tir öldürülür'
— Öldürülen koyunlar, kuzular 'bayramdır, öldürülür' gibi gerekçelerle, hamasi laflar ile anti-seküler ve şövenist yaklaşımlar ile ölümleri sorgulaması, vahşetlerin önüne geçilmesi için alternatif çareler üretmesi gereken beyinler bir anlamda prangalanıyor. Yani Türkiye kamuoyu sorgulamasın isteniyor. Ve maalesef bu başarılıyor. 'Sürekli ahmak bir toplum haline sürükleniyoruz, algılayamaz, mendebur bir toplum haline getirilmeye çalışılıyoruz.'
'Bu ve buna benzer uygulamalar bilmem nerede de var, şu ülkede de var' gibi bir palavradan başka bir şey olmayan gerekçeleri sıralıyorlar. Hangi ülkede uygulanıyor olursa olsun, yapılan bu tür eylemler; adına ne kadar demokratik ülkeler denilirse denilsin benim ülkeme model olamaz, örnek olamaz.
... Siz önce beyninizi demokratikleştirmek zorundasınız. O, ilkel beyinlerinizi uygarlaştırmak zorundasınız. Ne kadar aksini iddia etmeye çalışıyor olsanız bile 'bir beyin ilkelse ilkeldir'. 'Hayır değiliz' demek bunu değiştirmez. Bunun altını kalın fosforlu kalemle çizmek gerekiyor.
Tıraşlı yüzler, sinekkaydı tıraşlı yüzler, nazik gibi görünen bedenler nasıl vahşi bir yürek taşıyorlar. Şömine başlarında, içtikleri Fransız şarabı gibi kan içiyorlar adeta, vampirleşiyorlar adeta... Zira bu yapının içindeki tüm elemanlar aynı rahle-i tedrisattan geçmiş, aynı cenahın elemanları.
Adeta devletin öldürme biçimi üzerinde yeni arayışları tartışıyorlar, belki de 'çağdaş' bir ölümün nasıl olacağını ya da nasıl olması gerektiğini 'icat' ediyorlar. Ya da; kurbanın, muhtemelen yanında bir imam bulundurması konusunda fikir birliği ediyorlar. Evet, böyle oluyor büyük bir olasılıkla...

Doğada hiçbir hayvan sebepsiz yere öldürmüyor, insan dışında... Hay Allah!
Bu ülkede ise yönetme şekli işkencelere ve ölümlere dayalı çalışıyor. Tüm bunlardan bağımsızlaştırabilir misiniz bu zihniyeti? Sistemi anlayabiliyorum, böylesine vahşi bir sistem ancak böylesine vahşi uygulamalar ile ayakta kalabilir; bunu anlayabiliyorum! Anlıyorum. Ama kabullenemiyorum.
Neyse; beynim çok sıkıştı.

Tarih bizimle dalga geçiyor biliyor musunuz? Tarih Türkiye ile dalga geçiyor... Tarih dalgasını geçiyor.

'Ölümlere hayır' diyenler kendilerini yalnız hissediyorlar bu ülkede ne yazık ki. Ve ölümler devlet eliyle, hükümetler eliyle beslenmiştir şimdiye kadar bu ülkede. Bu ülke umutsuz bir vaka galiba; 'ne yerse yesin' demiş ya doktor, bu ülke umutsuz bir vaka galiba.
Sokakta, suçsuz günahsız hayvanları öldüren belediye başkanları devletin ve sistemin prototipidir. Bakın yüzlerine sistemin ta kendisini göreceksiniz, bu çarpık sistemin yüzüdür onlar... Yani denklem basit, söylüyorum; belediye başkanları belediyecilik yapmayı sevmiyorlar... Sevmiyorlar.
Ve bunu mesleki jargonlarıyla, alaycı tavırlarıyla ifa ediyorlar adeta.
Bana kimse belediye başkanlarını vicdanlı diye kakalamaya, yutturmaya kalkmasın.
'Al paçino, vur öteçino' al birini vur ötekine.

Yani var mı öyle babasının malıymış gibi belediyeleri kullanmak?
Ölümleri, katliamları bu denli sorumsuzca ve vaka-i adiyeden bir olaymış gibi uygulayacak kadar kendilerini özgür mü hissediyor bu insanlar(!) Belediyeler, sizin babanızdan kalan malınız, mirasınız değildir öyle istediğiniz gibi kullanacak!
Bazı güçlere ve hayvan sevmez şikâyetçi, ispiyoncu seçmenine şirin görünme çabaları sebebiyle olan garibim Sarman'a, Tekir'e oluyor. Olan Çomar'a, Öksüz'e, Karabaş'a oluyor.

Belediyeler (çöp, temizlik, emlak, su) gibi hizmetleri karşılığında vergi ve ücret talep etmelerine karşın, sizden artı bir ücret talep etmeden katliam yapmıyor mu?
Öldürme işini zevkle yapıyorlar çünkü, öldürmeyi seviyorlar çünkü...

Belediyelerin tavrını inceleyin, sosyal hukukun karikatürize edilmiş halidir. Ne yazık ki öyle! Belediyelerin bu bağlamda yakınmaya hakkı yok; buna hakları yok. Ondan sonra da belediyelere güvenin diyorlar; hay hay efendim!
Belediyelerin, kendi tanıtım ve reklamlarını yaptıkları belediye yayınlarını, hayvansal ürünlerin tanıtıldığı broşürleri elime aldığımda elime pislik, kan bulaşacağını düşünüyorum. Tiksiniyorum, iğreniyorum. Ne denir ki? Başka ne diyebilirim ki? Böylesine despotik bir dayatma yenilir yutulur bir şey mi? Değil tabii ki, tabii ki değil. Ama maalesef sizlerde varsınız bu ülkede beyler, maalesef bu ülkede sizler de varsınız.
Burada, çok beğendiğim bir sözü aktarmadan geçemeyeceğim; 'Kötü idarecilerin başarısı, halkın felaketidir'.

Öyleyse ne yapılmalı?
Söyleyeyim;
Önce dernekler salya-sümük ağlama politikalarından vazgeçmelidirler.
Dernekler ve hayvanseverler 'ağlama duvarı' tavırlarından soyutlanmalıdırlar. Zira hayvanların sorunları 'gaza gelmeyle' çözülecek bir olay değildir. Bunu unutmamalılar.
Basiretli hayvanseverlerin ve derneklerin, kuruluşların hiç zaman yitirmeden harekete geçmeleri; İlk etapta (büyük-küçük) demeden bir arazi edinip, kadrolarını oluşturup projeler üretmeli ve bu anlamda belediyelere alternatif projeler götürmelidirler.
'Doğayı ve hayvanları sevmeyenler, insanları da sevmezler' şiarı ile hareket edip, bu anlamda volüm oluşturmalıdırlar.
Yüreği nasır bağlamış idarecileri, belediyecileri, siyasileri mecraya davet edecek olumlu girişimlerde bulunmalıdırlar.
Bugünkü; 'kantarın topuzunun' kaçık olduğu süreçte yaşadıklarımızla, gözlerinin önünde, kanlar içinde, acılar içinde, bağıra-çağıra feryatlar içinde öldürülen hayvanları gören (özellikle) çocuklar ve hayvanseverler biliyorum ki bu durumdan olumsuz etkilenmektedirler. Nasıl etkilenmesinler ki?
Gelişmiş, çağdaş, demokratik dünya ülkelerinde, kurbağaların, kaplumbağaların ve diğer canlıların yoğun olduğu bölgelere ve yollara 'Dikkat kurbağa' gibi uyarı levhaları koyarlarken, bizler son ümidi Türkiye sahilleri olan Caretta Caretta gibi birçok hayvanı ilgisizliğimiz-bilgisizliğimiz ve duyarsızlığımız ile ölüme terkediyoruz. Örnek mi? Çok...
Mersin sahil şeridinde yurtlanan Caretta caretta'lar geceleri çok yakınlarından geçen otoyoldaki araçların ışıklarına aldanarak caddeye çıkmakta ve ezilerek ölmekteler. Yetkililer, Caretta carettaların yurtlandığı alanları tel örgüler ile çevirip, ışıklandırmış olsalar bu hayvanların hiçbirisi böylesine boku bokuna ölmemiş olurdu. Ama kim yapacak ki?
Çağdaş (!) devlet ilkeleri ve bürokrasi hazretlerinden bir kurtulabilseydik hayırlısıyla... Neyse...
Köpeklerimiz, kedilerimiz, kuşlarımız, kaplumbağalarımız ölüyorlar birer birer. Avuçlarımızdan kayıp gidiyorlar. Yani üzüldüğüm şey, onların çok basit önlemler ile yaşayabilecek, yaşatılabilecek olmalarıdır. Ama hiçbir konuda olmadığı gibi, bu konuda da bir şey yapılmadığı ve köklü çözümler üretilmediği için bu güzelim canlılar pisipisine ölmeye devam etmektedirler. Yazık, gerçekten çok yazık...

Bugün üç tarafı denizler ile çevrili olan ve bir de içi denizi bulunan ülkemizde balık neslinin kurumaya yüz tutması utanç vericidir. Kapitalist sistemin kurbanı olan denizlerimize doldurulan fabrika atıkları, zehirli sular, kentsel atıklar, arazi yaratmak için denizlerin doldurulması, betonlaşma, kum hafriyatları, trol ve dinamitle balık avcılığı derken denizlerimiz katledilmiş oluyor.
Denetimlerin yetersiz olması, cezaların caydırıcı olmaması ve hükümet edenlerin de her şeyde olduğu gibi burada da seyirci rahatlığıyla olup biteni seyrediyor olması denizlerimizi ve barındırdığı balık soyunu bitme noktasına, iflas etme noktasına getiriyor...
Bu neden böyle oluyor biliyor musunuz? 'Her mahallede bir milyoner yaratacağız' ilkesinin bu ülkeyi getirdiği acımasız noktanın gerçeğinden oluyor. Yani devlet bile üçkâğıtçılık yapıyor, samimiyetsizlik yapıyor. Bunlar, eteklerine sığmayıp dökülenler bunlar... Rant uğruna, para uğruna, hırs uğruna yağmaladıkları ve torbalarına, çıkılarına, eteklerine tıka basa doldurduklarının dökülenleri bunlar. Bunlar, bunların saklayamadığı yüzleri. Akıl alır gibi değil ya! ..

Bu ne ilkel anlayış?
Beyniniz de, demek ki her şeyiniz gibi kağıttan kaplan, bu kadar kısır, bu kadar düşünce yoksulu, düşünce kabızı olunur mu ya? ... Hayır; sıkılıyorum. Yani bu kadar da salak yerine konmaz ki bir ülke! Kaldıramadığım salak yerine konulmak, salak yerine konulmayı hazmedemiyorum. İşte bu sebeple bu satırlarla 'Ben salak değilim, ben ahmak değilim' demeye çalışıyorum.

Tekrar ediyorum, mesele tek tek falanca hükümet, filanca hükümet değildir. Bu, ilkel sistemin ve yetiştirdiği ilkel zihniyetin bir ürünüdür. Bu sistemin ve zihniyetin yönetme biçimi, bu sistemin devlet etme anlayışıdır; kaynağı budur.
'Zaruret, mahsurları ortadan kaldırır' sığınmacılığının ve bu anlayışın egemen olduğu sistemdir kaynak. Kaynak budur... Stratejistlerin tanısı da bu yöndedir. Biz de burada bilmem neremizi yırtıyoruz. Ya n'olur, bir gün de bozuk saatin günde bir kez doğruyu göstermesi gibi (kazara da olsa) doğru bir karar alın ya!
Neyse geçiyorum...
İlkel beyinlerin yarattığı bir durum bu aslında, üzülüyorum. Daha ne denebilir ki?

Hey! (sayın) yetkililer, kendi sefil yaşamınızın dışında da bir yaşam var. Sizin bir türlü göremediğiniz ya da görmek istemediğiniz...
... Ve ölüyorlar, bir sabun gibi kayıyorlar avucumuzdan. Sizi; onların yaşamlarının gözetilmesi için (sayın) yetkili makamlarına oturttular, onların haklarını hukuklarını tesis etmeniz için oturttular, bu ülke için iyi birşeyler yapmanız için oturttular o koltuklara.... Ve iyi birşeyler yapmanız için kolunuzu kıpırdatmanızı bekliyorlar.
İyi bir şeyler yapmak çok mu zor?

Anlaşıldı...
(sayın) yetkililerin o taraklarda bezi yok anlaşıldı...

Hem problem çözücü makama – merciide olacaksın, hem de hiç bir şey yapmayacaksın. Olayları, ölümleri, işkenceleri bir film seyreder gibi seyredeceksin... Ve bir seyirci refleksi bile göstermeyeceksin. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi, bu ülkede her şey yolunda gidiyormuş gibi davranacaksın.

Bu nasıl bir ruh durumudur bu?
Ölümleri kanıksamış haliniz, anti-demokratik oluşumları umursamaz tavrınız ve çok sıkıştığınız zamanda önerdiğiniz ya da getirdiğiniz palyatif çözümler neticesinde; insan, hayvan, ağaç, her kim olursa olsun, hangi canlı türü olursa olsun, onların acı çekmelerini, ölmelerini hızlandırıyor adeta.
... Ve sizin basiretsizliğiniz, beceriksizliğiniz, ilgisizliğiniz yüzünden kaybedilenleri gördükçe burnumuzun direği sızlıyor...
Devlet adına işkence yapan, adam öldüren adamları (!) biliyoruz.
Beli tabancalı, eli kanlı, gangster filmlerinden çıkmış gibiler...
... (sayın) yetkililer sizin onlardan ne farkınız var? Ben fark göremiyorum, ya siz? Sadece, biri daha incelmiş, daha okumuş-yazmış görüntüsünde; diğeri, hoyrat, 1940'lar Almanya’sında yaşamış Nazi doktor Mengele misali tesadüfen(sayın) yetkili olmuş bu adamlar. Yoksa rahatlıkla özel tim olabilirlermiş. Onları anlayabiliyorum, içinde bulundukları konjonktür bunu gerektiriyor zira.
Onların esbab-ı mucibeleri, varlık nedenleri, var olma sebepleri zaten içinde bulundukları bu sistem değil mi?

Türkiye babanızın çiftliği değildir beyler öyle istediğiniz gibi kullanacak! ..
Küfür etmemeliyim... Küfür etmemeliyim... Onun için susuyorum...
Onun yerine yapacağım başka türlü bir davranış beni rahatlatmayacak biliyorum...
Onun için susuyorum.

Tabii bu ülkede insanlar ölürler, işkence görürler, hapislere tıkılırlar. Tabii özürlüler yok sayılırlar. Üçüncü cinsler sapık muamelesi görürler, ağaçlar katledilir, hayvanlar öldürülürler... Ve tabii ki denizlerimiz mahvolur, balıklarımız yok olurlar. Çünkü (sayın) yetkili izleyicilerimiz baktıklarını göremez durumdadırlar da ondan.
Çünkü onların bulunduğu yerden buraları iyi görünmüyor da ondan.

Neden görmüyorlar biliyor musunuz? Ben söyleyeyim.
Sosyal devlet sistemi yerine yağma ekonomisini dayatıyorlar da ondan. Onların politikaları bu, yenidünya düzeni dedikleri işte bu... Küreselleşme denen 'emperyalist sistemin' yeni aldığı biçimi dayatıyorlar ve bütün değerlerimizi, denizlerimizi, ormanlarımızı, hayvanlarımızı, insanlarımızı un gibi öğütüyorlar. İşte bu; bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler düzeninin ürünüdür. Vahşi kapitalizmdir. Neden seyirci kalıyorlar? Neden seyrettiklerini görmüyorlar?
Söylemeye devam edelim o zaman.
Sistem bazı imtiyazlı kişilere ayrıcalıklar tesis ediyor, katmerli sömürüye çanak tutuyor. Özellikle 1980'lerde Özal dönemiyle başlayan (Özalizm) örgütsüzlük ve görgüsüzlük süreci sisteme boyut ve yoğunluk kazandırmıştır.
Örnek mi? Borsa mesela, nedir borsa?
Sermayedarlara, kapitalistlere sıcak para akışını sağlayan sistemin para kaynağı olan bir altsistem. Haklı olanın değil, güçlü olanın haklı olduğu bir sefil sistem. (... ve bu ülkedeki soygun sistemi, güçsüzü yok etme sistemi işte böyle işliyor, böyle işletiliyor.)
Ve bu sistemi yeni bir şeymiş gibi 'modernleşme süreci' diye adlandırarak boklarına cila veriyorlar. Modernleşme süreci 1830'lu yıllarda II. Mahmut döneminde başlamıştır. Bunu biliyor musunuz? Bal gibi biliyorsunuz, hınzır gibi biliyorsunuz.

Bir değerlendirme yanlışı var zaten.
Başka bir gerekçe bulunuz artık, başka bir mazeret, başka bir isim bulunuz...
Ölümlerin cazibe merkezi haline geldiği yerlere dokunmayacaksınız, hatta yağmaya, talana, katliamları görmezden geleceksiniz, sonra da... neyse... neyse... Problem sizin beyniniz beyler, asıl beyninizi gözden geçirmelisiniz. İşte sizin seyirciliğinizin asıl sebebi bu. Denizlerimizin yok olması, denizlerimiz gibi birçok değerin yok olması sizin o vizyonsuz beyinlerinizin ürünüdür, yanılıyor muyum yoksa ben?

Egzajere etmiyorum, aslında öz değil biçim, esası değil görüntüsü tartışılıyor hep. Tartışılması gereken sistemin kendisidir. Bu adamları, bu frankenstaynları sistem yaratmıştır. Bu adamlar sistemin belagatinin yansımasıdır aslında; onun için çok önemli bir şey değil kişilerde yoğunlaşmak... Ve buna verilecek cevabın da pek önemi yok aslında. Çünkü ilahlar böyle istiyor, ilahlar böyle isliyor çünkü...

Aktif hükümet ve belediyecilik konusunda Adana'dan bir örnek vermek istiyorum.
1985–1986 yıllarına kadar toplu taşımacılık ekonomik ömrünü tamamlamış, yıpranmış ve görüntü olarak da göze hoş gelmeyen eski dolmuşlarla yapılıyordu. Bunun üzerine belediye- trafik işbirliği ile bu tip araçlar trafikten men edildi ve hak sahiplerine ucuz ve uygun krediler verilerek otobüs ve/ veya minibüs sahibi olmaları sağlandı. Bu olay şehir içlerindeki at arabalarıyla yapılan taşımacılık için de uygulanabilir. Atlar alınıp, sağlıklı ve bakımlı, bir şekilde haralara yerleştirilip, hak sahiplerine ucuz ve uygun vadeli krediler tanınıp pick-up ve/ veya kamyonet sahibi olmaları sağlanabilir. Böylece belediyelere gelir, nakliyecilere çağdaş imkânlar sağlanırken, çilekeş hayvanlar da ömürlerinin kalan kısmını dinginlik ile geçirirler. İnanıyorum ki, bir takım basit önlemler ile hayvanların hak ettikleri yaşamları korkusuzca, sevgiyle ve minnetle devam eder, hem de bu ülkenin ayıp ve iptidai manzaraları arık kapanır. 'Diyorum' ama yine halt ediyorum galiba.
Belediyeler için üzerinde pek kafa patlatılmaya değer bir problem değil bu aslında. Öyle olsaydı bu basit sorunlar yıllar içinde çözülürdü ve de benim gibi (lâfı ağzında) insanlar ne yazar ne de konuşurlardı. Demek ki belediyelerin ve hükümetlerin bu anlamda bir derdi; düşünce sistemlerini alarma geçirecek bir boyutları yok. Bunun başka bir tanımı var mı? Hayır, bunun başka bir tanımı yok! Kamu vicdanını rahatlatmaya yönelik hiçbir olumlu tavrı, niyeti, düşüncesi olmayan belediyeler yaşamın yoğunluğunu kavrayabilirler mi? Mümkün mü böyle bir şey? Elbette değil...

Ama olmaz, bu bir sistem sorunudur.
1950'lerde başlayan 'siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz' diyen anlayış (hem iktidar, hem muhalefet) bu ülkeyi sürgit yönetirse; Sinek öldürür gibi kuzuları boğazlayan vicdani yapı, bu vahşeti bayram diye legalleştirirse; //
Bazı fikirleri dost, bazı fikirleri düşman olarak algılarsa ve çıkarların pekişmesi, yoğunluk kazanırsa;
Sokaktaki kediye, köpeğe, ata, şefkat dilemek, sokak çocuklarına sıcak yuva, çöplükten beslenen insanlara sıcak aş, işsize iş, hastaya doktor istemek gibi taleplerinde yerine getirilmesini beklemek için bu adamlardan medet ummak çok saflık olur değil mi?
İşte burada da şizofrenik bir çelişki var.

Her şey ne kadar çarpık, ne kadar asimetrik ve uyumsuz! ..
... Ve bu adamlar, bu anlamda yalnızca görüntüden ibaretler. Sıkıldık artık sıkıldık...
Midemizde kramplar; kusacağız!

Yahu bu ülkede hiç mi bir şey yolunda gitmeyecek? Bir korku cumhuriyeti, bir ölüm cumhuriyetinde yaşıyoruz adeta! Hangi sömürü, hangi yaşam hakkına kasteden bir vaka varsa Türkiye o noktada birinci.
Ekonomik, politik ve yaşamsal her alanda, tüm alanlarda olumsuzluk birincisi.
Demokrasi deyip de demokrasiyi uygulamayan ülkelerin başında ve destabilizasyonda, istikrarsızlıkta kronikleşen ülkelerin en başında. Türkiye, geçen her yılı kara bir yıl olarak ilan etmeyi adeta kanıksamış durumda.
Bu ülkenin her geçen yılı kara bir yıl olarak tarihin sayfalarına yazılmakta.
Yeri geldi; Epıctetus'un söylediği çok hoş bir söz var, sizlerle paylaşmak istiyorum; 'Korku, sıkıntı ve telaş içinde olan hiçbir insan hür değildir. Sıkıntı, korku ve telaştan kendisini kurtarmasını bilen adam, aynı şekilde kendisini kölelikten kurtarmış olur.'

Vay ki vay ha! .. Daha alacağımız çok yol var.
Ben gene şu derneklere döneyim, bir de hayvanseverlerin uygulamalarına.

Biliyorsunuz, hayvanları koruma derneklerinin bir garip uygulaması var…/ Özellikle İstanbul'da sahipsiz kent hayvanları alınıyor, kuduz aşısı yapılıyor, boynuna bir tasma ya da kulağına delerek taktıkları plastik bir küpe zımbalanıyor ve hayvan barınaklara (koruma altına) alınacakken sokağa tekrar yeniden salınıyor. Gerçi bu, hiçbir şey yapılmamasından evlâdır tabii ki, ama ya sonrası; o hayvanlar ya araba altlarında kalıyorlar, ya şikâyet üzerine belediyelerce öldürülüyorlar, ya da çocuklar tarafından taşlanıyorlar. Bunun sonucu olarak ya ölüyorlar, ya da sakat kalıyorlar.
Böylesi noktalarda salya-sümük ağlama reflekslerinden başka ortaya bir şey koyamayan dernekler hiç, ama hiç yeterli olamıyorlar. Çünkü yaptıkları işe kendileri de inanmıyorlar.
Bu konularda ne gibi gelişmeler yaşanıyor, dünya devletleri bu anlamda neler saptamışlar nasıl projeler üretilirse kalıcı çözümler oluşturulabilir; meraklarını dahi celbetmiyor. Uygar program paketlerini nasıl oluşturabiliriz, sivil toplum örgütleri arasında nasıl bir ilişki ağı kurabiliriz, yerel ve merkezi yönetimler ile ne gibi ortak projeler/ paydalar çıkarabiliriz de bu ilkelliklere bir son veririz gibi sorular hiç, ama hiç akıllarına gelmiyor. Değerlendirme yetkilerini geliştirmiyorlar. //
Ama, ayıp ediyorlar...
Belediyeler, karşılarında bu karikatürize edilmiş yapıyı gördüklerinde (onlara rağmen) ha bire sokaklardaki gariban hayvanları katlediyorlar.
Bunun üzerine dernekçiler, cinnet getirmiş danalar gibi ellerinde pankart, salya-sümük zırlayarak belediye kapılarına dayanmak için salvar-sümük yollara düşüyorlar. (Bu “salvar-sümük lâfzı annem merhume Aydan Örtülü’ye aittir)

'Kargalar gülüyor, duyuyor musunuz? ' Çok komikler ama değil mi? Gülebilirsiniz... Gülebilirsiniz ağlanacak halimize; gülebilirsiniz...
Belediyelere gittiklerinde önce yumuşatılıyorlar, sonra sırtları sıvazlanıyor 'tamam, bir daha olmayacak, merak etmeyin' deniliyor ve gönderiliyorlar. Hayır, hayır postalanıyorlar adeta... Hepsinin de ağzı kulaklarında, matah bi’şey yapmışlar gibi gerine gerine evlerinin yolunu tutuyorlar. Çok komikler değil mi?
Yahu; her gördüğünüz yoğurda, ayrana (cacık olmak için) 'ben hıyarım' diye koşmak doğru mu? Bir araştırın bakalım, o gerçekten yoğurt mu, ayran mı? Tamam; sizi biliyoruz (!) ama bir bakın bakalım o ayran mı?

Sırtınızın sıvazlanacağını bile bile gidiyorsunuz, plânsız, programsız, projesiz gidiyorsunuz ve postalanıyorsunuz adeta. Başınız göğe mi eriyor ya? Bayram harçlığı, bayram şekeri almış bir velet yılışıklığı ile postalanıyorsunuz adeta. Muhtemelen, bir iki de sofistik, parlak söz dinliyorsunuz:
— Biz hayvanları öldürmüyoruz.
— Biz de hayvanları seviyoruz.
— Sizin gibi hayvansever, duyarlı insanların olması çok güzel.
— Siz de bizdensiniz gibi...
Siz de bizim ailedensiniz. Kölelik dönemlerinde derebeyleri malikânelerinde barındırdığı, hizmetinde kullandığı köleleri için de böyle söylerlerdi. 'Siz de bizim ailedensiniz...'
Biz ve ötekiler; bunun altında bu var aslında...
... Aslında o hep uşaktır, o hep halayıktır, o hep çobandır ve yemeğini hep mutfakta yer, konağın müştemilatında yatar. 'Siz de bizdensiniz ha...' Peki, tamam susuyorum...
Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Türkiye'nin bu noktalara gelmesinde sizlerin de parmağı var. Hep bir uşak olarak kalan yapınız, hep boynu bükük 'ricacı' tavırlarınız ve sivil toplum örgütsüzlüğünüz bu ülkeyi buralara taşımada büyük ve affedilmez faktör olmuştur. Beyinsel fukaralığınız, beceriksizliğiniz, cahilliğiniz sizi hep belediye kapılarında edilgen, pasif bir dilenci haline getiriyor. Ne şizofren bir yaklaşımdır bu? İki ayaklarınızın üzerinde kendi başınıza duramıyorsunuz, iki elinizle bi’pipimi düzeltemiyorsunuz. Açtığınız barınaklarda, beceriksizliğiniz yüzünden hayvanları telef ediyorsunuz. Bir cellât gibi kıyıyorsunuz onlara, sonra da yapılan eleştirileri kabullenemiyorsunuz...
... Ve nohut kadar beyninizle, yaptığınız bu beceriksizliklere kendinizi ibra etmeye yönelik saçma sapan açıklamalar getiriyorsunuz.
Ben aptal değilim ki, yaptıklarınızı ve yapılanları anlayabiliyorum, ama, ikna olamıyorum.
Sizleri böyle dangalak bir yörüngede ve acz içinde görünce artık yapılabilecek pek fazla bir şey kalmıyor diye düşünüyorum maalesef...
Ya; allahaşkına, bir gün de bi'boka yarayın ya; bu kadar mı basiretsizsiniz be! ! !

Yahu, ben çenemi niye yoruyorum ki?
Alt tarafı basiretsiz, ahmak ve cahillerden oluşmuş dernekler ve alt tarafı ölümlerden zevk alan çözümsüz belediyeler, belediye başkanları. Bunları (Bu adamları) ciddiye alabilir misiniz?
Ama yoruluyoruz, deyiyor mu ya? İlkel beyinlerin yarattığı bir durum, üzülüyorum.
O akıllarınız kulaklarından dökülüyor sapır sapır ve kulaklarınızdan dökülüp geçtiğiniz, bulunduğunuz her yeri pisletiyor, kirletiyor. Aynaya bakıp bakıp tükürün.
Evet, aynaya bakın ve tükürün, ya da yukarıya tükürüp altında durun. Bunu yapın be n'olur...
... Zekâ özürlüler, zekâdan bî-nasip adamlar ne utanmaz adamlar bunlar ya, ne utanmaz adamlar bunlar...
Bunları yazmak zorunda kaldığım için alabildiğine öfkeleniyorum. Durduk yerde insanı böyle sinirlendiriyorlar
'yahu, bunu nasıl beceriyorlar? '
... aslında bunda şaşılacak, şaşacak bir şey yok değil mi? Bu gerçekten komik bir durum aslında. Hayır, komik değil, trajikomik. İnanın, oturup döşümü döve döve ağlamak geliyor içimden.../ Sinirden ha; yanlış anlaşılmasın! ..
'Lütfen hayvanların da bizler gibi can taşıdığını, duyguları olduğunu ve insanları sevdiklerini unutmayalım...' gibi saf saf konuşuyor, yazıyorum ama, bu dokunun içindeki kanserojen olgu gibi sizleri görünce ümitlerim sönüyor. Sistemin bir başka ayağı hortumlayıcılarısınız!
Yerleşmiş bir boşluk nasıl doldurulur? Soruyorum! ... Bir cevabınız var mı? Var mı bir cevabınız soruyorum! ..

“Yok” gibi görünüyor.

Bir kere daha yanılmadık maalesef.
Eğer olguya gereken hassasiyeti göstermezseniz olgu da sizi önemsemez ya da olgunun bir parçasısınız demektir.

'İnsanlar; insanların, insanlara ve hayvanlara insanlıklarıyla insanlaşırlar' ne kadar doğru değil mi?
1991 yılından bu yana vejetaryenim. Bu, bir hastalıktan, et ve et ürünlerini sevmediğimden kaynaklanmıyor. Yalnızca hayvanları çok seviyordum. Ve bu sevgi benim vejetaryenliği benimsememin çıkış noktası oldu. Şimdi ise olaya salt 'duygusal perspektiften' bakmıyorum. İnsanların başka bir canlının etini yemelerinin bilimsel açıdan, etik açıdan ve bunun gibi birçok nedenlerden ötürü doğru olmadığını düşünüyorum. Ve onların öldürülmeleri, bir takım yortular için katledilmeleri, ticari amaçlar ve insanın tükenmek bilmeyen hırsları sebebiyle acımasızca yok edilmeleri bana aykırı geliyor.
İşledikleri cinayetlere 'av sporu' diyen züppe avcı bozuntularından, hayvan düşmanlarından, yılbaşı günlerinden, ayı oynatıcılarından, kurban bayramlarından, hayvanların postlarını doldurup onları evlerinde adeta bir 'süs eşyası' gibi kullananlardan, kürk giyenlerden inanın nefret ediyorum.... Ve onlara yuh olsun diyorum.
'Yuh olsun size be... yuh olsun'
Vizon, tilki, kakım, tavşan, mink, çinçilya, astragan gibi hayvanların kürklerini 'elbise' olarak giyenleri kınıyor ve onları gözümde bir 'hırsız' olarak niteliyorum. Bir hayvanın sırtındaki kürkü onun rızası olmadan zorla almak bence; birisinin sırtındaki ceketi veya kazağı başka birinin zorla onun sırtından almasına benzetiyorum. Üstelik, zavallı hayvanlar korkunç metotlarla canlarından ediliyorlar. Koskoca filler ise yalnızca dişleri için acımasızca öldürülüyorlar ve nesilleri yavaş yavaş tükeniyor, tüketiliyor. Gergedanlar öyle, foklar öyle, hangi birini sayayım ki?
Hayvanlar ve onları barındıran doğa ile olan çarpık ilişkilerimiz beni fazlasıyla üzüyor ve tedirgin ediyor. Bu konudaki duygularım ve düşüncelerim o kadar kesif ve yoğun ki kendime hâkim olmasam çığrımdan çıkacağım.
... Ve aslında biliyorum ki; hislerime onlarca sayfa az bile gelecek kalemim ise dilimin ucuna kadar gelen küfürlerden başka hiçbir şeyi yazmaz olacak, bunu biliyorum...
İnsanlar... Ah insanlar, insanlığımdan utanıyorum.
Yeri gelmişken; G.B.Shaw'nun (artık herkes tarafından bilinen) sözünü (birazcık) besleyerek aktarmak istiyorum; 'İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum ve onlara olan sevgim gün geçtikçe katlanarak büyüyor.
insanlara olan kızgınlığımı ve öfkemi onlarla lokalize etmek istemiyorum.
Başta da belirttiğim gibi bu bir sistem sorunudur.

Sistemin, devletin ve hükümet edenlerin postmodernist anlayışı, yani 'her şey mubahtır' anlayışı çerçevesinde ortaya koydukları şeylere çözüm demeleri ve bunu insanlara yutturmaları yenilir yutulur şey mi? ... elinizde bir sinek ilacı, habire sinek avlayacaksınız; ve buna çözüm diyeceksiniz. Bataklık duruyor beyler, bataklık duruyor.
... Bataklık; yerinden yurdundan ettiğiniz, tarlalarını, evlerini yaktığınız köylüler, son çare intiharı seçen bu işsiz insanlar, boğaz tokluğuna çalıştırılan bu işçiler, memurlar, gözaltında kaybolanlar, yargısız infaz edilenler, işkence görenler, tecavüze uğrayanlar, çöplüklerden ekmek toplayanlar, demokratik taleplerini dile getirmeleri sebebiyle zindanlarda çürümeye atılan insanlar, hastane kapılarında ölenler, rant uğruna yok edilen ağaçlar, katledilen hayvanlar, bataklık bu işte! ..
Bırakın sinek ilaçlarını beyler, bırakın, bataklık bu... O; ciğerlerin pelte pelte ağızlardan geldiği zindanlarda yatan düşün adamları; / bataklık bu...

Önce gözlerinize ve beyninize yerleşen o anti-demokratik bakışınızdan kurtulun. Anti-demokratik bakışınız ve tavrınız beyninizin içinde olduğu sürece allame-i cihan olsanız bataklığı kurutamazsınız. Bu beyinleriniz bu haliyle bataklık kurutmaktan çok uzak beyler, bilesiniz...
... Aksi halde; temel siyasi değerleri değiştirmeden bu anti-demokratik yapıya müdahale edebilir misiniz? Bunu yapabilir misiniz?
Mesela; dayakçı polise önlem almazsanız ve onun dünya görüşünü yargılamazsanız; 'Hey birader bu adamları sağa sola (pardon sola sola) ateş etme noktasına getiren nedir' diye sormazsanız bu anlamda doğruları yaptığınızı söyleyebilir misiniz? Bunu yapmak için toplumsal yaşama müdahale değil, toplumsal yaşamı iyileştirmek, düzeltmek gerek... Doğa gereği bu, eşyanın doğası işte bu.
Aksi halde üç gün sonra bu karanlık görüntüler geri gelebilir; temel mantıktan vazgeçilmiyorsa eğer...
İnsanların ve hayvanların çöplüklerden beslendiği, hastane kapılarında sokaklarda öldüğü, işçinin, memurun sömürüldüğü, emeklilerin kuyruklarda öldüğü bir memlekette yaşıyorsunuz; 'nerede yaşadığınızı sanıyorsunuz? '

Bu yaşanan olumsuzluklar zincirinin bir kırılma noktası olması gerektiğini düşünüyorum.

Hukukta 'maddi hata' diye bir konsept vardır. (Fahiş hata) Olayın özüne yanlış yaklaşım. İşte bu yanlış yaklaşımlardan arındırılırsa beyinleriniz, gerçek anlamda bir hukuk devleti oluşturulursa, palyatif çözümler yerine kalıcı çözümler getirilir, primitif uygulamalar uygar uygulamalara dönüştürülebilirse, ilkel toplumların sosyal ve ceza anlayışından vazgeçilirse; ancak o zaman içimizdeki ümidi biraz olsun yeşertebiliriz.
... Bunun da bir yolu vardır elbet. Ülkeye bakıp, baktıklarımı görüp değerlendirip ve sonuç olarak, yoğun olarak taşıdığım paradokslara rağmen iyimser bir tevekkül ile birilerinin çıkıp iyi bir şeyler yapmasını bekliyorum. Bu ülke için birilerinin bazı şeyleri yoluna koymasını umuyor, ümitlerini yeşerinceye kadar sulamak istiyorum ve bekliyorum...
Ellerinden iktidar oyuncakları alınan yöneticiler birden demokrat kesiliyorlar; bunu görebiliyorum.
İktidarda veya yönetimde olduklarında demokrat olduklarına dair en ufak bir ipucu vermiyorlar; bunu görebiliyorum.
Ve bunlara inanmamak zorundayız, inanmamak mecburiyetindeyiz; bunu biliyorum.
Demokrat sözcüğü bu insanların ağzında kirleniyor. Biz, gerçek demokratlar başka bir isim bulmalıyız artık diye düşünüyorum.
Son derece yüzeysel bir beyin, görüntüsel; yani, satıhta bir görüşü içeren beyinleriyle yaptıkları anti-demokratik uygulamaları adeta dayatacaksınız ve bunun da adı çözüm olacak öyle mi?
Güzel, amman nazar değmesin...
Bu ülkenin, bu sömürge ülkenin sömürge bakanları, yöneticileri yaşama hakkı bütünlüğüne dair olumlu hiç bir şey yapmıyorlar, inatla yapmıyorlar.
Akıl alır gibi değil ama yapmıyorlar. Hâlâ yapmıyorlar.
... Ve bu halleriyle can sıkıyorlar, mide bulandırıyorlar. İnsanın yazdıkça sinirleri geriliyor. Aslında yeterli bir tepki bile değil bu yazdıklarım sevgili okurlar. Hâlâ yaşama hakkının ihlalleri yönünde tercih koyuyorlar, hâlâ intikam senaryoları yazıyorlar, ölüm tamtamları çalıyorlar.
Devlet intikam almaz, devletin ido'su olmaz bunu bilmiyorlar mı? Bal gibi biliyorlar, elbette biliyorlar.
Böylesine standartları bulunduramayız elimizde, eğer bunu yapıyorsanız aynı yasalara göre suç işliyorsunuz demektir.
Devlet yaşama hakkını kategorize edemez. Kimi canlıyı dost, kimini düşman olarak göremez. Aksi halde sorarlar adama: 'Bıçaklarınızdan akan kanı yaladınız mı bari? Şöyle bir histeri halinde yaladınız mı bıçaklarınızdan akan kanı? Ya da tabancanızın namlusundan çıkan dumanı üflediniz mi Red-Kit misali...
Neden öldürmeye, yok etmeye, yok saymaya bu kadar yakınsınız, neden yaşamı total algılamaya bu kadar uzaksınız merak ediyorum'
Ve duruma bakarak diyorum ki; eğer itlaf memuru olsalardı (özellikle) belediye başkanları da aynı şeyi yaparlardı, merak etmeyin...

Sakin olalım dedik ama gelin görün ki mümkün değil.
'Şikâyet' olarak başlık attığım bu yazıyı aslında deşarj olmak için yazdığımın bilinmesini istiyorum. Biliyorum ki yazdıklarımın tümünü duyarlı insanların hepsi biliyor. Benim sözlerim de zaten duyarlı insanlara bir mesaj olarak yansısın istiyordum.
Yani, 'hey! duyarlı insanlar, yaşamın gerçek ritmini yakalamış insanlar, hayatın yoğunluğunu kavramış insanlar, bildiğiniz gibi böylesi ilkel bir panoramayı yıllardır seyrettiriyorlar bize, anlaşıldı ki bu işler seyretmekle olmuyor; hani, illaki bir şeyler yapın demiyorum(!) sadece aklınızın bir köşesinde bulunsun diyorum.

'Şikâyet' imi (son sözler olarak) bir-iki tane güzel söz iliştirerek bitirmek istiyorum.

-'Eğer; hayvanlar konuşabilselerdi, biz insanların onlardan öğreneceğimiz çok şey olurdu.'
-'Köpekler akıllıdır, insanlara benzemez' Kızılderili sözü.
-'Evin kristalden yapılmışsa, kimsenin camına taş atma.'
-'Rüzgâr eken fırtına biçer.'

-'Kapıları çalan benim,
Çalan benim birer birer
Gözünüze görünemem,
Göze görünmez ölüler.'
N.Hikmet

Kendi yaşamlarının dışında da bir yaşam olduğunu farkeden tüm insanlara demokratik ve uygar bir ülke diliyorum.
Sağlıcakla kalın.

Gürkal GENÇAY
21. Aralık. 1992. Adana // 21. Aralık. 1997. İstanbul

(''Yarınları Tüketmek Dünden'' isimli kitaptan / Örtülü Yayınları-1999)
******************************************************************************
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/article.php? id=10266&archive_list=1&t=Yar%C4%B1nlar%C4%B1_t%C3%BCketmek...

http://taflandergisi.blogspot.com/2008_06_01_archive.html

(Sayfa: 3 / 34)

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 16.12.2008 10:53:00
Hikayesi:


http://my.opera.com/gencwertherinacilari/blog/? &abc=&startidx=0 ÖRTÜLÜ SANAT YAYINLARI Şiir Dizisi–2 Gürkal Gençay'ın daha önce yayınlanmış kitapları: Sevgiliye Gizli Mektuplar–1996 Yarınları Tüketmek Dünden Şiirler/ Öyküler /Mektuplar/ Yazan: Gürkal Gençay Kapak: Murat Akçil/ Grafik-Dizgi: Merkez Grafik (Fatma Murat) Birinci Basım-Temmuz 1999 Editör: Aydan Örtülü/ Tasarım: Ayşe Gençay/ İlham: Pudagiller Örtülü Sanat Yayınları- İstanbul Tel: (0532) 236 07 82 (Sayfa: 2/ 3)

Gürkal Gençay